๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslami Hükümlerin Esas ve Hikmetleri => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 06 Eylül 2011, 17:04:27



Konu Başlığı: ALLAH Hakkı Olan Hükümler
Gönderen: Ekvan üzerinde 06 Eylül 2011, 17:04:27
Kalbe İlişkin ALLAH Hakkı Olan Hükümler


1- ALLAH'ın zatını bilme ve bunun tabii sonucu olarak; zatının ezelî, ebedî ve bir olduğunu, cevher, araz ve cisim olmadığını, O'nu zorunlu ve var kılan bir başka varlığa muhtaç olmadığını ve tüm bu sıfatlarının sair varlıklardan farklı olduğunu bilme.

2- Hayat sıfatını bilme ve bunun ezelî, ebedî ve tek olduğunu, zorunlu ve var kılan bir başka varlığa muhtaç olmadığını ve bu özelliklerinin sair var­lıkların hayatta olmalarından farklı olduğunu bilme.

3- İlim sıfatını bilme ve bunun ezelî, ebedî ve tek olduğunu, zorunlu ve var kılan bir başka varlığa muhtaç olmadığını, zorunlu, mümkün ve müm-teni bütün varlıklara şamil olduğunu, sair ilimlerden farklı olduğunu bilme.

4- irade sıfatını bilme ve bunun ezelî, ebedî ve tek olduğunu, zorunlu ve var kılan bir başka varlığa muhtaç olmadığını, O'nun kudretiyle gerçekleşen her şeye şamil olduğunu ve sair iradelerden farklı olduğunu bilme.

5- Kudret sıfatını bilme, ve bunun ezelî, ebedî ve tek olduğunu, zorunlu, ve var kılan bir başka varlığa muhtaç olmadığını ve sair kudretlerden farkE olduğunu bilme.

6- îşitme sıfatını bilme ve bunun ezeli, ebedi ve tek olduğunu zorunlu ve var kılan bir başka varlığa muhtaç olmadığını, ezelde ve sonradan ortaya çı­kan işitilecek her şeye şamil olduğunu ve diğer varlıkların işitmesinden fark­lı olduğunu'bilme.

7- Görme sıfatını bilme ve bunun ezelî, ebedî ve tek olduğunu, zorunlu ve var kılan bir başka varlığa muhtaç olmadığını, ezelde ve sonradan mevcud olan her şeye şamil olduğunu ve diğer varlıkların görmesinde farklı olduğu­nu bilme.                  

8- Kelam sıfatını bilme ve bunun ezeli, ebedi ve tek olduğunu, ilim sıfatıy­la ilgili her şeye şamil olduğunu ve sair kelamlardan farklı olduğunu bilme.

Bu sıfatların hepsi ALLAH'ın zatıyla kaimdir. Bu sıfatlar dört grup altında ele alınabilir: a. Hayat sıfatı gibi sadece ALLAH'ın zatıyla ilişkili olanlar, b. ilim, işitme ve görme sıfatlan gibi zatının dışmdakilerle onları açığa çıkarma açısından ilişkili olanlar, c. Kudret sıfatı gibi zatının dışmdakilerle onlara te­sir etme açısından ilişkili olanlar, d. Kelam sıfatı gibi zatının dışmdakilerle ne. onları açığa çıkarma ne de onlara tesir etme sözkonusu olmaksızın ilişkili olanlar. İlişkili oldukları şeyler itibariyle bu sıfatların en genel olanı, ilim ve kelam sıfatları, en özel olanı işitme sıfatıdır. Bunların ortasında da görme sı­fatı yer alır.

9- ALLAH'ın zatının bütün noksan sıfatlardan, kusur ve eksikliklerden mü­nezzeh olduğunu bilme.

10- İlah olarak bir tek ALLAH'ın varlığını kabul etme.

11- ALLAH'ın zatının dışında kudretinden sadır olan fiilî sıfatlarını bilme. Bu sıfatlar cevher ve araz olmak üzere ikiye ayrılır. İnme, yükselme, ihsan et­me, engel olma, yüceltme, alçaltma, zengin etme, mal mülk sahibi yapma, öl­dürme, hayat verme, yeniden diriltme, yok etme gibi fiilleri araz olanlara ör­nektir.

12- Peygamber gönderme, kitap indirme, mükellef kılma, mükafat olarak sevap verme, ceza olarak azap etme gibi ALLAH'ın dilerse yapıp dilerse yap­mayacağı şeyleri bilme.

13- Hayirh-şerli, faydalı-zararh, az-çok bütün fiillerinin iyi olduğunu bilme. O'nda kimsenin bir hakkı yoktur. O'ndan başka sığınılacak kimse yoktur. O'nun hakkı vardır ama O'nda kimsenin hakkı yoktur- O ne söylemişse iyidir, güzeldir. Yer ve gökteki yaratılmışlara azap edip onları kendinden uzaklaştır-sa bile adil davranmış olur. Onlara sevap verip onları kendisine yaklaştırmak­la onlara nimet vermiş, iyilikte bulunmuş olur.

14- Avamın bu saydığımız şeylerin tamamına inanması, havassın bun­ları bilmesi mesabesindedir. Çünkü bunları hakkıyla idrak etme avam için açık bir zorluktur. Nitekim ALLAH (cc) lıavassı, kendisinin ezelî, ebedî, tek, diri, alim, her şeye kadir, irade sahibi, kelam sıfatı olan, verdiği haberler mutlak doğru olan, işiten ve gören olduğunu bilmekle yükümlü kılmıştır. Avamı ise bunları bilip idrak etmeleri zor olduğu için sadece inanmakla yükümlü kılmış ve onları sadece inanmaları karşılığında mükafatlandır­mıştır.

ALLAH'ın ilim ve kudret sahibi olması, kelamının ezelî olması içinden çıkıl­ması zor konulardandır. Bundan dolayı insanlar bu konularda ihtilafa düş­müşlerdir. Yine ALLAH'ın zatına nispet ettiği yüz, iki el ve iki göz de insanla­rın ihtilaf ettiği konulardandır. Bunlar ALLAH'ın zatıyla kaim manevî sıfatlar-Idır. Veya bunların her birinin ilgili sıfata işaret ettiği, yüz ile ALLAH'ın zatının, iki el ile ALLAH'ın kudret sıfatının, iki göz ile ALLAH'ın görme ve bilme sıfatla­rının kastedildiği kabul edilebilir.

İnsanlar yine ALLAH'ın belli bir yönde olup olmadığında da ihtilaf etmiş­lerdir. Tüm bunlar, insanların uzun uzun ihtilaf ettikleri ve bu meseleleri çÖ-îecek delillere ulaşamadıkları zor konulardır.

Eş'ârîler kıdem ve beka (ezel ve ebedî olma) sıfatlarının ALLAH'ın zatî sı­ratlarından mı yoksa selbî sıfatlarından mı olduğunda ihtilaf etmişlerdir.

Eş'ârî alimler bu konuda çok şeyler söyleyip yazdılar. Hatta îbn Fûrek bu ko­nuda söylenenleri iki cilt halinde bir araya getirdi.

Her iki taraftaki müctehitlerin söylediklerinin de doğru olduğunu söyle­mek mümkün değildir. Bilakis doğru olan bir tarafın görüşüdür. Diğerleri ise hata etmişlerdir. Ancak işin içinden çıkmanın zorluğu hasebiyle affedil-mişlerdir. Özellikle ALLAH'ın belli bir cihette olduğuna inanan kimse affedil-miştir. Ne hareket eden ne de hareketsiz duran, aleme ne bitişik ne de on­dan ayrı, ne alemin içinde ne de dışında olan bir varlık. Üstelik yaratılışı ge­reği insanoğlu adeten O'na ulaşamaz. O'na ancak, idrak edilmesi ve anlaşıl­ması çok zor delillere vakıf olduktan sonra ulaşılabilir. Bu zorluktan ötürü ALLAH bu konuda avamı mazur görmüştür. Yine bundan dolayı Hz. Pey­gamber müslüman olan kimseyi bu meseleleri araştırmaya zorlamamış bi­lakis onları, terk etmeleri mümkün olmayan bilgileri üzere bırakmıştır. Hu-lefa-i raşidin ve bu konulara vakıf olan alimler de insanların bu konularda doğruyu bilmediklerini, ALLAH'ın zatını idrak edemediklerini bildikleri hal­de onları bu hal üzere bırakmaya devam etmişlerdir. Ama evlenme, miras­çı olma, cenaze namazını kılma, yıkama, kefenleme, kabre taşıma, müslü­man mezarlığına gömme ve benzeri tüm konularda onlara müslümanlara uygulanan hükümleri uygulamışlardır. ALLAH (cc) bu durumdan kurtulma­nın çok zor olması hasebiyle müsamaha göstererek avamı affetmeseydi on­lara müslümanlara uygulanan hükümler uygulanmazda Üstelik bu konuda icma vardır.

ALLAH'ın insan ya da bir başka şekilde göründüğünü zanneden kimse ka­fir olur. insanlarda bir şeyi cisim olarak düşünme eğilimi olduğundan din ALLAH'ı böyle düşünenleri affetmiştir. İnsanlar bir yönde olmayan bir varlığı anlayamıyorlar. Ancak hulul yani ALLAH'ın insan ya da bir başka şekilde gö­rünmesi farklıdır. Bu insanların yaygın olarak meylettikleri, düşündükleri bir şey değildir. Böyle bir şey akıllı bir insanın aklına bile gelmez. Dolayısıy­la bu affedilmemiştir.

Buluğ çağına giren her mükellef için ALLAH'ın zatını araştırıp idrak etme­nin farz olduğunu söyleyenlerin görüşüne itibar edilmez. Çünkü insanların büyük çoğunluğu bunu yapmamakta oldukları için bu meselelere vakıf değildirler. Buna rağmen sahabe ve onlardan sonra gelen nesillerden bu du­rumdaki insanların günahkar olduğunu söyleyen kimse çıkmamıştır.

Doğru olan, mükelleflerin ALLAH'ın zatını düşünme ve idrak etme mecbu­riyetlerinin olmamasıdır. Ancak iman esaslarında şüpheye düşen bir kimse­nin, gerçekten iman edinceye, ALLAH'ın zatını ve sıfatlarını idrak edinceye kadar bu meseleleri araştırması gerekir.

Kur'an'm; emir, nehıy, vaad, tehdid, haber, nida ve ses olmamasına rağ­men dinlenilecek bir şey olduğuna hükmedilİrken, ALLAH kelamının ezelî ve ALLAH'ın zatıyla kaim bir tek olduğunu bilmeyen sıradan bir insanın kafir ol­duğu nasıl söylenebilir? Bö^le bir şeyi bilmek Kur'an'm kat'î delil olduğunu kabul eden ve onu inkar edenin kafir olduğunu bilen bir kimse için bile ger­çekten zordur.

Aynı şekilde peygamberliğin, Cebrail (as) vasıtasıyla ya da doğrudan Al­lah'tan gelen vahym insanlara bildirilmesinden ibaret olduğunu bilmeyen sı­radan bir insanın kafir olduğu nasıl söylenir? Üstelik peygamberlik vücudî bir sıfat değildir. Bilakis ya ALLAH'ın hitabının ona yönelmesiyle ortaya çıkan bir ilişkiden ibarettir, -yani ALLAH'ın kelamı ne peygambere ne de vahye sü-butî sıfat kazandırmaz- ya da peygamberin ALLAH'ın bildirdiklerini insanlara tebliğ etmesinden ibarettir. Böylece peygamberlik vazifesiyle kaim sübutî bir sıfat olur. "Feîl" vezninde olan nebi kelimesi birind durumda kendisine ha­ber verilen anlamına gelirken ikinci durumda haber veren anlamına gelir.

İmam Eş'ârî ölümüne yakın namaz kılan insanların kafir görülmesi fik­rinden dönmüştür. Çünkü sıfatların bilinmemesi zatın da bilinmemesi anla­mına gelmez. Eş'ârî şöyle demiştir: ihtilaf yorumlardadır, yoksa üzerine yo­rum yapılan şey aynıdır. Eş'ârînin bu görüşüne delil olarak şu misal getiril­miştir: Bir efendi kölelerine mektup göndererek bazı şeyleri yapmalarını ba­zı şeyleri de yapmamalarını emreder. Köleler mektup gönderenin efendile­ri olduğunda ittifak etmekle birlikte onun vasıfları hakkında ihtilafa düşer­ler. Bir kısmı siyah gözlü, bir kısmı mavi gözlü, bir kısmı, iri ve koyu siyah gözlü olduğunu, bir kısmı orta boylu bir kısmı uzun boylu olduğunu söy­lerler. Yine beyaz, siyah, esmer ya da kızıl olduğu konusunda ihtilafa düşer­ler. Bu durumda onların efendilerinin vasıflarıyla ilgili bu ihtilaflarının, onun itaat edilip kölelik yapılma hakkına sahip efendileri olduğu noktasın­da hir ihtilaf olduğunu kimse söyleyemez. Aynı şekilde müsîümanlarm Al­lah'ın sıfatlarıyla ilgili ihtilafları O'nun itaat ve kulluğa layık yaratıcı ve efendileri olduğuna dair bir ihtilaf değildir. Yine bir adamın çocukları, onun kendi babaları olduğunu, onun dölünden yaratıldıklarını kabul etmekle bir­likte vasıfları hakkında ihtilafa düşseler, onların babalarının vasıflarıyla il­gili bu ihtilafları ondan doğdukları, onun dölünden yaratıldıkları noktasın­da bir ihtilaf değildir.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: ALLAH'a yön izafe etme O'nun sonradan var olduğunu zorunlu kılmaz mı?

Buna şöyle cevap veririz: Bir düşünceyi gerekli kılan şey 6 düşüncenin bizatihi kendisi değildir. Çünkü mücessime mezhebi ALLAH'a yön izafe etmekle birlikte O'nun sonradan var olmadığını, ezelî ve ebedî olduğunu da söylemektedirler. Bir mezhebe açıkça görüş beyan ettikleri bir konuda başka bu sözleri gerekli kılıyor diye görüşlerinin tam tersini atfetmek caiz olmaz.

Enteresan olan şey şu ki Eş'ârîler de kendi aralarında ALLAH'ın bir çok sı­fat ve halleri hakkında ihtilafa düşmüşlerdir. Mesela ALLAH'ın ezelî ve ebedî olması, yüz, el ve göz sahibi olması gibi sıfatlarında; bilmesi, kudret sahibi olması, kelam sıfatının tek ya da çok olması gibi hallerinde ihtilafa düşmüş­lerdir. Ancak buna rağmen birbirlerini kafirlikle itham etmemişlerdir. Yine ALLAH'ın hayat, kudret, işitme,.görme ve kelam sıfatlarına sahip olduğu ve bu sıfatlarla mükemmel olduğunda ittifak ettikleri halde bu sıfatları inkar eden­lerin kafirlikle itham edilmesinde ihtilafa düşmüşlerdir. Onlar ALLAH'ın bu kemal sıfatlarına sahip olduğunda ittifak ettikleri halde O'nun fiillerinin bu sıfatlar ile gerekçelendirümesi konusunda ihtilafa düşmüşlerdir.

[ALLAH'a İzafe Edilen Bazı Sıfatların Kemal mi Noksan mı Olduğuna Dair İhtilaf]

Müslümanlar ALLAH (cc)'ın tüm kemal sıfatları haiz olduğu ve tüm noksan sıfatlardan münezzeh olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak bazı sıfatların ke­mal mi yoksa noksan mı olduğunda ihtilafa düşmüşler ve bir sıfatın kemal sıfat olduğunu söyleyen onu ALLAH'a nisbet etmiş, noksan sıfat olduğunu söyleyen ALLAH'ı ondan münezzeh görmüştür. Misaller:

a- Mutezileye göre insanlar kendi fiillerinin yaratıcısıdır. Çünkü şayet in­sanın fiillerini ALLAH (cc) yaratarak, o fiillerin yapılmasına sebep olur ve sonra insanları aslında kendilerinin yapmadıkları bir şeyden Ötürü kınar ve onlara azap ederse zulmetmiş olur. Zulüm ise noksan sıfatlar­dandır. Nasıl olur da ALLAH (cc) bir şeyi yapar, sonra başkasını kınayıp nasıl yaptın, niçin yaptın diye sorguya çeker?!

Ehl-i sünnet ise insanın fiillerini ALLAH'ın yarattığını söylemektedir. Çünkü bu fiilleri insan yaratmış olsa ALLAH (cc) o fiilleri yaratmaya güç yetire-memiş olacaktır ki ALLAH'ın mümkün olan herhangi bir şeye güç yetire-memesi noksanlıktır. ALLAH'ın kullarına azap etmesi ise zulüm değildir. Zira o dilerse hayvan, deli ve çocuklara da azap eder ve bu zulüm ol­maz. Çünkü o mülkünde dilediği gibi tasarruf edebilir. Ehli sünnete gö­re Mutezilenin "iyilik ve kötülük eşyanın özündedir" görüşü batıldır. Onlar, ALLAH'ın kulların fiillerini yaratmasını kemal sıfatlardan kabul et­miş, ve ALLAH'ın kendilerinin yaratmadığı fiillerinden ötürü insanlara azap etmesini caiz görmüş, bunun kötü olmadığını söylemişlerdir.

b- Mücessime mezhebinin ALLAH'ı cisim sahibi olmaktan münezzeh görenlerle ihtilafı şudur: mücessimeye göre ALLAH'ın bir cisminin olmaması var olmadığı anlamına gelir. ALLAH için yok olmaktan daha kötü bir noksanlık düşünülemez. ALLAH'ı cisim sahibi olmaktan münezzeh gö­renlere göre ise, şayet ALLAH'ın bir cismi varsa, sonradan var olmuş ol­ması gerekir ki bu da ezelî olma kemal sıfatını ortadan kaldırır.

c- Mutezileye göre ALLAH (cc) zulmetmiş olmamak için itaat eden kimseye

sevap vermek zorundadır. Çünkü zulüm noksan sıfatlardandır. Eş'ârî'ye göre ise bu bir noksanlık değildir. Çünkü ALLAH'a herhangi bir hakkın edası vacip olmaz. Şayet ALLAH'a başkası için bir hakkın eda­sı vacip olsa, ALLAH'ın iradesi bununla sınırlandırılmış olur. Başkasıyla sınırlı hale gelme ise noksanlıktır.

d- Mutezilenin görüşü şudur: ALLAH, meydana gelmese bile taatlerin yapıl­masını ister. Çünkü bunu istemek kemaldir. Günahlar meydana gelse bi­le ALLAH bunları kötü görür. Çünkü bunları istemek eksikliktir. Eş'ârî'nin görüşü ise şöyledir: ALLAH, vaki olmayan şeyi isteseydi, iradenin bağlan­dığı şey meydana gelmediğinden bu O'nun iradesinde bir noksanlık meydana getirirdi. Günahlar meydana geldiği halde bunları çirkin gör­seydi, O'nun çirkin görmesi etkisiz olmuş olurdu, bu da noksandır.

e- Mutezile'ye göre ALLAH (cc) kullarının maslahatına olanı yapmak zorun­dadır. Çünkü bunun aksini yapmak noksanlıktır. Eş'ârîlere göre Al­lah'ın böyle bir zorunluluğu yoktur. Çünkü zorunluluk altında bulun­mak noksanlıktır. ALLAH'ın, ilahlık iddiasında bulunanların koyduğu sınırlarla kayıtlı olmaması kemal sıfatlarmdandır.

15- Kalbin vazifelerine dair ALLAH haklarının on beşincisi; kalbin, itikad ve irfana dair zikrettiğimiz her şeyi tasdik etmesidir.

16-  îrfan ya da inanç sahibi olmak için tefekkür etme, vesile kabilinden vaciptir.

17- ALLAH'ın yapılmasını emrettiği her şeyi; rükünleri, şartları, sünnet ve adabları, maniaları, geçersiz kılan şeyleri vakitleriyle birlikte bilmek. Yine önce yapılması gerekenle sonra yapılması gerekeni, dar zamanda yapılması gerekenle geniş zamanda yapılması gerekeni, farz-ı ayn ve farz-ı kifaye ola­nı, eda veya kaza şeklinde yapılması gerekeni bilmek.

18- ALLAH'ın yapılmasını yasakladığı günahları, onlardan sakınmak için bilmek. Zira bunlarda mefsedetler vardır. ALLAH (cc) şöyle buyurmuştur: "Böylece günahkarların yolu belli olsun diye ayetleri iyice açıklıyoruz."[103]

19- İnsanların tasarruf ve muamelelerine dair hükümleri, bunların geçer­li ve geçersiz olanlarını helal, haram, mekruh vacip ve mendup olanlarını, velayetler ve bunlarla İlgili meseleleri bilmek.

20- ALLAH'ın koyduğu hükümlerin delilleri olan kitap, sünnet, icma, geçer­li kıyas, doğru istidlal ve sağlıklı değerlendirme yöntemini bilmek.

21- ALLAH'ın ayetlerini ve Resulünün hadislerini anlamak kendisine bağlı olan Arapçayı bilmek.

22- Karışık, zor meselelerin hükümlerini, delillerini ve ilgili durumları kavrayabilmek için tefekkür etmek.

23- ALLAH'ın bazı hükümlerini, bunların sebeplerini ve ilgili durumları bilmeyi sağlayan muteber zanları bilmek. Bu tür durumlarda meselenin ilim derecesinde halledilmesi şart koşulmaz, muteber zanla yetinilir. Şayet ilim şart koşulsaydı dünyevî ve uhrevî bir çok maslahat ortadan kalkardı. Ancak ALLAH'ın sıfatlarıyla ilgili konularda ilim ve itikad derecesinde bilgi şarttır. ALLAH'ın sıfatlarıyla ilgili meselelerle sair meseleler arasında bu açı­dan şöyle bir fark vardır: bir meselenin zan ile sabit olması o meselenin zıd-dının da caiz olma ihtimalinin bulunduğunu gösterir. Bir sıfatın ALLAH'a ait olduğunun zannedilmesi, onun zıddınm da ALLAH'ın sıfatı olabileceği anla­mına gelir ki bu noksanlıktır. ALLAH hakkında noksanlığın olabileceğini ka­bul etmek ise caiz değildir. Ancak fer'î hükümler farklıdır. Çünkü helal olan bir şeyin haram zannedilmesi, ya da haram olan bir şeyin helal zanne­dilmesi ALLAH (cc) hakkında bir noksanlığın caiz görülmesi anlamına gel­mez. Çünkü O'nun helal olan bir şeyi haram, haram olan bir şeyi de helal kılması bir noksanlık değildir. Yani burada mesele her ikisi de ALLAH hak­kında kemal olan iki şey arasındadır. Ama ALLAH'ın sıfatlarıyla ilgili mese­leler böyle değildir. Çünkü bunların kemal olanları üstündür ve bunların zıddı noksanlıktır.

Vacip olan itikad ve irfana dair devam ve süreklilik şartı aranmaz. Zira böyle bir şartın yerine getirilmesi çok zor olacağından umumî bir zarar söz konusu olur. Dinî hükümlerde maksad insanlara kolaylıktır. Dolayısıyla ha­kiki imanın bir zaman bulunup akıldan silinmiş olmasıyla birlikte hükmî iman yeterli görülmüştür. Ancak itikad ve irfan ile çelişen bir durumun kal­be girmemesi gerekir, irfan itikaddan daha üstündür. İrfanın hükmü de iti­kadın hükmünden daha üstündür.

24- ALLAH'ın sıfatlarını bilmekten kaynaklanan haller. Korku, azabın şid­detini bilmekten; ümit rahmetin genişliğini bilmekten; tevekkül zarar, fayda, alçalma ve yükselmenin yalnız ALLAH'tan olduğunu bilmekten; sevgi, bazen ALLAH'ın iyilik ve nimetlerini bazen de celal ve cemal sıfatlarını bilmekten; huşu, ALLAH'ın zatının ve sıfatlarının mükemmelliğini bilmekten doğar. Tüm bunlar, tabii olarak ALLAH'a itaat etmeye götürür.

Korku, günah ve ALLAH'a itaatsizliği terk etmeye; ümit, alınacağı umulan sevaptan ötürü mendupları yapmaya ve farzların büyük çoğunu eda etme­ye; tevekkül, dua ederken, ALLAH'tan bir şey isterken kısaca ifade etmeye, (zi­ra huşu ile yalvarma sebeplerle uğraşmaktan akkor); sevgi, ibadetlerin en mükemmeli olan aşıklar gibi ibadet etmeye; huşu, aşıkların ibadetlerinden daha mükemmel olan, mahcubiyet içerisinde ALLAH'ı yücelterek ibadet etme­ye yöneltir. Tüm bu halleri elde etme, onların kaynağı olan irfana sahip ol­makla mümkün olur.

25- Henüz vakti gelmeden ibadetleri gaye edinme, onlara niyet etme, az­metme. İbadetlerin vakti girip henüz farz olmasından ve sebepleri meydana gelmeden önce mükellefin ilgili ibadete azmetmesi gerekir, ibadetin vakti girince onu eda etmeyi gaye edinme ve bununla ALLAH'a yakınlaşmaya niyet etme farz olur.

iman, niyet ve ihlas hakiki ve hükmî şeklinde ikiye ayrılır. Hükmî imanın bulunması ibadetin başından sonuna kadar şarttır. Niyet ise ibadetlerin ba­şında şarttır, devamlı olması gerekmez. İbadet boyunca hükmî niyetin olması kafidir. Aynı şekilde ibadetin başında hakiki ihlas şart olup devamında hükmî İhlasın bulunması yeterlidir.

Tüm vakitlerde hakiki iman ve ibadetlerin başından sonuna kadar hakiki niyet şart olsaydı bunları yerine getirmek çok büyük bir zorluk olurdu. Hat­ta hakiki iman ibadetin başında bile şart koşulmamıştır. Çünkü hakiki niyet­le birlikte hakiki imanın yerine getirilmesi de gerçekten zordur. Üstelik Al­lah'a yakınlaşma niyeti imanı da içermektedir. Halbuki iman ALLAH'a yakın­laşma niyetini içermemektedir. Niyetlerden maksat, ibadetle adet olarak ya­pılan şeyleri birbirinden ayırmaktır. Niyet ayrıca ibadetin farz mı nafile mi olduğunu da belirler.

1- Niyetin, ibadetlerle adeten yapılan şeyleri birbirinden ayırmasına misal­ler:

- Yıkanma, gusül abdesti alma şeklinde ALLAH'a yakınlaşmak için yapıla­bileceği gibi serinleme, temizlenme, hamam etme, tedavi olma, pisliklerin gi­derilmesi gibi gayelerle de yapılabilir. Dolayısıyla ALLAH rızası için yıkanma­nın sair gayeler için yıkanmadan tefrik edilmesi gerekir.

- Belli bir malın başka birisine verilmesi; hibe, hediye, emanet gibi bir gayeyle olabileceği gibi zekat, sadaka, kefaret gibi ALLAH rızası için de olabilir. Dolayısıyla ALLAH rızası için verilenle sair gayeler için verilenin tefrik edilme­si gerekir.

- Yiyip içmeme, başka herhangi bir sebepten ötürü olabileceği gibi alem­lerin Rabbi için oruç tutmak için de olabilir. Dolayısıyla yiyip içmemenin sa­ir gayelerden uzak sırf ALLAH rızası için yapıldığına dair niyet etmek farzdır.

- Mescide girme, namaz için olabileceği gibi istirahat için de olabilir. Ya da ALLAH'a yakınlaşmak için O',nun evini ziyaret etme niyetiyle de olabilir. Dolayısıyla mescide niçin girildiğini niyetle belirlemek gerekir.

- Hayvan kesimi, çoğunlukla misafirlere ziyafet ve ev halkının gıda ihti­yacım karşılama gibi nedenlerle yapılır. ALLAH'a yakınlaşma kastıyla hayvan kesme ise nadirdir. Dolayısıyla hayvanın kurban olarak ALLAH rızası için ke­silmesi halinde niyet şarttır. Böylece ALLAH rızası için kesilenle, gıda almak, ziyafet vermek için kesilenler ayrılır. Çünkü hayvanların kesilmesi uzuvla­rın su ile pisliklerden temizlenmesi gibi bazen ALLAH rızası için bazen bunun dışında başka gayeler için yapılır. Niyet ile ALLAH rızası için olanlar diğerle­rinden ayrılır.

- Hac ibadetinin rükünleri ibadet için yapıldığı gibi adet olarak da yapıl­dığından ibadetle adet olarak yapılanı tefrik etmek için niyet farzdır.

2- Niyetin ibadetlerin Derecesini Belirlemesi

Buna dair misaller şöyledir:

Namaz, farz ve nafile olarak ikiye ayrılır. Nafileler kendi içinde vakit na­mazların sünnetleri ve sair nafileler olarak ikiye ayrılır. Farz namazlar da adanmış olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayrılır. Adanmış olmayanlar öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazı şeklinde beşe ayrıldığı gibi vaktinde eda edilen ve kaza edilen şeklinde de ikiye ayrılır. Nafile namazlarda, vakit namazın sünnetiyle diğer nafileleri ve yağmur için kılınan namazla bayram namazını niyetle birbirinden ayırmak gerekir. Farz namazlarda da; öğle na­mazım ikindi namazından, kişinin kılmayı adadığı namazı dinin farz kıldığı namazdan ayırmak gerekir. Aynı şekilde malî ibadetlerde de vacip olan sa­daka nafile olandan, zekat nafile olan ve adanan diğer bağışlardan niyetle ayrılır.

Adak orucu nafile oruçtan, kefaret orucu bu iki oruçtan ve Ramazan oru­cu diğer tüm oruçlardan niyetle ayrılır. Yine hac umreden niyetle ayrılır. Tüm bunlar farklı derecedeki ibadetleri birbirinden ayırmak içindir. Dolayısıyla ibadetin derecesini belirtmeksizin mücerret olarak ALLAH'a yakınlaşmak için yapıldığına niyet etmek yeterli değildir. Mutlak olarak namaza veya oruca niyet edilmesi en düşük dereceye niyet olarak kabul edilir. Çünkü da­ha üst derecede bir ibadet yapılacağına dair niyet edilmemiştir. Vakit nama­zın sünnetine niyet eden kimsenin hangi vaktin sünnetine niyet ettiğini be­lirtmesi gerekir. Bayram, güneş tutulması ve yağmur için namaz kılmak is­teyen kimsenin, namazı hangi sebeple kıldığını belirtmesi gerekir ki nama­zın vakit namazların sünnetlerinden farklı derecede olduğu belli olsun. Yine farz namaza niyet edecek kişinin namazın vaktini ve farz olduğunu belirt­mesi gerekir.

Namazın vaktinin ya da farz oluşunun zikredilmesi, ne ALLAH'a yaklaştı­ran bir şeydir ne de böyle bir şeyin vasfıdır. Ancak namazın derecesinin bel­li olması için bunlar niyette zikredilir.

Bir kimsenin kefarete niyet edip bunun sebebini belirtmemesi caizdir. Çünkü tüm kefaretlerin derecesi birbirine denktir. Hataen adam öldürme ke­fareti olarak köle azat etmekle, zıhar kefareti ya da Ramazan'da cinsel ilişki­de bulunma kefareti olarak köle azat etme denktir. Ebu Hanife bu görüşe muhalefet etmiş ve niyetle kefaretin sebebinin zikredilmesini namazın vak­tinin zikredilmesi gibi görmüştür. Ancak kefaretlerin dereceleri bir olması hasebiyle birinci görüş daha doğrudur. îbadetlerin vakit ve sebepleri bizati­hi ibadete dahil olmadıklarından zikredilmelerine gerek yoktur. Özellikle kefaret sebepleri büyük çoğunlukla insana karşı işlenen suçlardan ibarettir. Sebeplerin ALLAH'a yaklaştırma veya ibadetin derecesini belirleme gibi bir özelliği olmayınca zikredilmelerine de gerek kalmamaktadır. Zira sadece ke­faret niyetiyle köle azat etme, bunu mendup olan köle azadından ayırmakta­dır. Ama namazın farklı dereceleri olduğu için burada durum farklıdır. Bazı ibadetler için konulan hükümler diğer bazı ibadetler için konulmamıştır. Mesela bazı namazlarda Kur'amn açıktan bazılarında içten okunması, bazı­larında uzun bazılarında kısa okunması böyledir. Şayet namazların her biri­nin maksatları kefaret olarak köle azat etmede olduğu gibi denk olsaydı na­mazların hüküm ve vasıfları da farklı olmazdı.

Bana göre bayram namazları, bütün vasıfları açısından denk olmaları ha­sebiyle kefaretler gibi düşünülmelidir. Yani niyet ederken Ramazan ve Kur­ban şeklinde belirleme yapmaksızın sadece bayram namazı demek yeterli­dir. Ama güneş tutulması ile ay tutulması namazları birbirinden farklıdır. Bi­rinde Kur'an açıktan okunurken diğerinde içten okunur. îman, irfan, yücelt­me, korku, ümit, tevekkül, haya, sevgi, huşu gibi kulluk vazifelerinin adet olarak yapılan sair işlerle karışma ihtimali söz konusu olmayıp bunlar yal­nızca ALLAH (cc)'la ilgili olup bizatihi ALLAH'a yakınlaşma anlamı taşımakta­dırlar. Bunların ALLAH için oldukları aşikardır. Dolayısıyla bunları sair davranışlardan ayırıp ibadet kılacak bir kasda, ALLAH için yapıldıklarına dair bir ni­yete ihtiyaç yoktur.

Teşbih, takdis (O'nun yüceliğini ikrar etme), tehlil (lailahe illallah deme), tekbir, hiçbir ortağı olmadığı hususunda ALLAH'ı övme, ezan, Kur'an okuma gibi durumlar da böyledir. Niyete ihtiyaç duymazlar. Çünkü bunların ibadet mi yoksa adeten yapılan bir şey mi oldukları veya dereceleri hususunda şüp­he yoktur. Niyetler ibadetleri adetlerden ayırmak ve ibadetin derecesini be­lirlemek için konmuştur.

Bu konuda niyetin niyete ihtiyacı var denirse, bu teselsüle götürür şeklin­de bir delile de gerek yoktur. Çünkü yapılan şeyin şeklen de sadece ALLAH'a mahsus olması onu diğer şeylerden ayırmaktadır, başka bir ayırıcıya ihtiyaç yoktur. Üstelik niyetin bizatihi kendisinin bir değeri yoktur.

Bunun bir benzerini sözler hakkında da söylüyoruz. Şayet bir söz açıksa ayrıca bu sözle neyin kastedildiğinin belirtilmesine gerek yoktur. Çünkü söz açıklığıyla delalet ettiği manaya hasredilmiş olmaktadır. Fakat söz kinaye içeriyorsa, kapalıysa, manadaki tereddütten dolayı hangi manada kullanıldı­ğını belirleyecek niyete ihtiyaç duyar.

Yine benzer bir mantığı muamelatta da kullanıyoruz. Yapılan muamele­nin ne olduğu diğerleriyle karışmayacak şekilde anlaşıhyorsa, o muameleyi diğerlerinden ayıracak bir belirlemeye ihtiyaç duyulmaz. Mesela sarık, elbi­se, keser, kılıç, halı vb. bir şeyi kiralayan kimsenin bunları ne İçin kullanaca­ğını belirtmesine gerek yoktur. Çünkü bunların bizatihi kendileri ne için kul­lanılacağını ortaya koymaktadır. Ayrıca belirleyici bir açıklamaya gerek yok­tur. Ama kiralanan malın ne için kullanılacağında tereddüt varsa; mesela bi­nek hayvanları binilmek veya yük taşımak için kiralanır, arazi ekin ekmek, ağaç dikmek veya bina yapmak için kiralanır. Böyle durumlarda kiralanan şeyin ne için kullanılacağı lafızla belirlenmelidir.

Bir beldede yaygın olarak kullanılan bir para varsa, mutlak olarak yapı­lan akitte bedelin bu para cinsinden olduğu kabul edilir. Çünkü yaygın ol­ması, bu paranın kastedildiği anlamına gelir. Ancak bir beldede herhangi bi­rinin yaygın kullanımı söz konusu olmaksızın çeşitli paralar kullanılıyorsa akitlerin hangi parayla yapıldığı açıkça belirlenmelidir.

Eda edilmesi niyete ihtiyaç duymayan belirli haklar da böyledir. Niyetle belirleme yapmaksızın bu hakların edası geçerli olur ve hak düşer. Çünkü hak sahibi belirlidir. Mesela irfan ve bundan kaynaklanan hallerin ALLAH (cc) için olduğu açıktır. Buna mukabil bazı durumlarda açıklık yoktur, tereddüt söz konusudur. Mesela alacaklının, alacağı cinsinden borçluya ait bir malı al­ması durumunda alman malın emaneten mi, hibe olarak mı, ödünç mü yoksa alacağa mukabil mi alındığı açık değildir, işte böyle durumlarda alınan malın alacağa karşılık olduğu, diğer ihtimallerden açıkça ayırt edilecek şekil­de niyetle belirtilmelidir.

Kendi adına bir şey satın alabileceği gibi başkası adına da bir şey satın al­ma yetkisi bulunan kimselerin başkası adına bir şey alacakları zaman bunu belirlemeleri gerekir. Ancak bu şekilde kimin adına satın aldığına dair karı­şıklık olmaz.

Vekil ve vasi bir şeyi kendi adına satın alabileceği gibi müvekkil ya da ye­tim adına da satın alabilir. Bu şekilde başkası adına tasarruf etme yetkisi bu­lunan bir kimse satın alma ifadesini mutlak olarak kullandığında kendi adı­na almış olur. Çünkü tasarruflarında yaygın olan durum budur. Bir malın yetim ya da müvekkil adına satın alınmış olması için durumun niyetle belir­tilmesi gerekir. Buradaki niyetten maksat ibadetlerde olduğu gibi hak sahi­bine yakınlaşmak değildir. İbadetlerde durum farklıdır, ibadetin sair davra­nışlardan tefrik edilmesinden maksat ALLAH'a yakınlaşmaktır. Niyetin şart ol­duğu tasarruflarda da gaye sadece ilgili tasarrufu diğerlerinden ayırmaktır, hak sahibine yakınlaşma gibi bir şey sözkonusu değildir.

Niyet meselesiyle ilgili şu iki soruya şöyle cevap veririz:

Soru: Nasıl olur da ALLAH'a yakınlaşma niyetinde olan kimse hiç­bir amel yapmaksızın sadece niyetinden ötürü sevap alırken, bir çok amel işleyen kimse niyet etmediği takdirde sevap alamaz?

Cevap: Çünkü niyet bizatihi ALLAH rızası için yapılmıştır. Ameller ise Al­lah rızası için yapılmış olabileceği gibi adeten de yapılmış olabilir. Dolayısıy­la ALLAH rızası için yapıldığı niyetle belirlenmeyen amelden ötürü sevap ka­zanılmaz.

Soru: Niyet sırf ALLAH rızası için yapılmış olmasına rağmen niye niyetten ötürü tek bir sevap verilirken ilgili amel işlenince on sevap verilir?

Cevap: Niyet edilen amelin işlenmesiyle ibadetlerden beklenilen masla­hatlar gerçekleşmiş olur. Bundan dolayı ecri daha büyük sevabı daha boldur.

Niyetin doğrudan ALLAH (cc)'a izafesi şart mıdır yoksa yakınlaşmayı Al­lah'a izafe etmek kafi midir, meselesi ihtilaflıdır.

3- Niyet Açısından ibadetler

Niyet edilen ibadetler ikiye ayrılır. Birincisi bizatihi maksat olan ibadet­ler; bunlarda ALLAH'a yakınlaşmaya niyet edilir, ikincisi başka bir şey için yapılması istenen ibadetler; bunlar da kendi içinde ikiye ayrılır:

a- Teyemmüm gibi başka bir şey için bizatihi istenmeyenler. Teyemmümle, yapılmasına manevî kirliliğin engel olduğu ibadetleri yapabilmeye niyet edilir. Teyem­mümün her zaman alınamaması, bizatihi yapılması istenen bir amel olmadı­ğına delildir. Teyemmümü edaya veya farz ibadet olarak teyemmüme niyet edilmesiyle ilgili iki görüş vardır. Daha doğru olan görüşe göre, teyemmüm geçerli olmaz. Çünkü teyemmümden maksat olan şeye niyet edilmemiştir. Diğer görüşe göre benzer durumlar sair ibadetlerde nasıl geçerliyse burada da teyemmüm geçerlidir.

b- Su ile abdest alma gibi başka bir şey için bizatihi yapılması istenenler. Abdest konusunda kişi isterse sair ibadetlerde olduğu gibi bizatihi abdeste niyet eder, isterse abdestin maksadı olan şeye niyet eder. Bu da iki şekilde olur. Birincisi bazı ibadetlerin yapılmasına engel olan manevî kirliliği orta­dan kaldırmaya niyet etmek, ikincisi manevî kirliliğin yapılmasına engel oduğu şeyi mubah hale getirmeye niyet etmek, ibadetin yapılabilmesi için bu kafidir. Çünkü manevî kirlilik ALLAH'a yakınlaşmayı sağlayan temizlikle ortadan kalkar.

Şöyle bir soru sorulabilir: Namaz ve teyemmüm şekilleri itibariyle adet olarak yapılan şeylerden ve sair ibadetlerden farklıdır. Öyleyse diğer şeyler­den farklı oldukları halde niye niyete ihtiyaç duyulur?

Buna şöyle cevap veririz: Teyemmüm ne adeten ne de ibadet olarak yapı­lan bir şey olmadığı için niyete ihtiyaç duyar. Toprakla yüze meshetme yay­gın olarak bilinen ALLAH'ı yüceltme şekillerinden biri değildir. Bilakis şeklen hiçbir faydası olmayan boş bir şeyden ibarettir. Bundan dolayı onu boş bir şey olmaktan çıkarıp ibadete dönüştürecek niyete ihtiyaç duyar. Çünkü şek­len ALLAH'ı yüceltme sözkonusu değildir. Halbuki ibadetlerin hepsi ALLAH'ı yüceltmektir.

Namazda niyetin vacip olması tertibin gerekli olmasındandır. Namazın evveli batıl olursa ona bina edilen devamı da batıl olur. Namazda niyetin va­cip olması onu adet olarak yapılan şeylerden ayırmak için değil, namazın de­recesini belirlemek içindir. Herhangi bir nafile namazdaki tekbir, vakit na­mazların sünnetlerindeki tekbirden daha alt seviyededir. Vakit namazların sünnetleri, farz ve kılınması adanan namazların sünnetlerinden daha alt mertebededir. Belirleme yapılmaksızın kılınan bir namazın hangi derecede olduğunda tereddüt meydana gelince üst derecede değil en alt derecede bir namaz olduğu kabul edilir. Namazda yapılan şeylerin derecesi de namazın derecesine bağlıdır. Namazın hangi derecede olduğunda tereddüt olması na­mazdaki her bir fiilin derecesinde de tereddüt olması anlamına gelir. Nafile bir namazda getirilen tekbirin derecesi namaz dışmda getirilen tekbirden yüksektir. Burada namaza niyet etmiş olmak gerekir. Aksi taktirde tekbirin namazda mı yoksa namaz dışında mı getirildiği tereddütlü olur.

4- İbadetlerde Şart Koşulan Niyetin Vakti

Niyetten maksat belirttiğimiz gibi ibadetin diğer şeylerden ayırdedilmesi olunca, niyetin ibadetin başında yapılması gerekir. Böylece ibadetin başı di­ğer şeylerden ayırt edilmiş olur. Sonra ibadetin geri kalan kısmı baş kısmı üzerine bina edilir. Ancak oruca niyette olduğu gibi ibadetin başında zikret­mekte zorluk söz konusuysa niyet sonraya bırakılabilir.

Zekata niyetin önceden yapılması hususunda ihtilaf vardır. Zekatın vekil aracılığıyla verilmesinde hem ihlas hem de fakirin zekatı veren karşısında mahcup olmasına engel olma sözkonusu olduğu için niyetin önceden yapılabileceği söylemiştir.

Niyetin ibadetin başında yapılmayıp tehir edilmesi, nafile orucun dışında caiz olmaz. Aksi taktirde niyetin yapıldığı ana kadarki kısmın ibadet mi adet olarak yapılan bir şey mi olduğu ve ibadetin derecesi şüpheli hale gelir.

Niyetin daha önce yapılması halinde; şayet niyet, ibadete başlanıldığı ana kadar kesilmeksizin devam ederse ilgili ibadet için yeterli olur. Fakat ibade­te başlamadan önce niyette kopukluk olursa yapılan şeyin ibadet olup olma-dığındaki tereddütten ötürü ibadet geçerli olmaz. Bazı alimlere göre niyette­ki kopukluk kısa sürerse problem olmaz. Ancak bu, doğrudan uzak bir gö­rüştür. Çünkü kopukluk olunca ibadet tereddütlü başlamış olur. Daha önce yapılmış niyetle ibadete başlanacaksa, ibadetin tereddütle başlamış olması açısından niyetin kısa ya da uzun süre önce yapılması arasında fark yoktur.

Niyete dair şuurun abdestin başından sonuna kadar devam ettirilmesi ge­rekir. Niyetin gayesine en yakın olan budur. Ancak namaz için benzer bir durum söz konusu değildir. Çünkü namazda kişinin kalbi okuduğu zikir, Kur'an ve duaların manasını tefekkürle meşguldür. Kalbin bu şekilde daha mühim bir şeyle meşgul olması, niyetin devam ettirilmesinden evladır.

Cuma namazında diğer namazlarda olduğu gibi imama uymaya niyet et­mek şart mıdır? Bence şart değildir. Çünkü Cuma namazının imama uyula­rak cemaatle kılınma mecburiyeti vardır, tek başına kılma imkanı yoktur. Dolayısıyla cemaatle mi tek başına mı kılındığım belirlemeye ihtiyaç yoktur.

Hz. Peygamberin "ameller niyetlere göredir" hadisinden hareketle bir an­lık tek bir niyetin ibadetlerde kafi olduğu söylenebilir. İmam Şafii'ye göre ni­yet tekbirin ne öncesinde ne de sonrasında yapılmalıdır, bilakis tekbirle beraber niyet edilmelidir. Bu konuda Şafiîler ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı niye­tin tekbirin başından sonuna kadar devam etmesi gerektiğini söylemiştir. Bu görüş türn ibadetlerdeki niyete aykırıdır. Üstelik vesveseye sebebiyet vere­cek zorluk da içermektedir. Dolayısıyla tercih edilen .görüş tekbirin başında­ki tek bir niyetin yeterli olmasıdır.

îmam Şafii'nin niyetin tekbirin ne öncesinde ne de sonrasında olmayaca­ğına dair sözü, niyetin tekbir boyunca sürdürülmesine delil olarak kullanıla­maz. Çünkü bir şeyin ismi, başı için kullanılabileceği gibi sonu için de kulla­nılabilir. Nitekim namaz lafzı Cibril (as) hadisinde olduğu gibi namazın ba­şındaki rükünler için kullanıldığı gibi sonundakiler için de kullanılır. Aynı şekilde tekbir lafzı da başındaki cüzü için kullanılabilir ki o cüz hemze har­fidir.

Bazı Şafiîler şöyle demişlerdir: "Niyetin genişletilmesi düşünülemez, çünkü o, genişletilmesi mümkün olmayan araz-ı ferddir. Ancak ilim niyetle genişletilir." Bu görüş doğru değildir. Çünkü ilim tıpkı araz-ı ferd olan niye­tin genişletilmesinin mümkün olmaması gibi, herhangi bir ferdinin genişle­tilmesi mümkün olmayan arazdır. Niyet ve ilmin genişletilmesinden maksat tekrar edilmeleri ve örneklerinin çoğaltılmasıdır.

5- İbadet Esnasında Niyetin Kesilmesi

Sürekli kalbimizde bulunan imanın, ona zıt bir şeyin kalbe girmesiyle or­tadan kalkacağı gibi namaz esnasında ibadet niyeti kesildiği anda namaz ba­tıl olur. Ama hac veya umre niyeti ortadan kalktığı gibi hac ve umre batıl ol­maz. Doğru olan görüşe göre oruç niyeti ortadan kalktığı anda oruç da bo­zulur. Namazda niyete dair hükümler oruçtakinden daha ağır, oruçta niye­te dair hükümler ise hac ve umredekinden daha ağırdır.

Bir kimse bu ibadetlerden birine niyet edip etmediğinde şüpheye düşse ibadetin geçerli olduğuna hükmedilmez. Çünkü aslolan niyetin olmaması­dır. Bir kimse ibadetten çıkıp çıkmadığında tereddüt etse oruç ve hac ibadetinden çıkmış olmaz ama namazı batıl olur.

Bir kimse niyetin aslında şüpheye düşse sonra ibadet esnasında ibadetin başında niyet ettiğini hatırlasa oruç ve haca geçerli olur. Namaza gelince; ki­şi şüpheyle birlikte rüku ve secde gibi namazda fazladan bir kere daha tekrarı mümkün olmayan bir rüknü yaparsa namazı batıl olur. Çünkü şüphe es­nasında yaptığı rüknü tekrar yapması, hükmî niyetin bulunmamasından ötürü namazdan sayılmayan bir fazlalığı bile bile namaza ilave etme anla­mındadır. Bu durum unutmaksızm bile bile namaza ilave yapmak gibidir.

Ancak rüku ve secde gibi namazda fazladan tekrarı mümkün olmayan bir rükün yapmamışsa bakılır; şayet şüphe kısa sürmüşse unutma halinde basit bir konuşma ya da fiilin namazı batıl kılmaması gibi namaz batıl olmaz. Ama şüphe hali uzun sürerse unutma halinde çok konuşma ya da fiilin namazı batıl kılmasında iki durum söz konusu olduğu gibi burada da namazın batıl oluşu hususunda iki durum söz konusu olur. Aradaki fark, namazda unuta­rak basit bir şey yapmanın yaygın olmasına karşılık çok şey yapmanın nadir olmasıdır. Yaygın olarak yapılan şeylerle nadiren yapılan şeyler özür olma açısından farklıdır.

Kişi şüphe halinde hükmî veya hakikî niyetin olmaması nedeniyle na­mazdan bir parça sayılmayan; fatihayı okuma, Resulüllah'a salat u selam ge­tirme gibi namazda tekrar edilmesi mümkün olan bir rüknü yaparsa şüphe halinin kısa sürmesi halinde iki farklı görüş vardır.

Niyete dair hükümlerin ağırlığı noktasında namazla diğer ibadetler ara­sındaki fark; namaz kılan kimsenin Rabbine yönelip O'na yalvarıyor olması­dır. Bundan dolayı namazda ALLAH'tan yüz çevirip başka bir şeye yönelmek, edebe aykırı olduğu için yasaklanmıştır. Yine çok konuşma ve bir şey yap­ma yasaklanmış ve tek bir yöne yönelme emredilmiştir. Çünkü bu ALLAH'a yalvarma ve yönelmenin en mükemmel şeklidir. ALLAH (cc) şöyle buyurmuş­tur: "Beni zikredenin dostu olurum[104] Dolayısıyla kişinin ALLAH ile olan bir­likteliğinden ayrılıp ayrılmadığında tereddüt etmesi, ALLAH'a yönelmeyi terk etmesi anlamına gelir ki bu durum edebe aykırıdır. Bundan ötürü niyetin ke­silip kesilmediği hususundaki şüphe namazı batıl kılar. İleri gelen zevattan biri bir kimseyle birlikte oturup muhabbet etmek isteyip o kimseyle bir ara-I ya geldiklerinde o kimsenin muhabbeti kesip ayrılmaya çalışması veya bu konuda tereddüde düşmesi edebe aykırı görülür. Ancak ALLAH ile birlikte ol­ma, O'na yalvarma açısından diğer ibadetler namaz gibi değildir.

Hac ile oruç arasındaki fark şudur: Hac yapan kişi, en kuvvetli mefsedet lolan cinsel ilişkide bulunması durumunda bile ibadetten çıkamaz (yani hac-|cı bozulmuş olsa bile haccmı yarım bırakamaz, hac fiillerini sonuna kadar sapmaya devam eder, bir dahaki yıl bu haccı kaza eder). Bundan dolayı hac-lan çıkmaya niyet etmek bile ibadetin devamına tesir etmez. Hac konusun­la niyetle ilgili genel kaidelere muhalefet edilmiştir. Kişinin, falanca ne için Jhrama giriyorsa ben de onun için ihrama giriyorum, diyerek niyet etmesi,  için ihrama girdiğini açık bir şekilde belirlemeyip sonradan hac veya um- ya da ikisi için birden ihrama girdiğini kesinleştirmesi, önce nafileye niyet dip sonra farza dönüştürmesi, başkası adına hacca niyet edip kendi adına dönüştürmesi caizdir. Bu ve benzer durumlarda din hac ibadetini geçersiz kılsaydı, haccın kaza edilmesi büyük bir meşakkati beraberinde getirirdi. Ama namaz ve oruç böyle değildir.

îbadet esnasında yapılan niyetle ibadet geçerli olur mu, diye sorulursa bunun bazı durumlarda olabileceğini söyleriz. Bunun farklı şekillerini şöyle sıralayabiliriz:

a- Bir rekat nafile namaza niyet eden kimse sonra bu namaza bir ya da daha fazla rekat ilave etmeye niyet ederse, ilk rekat başta yaptığı niyetle daha sonrakiler ikinci niyetle sahih olur. Bu durum namazın her bir cüzüne ayrı ayrı niyet edilmesi gibi değildir. Çünkü her bir cüzüne ay­rı niyet, tek başına namaz olmayan bir şeye niyet etmek demektir. Bu­rada ise önce tek başına namaz olabilen birinci rekata daha sonra yine tek başına namaz olabilen diğer rekatlara niyet edilmektedir. Halbuki sadece tekbir getirmeye, ya da kıyamda durmaya niyet eden veya öğ­le namazının bir tek rekatına niyet eden kimsenin durumu böyle değil­dir. Zira öğle namazının bir rekatı Öğle namazı değildir.

b- Namazda yalnızca rükün ve şartları yerine getirmeye niyet eden kimse sonra meşru çerçevede sünnete uygun olarak rükün ve şartları uzata­rak yerine getirmeye niyet ederse caiz olur. Zira birinci niyet rükün ve şartların yerine getirilmesine yönelik, ikinci niyet ise onlara tabi olarak yapılacak sünnetlere yöneliktir. Bu sünnetler her ne kadar müstakil bir namaz olmasa da bazen asıl için sabit olmayan, ona tabi olan için sabit olabilir. Ayrıca bu durumun nafileler için tanınan ruhsatlar kabilinden olduğu düşünülebilir. Nitekim yolcuya daha fazla nafile kılması için kıblenin dışında başka yöne yönelmeye ruhsat verilmiştir. Benzer şe­kilde teşehhüd miktarı oturduktan sonra selam vermeye niyet eden kimse, sonra uzatıp diğer dua ve zikirleri okuyabilir.

c- Yolcu Önce namazı kısaltarak kılmaya niyet edip sonra tamamlamaya niyet etse, ilk iki rekat birinci niyetle, son iki rekat ise ikinci niyetle sa­hih olur. Çünkü niyetten maksat mesela öğle namazının farzının diğer namazlardan ayırt edilmesidir. Bu maksat buradaki iki niyetle gerçek­leşmiştir.

d- Namazı kısaltarak kılan kimsenin, namazı tam olarak kılmasını gerek­tiren bir durum veya kendisi farkında olmaksızın namazın tamamlan­masını gerektiren bir şey meydana çıkıp kişi namaz esnasında duru­mun farkına varırsa namazını ikinci bir niyetle tamamlar. Bazı Şafiîle-re göre birinci niyet yeterlidir. Onlara göre kısaltmaya niyet, namazı tamamlamayı gerektiren bir durumun ortaya çıkmaması şartına bağlıdır. Ancak bu görüş namazın tamamlanması gerektiği halde bunun farkında olmayan, aklına bile gelmeyen kimse için doğru değildir.

e- Başkası adına hac yapan kimse haccı tamamlamadan önce vefat ederse bu haccın kalan yerden devam ettirilmesi bize göre caizdir. Kaldığı yerden devam edecek bir başkası tutulur. Böylece haccın ilk kısmı bi­rinci şahsın niyetiyle, son kısmı ikinci şahsın niyetiyle eda edilmiş olur. Yani hac iki farklı şahıs tarafından yapılan iki ayrı niyetle eda edilmiş olur.

Şöyle bir soru sorulabilir: Niyet kasıttır. Kasdm, ilişkin olduğu elde edile­cek bir maksadı olması gerekir. İmam cemaate imamlık yapmaya niyet etti­ğinde neyi elde etmeye niyet etmektedir? Çünkü imamın cemaate kıldırdığı namazda tek başına kıldığı namaza oranla bir fazlalık, bir fark yoktur.

Yine amel aynı olmasına rağmen kişinin hem umre hem de hac için ihra­ma girmesi de böyledir. Kişinin haccı umreye eklemesi farklıdır. Çünkü hac için yapılan şeyler umre için yapılanlardan fazladır, imam Şafii şöyle demiş­tir: Umre hacca eklenirse bir görüşe göre sahih olmaz. Çünkü bunun için ni­yet edilmemiştir.

Bu meselenin çözümü zordur. Burada hükümlerin kendisine niyet edildi­ğini söylemek de caiz değildir. Çünkü hükümler kişinin ne yaptığı bir şey ne de yaptığı şeyin sıfatıdır. Niyetler ise kişinin yaptıkları veya yaptıklarına ta­bi olan sıfatlara yöneliktir.

İmam Şafii ve İmam Malik'in şu görüşü de problemlidir: Hac ve umre ibadetleri için herhangi bir fiil ya da söz olmaksızın sadece ihrama girme şeklinde bir niyet yeterlidir. Burada ihram ile hac ibadetinde yapılacak fi­iller kastediliyorsa bu görüş doğru değildir. Çünkü niyet vaktinde bu fiil­lerin hiçbirisi yapılmamış hac ve ibadetlerle ilgili yasaklar henüz başlama­mıştır. Şayet ihram ile hac yasaklarından el çekme kastedilmişse bu görüş yine doğru değildir. Çünkü şahıs cinsel ilişki hariç haccın diğer yasakları­nı yapma düşüncesiyle ihrama niyet etse ihrama girmesi geçerli olur. Şa­yet yasaklardan el çekme ihram olsaydı, yeme içme halinde oruç geçerli olmadığı gibi hac yasaklarını yapma halinde de ihramın geçerli olmaması gerekirdi.

Şayet ihram ile cinsel ilişkiden uzak durma kastedilmişse, bu görüş yine doğru değildir. Cinsel ilişkiden uzak durmanın vacip olduğunu bilmeyen kimsenin ihramının geçerli olmaması gerekirdi. Zira bunu bilmemek niyetin buna yönelmesini imkansız kılar, hakikati bilinmeyen bir şeyin kastedilmesi geçerli değildir.

îbn Hayran'm hacda telbiyenin şart olduğu şeklindeki görüşü kabul gör­müştür. Çünkü hacdaki telbiye namazdaki tekbir gibidir. Bazı alimler telbi-yeyi haccın şartlarından görmüş ve bunu yerine getirmeyenlerin kurban kes­meleri gerektiğini belirtmişlerdir.

6- İki Şeyden Birini Tercih Etmekle Birlikte Niyette Tereddüt Etme

Niyet bir şeyi kastetmektir. Ancak bilmen ya da zannedilen bir şeye niyet edilebilir. Şüpheli veya vehmedilen bir şeye niyet edilemez. Niyetin kesinli­ğinin ilim, itikad ya da zanna. dayanması gerekir. Tereddütlü bir şeye niyet edilince, şayet o şeyin gerçekleşme ihtimali yüksekse niyet geçerli olur. Me­sela helak olma şüphesi olan bir malın zekatını verme ya da Ramazanın otu­zuncu gecesi oruca niyet etme geçerlidir. Çünkü her iki halde de niyet edi­len şey istıshab kaidesine göre sabittir. Şayet istıshab kaidesine göre niyet edilen şeyin gerçekleşmeme ihtimali yüksekse niyet geçerli olmaz. Çünkü niyet ilim ya da zan olması halinde geçerlidir. Mesela kendi mülkü olup ol­madığında şüphe edilen maldan zekat vermeye veya Şaban ayının otuzuncu gecesi oruca niyet etme geçerli değildir.

Şöyle bir soru sorulabilir: Hayız halinin bitip bitmediği tespit edilemeyen hastalık kanı devam eden kadının namaz ve orucu nasıl geçerli olur?

Şöyle cevap veririz: Bu durum zaruret sebebiyle yapılan bir istisnadır. İle­ride zikredeceğimiz altın ve gümüşü eriterek birlikte kalıba dökme meselesi bundan farklıdır. Çünkü orada altının gümüşten ayirdedilip şüphenin gide­rilmesi mümkündür. Ama hastalık kanı devam eden kadın için böyle bir im­kan yoktur.

"İnşALLAH" diyerek oruca niyet eden kimse şayet, niyet ettiği şeyi yapabil­mesinin ALLAH'ın dilemesine bağlı olduğuna inanarak kesin olarak niyet et­mişse bu niyet geçerlidir. Niyete ilgili ibadetin yapılabilmesinin ALLAH'ın di­lemesine bağlı olduğu eklenmiştir ki bu ALLAH'a itaat olan iki şeyi aynı anda yapma anlamına gelir. Ancak inşALLAH diyen kimse yapıp yapmamakta te-reddütlüyse niyeti geçerli olmaz. Mesela kişinin, "İnşALLAH oruç tutarım" de­yip buna kesin olarak azmetmemesi böyledir. Bu tür niyetler şüphe ve tered­dütten ötürü geçerli değildir.

7- İbadetlerde Niyetin Bölünmesi

İbadetlerde niyetin bölünmesi meselesi ibadetten ibadete farklılık arze-der. ibadetler bu açıdan üçe ayrılır:

a- Bölünemez bir bütün olan ibadetler. Bu tür ibadetlerin sonunun geçersiz olması başını da geçersiz kılar. Namaz ve oruç böyledir. Bunlarda niyetin her bir kısım için ayrı ayrı yapılması caiz olmaz. Mesela ilk ön­ce günün ilk bir saatinde sonra ikinci saatinde oruç tutmaya niyet et­me şeklinde günün sonuna kadar her biri kendine has niyetlerle ba­ğımsız dilimler halinde oruç geçerli olmaz. Aynı şekilde namazın rü­künleri ve şartlarıyla ilgili ayrı ayrı niyet etmek de böyledir. Tekbir için bir niyet, kıyam için ayrı bir niyet, rüku için ayrı bir niyet şeklin­de namazın sonuna kadar her bir rükün için ayrı ayrı niyet etme halin­de namaz geçerli olmaz. Çünkü tek tek niyet edilen bu rükünlerin her biri tek başına namazın bir parçası değildir.

b- Bölünebilen ibadetler. Zekat, sadaka, Kur'an okuma gibi ibadetlerde ibadetin tamamına birden niyet edilebileceği gibi kısım kısım da niyet edilebilir. Kur'an okurken herhangi bir cümleyi ikiye bölerek her biri­ne ayrı ayrı niyet edilirse, mesela ilgili ayette "ellezine amenü" kısmı­na ayrı niyet edilirse, benim kanaatime göre sevap kazanılmış olmaz. Ancak her bir cümleye ayrı ayrı niyet edilirse sevap kazanılır. Çünkü cümlenin bir kısmını okumakla ALLAH'a yaklaşılmış olmaz.

Kur'andaki cümleler iki kısımdır: Birincisi, sadece Kur'an olarak zikredi­len cümleler: "Nuh'un kavmi kendilerine gönderilen peygamberleri yalanladılar."[105] Böyle bir ayeti cünüp kimsenin okuması haramdır, ikincisi Kur'an okuma kastı olmaksızın insanların günlük konuşmala­rında yaygın olarak kullandığı cümleler "Bismillah", "Elhamdülillah", "La ilahe illallah" "La havle vela kuvvete illa billah" gibi cümleler böy­ledir. Yaygın olarak kullanıldıklarından bu tür cümleleri cünüp bir kimsenin zikretmesi haram değildir. Ancak Kur'an okuma niyetiyle zikretmesi haramdır. Bu durumda yaygın kullanımın dışına çıkmış olur.

c- Bölunebilirliğinde ihtilaf bulunan ibadetler; abdest ve gusül böyledir.

Bunları bölünemez kabul edenler, cüzleri için ayrı ayrı niyet edilmesi­ni caiz görmezler. Bölünebilir kabul edenler ise cüzleri için ayrı ayrı ni­yet edilmesini caiz görürler.

26- Kalbin amellerinin yirmi altıncısı; tövbe. Tövbenin üç rüknü vardır, a. Günaha girmekten ve ALLAH'a itaatsizlikten pişmanlık duyma. b. Gelecekte bir daha benzer bir günah işlememeye azmetme, c. Günah olan ilgili fiili der­hal terk etme. Yani tövbe azim, pişmanlık ve terk etmek şeklinde üç rükün­den ibarettir.

Azim ve terk etmekten aciz olan kimseler,için tövbe sadece pişman olmak­tan ibarettir: Kör bir kimsenin harama bakmaktan, zinaya gücü yetmeyenin zinadan tövbesi örnek olarak verilebilir. Bir amelin güç yetirilemeyen kısmın­dan ötürü, güç yetirilebilen kısmıyla ilgili sorumluluk düşmez. Nitekim na-mazm güç yetirilemeyen rükünlerinden ötürü güç yetirilebilen rükünleriyle ilgili sorumluluk düşmez. Bu hüküm Hz. Peygamberin şu sözünden elde edi­len kaideye dayanır: "Size bir şeyi emrettiğim zaman, onu güç yetirebildiği-niz ölçüde yerine getirin"[106] Yani size herhangi bir şeyi emrettiğimde yapabil­diğiniz, gücünüz yettiği kadarıyla emrettiğim şeyi yapın. Kör ve zinaya gücü yetmeyen kimseler için yaptıklarından pişman olma imkanı varken, bir daha yapmamaya azmetme veya o anda terk etme gibi imkanlar yoktur.

Tövbe eden kimsenin tövbe ettiği günahından ötürü pişman olduğunu ve aynı günahı bir daha işlememeye azmettiğini tekrar etmesi müstehabtır. Hz. Peygamberin şu sözü buna işaret eder. "Ben günde yüz kere ALLAH'a tövbe edip af diliyorum."[107] Buradan Hz. Peygamberin günde yüz kere günah işlediği anla­şılmaz. Bilakis o çok basit bir hatadan ötürü tekrar tekrar tövbe ediyordu.

Resulullah'm günde yüz kere tövbe etmesi, onun küçük de olsa herhangi bir günahı çok önemsediğini gösterir. Bu da onun Rabbini yüceltmede ne ka­dar ileri gittiğine delalet eder. Çok basit bir günahı unutmayıp Rabbini yü­celtmek için günahtan ötürü günde yüz kere tövbe eden kimseyle, işlediği büyük günahı unutup, günahı küçümsediğinden ve ALLAH'ı yüceltmeyi bil­mediğinden işlediği günah aklına bile gelmeyen kimse arasında dağlar ka­dar fark vardır.

Ayetlerde kendisine nasihat edilip, bu nasihati dinlemekten yüz çeviren ve yaptığı şeyleri unutan kimseyi ALLAH (cc) kınamıştır. Saygılı, arif kimse, küçük bir günahını hatırladığında Rabbinin yüceliğini hissedip dehşet içerisinde günahından ötürü mahcup olur, pişmanlık duyar, üzülür ve tekrar ay­nı günahı işlememeye azmeder.

Kişi günaha girdiğinde tövbe derhal vacip olur. Tövbeyi daha sonraki bir zamana erteleyen kişi bundan ötürü günahkar olur. Üstelik zaman ilerledik­çe günahı artar. Dolayısıyla ertelemeden ötürü ayrıca tövbe etmek gerekir. Bu durum Önce yapılması gereken her bir ibadetin ertelenmesi halinde de geçerlidir.

Şöyle bir soru sorulabilir: ALLAH'ın kulların hayır ve şer olan tüm fiilleri­nin yegane yaratıcısı olduğu düşünüldüğünde, tövbe ne anlam ifade eder? Zira başkasının fiilinden ötürü pişmanlık söz konusu olamaz.

Buna şöyle cevap veririz: İnsanoğlunun kendi fiillerini kesbettiğini düşü­nen kimse, pişman olma ve tekrar yapmamaya azmetmeyi, bu kesbetmeye yönelik kabul eder. İnsanın fiillerini kesbetmesinin dahi söz konusu olmadı­ğını düşünen kimse, tövbeyi ALLAH'ın birliği hususunda gaflete düşmeye yö­nelik kabul eder. Bu konu gerçekten problemlidir. Zira kişi, gerçekte kendi­sine ait olmayan, ama kendisinin olduğunu zannettiği bir fiilden ötürü töv­be ediyor.

27- Ihlas. Bu, ALLAH'a itaatin ALLAH'ın rızası dışında hiçbir şeye yönelik ol­mamasıdır. ALLAH'ın rızası dışında bir gayesi olan ister sadece insanlardan ötürü yapsın ister hem insanlar hem de ALLAH rızası için yapsın gösteriş için ibadet etmiş olur. Yani riya ve ihlas niyet ve kasdın çeşitleridir. Birinin neti­cesi iyi diğerininki kötüdür.

28- Kişinin ALLAH'ın yazgısını hoşnutlukla kabul etmesi. Kişinin hakkında­ki yazgı ALLAH'a itaat ise hem yazgı hem de bunun neticesi hoşnutlukla ka­bul edilir. Ama yazgı, Allaha itaatsizlik ise yazgı hoşnutlukla karşılanırken neticesi kerih görülür. Yazgının neticesi ne itaat ne de itaatsizlikse memnu­niyetsizlikle karşılanmaz. Hatta hoşnutlukla karşılanması daha efdaldir.

29- ALLAH'ın kudretini, hikmetini, iradesinin nüfuzunu görebilmek için yer ve gökteki alemleri ve ALLAH'ın yarattığı tüm varlıkları tefekkür etmek. Yine ALLAH'ın kitabındaki ayetleri, gösterdiği yolları ve koyduğu hükümleri tefekkür etmek. Kitabındaki ayetleri iyice düşünmek. Korku ile ümit arasın­da olmak için yeniden dirilip hesaba çekilmeyi, sevap ve azabı düşünmek. Böylece insan sevaba nail olmayı umarak ALLAH'a itaat eder, azabından kor­karak günahlardan sakınır.

8- Kalbin Fiilleri

- ALLAH hakkında hüsn-i zan besleme. ~ Kaçırılan ibadetten ötürü üzülme.

- ALLAH'ın lütuf ve rahmetiyle mutlu olma.

- ALLAH'a itaat ve imanı sevip; ALLAH'ı inkar, günah ve itaatsizlikten nefret etme.

- ALLAH için sevip ALLAH için nefret etme. Mesela nebi ve velileri sevip, is­yankar ve günahkarlardan nefret etme.

- Musibet ve ALLAH'a itaatten Ötürü katlanılan meşakkatlere sabretme, Al­lah'a itaatsizlik etmekten sakınma.

- Kendini küçük görme, ALLAH'a boyun eğme, huşu içinde olma, ALLAH'ı zikretme, gaflete düşmeme, iyilerin iyiliklerine, hayırlı kimselerin hayırları­na, takva sahibi kimselerin takvalarına gıbta etme.

- Emredilen şeylerin aksinden yüz çevirme.

- ALLAH ile karşılaşmayı arzulama.

- Kendisi için istediğini müminler için de isteme, kendisi için istemediği­ni müminler için de istememe.

- ALLAH'a isyana ve itaatsizlik etmeye davet ettiklerinde şeytan ve nefisle mücadele etme.

- Ölümü hatırlama, kıyamet günü yer ve göğün Rabbinin huzurunda du­rulacağını hatırlama.

- ALLAH'a itaat etmekten mutluluk, itaatsizlik etmekten üzüntü duyma. Hz. Peygamber (sav)'in buyurduğu gibi iyilikler kendisini sevindirip kötü­lükler kendisini üzen kimse gerçek mümindir.

- ALLAH (cc) ve Resulünün geçmiş ve gelecekten verdiği haberlere inanma.

- Her bir müslümanın hatalarını ona gizlice söyleme.

- Nefis arzu ve isteklerine meylettiği anda, korkulması gereken şeyleri hatırlama.

- ibadetin en mükemmel şekilde eda edilmesi için sanki ALLAH'ı görüyor­muşçasına ibadet etme. Bu mümkün olmazsa ibadet esnasında ALLAH'ın gör­düğünü, her şeye muttali olduğunu düşünerek, ibadet etme. Bu, ibadetin gü­zel bir şekilde yapılmasıdır.

- Kalbin alemlerin Rabbi'yle meşgul olması için sonradan yaratılmışlar­dan kalbi arındırma. Bu durumu tarikat erbabı "fena" olarak isimlendirir, işin özü şudur; her şeyin Rabbiyle meşgul olmak için her şeyden gafil olmak.

- Müstağni kalınabilecek her türlü dünya nimetlerinden uzak durma. Bu konuda evlenmek gibi dinin teşvik ettiği, mendup gördüğü şeyler istisnadır.

Zühd yani kişinin bir şeyden uzak durması şu anlama gelir: o şeyi isteme­yip ondan ayrı durarak kalbin onunla ilgilenmesine engel olmak. Yoksa o şe­yi elden, mülkiyetten çıkarma anlamına gelmez. Nitekim zühd sahibi olan kimselerin en üstünü peygamberimiz (sav) öldüğünde Fedek, Avali arazile­ri, Vadi'l-kur'a'nın yarısı ve Hayber'deki hisseleri vardı. Süleyman (as) ise bütün yeryüzüne sahipti. Ancak onların ALLAH'la birlikteliği sahip oldukları şeylerle meşgul olmalarına engeldi.


[103] Enam 55

[104] Keşfu'Mıafa, 1/232-233

[105] Şuara 105

[106] Buhari, îtisanı, 13/251

[107] Müslim, Zikr, 4/2075