Konu Başlığı: Şura Meclisinin Teşekkülü Gönderen: Ekvan üzerinde 27 Eylül 2010, 04:18:28 Şura Meclisinin Teşekkülü Emirin (Hükümet başkanının) seçiminden sonra ikinci, mühim mesele de "Ehl ül - hal ve'l-akd" i yani (Şûra Meclisinin erkânını) seçmek meselesidir. Acaba kimler bu meclise seçilecek, nasıl seçilecekler ve kaç kişi seçileceklerdir? Dikkatsiz ve incelemeden değerlendirmelerde bulunanlar bu hususta şöyle düşünmüşlerdir: Hülefa-i Raşidin devrinde Şûra Meclisinin azaları umumî seçim usulü ile (General Elections) seçilmemişlerdir. İslâmda müşavere heyeti için muayyen bir kaide yoktur. Belki bu mesele zamanın halifesinin uygun gördüğü şekilde olmuş ve istediği kimseyi çağırıp müşavere etmiştir. Fakat böyle düşünmek, bu zamanın meseleleri ile, o zamanın meselelerini aynı şekilde değerlendirmek ve aynı şekilde görmekten ileri geliyor. Halbuki bu gibiler, o zamanın meselelerini, o zamanın şartlarına göre gözönünde bulundursalardı bu işin ne şekilde olduğunu ve bu hususta da nasıl çalışıldığını anlarlardı. İslâm, Mekkeyi Mükerremede, bir hareket olarak ortaya çıktı. Hareketin karekteri şöyle idi: İlk defa İslama "Lebbeyk" deyip de sarılanlar İslâmî hareketin liderinin arkadaşı, dostu, işlerde yardımcısı, müşaviri ve çalışan eli kolu mahiyetinde olmuşlardı. Nitekim, islâm'da bunlara "Sabıkıyn-i evvelin" denerek, tabiî bir şekilde Hazreti Nebî Sallallahü aleyhi ve sellemin arkadaşları ve müşavirleri diye kararlaştırılmışlardır. Hak Taalâ tarafından sarahatle hüküm gelmemiş olan mevzularda, Zatı Saadetleri de bu zevat ile her zaman müşaverede bulunmuşlardır. Daha sonra, bu harekete yeni yeni kişilerde katıldılar. Bu defa muhalifler işe girişerek, bu hareketi baltalamaya koyuldular Berikiler de onların karşısında çalıştılar. Bunlar yaptıkları hizmetlerde, fedakârlığa katlanan, dirayet ve basiret sahibi kimseler olmakla seçkin bir cemaat idiler. Bunlar, o zaman seçimlerle ve oylarla iş başına getirilmiş kimselerden değillerdi. Bunlar denemeler ve tecrübeler üzerinde kendiliklerinden müşavir olmuş kimselerdi ki, böyle olması elbette ki, seçim (Election) den daha doğrudur. Mekkeden hicret edilmeden önce durum böyle idi. O zaman Zat-ı Risaletpenahilerinin etrafında iki çeşit müşavir bulunuyordu. Birinciler Sabikin-i Evvelin yani ilk müslümanlar, ikinciler de sonradan İslâm dairesine intisap etmiş bulunanlar arasındaki, bilgili, dirayetli, tecrübe sahibi ve elinden iş gelen kimselerdi. Bu iki zümrenin mensupları öyle kimselerdi ki, bu zevata bütün müslümanlar, Peygamberi Ekrem Sallallahu aleyhi ve sellem'e itimat ettikleri gibi güven duyarlardı. Bundan sonra meşhur hicret hadisesi vuku buldu. Bu hadisenin başlangıcı da şöyle oldu: Hicretten iki buçuk yıl önce, Medine halkının ileri gelen şahsiyetlerinden bir kaç zat, İslâmı kabul etmişti. Bu kimseler nüfuz sahibi olduklarından İslâmı Evs ve Hazrec kabile halkına da yaymış bulunuyorlardı. Bu defa Medine halkının daveti üzerine Zat-ı Saadetleri ve diğer muhacirin kendi yer ve yurtlarını bırakarak Medineye gittiler. Orada bu İslâm hareketi bir siyasî nizam şeklini aldı. Ve zamanla bir hükümet haline geldi. Şu da ayrı ve mühim bir meseledir ki, Medinede İslâm, bu gibi zevatın sayesinde yayılıp her tarafa sirayet edince, bu kimseler de yeni içtimaî ve siyasî nizam için ayrı ayrı yerlerin liderleri şekline geldi. Onların makamları da şu oldu ki, Zat-ı Saadetlerinin müşavere meclisinde Sabıkıyn-i Evvelin ve Muhacirin'in tecrübeli ve ileri gelenleri ile aynı ölçüde gözönünde bulunduruldu. Ve müşavere heyetinin evvelki iki unsuruna bir üçüncü unsur daha ilâve edildi. Bu zevat yani "Ansar": yardımcılar yine fıtrî ve tabiî bir şekilde seçilmişlerdi. Bunlar da müslümanlar tarafından itimad edilir ve güvenilir kimselerdi. Nitekim, bunlar öyle güvenilir kimseler oldular ki, zamanımızda ki gibi bir seçim usulü ortada olsaydı ve bunlar da oylamaya göre seçilmek isteselerdi muhakkak seçilirlerdi. Sonra medenî yaşayış başladı. Müşavere edilecekler de kendiliklerinden iki zümreye ayrılmış oldular. Birinci zümre, sekiz on sene kadar siyasî, askerî ve tebliği (İslâmı tanıtma ve yayma) işlerinde çalışmış bulunan tecrübe sahipleri ve iş bilen kimselerdi. Halk da bunların bilgi ve iş başarma kabiliyetlerine güvenir ve her meselede onların fikirlerine itimat ederlerdi. İkinci zümre ise, Kur'an-ı Kerim anlayışında, dinî bilgi hususunda ve fıkıhta şöhret kazanmış kimselerdi. Bunlar da yine halk tarafından güvenilir ve itimat edilir zevat idiler. Hattâ Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemden sonra halk bu zevatın din ilmi hakkında en fazla bilgi sahibi olduklarına kani idiler. Hattâ bazan Zat-ı Risaletpenahileri, kendileri de "Kur'an-ı Kerimi filan kimseden öğreniniz" diye tavsiyede bulunmakla, bu zevatın Kur'ana olan vukuflarını tasdik buyurmuşlardır. İşte bu iki ayrı hususiyet taşıyan zümrelerin ikisi de birlikte o zamanki Şûra Meclisine tabiî bir şekilde kendiliklerinden seçilip gelmişlerdi. Ve bu meclisin azaları olarak meclisi teşekkül ettirmişlerdi. Bunlardan hiç birisinin, bugünkü alelade seçim usulü ile seçilmelerine ihtiyaç kalmamıştı. Herhâlde bildiğimiz bugünkü seçit usulü ile rey toplayarak seçilmek lazım gelseydi, o zamanın müslümanları elbette ki, bu zevattan başka kimseyi de seçmiyeceklerdi. İşte bu suretle Zat-ı Saadetlerinin devrinde Şûra Meclisi teşekkül etmiş oldu. Bu meclis, Hülefa-i Raşidirn devrinde de müşavere meclisi olarak devam edegeldi. Bunlar Düsturî hususlarda (Kanunlara esas olacak meselelerde) titizlikle duruyorlardı. Daha sonra bunlar, başkalarını da yetiştirdiler. Yeni yetişenlerin içinde dirayetlerine ve bilgilerine güvenilir bulunanları yeniden muşavere meclis'ne getirdiler. Bu cemaat, kendilerine "Ehl ül - hal ve'l - akd" denilen cemaat efradıdırlar. Bu ıstılahını manası da (çözmek ve düğümlemek: Yani meseleleri hail etmek ve hükme bağlamak) demektir. Hülefa da bu zevat ile müşavere etmeden hiç bir mühim meselede kararl vermezlerdi, işte bunların yaptıkları ve yapacakları işlerin kanunî olma hususiyetinin ölçüsünü şuradan anlayabiliriz ki, Hazreti Osman Radiyallahu Taalâ anh'ın şehal detinden sonra, Sahabilerden bir kaçı Hazret-i Ali Radiyallahü Taalâ anh'ın evine toplanmış ve kendisinden halifeliği kabul etmesini istedikleri zaman, Hazret-i Ali Radiyallahu anh onlara şu cevabı vermişti Bu iş size düşmez. Bu ancak şûra ehlinin ve Bedr ehlinin yapacakları iştir. Şûra ehli ve Bedr ehli kimin halifeliğine rıza gösterirse, halife o olacaktır. Toplanalım da bu meseleyi görüşelim."[96] Bu cümlelerden açık olarak anlaşılır ki, "Ehl-ül-hal ve'l - akd" o zaman muayyen bir kaç kimseden ibaret idi. Bu zevat daha önceden de bu duruma sahip bulunan kimselerdi. Milletin mühim meselelerinde karar vermeğe salahiyetli ve ehliyetli kişiler idiler. Buna göre şöyle düşünmemek icap eder: Zamanın halifesi bu gibi zevatı keyfi istediği gibi tayin etmiştir. Yahut da kendisi seçmiştir. İstediği zaman bunları çağırıp müşavere eder, istediği zaman da çağırmaz. Fakat burası da bilinmiyor ki, o zamanki "Ehl - ül - hal ve'l - akd" yahut da Şûra Meclisi, kimlerden teşek-kül etmişti. Ve milletin meselelerinin hangi hususları kimlere sorulurdu ve kimler bu meselelerde fikir beyan etmek salahiyetine haiz idiler?[97] Hülefa-i Raşidinin teamülleri de Resulü Ekrem örneğinden alınmıştır. Emir için, herkes müşavir olamazdı. Emir de kendi keyfinin istediğini bu işlerde müşavir seçemez ve tayin edemezdi. Belki bu işe getirilmiş olan zevat, umum müslümanlar tarafından itimad edilir kimseler idiler. Müslümanlar bu seçkin zümrenin iyi niyetlerine, bilgi ve ehliyetlerine tam manasiyle güven duyuyorlardı. Devletin ve devletin başında bulunanların da bunlarla müşavere ederek verdikleri kararlar öyle bir karar oldu ki, halk bu kararları can ve gönülden kabul ederdi. Çünkü kendilerine inanırlardı. Hükümetin verdiği kararların tatbikatında halk yardımcı dahi olurdu. Şimdi bir de şu soru kalıyor: Halkın itimadını kazanmış bulunan kimselerin hangi vasıfta olmaları lâzım geliyor? Bu da nereden belli olacaktır? Şimdi şu da malumdur ki, islâmın başlangıcında bu gibi zevatın vasıflan kendiliğinden belli idi. Bugün o vasıflar mevcud değil ve o şartlar da ortada yoktur. Ve o zaman medeni durumlarda bir hayli engelller vardı ki, bugün o engelller ortadan kalkmıştır. Bunun için biz, bugünün hal ve vaziyetinin iktizasına göre, herhangi bir şekilde, mümkün olan ve gayri meşru olmayan bir yol ile bu gibi zevatı araştırıp bulup seçebiliriz. Cumhurî kavmin yani (Millet efradının kalabalık çoğunluğu) nun güvenini kimler kazanmıştır diyebilebiliriz. Ve bunları iş başına getirebiliriz. Zamanımızda dahi mevcut bulunan seçim şekillerinden birini tatbik edebiliriz. Ancak şu şartla ki, bu seçim şekli öyle bir vaziyet alsın ki, işin esas gayesi ortadan kalkmış olmasın, |