๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslami Hareketin Tarihi Seyri => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 24 Eylül 2011, 09:22:24



Konu Başlığı: İlk İnsan İle Başlayan İslam
Gönderen: Ekvan üzerinde 24 Eylül 2011, 09:22:24
İlk İnsan Adem (A.S.) İle Başlayan İslam


İlk insan olan Adem (a.s) yaratılmadan önce yüce Al­lah, yeryüzünü (dört günde) yarattı. Orada dağları sabit kıldı. Sonra rızıklarını arasınlar diye dört günde bitkilerin yetiştirilmesi kanununu koydu. Arkasından duman halin­de bulunan göğe yöneldi. Göğe ve yeryüzüne buyruğuma gelin dedi. Onlar da isteyerek Allah'ın buyruğuna geldi­ler. Bunun üzerine Yüce Allah iki gün içinde yedi kat gö­ğü varetti. Her kat göğün işini kendisine bildirdi. Yakın göğü ışıklarla donattı ve bozulmaktan da korudu. [15]

Kainat tedrici olarak yaratılmıştır. Bizim için bu yaratılış dinin hedefini teşkil etmez. Ancak bu yaratılışı bil­memiz, Allah'ın nimetlerini, lutüf ve ihsanını hatırlamak içindir. Yüce Allah'ın, kainat hakkında bize bilgi verme­sinin nedeni, kendi kudret ve azametini bize tanıtmasıdır. İnsanoğlu da dünyada bir takım büyük işler yapabilir, ama yaptığı işler ne kadar büyük ve ne kadar yararlı olur­sa olsun, bir kainatın yaratılışı yanında çok cılız kalır. O halde insanoğlu, kendisini yaratan ve kendisine enerji ve­ren Rabbini asla unutmamalıdır.

Her şey onun istifadesine sunulan insan, dünyaya ge­lirken bütün faaliyet ve gelişmelerde başrolde oynayacak­tır. İnsanoğlu hem dünyaya, hem de ürettikleri makinalara hakim olacak, diğer varlıkları da maşa olarak kullanacak­tır. Yüce Allah tarafından bu noktaya getirilen insanoğlundan birtakım hususların istenmesi kaçınılmazdır. Çok tabiidir ki her nimetin bir şükrü vardır. İşte Allah'ın insanoğuluna verdiği bunca nimetlere karşılık istenen de sadece O'na ibadet ve kulluk etmektir.

Yüce Allah bütün kainatı insanoğlu için hazırladıktan sonra, Adem (a.s)'in yeryüzündeki yaratılışı ve halifeliği konuşana dikkati çekiyor. Yüce Rabbimiz, Adem (a.s)'ı yaratırken, onunla birtakım ahitler yaparak dünyanın, anahtarlarını kendisine teslim ediyor. Adem (a.s)'in kıssa­sı Kur'an-ı Kerim'de şöyle açıklanmaktadır:

"Hani Rabbin meleklere 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti de melekler de 'Biz seni hamd ile teşbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkarıp, kanlar dökecek birini mi yaratıyorsun' demişlerdi. Allah da, 'sizin bile­meyeceğinizi ben bilirim'demişti."

Bu ayetin tefsirinde Seyyid Kutub şöyle diyor:

"Anla­şılıyor ki melekler, Yüce Allah'ın yaratmak istediği bu mahlukun fıtratı ve karekteri hakkında bir takım bilgilere sahiptiler. Bilgiyi, ister bazı tahminlere dayanarak, ister yeryüzünde daha önce müşahede ettikleri tecrübelerin eseri olarak, ister basiretlerinin ilhamı ile edinmiş olsun­lar; Ademoğlunun yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökeceği­ni biliyorlar. Aynı zamanda fıtratlarındaki melekliğin temizliği icabı olarak mutlak hayır ve mutlak selametten başka bir şeyi düşünemedikleri için, Allah'a hamd ve teşbihi varlığın tek gayesi olarak kabul ediyorlar. Yaratılışın tek gayesi budur... Meleklerin varlığı bunun için tahakkuk etmiştir. Melekler Allah'a hamd ve sena ile teşbih etmek­te, yalnız O'na kulluk ederek ibadetten geri duralamakta­dırlar.

Bununla birlikte Allah'ın yeryüzündeki halifesi vası­tasıyla İlahi iradesini tahakkuk ettirmesindeki, kainat kanunlarını onun eliyle yürütmesindeki, böylece hayatı çe­şitlendirip geliştirmesindeki, dünyayı inşa ettirip memur kılışındaki ulvi iradenin hikmetini bilemiyorlardı. Bu kapı kapalıydı onlara...

Bu gelen varlık, bazen fesat çıkaracak, bazen de kan dökecek... Ama hepsinin ötesinde, dıştan görünen bu cüz'i şerrin gerisinde büyük ve geniş bir hayır vardı. Devamlı gelişen hayır... Devamlı terakki eden hayır... Yıkıcı ve yapıcı hayır hareketi... dinmeyen çalışmanın, bitmeyen az­min hayırı... Durmadan yükseklere tırmanışın, dünya mül­künde ebedi bir değişikliğin hayrı. Tekamülün hayrı..." [16]

Meleklerin bu sözü Allah'a itiraz mahiyetinde değildi. Yani Ademoğlunu kıskanma şeklinde bir itiraz değildi. Ancak buradaki sual, bu konudaki hikmetin açıklanıp belirtilmesidir. Allah Teala:

'Sizin bilmediklerinizi ben bili­rim' demekle mevzu melekler tarfından teslimiyetle ka­panmıştı. Çünkü itaat varken, asi olmak onlann neyine... Onlara düşen sadece Allah'a teslim olmak, O'nu teşbih ve takdis etmektir.

Daha sonra Allah Teala, Adem'e bütün isimleri öğre­terek bunları meleklere göstermiş ve 'eğer sadıklardan iseniz bunları bana isimleriyle bildirin' demişti. Melekler de sadece kendilerine bildirilenin dışında başka bir şey bilmediklerini itiraf ettiler. Yani Allah'ın kendilerine bil­gi vermediği hususlarda ilimlerinin olmadığını belirttiler. Ancak sıra Adem'in faziletini kabul konusuna gelin­ce, o şerli yaratık hemen içini döktü. Hakka karşı isyan­kar oluşunu, günahta ısrar edişini, hakikati anlamak iste­mediğini açıkça ortaya koydu.

Allah meleklere 'Adem'e secde edin' dediğinde me­lekler hemen Adem'e secdeye kapandılar, İlahi sözün ge­reğini yaptılar, Ancak şeytan, itaatten kaçındı, büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu.

Burada İblis'in niçin melekler arasında olduğunu tar­tışmadan sadece Kur'anın ifadesine dayanarak onun cin­lerden olduğunu [17]  meleklerden olmadığını söylemek iste­riz.

İblis'in Allah'ın emrine karşı çıkması ile günahların başlangıcı olan büyüklenme/kibir -gurur- eylemi ilk defa başlamış oldu. Bu kapı aynı zamanda, Allah'ın yeryzündeki halifesiyle, şerri temsil eden İblis arasında bitmeyen savaşın başlangıcıydı. Bu savaş, İbrahim (a.s) ile Nemrud, Musa (a.s) ile Firavun, Muhammed (s.a.v) ile Ebu Cehil, İmam Rabbani ile Kral Ekber, Gulbeddin Hikmetyar ile Babrak Karmalların arasında devam edip gelmektedir. Bu savaş Hak- batıl savaşı olduğu için yeryüzünde mümin ol­duğu sürece devam edecektir. Ve nihayet bu savaş, Allah (cc) ın hükmünü vermesiyle noktalancaktır.

İblis Allah'ın emrine karşı çıkarken kibir ve gurura kıyas yoluyla varıyordu. Ona göre ateş çamurdan daha şerifli bir yaratıktı. Onun için de ateşten yaratılan bir varlık nasıl olurda çamurdan yaratılan bir varlığa secde eder? İş­te şeytanın mantığı... O halde mantık, zaman zaman hak ve hakikati kavramada tökezleyebilir. Ve neticede Al­lah'a isyana götürebilir. Bu gün sapıklığa düşenlerin ek­serisi, vahyi bir kenara bırakarak, meseleleri kendi akıl ve mantıklanyla çözmesi değil midir? O halde, bir konuda Allah'ın açık beyanatları varken, akıl yürüterek çareler aramak, kâr- zarar bilançosunu yapmak sapıklık ve asilik­tir. İşte İblis, kendi mantığından hareketle kâr- zarar bilançosunu yaparken Allah'ın şu kavline muhatab oldu:

"Öyleyse in oradan, artık büyüklenmek sana düşmez, he­men çık; sen alçaklardansın." [18]

İblis'in Allah'ı tamması, O'nu Hâlık olarak bilmesi, her şeye malik ve ortağının olmamasını bilmesi, rızık ve­ren ve yaşatıp öldüren olduğunu bilmesi ona asla fayda sağlamadı. Öyle ise, İlahi emir geldikten sonra, bu emri kabul veya reddetmek için kıyas yapmaya mantık yürüt­meye kalkışan herkes İblis'in pozisyonundadır. İnsanlar, inanç ve itikad sahibi, ilim ve irfan sihibi olabilir. Ama bu ilimleri hiç bir zaman onları Allah'a isyana götürmemelidir! İblis, Allah'ın tek bir emrine karşı çıkmakla alçaklık damgasnı yedi ve laneti haketti. Ama bugün Allah'ın emirlerine karşı çıkanların haddi hesabı yoktur. Sonra bunlar bir konuda değil, bir çok konularda isyan ederek bu alçaklığı yapmaktadırlar. Bütün bu yapılanlara rağmen halen kendim 'İslam' dairesinde görenler varsa, lütfen kendilerine gelsinler de hangi atmosferde olduğunu bir görsünler.

İblis İlahi rahmetten kovulmasına rağmen yine Adem'in peşini bırakmıyordu. Bu olaya Adem'in sebebi­yet verdiğini bir türlü unutmuyordu. Sonra içine düştüğü bu şer tabiatına uygun olarak vazifesini omuzlamaya yeniden sarıldı ve Allah'tan mühlet istedi:

"İnsanların tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver." dedi. Allah da: 'Sen mühlet verilenlerdensin' dedi. Şeytan: 'Madem ki sen beni azgınlığa mahkum ettin, andolsun ki ben de insanları saptırmak için senin doğru yolunda pusu kurup oturacağım. Sonra önlerinden, arka­larında, sağ ve sollarından onlara sokulacağım; Çoğunu sana şükür eder bulamayacaksın" dedi. Allah: 'Ayıplan­mış ve kovulmuş olarak defol oradan. And olsun ki insanlardan kim sana uyarsa, hepinizi birlikte cehenneme dol­duracağım' dedi." [19]

Esasen Yüce Allah bu sahneyi bir hikmete binaen böyle sahnelemiştir. Çünkü nsana evvel emirde üstün bir zeka ve üstün bir irade vermiştir. Arkasından kendi şeria­tını insanlara en güzel bir şekilde tanıtmış, bir de sınav için, şeriatının karşısına engebeli ve çarpık dediğimiz şey­tanın yolunu koymuştur. Yani, Yüce Allah insanı hem şerre karşı, hem de hayra karşı meyilli yaratıyor ki akıl ve iradeleriyle serbest tercihlerini yapabilsinler. İşte ikiye ayrılan yol... Bir yanda Allah, peygamber ve kitapları, di­ğer yanda da İblis, mantığı ve dostları.

Yolların ayrılış noktasında, akıl ve iradeyle nimetlendirilen ve bazı sorumluluklar yüklenen Adem çiftini cen­nette görmekteyiz. Yeryüzünde halife olacak Adem'in cennette işi ne? Belki de yeryüzüne gelecek olan Adem'in dünyaya gönderilmeden, önce cennette yetiştirilip terbiye edilmesi gerekirdi. Her çetin virajda önüne geçen şeytana karşı hazırlıklı olması gerekirdi. Çünkü yeryüzünde yaşa­dığı müddetçe bir çok sıkıntı ve eziyetlere muhatab ola­cak, savaşlara girip çıkacak, bir çok acıları tadacak, pişmanlıkları yudumlayacak ve nihayet ölecek ve Rabbine karşı çetin bir hesap verecek... İşte böylesi bir sınavdan geçecek mahlukun az da olsa cennette yasaklarla karşı karşıya gelmesi sünnetullah gereğiydi.

Cennette Yüce Allah'ın Adem çiftinden istediği şuy­du:

"Ey Adem, sen eşinle birlikte cennette otururun, dile­diğiniz şekilde nimetlerden bol bol yeyin; yalnız şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de zalimlerden olursunuz." [20]

Bu keyfiyet içerisinde eşiyle birlikte cennette nimetlerden yer içer gezerken, Allah'tan, insanları yoldan çıkarmak için izin isteyen mel'un, bunlara bir fırsatını bularak ya­naştı ve ikisini de İlahi yasakla karşı karşıya getirdi. Böylece, Adem çifti ilk sınavı kaybedenlerden oldular. Al­lah'a verdiği ahdi unuttular, şeytan karşısında aciz düştüler ve Allah'ın cezasına müstehak oldular:

"Biz de kimi­niz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir zamana kadar durak ve istifade edilecek şey vardır, dedik."

"Derken Adem, Rabbinden kelimeler belleyip aldı. Onun üzerine tevbe etti. Şühpesiz ki tevbeyi kabul eden asıl merhamet sahibi O'dur. Dedik ki hepiniz oradan inin. Eğer benim tarafımdan size bir hidayet gelirse; kim be­nim hidayetime uyarsa, artık onlar için hiç bir korku yok­tur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. Küfredenler, ayetlerimizi yalanlayanlar; İşte onlar cehennem ashabıdır­lar ve onlar ateşte ebedi kalacaklardır." [21]

Yüce Allah Adem'i dünya atmosferine gönderirken ona bir takım vaatlerde bulunuyor. Bu vaat, ya Allah'ın hidayetine uyarak cennetine kavuşmak, ya da şeytanın sa­pıklığına uyarak cehennemine kavuşmaktır. Artık, insan ile şeytan arasında ebedi savaş başlamıştır. Bu mücadele­nin sahası, bizzat insanın kendisidir. Artık bundan sonra kim zerre kadar hayır işlerse kendisine, kim de zerre ka­dar şer işlerse yine kendisinedir. Hiç kimse bir başkasının

günahından dolayı yargılanamaz. İslam dini bu yasa üze­rine kurulmuş adil bir nizamdır. 'Adem'in cennette hata işlemesi bütün zürriyetme sirayet etmiştir.' gibi Hıristiyan saçmalamasını İslam asla kabul etmez, İslam'da Adem'in hatası Adem'e, Nuh'un hatası Nuh'a, Musa'nın hatası Musa'ya ve nihayet Muhammed (s.a.v.)'in hatası Muhammed'edir.

Kilisenin sapık inancına göre, Adem (a.s) in cennette günah/hata işlemesi bütün zürriyetine sirayet etmiştir. Bu nedenle bütün insanlar doğarken günahkardır ve vaftizle temizlenerek kiliseye alınmalıdırlar. Hatta ümmetin günahlardan temizlenmesi için Allah'ın oğlu İsa (a.s) kendi­sini çarmıha gerdirerek feda etmiştir. Bu sapık inancın ne İslam ile, ne hakikat ile, ne de akıl ve mantıkla bağdaşa­cak hiç bir yönü yoktur. İslam, böylesine bir saçmalığı ve esnekliği kabul edemez. Hakikat şudur ki herkes kendi günahını yüklenecektir. Hiç kimse bir başkasının güna­hından sorumlu tutulamaz. Günahlardan kurtuhuanın yolu da ancak nasuh bir tevbedir.

İnsanoğlu yeryüzüne indiği andan itibaren artık Yüce Allah'ın saltanatında bir tebaadır. Bu saltanatın kaide ve kuralların bizzat Allah koymuştur. Bu saltanatın hiç bir ortağı yoktur ve bütün tasarruf saltanat sahibine aittir. Te­baaya düşen, saltanat sahibine ortak olmak değil, bilakis O'nun emirlerine tabi olmaktır. Yüce Allah, kendi vahyi­ne/emirlerine/itaati isterken bu konuda zorlama yapılma­dan, tam bir hürriyet ve özgürlük ile onları başbaşa bırak­mıştır. Bu özgürlüğün ipleri oldukça uzun tutulmuş, isyan etmek istedikleri zaman kendilerine her türlü imkan da sağlanmıştır. Asıl Hakim'in dışında başka güçlere tabi olup, boyun eğmek istiyorlarsa, isyan ve sapıklığın son kertesine kadar çıkmasına müsade edilir. Hatta, rızıkları Rezzak tarfından daha da arttırılır. Hayatın bütün nimetle­rinden ve bütün imkanlarından istediği şekilde yararlana­bileceklerdir. Bunun böyle olmasından maksat, insanın kendi akıl ve mantığını, irade ve hürriyetini en güzel şe­kilde kullanmasına imkan vermektir. Bu da kendi için ön­görülen deneme ve imtihanın özünü teşkil etmektedir. İn­sanoğluna bu imkanlar, bu fırsatlar ve bu faaliyetler geniş tutulmazsa mahkeme-i Kübrada yapılacak olan sorgula­manın bir anlamı kalmaz.

Bu fani dünya, sadece imtihan dünyası olduğundan, gerekli olan ödüller veya hak edilen cezalar bu dünyada verilmeyecektir. Onun içindir ki bu dünyadaki bir takım eziyet ve sıkıntılar, veya birtakım nimet ve ödüller bu dünyanın tabii esprileridir. Asıl ödüllendirme veya asıl ceza mahşer günündedir.

Bu kısa izahattan sonra, insanlara İslam medeniyeti ve kültürünü tesis etmek için çeşitli zamanlarda ve çeşitli bölgelerde gönderilmiş peygamberlik kurumundan sözedelim.

İslam kültür ve medeniyetinin yaygınlaşması için ge­çerli ölçü ve kaidelerden birde iktidar/otoritedir. Bütün Rasuller bu iktidara Allah tarafından zorunlu olarak geti­rilmişlerdir. Zira iktidar, güç ve kuvvet olmadan hiç bir nazariye ve hayat düzeninin sağlanması beklenemez. So­yut nazariye ve idolojiler tatbik edilmediği sürece bir hayal ve tasavvurdan öte geçemez. Ve hiç bir pratik fayda da sağlanamaz. Onun için Rasuller, bizzat Allah tarafından insanlar üzerinde hakimdirler. Bu kendilerine Yüce Allah tarafından verilmiş bir yetki ve salahiyettir. Bu yet­ki ve salahiyyet ile sosyal ve içtimai görevlerini yerine getirip İslam medeniyetini kurabilirler.

Peygamberlik silsilesinin tüm amacı, insanları şirkten kurtarıp, tevhide/İslarn dinine/getirmektir. Bu amaca yönelik çalışan peygamberlerin stratejileri birbirenden farklı olabilir; ama işin özünde hiç bir farklılık yoktur. Coğrafi konumları, sosyal ve içtimaî konumları farklı olabilir; ama dava ve hareketin özünde hiç bir farklılık olamaz.

Başlagıçta dünyaya gelen Adem, iman, ilim ve irfan aydınlığında yeryüzüne gönderilmiş, hak ve hakikatin ne olduğunu, hangi çizgiyi takip edeceğinin şuurunda olarak çalışmalarını sürdürmüştür. Nurusun artışı, Adem(a.s)'i uzun yıllar etkilememişse de vukuu bulan Habil- Kabil çatışmasının da önüne geçememiştir. Başlangıçta tek bir ümmet olan insanlar, yıllar sonra izlenmesi gereken 'İs­lam dinini' bırakarak sapıklığa düşmüşlerdir. Yüce Allah "İnsanlar tek bir ümmeti. Allah, müjdeleyici ve korkutucu olarak peygamberler gönderdi. Ve onlarla beraber (İnsan­ların ihtilafa düştükleri şeylerde aralarında hüküm vermek için) hak kitaplar gönderdi. Halbuki kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki ihtirastan dolayı ken­dilerine verilenler için ihtilafa düştüler. İşte Allah, kendi iradeleriyle iman edenleri, üzerinde ihtilafa düştükleri hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola iletir."  [22]

Adem ve Havva ailesi tek bir aile, tek bir okul ve tek bir milletti. Onların tek bir dini ve tek bir sistemleri vardı. Bu dine/İslam'a/bağlılık uzun bir süre Adem(a.s)'in aile­sinde devam etti. Sonra ailelerin sayısı arttı, fertleri çoğal­dı, geçimleri değişti, hayat şartları bozuldu ve nihayet dü­şünce ve itaatlarında sapmalar oldu. Sapmanın sebebi, hiç bir zaman tebliğin ulaşmaması değildi. Bilakis onlar, hak ve hakikatin ne olduğunu çok iyi biliyorlardı. Asıl sebep, her zaman ve her toplumda görüldüğü gibi, şeytanın yolu­nu sevimli ve cazip göstermesi, bu yolla onlara dünyalık,

makam ve şöhret vaad etmesidir. Şeytanın bu aldatıcı ve cazip dünyalıklarına kapılan insanlara Yüce Allah sürekli elçiler göndermiş, ancak gelen bütün elçiler, kavimleri ta­rafından sert bir dille eleştirilmiş ve kovulmuştur. Öyle ki bazı peygamberlere aşırı şekilde eziyet ve işkenceler ya­pılmış, kimileri yurtlarından kovulmuş, sürgün edilmiş, hatta bir kaçı da öldürülmüştür. Bütün bu yapılanlara rağ­men o yüce şahsiyetler, tebliğ ve talimden vazgeçmeyip, mücadelelerine devam etmişler; ömür boyu uğraş verdik­leri halde bazen beş-on kişi taraftar dahi bulamamışlardır.

Allah'ın Rasuleri öldükten sonra, insanlar tekrar eski sapıklıklarına devam ettiler. Öyle ki peygamberlerinin getirdikleri kitapları gelişi güzel değiştirerek büyük tahribat­lar yaptılar. Bazıları da yeni kitaplar yazarak peygamber­lerini ilah diye ilan ettiler. İşin tuhafı, putlan kıranlar dahi putlaştırıldı. Böylece Rasullerin getirdikleri din ortadan kaldırıldı. Yerine batıl inançlar, bir takım merasimler, örf ve adetler, gelenek ve görenekler, bid'at ve hurafeler ge­çer akçe oldu. Peygamberlerden sonra gelen her bir müceddid kendi yükümlülüğünü yerine getirmişse de dini, topyekün aslına irca etmeyi başaramamışlardır.

Mükemmel ve evrensel bir nizama sahip olan insan, yaratılış ve taibati itibarıyla zayıf duygulara sahiptir. Ufak bir sınavda hemen hislerin ipine rahatlıkla sarılabilmektedir. Bu zayıf duyguların başında dünyada ebedi kalma arzusu, servet edinme isteğidir. Şehvet, kibir, gurur, kin ha­set ve riya gibi istekler de insanı Allah'a ibadetten uzaklaştıran kötü duygulardır.

Adem (a.s)'in çocuklarından olan Kabil, kardeşi Habil'i şehvet ve haset duygusuyla öldürmüş ve tarihte ilk kanı dökmüştür. Yüce Allah bu kıssayı şöyle beyan eder:

"Onlara Ademin iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat. İkisi birer kurban sunmuşlar; birininki kabul edil­miş, diğerininki kabul edilmemişti. Kabul edilmeyen: 'Andolsun seni öldüreceğim deyince, kardeşi, Allah an­cak muttakilerin takdimesini kabul buyurur' demişti.

"Andolsun ki sen beni öldürmek için ban el uzatsan da ben seni öldürmek için el uzatacak değilim. Ben alem­lerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Dilerim ki sen kendi günahınla birlikte benim günahımı da yüklenesin de cehennemliklerden olasın. İşte zalimlerin cezası budur.' Ni­hayet kardeşini öldürmekte nefsine uydu ve onu öldürerek zarara uğrayanlardan oldu."  [23]

İbn Kesir bu ayetin ışığında şu izahı getiriyor:

"Allah Teala; zulmün, kıskançlığın vahim akibetinin Hz. Adem'in soyundan gelen iki oğlunun- (Cumhurun kavline göre bunlar Habil ve Kabil'dir hikayesini anla­tarak bildiriyor. Habil ile Kabil'den birinin diğerine nasıl saldırdığını, zulüm ve kıskançlık yüzünden Allah'ın diğe­rine lütfettiği nimeti çekemeyip öldürdüğünü ve Allah'a sunduğu kurbanı kabul etmesini istemediğini anlatıyor. Böylece öldürülen, günahları yok olup cennete gitmiş, öl­düren de dünya ve ahirette hüsrana mahkum olarak, kay­betmiştir." [24]

Bu konudaki ciltler dolusu serdedilmiş İsrailiyat kaynaklı haberlere önem verilemez. Öz olarak şunu bilmekte yarar vardır ki bu olay Adem(a.s)'in çocukları arasında vaki olmuştur. Olayın sebebi ister hased olsun, ister şehvet olsun, isterse şeytanın aldatması olsun... Neti­cede kasten ve düşmanca cinayet işlenmiştir. İslam'a ku­lak vermeyip, Allah'ın emir ve hudutlarını çiğneyen in­sanlar, Kabil'in takipçileri olup bugün müstekbirlik unva­nına sinip haldedirler. Adem (a.s)'in evlattan şeytanın me­sajına tutsak olunca, Adem (a.s), Yüce Allah'ın kendisine yüklemiş olduğu görevi seve seve yerine getirerek evlat­larına şöyle diyordu:

"Sizin ve bütün alemlerin Rabbi olan Allah'a ibadet edin. Önünde eğilin, O'ndan yadım taleb edin, O'nun istediği gibi iyi ve dürüst bir hayat sü­rün. Böyle yaparsanız, ödüllendirilirsiniz, ama bu şekilde davranmazsanız ağır bir şekilde cezalandırılırsınız."

Adem (a.s)'in evlatlarından babasına kulak verenler soyundan iyi insanlar olarak Allah'ın dinine sahip çıktı­lar; babasına kulak vermeyenler ise kötü insan olarak şey­tanın çömezleri oldular. Zaman ilerledikçe saplantıları arttı ve karanlığa gömüldüler. Öyle oldu ki bazıları güne­şe, aya ve yıldızlara taparken, bazıları da taş, ağaç ve ne­hirlere tapmaya başladılar. Yine, bazıları rüzgar, su ve ateşe taparken, bazıları da hastalık, sağlık ve kudret gibi çeşitli tanrı ve tanrıçaların bulunduğuna, hepsini memnun etmek içinde hepsine tapılması gerektiğine inandılar. Öy­le ki şirk ve putperestliğin sayısız türleri ortaya çıktı. Böylece Adem (a.s)'in evlatları dünyanın pek çok bölge­lerine yayılmış, bir çok milletler türemiş, her millet ken­disine göre bir din geliştirmiş, hepsinin gelenek ve göre­nekleri değişik şekiller almıştır. Allah'ı unutan bu insan­lar, Adem(a.s)'in evlatlarına verdiği ilk talimat ve telkinle­ri de unuttular. İnsanlar kendi arzu ve isteklerinin kulu ol­dular. Her türlü kötülüğe bulaştılar ve cehalete saplandı­lar. İyi ile kötü arasındaki farkı unuttular. İyiler kötü, kö­tüler de iyi oluverdi. [25]

Adem (a.s) olsun, diğer nebi ve resuller olsun, hepsi­nin getirdikleri temel prensipler aynıdır. Bütün insanların sadece Allah'a ibadet etmesi, şirk ve putçuluktan korunmaları, rasulüne itaat etmeleri bu prensiplerin başında ge­lir. Daha sonra her türlü siyasi, ekonomi, kültürel ve top­lumsal hayatın Allah'ın koyduğu nizam ile yönetilmesi.

Bunları müşahhaslaştırırsak, Allah'tan başka hiç bir var­lığa ibadet ve itaat etmemek, hırsızlık yapmamak, haksız yere adam öldürmemek, zina yapmamak, yalan söyleme­mek, anaya ve babaya saygısızlık yapmamak, komşu ve yetim hakkını gözetmek her nebi ve rasulün gözettiği te­mel prensiplerdir.

Tevhid dininin kurucusu olan Adem (a.s) ömrünü tamamlayıp [26] Allah'a kavuşunca, Tevhid bayrağına oğlu Şit ve ondan sonra da İdris (a.s) sahip çıktı. Zira yeryüzü peygambersiz kalamazdı. Haktan sapıp çeşitli nesnelere ibadet edenleri yeniden Allah'a davet etmek gerekirdi. Bu davet halkası Adem (a.s) ile başlamış, Muhammed (s.a.v)' de tamamlanmıştır. Ancak bu davetin uzantısı, Allah'ın dinine sahip çıkmak isteyen öncüler tarafından kıyamete kadar devam edecektir. [27]



[15] Fussilet: 41/9-12.

[16] Fizüal'il-Kur'an; c.l, s.115-116.

[17] Kehf: 18/50

[18] A'raf: 7/13.

[19] A'raf: 7/14-18.

[20] Bakara: 2/35.

[21] Bakara: 2/36-39.

[22] Bakara: 2/213.

[23] Maide: 5/27-30.

[24] İbni Kesir; c.5, s.2210.

[25] Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi.

[26] Adem'in (as) bin yıl yaşadığı söylenmektedir. (Bak: TaberiTarihi; c.l, s.93.)

[27] Beşir İslamoğlu, İslami Hareketin Tarihi Seyri, Denge Yayınları, İstanbul, 1993: 15-28.




Konu Başlığı: Ynt: İlk İnsan İle Başlayan İslam
Gönderen: Ayşegül Yıldırım koü üzerinde 18 Kasım 2018, 08:00:15
HADİSİ ŞERİF ;"İlim, İslâmın hayatı ve imanın direğidir. Kim ilim öğretirse Allahü teala onun mükafatını tam verir. Kim öğrenir ve amel ederse Allahü Teala ona bilmediklerini öğretir. " (Suyuti/ El-Camiu's Sağır)

Bu güzel ilmi bilgileri bizlere ulaştırdığiniz için  Rabbım sizleri mükafatı tam alanlardan eylesin. Amin Allah razı olsun.


Konu Başlığı: Ynt: İlk İnsan İle Başlayan İslam
Gönderen: Mehmed. üzerinde 18 Kasım 2018, 15:15:59
Rabbim paylaşım için razı olsun


Konu Başlığı: Ynt: İlk İnsan İle Başlayan İslam
Gönderen: Ceren üzerinde 18 Kasım 2018, 16:30:29
Esselamu aleyküm.Rabbim razı olsun bilgilerden kardeşim...


Konu Başlığı: Ynt: İlk İnsan İle Başlayan İslam
Gönderen: Sevgi. üzerinde 19 Kasım 2018, 02:50:17
Aleyküm Selâm. Rabbim ilmimizi artırsın inşaAllah