Konu Başlığı: Savaşlar ve Fetihler Dönemi Gönderen: Ekvan üzerinde 23 Eylül 2011, 17:48:14 Savaşlar ve Fetihler Dönemi İslamda savaşların amacı, adaleti getirmek ve zulmü kaldırmaktır. Gelen ilahi naslar hep bu doğrultudadır. Bu nedenle tarih boyunca müslümanların verdiği mücadele, inanç ve düşünce yollarını tıkayan engelleri kaldırmak olmuştur. Bu savaşın akabinde kurulacak güç ve otorite elbette devlet olacaktır. Zira devlet gücü olmadan İslam yaşanamaz. İslam hareketiyle filizlenen düşünce ve inançlar boyut kazanacak ve mutlaka devlet gücü haline gelecektir. Hz. Osman (r.a): 'Sultan (devlet) nin yaptığını Kur'an yapmadı' derken merkezi bir otoritenin yani devlet gücünün önemini ne kadar güzel açıklamıştır. İşte Mekke'de ayetlerle yetişen o nesil, İslamla tanışır tanışmaz bu ruh ile mücadele vermiş ve neticede Medine devletine sahip olmuştu. Mekke'de ayetlerle yetişen o nesil, bir bakıma hürriyet savaşı veriyordu. Yani ortadaki engelleri kaldırmak, İslamla tanışma fırsatını herkese kazandırmak... Çünkü Mekke müşrik toplumunda inanç hürriyetinin kapısı tamamen kapanmıştı. Tuğyanalar kendi dinlerinden başka bir din hakkı kimseye vermiyorlardı. Hatta siyasi otoriteler şunu rahatlıkla söyleyebiliyorlardı: "Haberimiz olmadan yeni bir din ha!.." Evet o tuğyancıların yeni dedikleri din, aslında yeni değil, ilk ve tek dindi. Adem (a.s)'dan Muhammed (s.a.v)'a kadar gelen tek ve geçerli din ancak buydu. Ama o azgın herifler bu şuurda oldukları halde kasıtlı olarak işi saptırıyor ve yeni din diyorlardı. İslam mutlaka insanlara ulaştırılmalıydı. Bu konuda hiç bir sansür kalmıyacaktı. Hiç bir insanın müfuzu, imtiyazı ve tekeli söz konusu olamazdı. Din tamamıyla sahibine/Allah’a/irca edilmeliydi. İşte savaşmaktan amaç, bütün engelleri, nüfuzları, tekelleri ve sansürleri kaldırak, devre dışı bırakmak, insanları kendi istekleriyle başbaşa bırakmak ve dinlerini tercih etmelerine hürriyet hakkı tanımaktır. İşte İslamın tanıdığı bu hürriyetle insanlar fevc fevc İslama iltihak etmiş ve neticede bir çok ülkeler bu ilahi toleransla fethedilmiştir. Müslümanlar Medine'de güçlenip müstakil bir devlet 128 haline geldiklerinde, haklarını müdafaa etmek ve din hürriyetini sağlamak için mücadele ve fiili cihada başladılar. Çünkü, artık fitne ve zulme karşı dayanma gücünü elde etmişlerdi. Alem şumül olan ilahi davetin bütün insanlığa ulaşması ve davetçilerin önüne çıkacak engel ve sultaların kaldırılması tedriciliğe bağlanmıştı. Mekke döneminde müslümanlar müşriklere karşı koymamış ve kıtallere girmemişlerse bunun bir takım önemli sebepleri vardır. Herşeyden önce ümmete tevdi edilen o büyük vazifeyi yüklenmek, bu nevi alışkanlıkları zaptetmek, ölçülü ve tedbirli bir kumandanın emrine itaat edip takdirine ve tedbirine boyun eğmek gibi sıkıntılara karşı nefislerinde sabır kavramını yerleştirmek gerekiyordu. Hatta bu sabır ve kumandana itaat, patlamaya, ilk davet anında harbe koşmaya alışılmış olsa da... Asıl bu yüzden Hamza ve Ömer gibi kimseler enerjilerini her türlü şiddet hareketlerine karşı, soğukkanlılıkla karşılık verip, sinirlerine hakim bir halde sadece Rasulullah'ın işaretlerini bekliyorlardı. Müslümanların işkence ve eziyetlere tahammül edip sabırla karşılık vermeleri ise, gururuna düşkün olan Arapların gönüllerini okşayıp İslama karşı sempatilerini artirabiliyordu. Nitekim müminlere boykot ilan edilince bu gerçek ortaya çıkmıştı. Gurur ve onur sahibi kişiler yaptıkları anlaşmayı ihtiva eden sahifeleri parçalayıp atabilmişlerdi. Şayet o yıllarda müminlere karşı koyma, direniş gösterme ve kendilerini müdafaa etme izni verilmiş olsaydı, her bir ev savaş alanı ve bir mezbaha haline gelecek ve her yuvadan oluk oluk kanlar akacaktı. Zira her evde bir-iki müslümana karşı o kadar da müşrik vardı. Böylesine bir davranış, kavmiyet ve kabile hissiyle yetişmiş olan Arapların gözünde İslam, yuvalar yıkan, aileler arasında fitne alevlerini ateşleyen bir teftika daveti haline gelecekti. Neticede müslümanların topyekün helak olmalarına neden olacaktı. [147] İşte hicret olayı ile muhacirlerle ensarın kaynaşması ve bir İslam hükümeti teşkil etmeleri bütün bu söylenenleri geride bırakmıştı. Medine'de artık bir İslam cemaatı değil, bir İslam hükümeti, bir İslam devleti sözkonusuydu. Bu devletin çarkı ilahi naslar ve sadık haberlerle yönetiliyordu. Bu devletin imamı, önderi, insanların en seçkini Hz. Muhammed (s.a.v)'di. Bu nedenle bütün gelişmeler İlahi vahiy doğrultusunda büyüyordu. Gelen İlahi emirler sahabeye iletilir iletilmez hemen 'işittik ve itaat ettik’ diyorlardı. Öyle ki onlar bütün konularda Allah Resulünün direktiflerine bağlıydılar. İşte bu bağlılıklarla Mekke'de olduğu gibi bir suskunluk değil, artık cepheden cepheye koşuyorlardı. Allah'ın dininden insanları memeden ve hidayet nurundan insanları uzaklaştıran her sistem sultasının önüne rahatlıkla geçebiliyorlardı. Allah Rasulü'nün ordusu artık Medine'de sükûnet içerisinde oturmuyordu. İç ve dış düşmanları izlemek, istihbarat toplamak ve onların durumlarını yakinen öğrenmek için seriyyeler halinde zaman zaman etrafı kolaçan etmeye çıkıyordu. Bu konuda Batnı Nahleye gönderilen Abdullah b. Cahş seriyyesinin, Allah Rasulünden izin almadan Suriye'den gelen Kureyşin ticaret kervanına saldırarak Amr b. Hadrami'yi öldürmeleri, arkadaşlarını esir etmeleri ve ticaretlerini ganimet olarak alıp Rasulullah'a getirmeleri çok enteresandır. Medine'de Kureyş ve Yahudiler bir yana, müslümanlar dahi bu olayı tel'in ederken ilahi emir onların imdadına yetişmiş ve onları bu üzüntülerinden kurtarmıştır: "Haram ayda savaşın hükmü nedir? diye sana soruyorlar. De ki, o ayda savaşmak büyük günahtır. Fakat küfür ve inkarla insanları Allah yolundan çevirmek, Mescid-i Haram'da tavaf ve namazdan alıkoymak, peygamberi ve eshabını Mekke'den çıkartmak Allah katında daha büyük günahtır. Allah'a ortak koşmak fitnesi müslümanların haram olan ayda yaptıkları savaştan da beterdir." Bu ayetin inişiyle müslümanlar rahatlamış, Allah Rasulü ganimet ve esirleri kabul etmiş ve böylece ilk ganimet alınmıştı. Ve bu olay, artık müşriklerle fiili savaşa başlamanın bir belirtisi olmuştu. Bedir Savaşı, bu ve benzeri hadiseler zincirinin bir halkası ve onu takib eden bütün savaşların temel taşıydı. Medine İslam devletinde: "Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın." İzni alınmıştı artık. Bu amaçla müminler kafirleri rahat bırakmadıkları gibi, onlar da müminlerin peşini bırakmıyorlardı. Nihayet hicri ikinci yılda yapılan ve müslümanların büyük bir zaferle döndüğü Bedir savaşı, dini, medeni, ekonomik bir çok müsbet neticeler vermişti. Bu olay, İslam dininin inkişafına başlangıç olmuştu. Zira İslam'ın inkişafına karşı çelikten bir duvar gibi gerilen kureyş büyükleri (Ebu Cehil gibiler) bu savaşta öldürülmüşlerdi. Ebu Süfyan Kureyş'in riyasetine geçmişse de artık güçleri büyük ölçüde kırılmıştı. Bu savaşın neticesinde münafıkların sancaktarlığını yapacak olan Abdullah b. Ubey b. Selul müslümanlığını ilan ederek tarih sahnesine çıkmış, İslam tarihinde bir çıban olarak rol oynamıştır. Bunun yanı sıra kendileriyle anlaşma yapılan Yahudiler de sarsılmaya başlamış, müslümanların galibiyetini çekemez olmuşlardı. Ama şunu belirtelim ki artık İslam ordusunun önünde duracak güç görünmüyordu. Devlet, hükümet, ordu, asker artık kökleşmişti. Müşriklerin, münafık ve Yahudilerin güçleri kırılmıştı, artık bu durum müslümanlar için fazla bir önem arzetmiyordu. Önemli olan da müslümanların Allah Rasulü'nün direktif ve emirlerine bağlı kalmalarıydı. Çünkü onlar Allah Rasulü'ne ihanet etmedikleri sürece Allah'ın yardımından mahrum kalmazlardı. Allah'ın yardım ettiği bir millete ise kim galip gelebilir? Allah Rasulü'nün muhacir ve ensardan oluşan ordunun muhacir kanadına güven ve itimadı sonsuzdu. Çünkü yıllardır eza ve cefalara birlikte göğüs germişler; hiç bir an onların dönekliklerine şahid olmamıştı. Fakat ensan bu konularda henüz deneyimden geçilmemişti. Bu yüzden ensardan tamamen emin değildi, tereddütleri vardı haklı olarak. Ensar, Raulullah (s.a.v)'ın bu durumunu farkedince hemen toplanmış ve sözcü olarak seçilen Saad, şu cevabı vermişti: "Ya Rasulallah, bizim fıkrimzi mi anlamak istiyorsun? Biz Hz. Musa'nın kavmi gibi, 'sen git Rabbinle birlikte savaş' demeyiz. Sen arzu ettiğin takdirde biz denize de, ateşe de atılırız," Evet, ensar da muhacirler kadar Allah Rasulü'ne bağlıydılar. İşte bu bağlılıkları neticesinde büyük basanlar elde ettiler. Onlar bu bağlılıklarını hiç bir asabiyete değiştirmediler. Allah dininin galip gelmesi için savaşırlarken karşılarına babaları ve evlatları dahi çıksa onları affetmiyorlardı. Nitekim Ebu Bekir (r.a)'in oğlu Abdurrahman'la savaşması, Ebu Huzeyfe (r.a)'in babası Utbe ile savaşması, Ömer (r.a)'in dayısıyla savaşıp onu öldürmesi bu olayın açık örnekleridir. [148] Allah Rasulü'nün ordusu Bedir'den sonra Uhud, Hendek ve Mekke'nin fethine kadar bir çok irili-ufaklı savaşlara girerek, zalim despotlara karşı amansız mücadele vermiş ve ekseriyetle başarıyla dönmüştür. Eğer Uhud'da olduğu gibi kısmen de olsa bir yenilgiden söz ediliyorsa, bunun sebebini itaatsizlik ve münafıkların hile ve desiselerinde aramak gerekir. Tarih boyunca müslümanların zalim despotlara karşı başarısız görünmeleri bir takım hile ve desiselerden kaynaklanmıştır. Bir takım kimselerin art niyetle müslüman görünüp müslümanlarla beraber bulunma aldatmacası bilinmeden zafer sağlanamaz. Despotların, tuğyanların ve büyük şeytanların yakalamak istedikleri espri hep bu olmuştur. Onlar müslümanları nerede güçlü veya filizlenmiş görürlerse, onların içerisine bir çıban, bir yara bırakmayı asla ihmal etmezler. İşte bu kanser gibi büyüyen yara o müslümanları içerden yiyip kemirecek ve bir gün sonunu getirecektir. Öyleyse İslami harekette bu şer güçlerin misyoner faaliyetlerini inceden inceye dokumak ve harekete sızmalarına kesinlikle mani olmak gerekir. Aksi takdirde başarı beklemek mümkün değildir. Olayı somutlaştırmak; bir Uhud'dan tutun da çağdaş hareketlerdeki Şeyh Said olayından, Hama'daki otuz bin küsur müslümanın katledilmesi ve hatta 1987 Zilhiccesinde Kabe'de binlerce hacı adayının şehid edilmesine kadar uzanan hunharca olaylardan acaba kimler kimler sorumludur? Bunlann tanınmamalarına ve bilinmemesine imkan yoktur. Müslümanların güçleri ne zaman şer güçleri rahatsız etmişse, orada hemen bir komplonun vuku bulması kaçınılmaz olmuştur. Öyleyse müslümanlara düşen yükümlülük, zaman ve zemini, güç ve potansiyeli, muhaliflerin durumlarını yakinen tanımaları gerekir ki benzeri komplolara mahal kalmasın. Aksi takdirde geçmişte ümmetin başına gelmiş komploları bu ümmetin başından defetmek güçleşir. O halde ümmetin, istihbarat olayına hız kazandırması kaçınılmazdır. [149] [147] Fizilal'-Kur'an [148] Asr-ı Saadet, c.l, s. 137. [149] Beşir İslamoğlu, İslami Hareketin Tarihi Seyri, Denge Yayınları, İstanbul, 1993: 127-133. |