Konu Başlığı: Temel Hukuk ve İçtimai Adalet Gönderen: Ekvan üzerinde 26 Eylül 2010, 02:23:55 Temel Hukuk ve İçtimai Adalet "Allah size, emanetleri ehline vermenizi emreder. Halk arasında da hakemlik ederseniz adaletle hüküm veriniz." (En – Nisa: 58) "Ve bir kavme (zümreye) olan düşmanlığınız, sizi adaletten ayrılmağa sürüklemesin, adaleti gözetirseniz; bu iş takvaya daha yakındır." Bu âyet-i kerimeler geniş manada müslümanları ferdî ve içtimaî hususlarda adalete bağlamaktadır. Elbette ki, müslümanlara böyle bir hüküm verilince İslâmî hükümeti de bu işten muaf tutmamıştır. Hattâ, o da adalete bağlı bulunacaktır. Hele İslâmi hükümetin adalete bağlı bulunmasının daha da önemle ele alınması icabeder. Çünkü, halk arasında hüküm vermek daha ziyade hükümete düşen bir iş ve en çok onun kudretindedir. Elbette ki, hükümetin icraatında adalet olmazsa yaşayışın hiç bir sahasında adalet mefhumu diye bir şey kalamaz. Şimdi bakalım bu iş hükümeti ne dereceye kadar alakadar eder? Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem ile Dört Örnek Halifenin halk arasında hüküm vermek hususunda adaleti nasıl gözetmişler ve hangi hususları nazarı dikkate almışlardır ve adaletin tesbiti için neler yapmışlardır? 1. Veda Haccındaki meşhur hutbede, Hazreti Resulü Ekrem, sallallahu aleyhi ve sellem, İslâmî hükümetin esas usullerini ilan buyurdukları zaman bu hususla ilgili şu mühim usul üzerinde de durmuşlardı. "Elbette ki sizin kanlarınız, mallarınız ırz ve namusunuz bu günün hürmeti gibi muhteremdir." Bu ilan gereğince, İslâm ülkelerinin bütün vatandaşlarının canları, malları, ırz ve namuslarına hürmet edilmesi ve korunması için temel bir hak ortaya konmuştur. Bu hakka her hükümet dikkat etmelidir; bu hakkı gözetmek mecburiyetindedir. Bu şartları yerine getirirse bu hükümetin ismine "İslâmî Hükümet" diyebiliriz.[112] 2. Bu hürmete dikkat edilmez, ehemmiyet verilmeyip hiçe sayılırsa o zaman ne olacaktır? Bu vaziyetin de cevabını yine Hazret-i Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin mübarek lafızlarında bulacağız: "Böyle yaparlarsa kendi canlarını benden kurtarırlar, fakat İslâmın hakkı ve onların hesabı Allah'a kalır." (Buhari ve Müslim) "Elbette ki, onların canları ve malları bizce hürmetlidir, ancak bu can ve malın üzerinde hak olursa, onların hesabını görmek ise Allah'a aittir." (Buhari ve Müslim) "Herkes O'nu (Yani kelime-i tevhidi) söylerse o zaman kendi malını ve canını benden kurtarmış olur. Ancak onun hakkı ve hesabı (kalbindeki) Allaha aittir." (Buhari) Bu hadisler şu hususu beyan eder ki, İslâmî Hükümette herhangi bir vatandaşın tam bir hürriyeti vardır; malına, canına, ırz ve namusuna hürmet gösterilip tecavüz edilmeyecektir. Madem ki, İslâmî kanunlar gereğince, böyle bir vatandaşın üzerine yahut da aleyhine bir hak isbat edilmemiştir, onun bu hakları korunacak ve hürmet devam edecektir. 3. Birisinin üzerine yahut da birisinin aleyhine hak isbat edilmesi nasıl olacaktır? Bu hususu da İslâmın Peygamberi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle anlatmışlardır: "Sana iki hasım gelirse, birincisinin iddiasını dinlediğin gibi ikincisinin de iddia (veya müdafaasını) dinlemeden aralarında hüküm verme." (Ebu Davud, Tirmizî, Ahmed) Hazreti Ömer radiyallahu anha ait bir dava görme vakası(hadisesini) şu şekilde nakledilmiştir: "İslâmda hiçbir kimse, adalet (hakkında bir hüküm) olmadan tutuklanamaz. (Muvatta) Bu vakanın açıklamasını Muvattâ şöyle anlatıyor: Buradan anlaşılıyor ki, o zaman Irak'ın yeni fethedilmiş ülkelerinde, bazıları yalan yere jurnalcilik(ihbar) ederek, ihtilafları yahut da bir garazları olan kimseleri yakalatmaya çalışıyorlardı. Şikâyetler Hazret-i Ömer Radiyallahu anha intikal ettirildi. O zaman bu mesele hakkında hüküm vererek yukardaki cümleyi buyurdular: Bu cümlede kullanılan "adalet" demek, "bildiğimiz adaletin kanunî hükmü: (Due processe of law) demektir. Yani bir kimse için isnat edilen suç ispat edilmiş olup açık bir şekilde karara bağlanmış olacaktır. Böyle bir karar olmaksızın İslâm'da herhangi bir kimse tutuklanamaz ve tevkif edilemez. 4. Hazret-i Ali Radiyallahu anhın hilâfeti devrinde bazıları hükümeti meşru tanımak için hazır değillerdi. O zaman Zat-ı Hilafetpenahileri, onlara şöyle yazdı: "Bulunduğunuz yerde kalınız ve bizimle sizin aranızda kan dökülmesin. Yolları da kapamayınız. Kimseye de zulmetmeyiniz. Böyle yapmazsanız o zaman sizinle savaşa gireceğim." (Neyl El - Evtâr). Yani siz istediğiniz gibi düşünebilirsiniz. Sizin fikriniz ve düşüncenizle bizim işimiz yok. Elbette ki, siz bu düşünceniz yüzünden hükümete karşı koymamalısınız. Şayet hükümete karşı baltalama hareketlerine girişirseniz, o zaman sizin karşınıza çıkılacaktır. Bu gayet sarih olaylardan sonra, acaba islâm düşüncesine göre, adaletin bu vaziyette dahi icrâi kuvvetler tarafından nazarı itibara alınmamış olduğuna dair bir şüphe kalır mı? İcrâî kuvvetlere, adaletin kanunî hükmü olmadan istediği kimseyi tutuklamak, yahut da istediği kimseyi tevkif edip veya istediği kimseyi şehir dışına veya memleket haricine sürgüne göndermek, istediğinin dilini, ağzını kapatmak ve arzu ettiği fikri açıklamaktan menetmek yetkileri tanınmamıştır. Hükümetlerin çoğunun nizamlarında bulunan böyle yetkiler hiçbir zaman ve hiçbir vakit İslâmî hükümetin nizamında olmamıştır ve olamaz. Ve şimdi, "Halk Arasında Adaleti Gözetme" mefhumundan ikinci bir manayı da yine İslâmın istinatlı rivayetlerinden ve haberlerinden anlıyoruz ki, îslâmda devletin başkanı, hükümetin reisi, umum valiler ve bunların benzerleri, en yüksek kumandanlar, hüküm sahipleri ve buyruk buyuranlar ile umum halk efradının hepsi bir kanun ve bir adalet nizamına tabidirler. Kimsenin kimseye, her ne şekilde olursa olsun, hiçbir kanunî imtiyazı ve üstünlüğü yoktur. Hiç bir kimse için de hususî bir adalet mercii bulunamaz. Yine hiçbir kimse, ne şekilde olursa olsun, kanun karşısında istisnaya tabi tutulamaz. Hattâ Resul-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem son çağlarında, kendi kendileri için şu şekilde beyan buyurdular: "Her kimin benim aleyhime bir iddiası varsa gelsin hakkını ispat edip alsın gitsin." Hazret-i Ömer Radiyallahu Taalâ anh da ileri gelen bir ülke valisini (Cebele îbn-i Heysem el-Gassânî) bir bedeli için kısasa çekti. Hazret-i Amr İbn-i As, Hazret-i Ömer Radiyallahu Taalâ anh'den valileri için dokunulmazlık hakkı isteyince, Hazret-i Ömer, "Böyle bir şey olamaz" diye kabul etmedi. Bununla da yetmiyerek, halka şu ilânı yaptırdı: "Her kimin herhangi bir validen şikâyeti varsa, bu şikâyetlerini gelip açığa vursun. Tâ ki, adalet tecelli etsin." "Onların mallarının üzerinde fakirlerin ve yoksulların da hakkı vardır." (Ez-Zariyat, 19). "Onların mallarından bir sadaka al, bununla onları pâk kıl, temizle ve kendileri hakkında da hayır dua et." (Et-Tevbe: 103). İşte, Allah onlara sadakayı farz kılmıştır. Zenginlerinden alınır, fakirlerine verilir." (Buharî ve Müslim) "Koruyucusu bulunmayan kimsenin koruyucusu hükümettir." (Ebu Davud, Tırmizi, Müsned-i Ahmed, Darimî) "Her kim ölüp, üzerinde bir borç kalıp da mal bırakmamış olursa, onun bu borcunu karşılamak bana aittir; malı varsa mirasçılarına aittir." Başka bir rivayette de: "Her kim bir borç bırakır ve ödiyemiyecek durumda olursa benim yanıma gelmeli, ben onun koruyucusuyum. Her kim bir mal bırakırsa, bu mal onun mirascılarına aittir. Hiç bir şey bırakmayıp da borçlu giderse bize aittir." (Buharî ve Müslim) "Mirasçısı olmayanın mirasçısı benimdir. Onun borçlarını öder ve mirasını alırım." (Ebu Davud) Bu âyetlerden ve hadislerden açıkça anlaşılıyor ki, İslâmî Hükümetin vazifelerinin en mühimlerinden biri de zekât işinin tanzimidir. Bu hükümetin, mesuliyetleri arasında bir mesuliyet de şudur ki, kendi ülkesi dahilindeki bütün halkın geçim vasıtalarını sağlasın; yardıma muhtaç olanlara yardım etsin ve âciz bulunanların geçimlerini temin etsin. Bunlar, Kitapta ve Sünnette karşılaştığımız en büyük hükümlerdir. Kur'an-ı Kerimde ve Hadis-i Şerifte Anayasa meselelerine ait daha bir çok hükümler varsa da bunların Anayasaya aidiyetleri az olduklarından biz de onların hepsini burada beyan etmedik. Şimdi, herkes Anayasa denilen kanuna bir parça aşina olsaydı, bizim ileri sürdüğümüz bu âyetlere ve hadislere bakarak, bunlarda İslâmî Anayasanın esas temellerinin mevcut olup olmadığını görecektir. Eğer herhangi bir kimse çıkıp da boş iddia yerine, doğrudan doğruya, ilmi istidlal ile, bu ahkâmda Anayasa ile alâkalı bir şey yoktur diyebilir ve bunu ispat edebilirse, biz de o zaman deriz ki, Anayasa hangi temel meseleler üzerine (Teferruat değil esas meseleler) kurulabilir ki, bu meseleleri Kitap ve Sünnette görmek mümkün olmasın? Kitap ve Sünnet bunlar hakkında bizi hidayet kılmamış bulunsun? O zaman elbette ki, bu kimseye bizi aydınlatabildiğinden dolayı minnettar olacağız. Yok eğer bizim yukarıda bahsettiğimiz meselelerin Anayasaya ait olmadığını ispat edemezse ve; "Böyle meseleler Kur'an ve Hadisin taliminin (öğretisinin) aydınlığında bulunmamaktadır." Diyemezse, o zaman — münafık olmayan temiz kimseler gibi — iki doğru yoldan birisinde yürüyecektir. Ya doğrudan doğruya bu hükümleri kabul edecek ve memleketin Anayasasını bunun üzerinde kuracak, diğer hususları da münasip bulacaktır. Yahut da doğrudan doğruya ve açıkça; "Biz Kur'ana da inanmıyoruz, Sünnete de; bizim iman ettiğimiz şey, bildiğimiz şu demokrasi denilen nesnedir. Kendimize isveyi hasene (en güzel örnek) olarak Amerika veya ingiltere yahut da Hindistan Anayasalarını kabul ediyoruz" Diye söylemeleri gerekir. İşte, bu iki yoldan birini tutmaları icabeder. Bu ancak temiz insanlara yakışan bir harekettir. Kaldı ki, bizim karşımızdaki yol yarıya gelmiş, güneş de karşımızdaki yolu aydınlatmıştır. Böyle bir aydınlıkta bir kimse nasıl olur da; "Ben bu karanlık yolda gidemiyorum." Diyebilir? O zaman, acaba halk bu koca yalanı yutar mı yutmaz mı bilemeyiz? Eğer bu, sırf bir şeref kurtarmak meselesi için ise, bu yalanın sahibine ne söylenebilir ki...? |