๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslami Hareketin Tarihi Seyri => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 23 Eylül 2011, 17:42:21



Konu Başlığı: Allah Rasulü nün Devlet İdaresi
Gönderen: Ekvan üzerinde 23 Eylül 2011, 17:42:21
Allah Rasulü'nün Devlet İdaresi


Medine İslam Devleti, Mekke fethinden sonra sınırla­rını alabildiğine genişletti. İslam Devletine iltihak eden her bir beldeye Allah Rasulü vali ve öğretmenler gönde­rerek o belde halkını İslam'ın aydınlığı ile aydınlatıyordu. Gönderilen bu öğretmenler, takva ve sadelikleriyle, ilim ve irfanlarıyla gittikleri beldeleri şirkin kalıntılarından te­mizleyerek İslamın hakikatlarıyle donatıyorlardı. Böylece kısa sürede İslam, Yemen'den Suriye hududuna kadar olan Arap yarımadasının tümüne hakim hale gelmişti. Arada kalan irili ufaklı kabileler de kendiliğinden Allah Rasulüne bir heyet göndererek İslam devletine iltihakları­nı beyan etmişleıdi.

Şunu açıkça belirtelim ki Allah Rasulü'nün amacı sa­dece Arap yarımadasında iktidarı ele geçirmek değildi. Onun asıl amacı, herkesi İslam'a davet etmek, şirkten ve pulculuktan uzaklaştırmak, ahlak ve ruhlarını temizleyip tezkiye etmekti. Ancak bu görevini ifâ ederken, O, bir çok siyasi tahakkümlerin engelleriyle karşı karşıya kal­mıştı. İşte o zaman Allah Rasulü bir İbrahim ve bir Mu­sa'nın rolüne girerek ümmetini, başkaldıran nemrutların, büyüklük taslayan firavunların pençesinden kurtarmıştı. Neticede, ömrünün sonlarına doğru koca yarımadaya sa­hip olmuş ve uzak imparatorluklara da davetiyeler çıkar­tarak onları İslam'a çağırmıştır.

Allah Rasulü Arap yarımadasının hükümranlığını elin­de tutarken çağdaş hükümdarlar gibi bir sarayı, sarayın etrafında nöbet bekleyen yüzlerce askeri yoktu. Aksine önceki mütevaziliğine devam etmişti. O, devletin başındabulunduğu sürece kendisine ne bir saray, ne bir villa, ne yumuşak bir yatak, ne görkemli bir elbise, ne de lüks ye­mekler istemişti. O, ne kisralar ve kayserler, ne sultan ve padişahlar, ne de bakan ve müsteşarlar gibi davranmıştı. O, her şeyi ile gayet sade giyinerek Medine'nin mütevazı bir evinde iskan ediyordu. Onun maiyetinde çalışanlar da hep onun gibiydiler. O dönemde hiçbirinin saray ve köşk, taç ve taht edinme arzusu yoktu. Hepsinin amacı, Allah'ı ve dolayısıyla Rasulünü hoşnud etmekti. Allah Rasulü de herkese eşit muamele ederek hiç birinin kalbini kırma­mıştı. Onun insaf ve adaleti, kanun nazarında kendi öz kı­zı Fatıma ile alelade bir insanı eşit tutmaktaydı.

Allah Rasulü'nün mektebinde yetişen müslümanlar sağlam bir akide ve sağlam bir inanca sahip olduklarından O'na tam tamına bağlıydılar. Bu sağlam inanç üzerine ibadetler (teharet, abdest, namaz, oruç, zekat, sadaka, hacc, kurban, zikir, emri bil maruf, nehyi anil münker, cihad gibi), muamelat (aile, miras, vasiyet, vakıf, evlenme-boşanma, serî cezalar ve diğer hukuklar), helal-haram (iç­ki, zina, riba, kumar) gibi emirler yüklenerek insan, tam bir kul ve tam bir mümin kimliğine sahip olmuştur.

Hülasa, İslam dininin temel ve talî esasları tedricen te­kamül etmiş nihayet hicri onuncu yılda, Haccı Ekber (Zilhicce 10) gününde yüce Allah "Bugün dininizi kemâle erdirerek, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslamı seçtim..." ayetiyle bu dinin tekamül bulduğunu beyan ediyordu. Üstat Kutup, bu ayetin gölge­sinde şunları söylüyor:

"Bu gün... Veda haccında bu ayetin nazil olduğu gün... Allah bu dini kemale erdirdi... Allah kemale erdirdikten sonra geriye ne kalır ki?

Müminler üzerindeki en büyük nimetini tamamladı. Şu kamil ve şümullü nizamı lütfetti. Ve onlar için din ola­rak İslamı' beğendi. Kendi hayatının nizamı olarak bu di­ni beğenmeyenler, Allah'ın müminler için beğendiği nizamdan yüz çevirenlerdir."

Bu şiddetli kelimeler karşısında mümin duraklıyor. Nerde ise arzedilmek istenen büyük hakikatlerin, derin tevcihatın, icapların ve vazifelerin sonuna varamayacak...

Mümin kişi, bu dinin kemale erdirilmesi karşısında duraklıyor. Beşeriyetin doğuşundan itibaren, ilk peygam­ber olan Adem'den başlayarak şu son risalete, bütün beşe­riyete gönderilen Ümmî Nebi'nin risaletine kadar bütün iman kervanının, risaleiler ve Rasuller kervanının arzedilmesini istiyor...

Peki ne görüyor? İşte şu uzun ve birbirine bağlı kafi­leyi görüyor... Hidayet ve nur kervanını görüyor... Yol boyunca devam eden işaretleri görüyor... Fakat o, son peygamberden önceki bütün peygamberlerin sadece kavimlerine gönderildiğini anlıyor. Son risaletten önceki bütün risaletlerin de muayyen bir nizam için gönderildiği­ni görüyor. Hususi bir cemiyet ve hususi bir aileye gönderilen hususi bir risalet. Bundan dolayıdır ki, bu risaletlerin hepsi, kendi zamanlarında hükmedilmiştir, adeta o zama­na mahkumdurlar; o zamanı kendilerine kafi görmektedir­ler. Ama hepsi de tek bir Allah'a çağrılını şiardır, ki tevhid budur. Tek başına Allah'a kulluk etmeye davet etmişlerdir ki din budur... Hepsi de, hayati kanunları bu yegane İlah­tan almaya ve ona itaat etmeye çağırmışlardır, ki İslam budur... Fakat onların hepsi de cemiyet ve toplumun hali­ne, zaman ve mekanın şartlarına uygun pratik hayati ka­nunlardı.

Nihayet Allah, beşeriyete gönderdiği risaletlere son vermeyi diledi. Bütün insanlan içine alan bir risalet gön­derdi. Hususi bir zaman ve mekanda yaşayan hususi bir toplum için değil, "insanlık için" son risaleti Nebilerin tamamlayıcısı olan Hz. Muhammed'in peygamberliği ile gönderdi. Zaman, mekan ve cemiyetin sınırlarını aşarak "insana" hitap eden risalet... Çünkü, o değiştirilemeyen, tebdil ve tağyire uğratılmayan insan fıtratına hitap eder.

"Bu din, Allah'ın o fıtratıdır ki, insanları onun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yarattığı değiştirilemez. En doğru din budur."

Bu risalette, bütün yönleriyle ve her cephesiyle "in­san" hayatını esas alan bir şeriat beyan etmiştir. Beşeri hayat için külli prensipler, zaman ve mekanın değişmesi­ne ayak uyduracak ve insanlığın tekamülüne imkan hazır­layacak esaslı kaideler konulmuştur. Zaman ve mekanın değişmesiyle değişmeyen ve tekamül imkanı olmayan meselelerde de cüzi kanunlar, mufassal hükümler vaz'edilmiştir. Külli prensipleri ve tafsili hükümleriyle bu şeriat, "insan" hayatının muhtaç olduğu her şeyi içine alır... Hem de kıyamete kadar devam edecek bir zaman süresinde... Bu mihver etrafında, bu çerçeve dahilinde hayatın devam etmesi, gelişmesi, tekamül etmesi ve yeni­lenmesi için çeşitli kaideler, nizamlar için tevcihatı ve teşriatı muhtevidir. Allah iman edenlere buyuruyor ki:

"Bu gün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizde­ki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslamiyeti beğendim."

Onlara, akidenin tamamlandığını ve ilahi şeriatın ke­male erdirildiğini ilan ediyor... İşte din, budur. Bir müslümanın, bu manasıyla İslam dininin noksan olduğunu, ik­mal edilmesi lazım geldiğini düşünmesi asla mümkün de­ğildir. Allah'ın tasdik ettiğini inkar etmiş, Allah'ın mü­minler için beğendiğini beğenmemiş olur.

Kur'an'ın indirildiği zamanın şeriatı, şüphesiz her za­manın şeriatıdır. Çünkü Allah'ın şehadetiyle sabittir ki, "insan için" gelen din Allah'ın şeriatıdır. Daha önceki peygamberlerin getirdikleri risaletlerde olduğu gibi bu şe­riat, muayyen bir zamana, insan oğlunun muayyen bir grubuna veya bir nesline hitap etmez, her zaman ve me­kanın şeriatıdır.

Gönderilen tafsili hükümler de aynen baki kalacaktır. Kıyamete kadar bütün insanlığın hayatım geliştirecek bir çerçeve vücuda getiren külli prensipleri de... Ama onlara karşı çıkılmamalıdır. Onlara karşı çıkmak, iman çerçevesinin dışına çıkmak demektir.

İnsanı yaratan Allah'tır... O, yarattığını çok iyi bilir. Bu şeriatı ihtiva eden dini, insan için O beğenmiştir. Hiç kimse; dünün şeriatı, bugünün şeriatı olamaz, diye iddia edemez. Bunu ancak, insanların ihtiyaç ve durumlarını Allah'tan daha iyi bildiğini iddia edenler diyebilir.

Mümin, ikinci olarak Allah'ın, bu dini kemale erdirmesiyle müminlere olan nimetini tamamlaması karşısında duraklıyor. Bu, müthiş, muazzam bir nimettir. "İnsanın" kemal ve neş'etini ifade ettiği gibi, hakikatte yeniden dünyaya geldiğini ifade eden bir nimettir. Bu dinin tanıdığı gibi Allah'ı tanımadıkça; bu dinin ifade etiği gibi içinde yaşadığı vücudu itiraf etmedikçe; Rabbinin razı olduğu ve bu dinin kabul ettiği gibi Rabbine karşı bu vücuttaki nef­si, fonksiyonu ve yüceliği tanımadıkça "insanın" var ol­duğu bile düşünülemez.

"İnsanın", bu büyük hakikatleri bu dinin tasvir ettiği gibi bilmesi; adeta insanın yeniden doğuşudur... Bu seviyedeki bu bilgi olmadan o, ancak "hayvan" olabilir. Veya varlığı 'planlanmış bir insan’ olabilir. Fakat o, en mükem­mel şekliyle "insan" olamaz asla. Ancak bu büyük haki­katleri Kur'an'ın tasvir ettiği gibi bilirse, o vasfı kazanabi­lir..."

"Bu dehşetli ifadeler, bu milletin omuzlarına ağır bir yük bindiriyor. O lütuflara eşit bir vazife yüklüyor... Tevbeler olsun; bu milletin bütün nesiller boyunca malik ola­cağı şeyler o yüce Melikin lütuflarına nasıl eşit olabilir ki?.. Bu ancak İlahi nimete şükretmek ve onu anlamak için bir gayret ve enerji sarfetmektir... Vazifeyi idrak et­mektir... Sonra da mümkün olduğu kadar o vazifeyi yeri­ne getirmeye çalışmaktır. Mağfiret talep etmek, hata ve eksikliklerimizden vaz geçmemiz için Allah'a niyaz et­mektir.

Allah'ın bu millet için din olarak İslam'ı beğenmesi; önce seçilen bu dinin değerini idrak etmeyi, sonra da bu din üzerine doğru hareket etmek ve gücü yettiği kadar gayret göstermek, enerji sarfetmek arzusunu taşımayı icabettirir. Allah'ın kendisi için beğendiğini ihmal eden, ona seçitiği nizamdan başka nizamlar arayan insandan daha zavallı ve daha ahmak kim olabilir?

Öyleyse bu, çirkin bir kabahattir. Allah'ın kendisi için beğendiğini beğenmeyerek bu suçu irtikab eden insanın cezasız bırakılmaması ve serbest dolaştı nlmaması icab eder. Ama din olarak İslam'ı beğenmeyenleri Allah, dünyada terkediyor, yapacakları kötülükleri yapmalarına mü­saade ediyor ve onlara muayyen bir zamana kadar mühlet tanıyor... Fakat bu dini bilip anladıktan sonra onu terkeden, kendileri için Allah'ın beğendiği nizamdan başka ni­zamlar ittihaz edinen insanlara gelince... Allah onları bı­rakmaz. Katiyyen onlara mühlet vermez. Nihayet onlara yaptıklarının vebalini tattırır... Onlar, şüphesiz buna müstehaktırlar." [157]

Allah Rasulünün şahsında 632 tarihinde bu din/İslam tamamlanmıştı. Allah Rasulü (s.a.v), bir daha karşılaşmayacağı o insanlara son bir hutbesini sunmuş, bir daha cahiliyet hayatına kendisinden sonra dönmemelerini işarla istemişti. Zira o gün İslam tamamlanmış ve karşıtı olan cahiliye de tamamen yokedilmişti.

Allah Rasulü dünya sahnesinden ayrılırken takriben 120 bin kişilik hacı adayına öz olarak şunları hatırlatmış­tı: Sınıfsal ve ırksal hareketlerin İslamda yeri yoktur. İs­lam'ın nazarında herkes tarağın dişleri gibi eşittir. Bir ır­kın diğer bir ırka, bir soyun diğer bir soya, bir rengin di­ğer bir renge üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada­dır.

Yine asırlar boyu sürüp gelen ve önüne bir türlü geçil­meyen cahiliye kan davaları da kaldırılmıştır. Çünkü on­lara bir daha dönülmeyecek şekilde kesin naslar bulun­maktadır. .

Yine, insanları dünya süper güçlerine kul-köle haline getiren faiz sistemi kaldırılmış ve kesinlikle bu çirkin işe bir daha dönmemeleri istenmiştir.

Bugün olduğu gibi, geçmişte de eşya ve ticaret malı olarak alınıp satılan kadının, kamuoyunda asıl değerine ve mevkiine yükseltildiği, kıyamete kadar bu değerinin muhafazasının müslümanlara bir görev olduğu bildiril­miştir.

Öbür yandan mal, can ve namus kutsiyeti üzerinde durmuş, kanlarınız ve mallarınız Rabbinize kavuşacağınız güne kadar aranızda, bu gününüz, bu ayınız ve bu beldenizdeki kutsiyed gibi mukaddestir, hükmünü vermiştir. Ardından miras, nikah ve doğan çocuklarla ilgili bilgiler sunduktan sonra, İslam ümmetine tek kaynak olarak Kur'an-ı Mübini miras bırakmış ve yirmi üç yıllık tebliga­tını en mükemmel bir şekilde ifa ettiğine dair Allah'ı ve orada bulunan müslümanları şahid tutup, bütün mesuliye­ti omuzlarından indirerek ayrılmıştı garip dünyasından, işte alemlere rahmet olarak gönderilen o yüksek şahsiyet­li insan 632'de Rabbine böyle iltica etmişti. [158]



[157] Fizilal'il-Kur'an; c.4, s.137-143.

[158] Beşir İslamoğlu, İslami Hareketin Tarihi Seyri, Denge Yayınları, İstanbul, 1993: 143-150.