๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslamda Hükümet => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 20 Eylül 2010, 23:47:11



Konu Başlığı: Savaş Ve Barış Usulü
Gönderen: Ekvan üzerinde 20 Eylül 2010, 23:47:11
MÜDAFAA, SAVAŞ VE BARIŞ USULÜ


İslâmî hükümet her bakımdan sağlam bir temel üze­rine bir kaideye ve bir esasa istinat ederek kurulur. As­kerî, içtimaî ve iktisadî işler de aynı şekilde köklü usullere dayanır. Bu büyük mesuliyetlerin hakkı verilmeksizin ve müdafaa kuvvetleri hazırlamaksızın İslâmî hükümetin hakkı verilemez.

 A. "Siz de onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet, atları hazırlayın ki, Allah'ın ve sizin düşmanlarınız ve sizin bilmediğiniz ve sadece Allahın bildiği diğer düş­manlarınız da yılsınlar. (Korksunlar)."

(Enfal: 60).

Bu âyet-i kerimeden şu nokta anlaşılıyor ki, Müslü­manların her zaman harp malzemesi ve müstakil bir ordu, (Standing army) hazır kuvvetler bulundurması la­zımdır ki, ansızın, saldıran bir düşman kuvvetine karşı, karşılık verme imkânı olsun. Silah toplamak, harp mal­zemesi hazırlamak ve bunları en mükemmel bir şekilde tedarik etmek ve düşmanlara karşı koyacak bir durumda hazır bulundurmak icap eder.

"Her kim Allah'a ve O'nun Resulüne karşı harp açarsa, yeryüzünde de fesat çıkarmaya kalkarsa onun cezası ya öldürülmek, ya asılmak yahut da eli ve ayakları kesilecek yahut da memleketten sürüleceklerdir. İşte bu onlar için dünyada bir alçaklık ve horluk olduğu gibi, ahirette de kendilerine büyük azap vardır."

(Maide: 33)

Ayet-i kerimenin metninde "Arz" yani yeryüzü diye bahsedilmektedir. Buradaki yeryüzünden maksat bildiği­miz "kürre-i arz" değil, alelade bir memleket ve bir ülke­dir. İslâmî hükümette, emniyet ve asayişi temin etmek mesuliyetini üzerine almış bulunanlar, Allah ve Resulüne karşı harp açan kimseleri âyet-i kerimede bildirildiği gibi cezalandırırlar. Allah ve Resulüne harp açmak ise, sahih olarak kurulmuş, meşru İslâm hükümetine karşı harp açmak demektir. Allah Taalânın rızası böyle bir nizamın bulunmasıdır. Resulünü de bunun için göndermiştir ki, yeryüzünde örnek, salih ve doğru bir nizam kaim kılınsın. Bu nizam altında yeryüzünde bulunan ne var ne yoksa hepsi, yani insan, hayvan, ağaç ve her şey emniyet içinde kalsın. Bütün bunların emniyet içinde olması insan fıtratının kemal derecesine ulaşması demektir. Ancak bu sayede insan ilerleyip yükselebilir. Ve bunlar olmaksızın ortalık fesat ve berbatlıkla sarılmış olur.

Yeryüzünde böyle bir nizam kurulduktan sonra, bu nizamı bozmak, dağıtmak için yeltenmek, en ufak ölçüde de olsa, adam öldürmeye, yağmacılığa, yol kesmeye, adam soy­maya ve her türlü fenalığa doğru yol açar, Ni­hayet bu işler gelişerek, örnek nizamın altından girip üs­tünden çıkar ve işte hakikatte bu iş Allah ve O'nun Re­sulüne karşı harp açmak demektir.

Hindistan Ceza Kanununda da, her kim İngiltere hü­kümetinin Hindistandaki hâkimiyetine karşı gelirse ve böyle bir işe teşebbüs ederse "Krala: ingiltere kralı" na karşı harp açmıştır deniyor." (Waging War Against The King) Bu gibi suçlulara çeşit çeşit cezalar veriliyordu. İsterse bu savaş açmak, ıssız bucaksız, memleketin ücra bir köşesinde, alelade bir askere karşı gelinmek suretiyle olsun. Yine de krala harp açılmış sayılır.

Bu âyet-i kerimede muhtelif cezalar, sıra ile tertiple­nip beyan edilmiştir. Bunun üzerine zamanın kadısı (hâ­kim) yahut da imam kendi içtihadını kullanarak, cürüm derecesine bakarak, yukarıda bildirilen cezaların birisi ile mücrimi cezalandırır. Asıl mesele şuradadır ki, böyle bir kimseyi İslâmi devletin ülkesinde barındırmak, İslâmî nizamı alt, üst etmek yolunu tuttuğundan en fena cürüm olur. Cezaların da en son haddi, o kimseyi memleketten uzağa sürmektir.

 

C. "Ne Allah'a ne de ahiret gününe iman etmeyen­lerle, Allah'ın ve O'nun Resulünün haram kıldığı şeyleri haram bilmeyenler ve hak dini kabul etmeyenler ve ken­dilerine kitab verilmiş bulunan kimselerden de cizye ver­meyenler cizyeyi elleriyle getirip verinceye kadar ve bo­yun bükünceye (kendilerini küçük görünceye) kadar sa­vaşınız."

(Tevbe: 29).

Burada savaşmak, o kimselerledir ki, bunlar Şeriati kendi yaşayışlarında kanun olarak kabul etmezler. Alla­hın Resulü vasıtasiyle göndermiş olduğu şeriata bağlan­mazlar.

Savaşın son haddi, onların iman yolunu tutmalara ve Hak dine tabi olmaları değildir. Belki savaşın son haddi, bu zümrenin dik kafalılık etmekten vaz geçmeleridir. Kendilerinin kuvvet sahibi olmadıklarını kabul ettikleri zaman; yeryüzünde hâkim bulunmak iddiasından vaz geçtikleri takdirde; "Hâkim nizamın hak dini tabilerinin olduğunu" teslime yanaşırlarsa; Hak dinin tabilerine bo­yun bükerlerse ve Hak dinine sâlik olanların hükmünü kabul ederlerse elbette ki, savaş sona erer.

Cizye denilen şey zimmîlerin korunması için İslâmî hükümete verilen bir bedel ve karşılıktır. Burada bir işaret daha vardır. Bu güruh, İslâmî hükümetin emrine tabi ol­duklarını bildirmek için kendi elleriyle cizyeyi getirip vere­ceklerdir. Yani doğrudan doğruya itaat ettiklerini bildire­ceklerdir. Kendilerini küçük görecek ve büyüklük tasla­mayacaklardır. Bundan maksad şudur: Onlar yeryüzünde büyük değillerdir. Büyük olanlar, Ehl-i İmandır ki, hilafet-i ilahiye farzını ifa ederler.

Başlangıçta bu hüküm Yahudilerle Hıristiyanlara aitti. Fakat zaman ilerleyince İslâm dairesi genişleyince Haz­ret-i Resulü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Mecusî­leri (İranlı Zerdüştîleri) de bu hükme dahil edip onlardan da cizye alarak zimmî kılmıştır. O'ndan sonra sahabeyi kiram ittifak ile bütün Arabistan ülkesinin haricindeki gayrı müslimleri ve diğer gayrı - muslim milletleri de bu hüküm altında topladılar.

Bu cizye öyle bir şeydir ki, bu hususta büyük mese­leler çıktığı halde on dokuzuncu milâdî asırda, müslümanların siyasî durumu bozuluncaya kadar müslümanlara dendi. Bu tarihten sonra yine de bazı yer­lerde devam edegeldi. Gayrı - müslimlerin rahatlarının temini için istekle kendileri tarafından verildi. Fakat Allah­'ın dini o kadar yüksek ki, Allah'a karşı gelenlerin boyun büktüğünün işareti olarak kendi elleriyle cizyelerini getirip vermeleri şart konmuştur. Açık ve doğru mesele de bu­radadır ki, Allah'ın dinini kabul etmek istemeyenler, kendi tuttukları yol hakkında zorlanamazlar. Ancak kendilerine şu hak da verilmez ki, Allah'ın yeryüzünde, iktidarı ele geçirip buyruk sahibi olsunlar. Dünya hâkimiyetine doğru giderek, içtimaî nizamı bozup kendilerine mahsus fâsid nizamı kursunlar. Nerede bu iş baş gösterirse, fesat çı­kar, o zaman ehl-i imana da savaşmak düşer. Onlarla savaşılacak ve itaata getirileceklerdir. İtaata gelmenin işareti de işte bu cizyedir.

Şimdi şöyle bir sual üzerinde duralını. "Madem ki, bu cizye o kadar önemli bir şey değildir, öyleyse niçin bunun üzerinde bu kadar ehemmiyetle duruluyor" diye sorul­maktadır. Bu sualin cevabı şudur: Bu usul, gayri müslimlerin serbest bırakıldıklarının bedelidir.

Yani İslâmî iktidarın hüküm sürdüğü bir ülkede, kendi sapık yollarında yürüyebilmek için bu parayı öderler. Cizye ödemekle serbestliklerini satın alırlar. Hak ve hu­kukları da teminat altına alınmış olur. Bunun bir faydası da şudur: Zimmîlerin, her sene cizyeyi Ödedikleri zaman, Allah yolunda zekât vermek şerefinden mahrum oldukla­rını hatırlarlar. Bu şeref yerine sapık yolda yürümekte­dirler. Belki, zekât vermekten mahrum olmanın kendileri için bir talihsizlik olduğunu düşünürler.

 

D. "Ancak kendilerini ele geçirip, onları baskı altına almadan önce tevbe ederlerse (bir şey yapmayınız) Bili­niz ki, Allah afv edici ve merhamet sahibidir."

(Maide: 34).

Yani eğer ortalığı karıştırmaktan ve fesat çıkarmak­tan vaz geçer de tevbe eder ve doğru nizamı alt üst et­mek için uğraşmayı bırakırlarsa ve bundan sonra yapa­cakları işleriyle doğruluğa yönelecekleri ve fesattan vaz geçecekleri sabit olursa, onlar af edilir ve eski yaptıkları­nın cezasını da çekmezler. Yukarıda bahsettiğimiz hu­susta elbette ki, insanların hususî hakları söz konusu değildir. Hususî haklar ortadan kalkmaz. Meselâ onlar herhangi bir kimseyi öldürmüş iseler, yahut da herhangi bir malı çalmışlarsa ve yahut da bir kimsenin canına veya malına kasdetmiş ve bir zarar vermişlerse, kanun gere­ğince, bu cürümlerin hesabı sorulur. Fakat ayaklanma, baş kaldırma, itaatsizlik, Allah'a ve Resulüne karşı gelme hususları afv edilir; bunlardan dolaya ceza görmezler.[289]

İçtimaî, Muaşereti, Siyasi Eğitim ve Öğretim hak­kında Umumî Usul:

 

A.Ve senin Rabbın karar verdi ki:

1) "Mahza kendisinden başka kimseye ibadet etme­yesiniz."

2) "Ana babaya iyilikte (bulunasınız). Olur ki, onlar­dan biri yahut da ikisi sizin yanınızda yaşlanırlar. Onlara "uf" demeyiniz. Onları azarlamayınız. Tatlı söz söyleyi­niz. Merhametle, yumuşaklıkla onların karşısında eğilin. Ya Rabbî onlara rahmeteyle diye dua ediniz. Nitekim onlar da bana küçük iken baktılar. Sizin Rabbınız sizin içinizdekini daha iyi bilir. Eğer siz salih kimse iseniz, el­bette ki, o da kendine dönüp gelenleri af eder.

3) "Akrabaya da, yoksula da, yolda kalmışlara da hakkını ver."

4) "Fakat israfla saçıp savurma. Elbetteki saçıp sa­vuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı nankördü."

5) "Rabbinden beklediğin rahmeti istemek için ken­dilerinden yüz çevirirsen, yine onlara yumuşak söz söyle."

6) "Ellerini boynuna kenetleme, fakat büsbütün de açıp germe. Sonra melamete uğrar üzülür kalırsın. El­bette ki, senin Rabbın istediğinin rızkını genişletir veya azaltır. Elbette ki, o kullarından haberdar ve görücüdür."

7) "Geçim sıkıntısı korkusundan da evladınızı öldür­meyesiniz. Biz onlara da size de rızkınızı veririz. Elbette ki, onların katli çok büyük bir günahtır."

8 ) "Zinaya da yaklaşma, işte bu bir açık hayasızlık ve kötü bir yoldur."

9) "Allah'ın haram kıldığı bir nefsi de öldürmeyin. An­cak hak ile ola. Her kim zulüm görerek öldürülürse biz onun sahibine (kısas için) salahiyet verdik. Ancak onlar da öldürme işinde ölçüyü kaçırmasınlar. Çünkü o yardım görür."

10) "Yetimin malına da (olgunluk çağına gelinceye kadar) yaklaşmayınız. Ancak iyi bir şekilde."

11) "Ahdinize de vefa ediniz. Şüphesiz ki ahit so­rumluluktur."

12) "Ölçüyü tam olarak ölçün. Tarttığınız zaman da doğru tartın. Bu sizin için iyi ve hem de akibeti daha da güzeldir."

13) "Bilmediğin şey üzerinde de durma. Elbette ki, kulak, göz ve kalb, bunların hepsi de mesul olur."

14) "Yeryüzünde yürürken böbürlenerek yürüme. El­bette ki, sen ne yeri yarabilirsin, ne de dağların boyuna ulaşabilirsin. Bunların hepsi de fenadır ve Rabbinin in­dinde de kötüdür. (Hoşa gitmez şeylerdir). Bunlar senin Rabbinin sana vahyettiği, gönderdiği hikmettir."

Burada çok büyük esasa ait usuller ortaya konul­muştur ki, İslâm bu prensipleri insanî yaşayış nizamını kaim kılmak için vaz'etmiştir. Zahiren bunlar Nebi Sallalahu Aleyhi ve Sellem'in doktrinidir. Mekke devri bitip de Medineye geldiği zaman bildirilmiştir. Çünkü o zaman dünyaya yeni bir nizam, yeni bir yaşayış, yeni bir İslâmî muaşeret usulü, yeni bir hükümet esası koyacaktı. Fikre, ahlaka, medenî yaşayışa ve iktisadî sisteme isti­kamet veren yepyeni kanunî usuller vaz edilecekti.

Bu arada Sûre-i En'âm'ın 19 uncu rükûuna ve onun haşiyelerine göz gezdirmek de faydalıdır.

1. Burada mesele, yalnız Allah'tan başka kimseye ibadet etmemekle bitmiyordu. İstenen doğrudan doğruya şu idi: Yalnız O'na kul olacaksın. Başka kimseye boyun bükmeyeceksiniz. Kayıtsız şartsız itaat yalnız O'nadır. Başka kimseye ibadet yoktur. O'nun hükmünü yegâne hüküm bileceksin. O'nun kanununu, kanun olduğunu kabul edeceksin. Ondan başka kimsenin hâkimiyetini de kabul etmiyeceksin. Bu usul sadece dinî bir akide ve inanç değildir. Bunlar, bütün bir ahlak, medeniyet ve si­yaset nizamının temel taşıdır ki, Nebiyi Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem amelî olarak tahakkuk ettirmiş ve kaim kılmıştır.

O zaman bunlar bu binanın nazarî tarifi ve planı idi­ler. Allah Taalâ Celle Şanühü Malik ül - mülk ve Hâkimi A'lâ olarak mülküne Şeriat kanununu göndermişti.

2. Bu âyet-i kerimede bildiriliyor ki, Allah Taalâ'dan sonra hukuk bakımından en nnde gelen insanın kendi ana babasıdır. Evlâd, ana babaya itaat edecek, hizmet edecek ve edeb hakkını gözetecektir. Muaşereti ve içti­maî ahlak, evladın ana ve babasına alâkasız kalmama­sını icap ettiriyor. Onlara karşı iyilikte bulunsunlar ve kendilerine hürmet etsinler. Yaşlı zamanlarında hizmette kusur etmesinler. Nitekim onlar, evlâtlarını en küçük yaştan itibaren her türlü ihtiyaçlarını görerek yetiştirmiş­ler, nice nice sıkıntılarını çekmişler ve nazlarına katlan­mışlardır. Bu âyet sadece bir tavsiye, bir öğüt değildir. Belki bu esas üzerine, ana - babanın şerî hukuku bura­dan ortaya çıkmaktadır. Bu hukukun tafsilini ve teferrua­tını da Hadisi Şeriflerden elde ediyoruz. Ve yine İslâmî muaşeret usulü, ahlak ve terbiye kaidelerine göre, ana - babanın hak ve hukukunu gözetir. Müslümanların me­denî hayatı bu âdâb ve erkânı düzenlemiştir. İslâm, bu gibi prensipleri daimî olarak gözönünde tutmuş, İslâmî hükümetin kanunlarında ve nizamlarında, eğitim ve öğre­tim sisteminde ailevî ve idarî mevzularda bu hususları titizlikle ve bir disiplin altında muhafazasına çalışılmıştır. Bunları katiyen ihmâl etmemiştir.

3 - 5. Bu üç hükümden de şunlar anlaşılıyor: insanın kazandığı ve kendi elinde bulunan servet sadece kendi­sine ait değildir. Belki insan kendi ihtiyaçlarını ölçülü bir şekilde gördükten sonra diğerlerinin de haklarını ödeme­lidir. Kendi akrabalarının, yakınlarının, konu komşusunun ve hatta başka ihtiyaç sahiplerinin yanı başında cemiyet içindeki öbür insanlar için de muaşeret adabının usul ve kaideleri de bulunuyor. Aynı zamanda bütün içtimaî deği­şiklikler gösteriliyor. Cömertlik, dert ortaklığı, yardım­laşma ruhu teşvik edilmektedir.

Hatta o zaman halk, kendi kendiliklerinden -hukuk kanunları bir tarafa dursun- yukarda bahsedilen usullere bağlanıyordu. Bu ahlâkî hakları eda etmek için kanun onları zorlamıyordu. Fakat onlar bu şekildeki hareketleri içten gelen bir şevkle yapıyorlardı.

6. "Ellerini boynuna kenetleme" den maksat ise, is­tişare yolu ile cimrilik etmemektir. "Büsbütün de açık germek" de israf ve saçıp savurmaktır. 4 numara ile 6 numaradaki fıkralar, açıktan açığa şunu emrediyor ki, halk ölçülü olma yolunu tutmalıdır. Ne cimri olup servetin devri daimine mani olmalıdır, ne de saçıp savurup kendi geçimlerini sıkıntıya sokmalıdırlar. Bu iki tutumun da tam zıddı olarak bir ahenk ve denkleşme olmalıdır. Her şey yerine göre kullanılacak ve yerine göre harcanacaktır. Bu şekilde mükemmel ve hesaba uygun olarak yersiz sarfi­yatın kötülüklerine kapılmamak lâzımdır. Gösteriş, riya ve buna benzer şeylere para sarf­edilmeyecektir. Ayyaşlık, fısk ve fücur için para harcanmayacaktır. İnsanın hakiki ve zarurî ihtiyaçları ve faydalı işleri haricinde olan bütün bu gibi paralar, servetin sarfını yanlış yola götürür. Haki­katte bu iş Allahın nimetlerine karşı küfran olur. Bu şe­kilde para harcayan ve servetini sarf eden kimseler de şeytanın kardeşi olurlar,

Bahsi geçen bu hususlar sadece, ahlâkî talim ve ferdi hidayetler değillerdir. Gayet açık olarak şu hedef gözetilmiştir: Cemiyet içinde dengeli bir muaşeret usulü, ahlâkî terbiye, mükemmel bir nizam ve kanunî bağlılık meydana getirmek yolunda mal sarfını öğretmek içindir. Boş yere ve manasız işlere para harcanmasının önüne geçmek gayesi gözönünde tutulmuştur. Nitekim Medinede hükümet kurulduktan sonra, açık olarak ve bir kaç defaya mahsus olmak üzere amelî olarak belirtilmiş­tir. Bir taraftan israf ve boş yere para harcamak kanunen haram kılınmış, diğer taraftan da bu işin önüne geçmek maksadiyle kanunî tedbirlere baş vurulmuş, bunlara pa­ralel olarak da muaşeret usulünü ıslâh etmek suretiyle eski usul ortadan kaldırılarak her cephesiyle bu içtimaî hastalığın önüne set çekilmiştir. Her nerede israf ve sa­çıp savurma görülürse, o zaman hükümete, elindeki mevcut kuvvetle bu kötülüğün önüne geçmek müsaadesi verilmiştir. Aynı şekilde zekât ve sadaka hükümleri de cimriliğin kuvvetini kırmış ve bu kötü tutumun devamına imkân bırakmamıştır. Bu vesile ile paranın bir elde topla­nıp atıl bir hâle gelmesine mâni olunup devlet ve halk arasında devri daimi sağlanmıştır. Bu tedbirlerden sonra, kamuoyunu değişmiş ve cömertlikle israfın farkı anlaşıl­mış ve ölçülü olma yolu takip edilmiştir. Kamuoyu aynı zamanda mutedil insanları övmüş ve bunları içtimaî kitle­nin çiçek sepetinin iri gülü olarak tanıtmıştır. O zamanın zihnî ve ahlâkî terbiyesinin neticesi bu güne kadar müslüman camiada bütün canlılığı ile yaşamaktadır. Bu itibarla müslümanlar nerede olursa olsunlar, para topla­yıp biriktirenleri iyi gözle görmezler. Müslümanların naza­rında eli açık ve cömert kimseler daha makbul ve daha da muhteremdirler.

Burada şu meseleyi de bilmek lazımdır: Allah Taalâ kullarının rızkını az çok farkla vermektedir. İnsanlar bu­nun ne gibi bir maslahatla olduğunu bilemezler. Bu ba­kımdan rızkın taksimini, fıtrî nizâmın hilafına, bir kim

se sun'î yollarla bozamaz ve bu işe müdahale ede­mez. Fıtri eşitliği sunî ve uydurma eşitlikle değiştirmek imkânı da yoktur. Fıtrat, rızık taksiminde haksızlık etmiş­tir diye düşünmek de haksızlık olur. Böyle bir şey tama­men yanlıştır. Doğru geçim yolu, Hak Taalânın takdir kıldığı rızıka kanaat etmek ve razı olmaktır.

Bu meyanda fıtrat kanununun şu kaidesi de vardır: Medineye hicretten sonra, rızık ve geçim meseleleri hak­kındaki fena ve manasız düşüncelerin ortadan kalkması da yapılan ıslahatta gözönünde bulundurulmuştur. Sınıf­sız ve zümreleşmekten uzak bir camianın teşekkülü için çalışılmıştır. Medine-i Münevverede insan medeniyetinin sağlam temelleri her hususta, Hak Taalânın yaratmış bulunduğu fıtrat üzerine kurulmuş ve bu hususun göz önüne alınarak yürünmesi istenmiştir. Hak Taalânın fıtrat yolu ile insanlar arasında koymuş bulunduğu farklarında hakikatte ilâhî maslahata dayandığı öğretilmiştir. Bu şe­kilde ahlak davranış ve içtimaî camianın diğer işlerinin de hep fıtrat kanunları üzerinde cereyan etmesi istenmiştir. Geçim hususundaki farklar, fazla gelir veya az gelir me­selesi hakkında bir zulme uğrandığı kanaati tamamen bertaraf edilmiştir. Böyle düşünmek, yani geçim husu­sunda fıtrî fark olduğunu gözönünde bulundurmak, bir hayli ahlâkî, medenî, ruhî yükselmelere ve bereketlere sebep olur. İşte Halik-i kâinat, insanlar arasında bu şe­kilde fıtrî bir fark koymuş bulunması, insanların kendileri için bir iyiliktir diye düşünülecektir ve bunun maslahat gereği böyle olduğunu kabul edeceklerdir.

7. inci fıkra, tâ eski zamanlardan beri süre gelmekte olan geçim düşüncesinden dolayı meydana gelen endi­şeli durumu tamamen ortadan kaldırmıştır. Bu düşünce doğumun önüne geçmek ve doğumu kontrol meselesidir.

Fakirlik korkusu ile eski devirlerden beri, çocukları katl eder, yahut da ıskatı cenin (düşürme) yoluna gider­lerdi. Bugün, aynı durum başka bir şekilde ortaya çık­mıştır. Doğumu kontrol ve çocuk doğumuna set çekmek hususunda İslâmî doktrin bu defa insanların önüne şu hidayeti sürmüştür: Doğacak çocuklarınızı ortadan kal­dırmak için uğraşmayın. Onları büyütmek ve yetiştirmek için çalışınız. Onları Allahu Taalâ yarattığı için, elbette ki, onların yiyeceklerini ve geçimlerini de Allah düşünmüş­tür. Bu fıkra, insanın geçim hususunda olan endişesini tamamen ortadan kaldırıyor. Ve insanın bu yoldaki hatalı düşüncesi değişiyor. Ayeti Kerimede deniyor ki, rızık sizin elinizde değildir. Rızık vermek Allah Taalânın elin­dedir. Elbette ki, dünyaya gelecek olanların rızkını da (az yada çok) kendileriyle birlikte Allah gönderecektir. Tarihin tecrübeleri de bunu isbat etmiştir ki, dünyanın neresinde insan çoğalırsa, orada yiyecek de kendiliğinden çoğal­maktadır. Bu bakımdan Allahu Taalânın yaratma niza­mını bozmak maksadiyle insanın müdahalesi ahmaklık­tan ve kuru vesveseden başka birşey değildir.

İşte bu tâlimin neticesi olarak, Kur'an-ı Kerimin nazil kılındığı tarihten günümüze kadar, müslümanlar arasında evlat öldürmek hususunda umumî bir temayül gösteril­memek­tedir.

8. "Zinaya yaklaşmayın." Bu hükme muhatap bulu­nanlar fertlerin tek tek kendileri olduğu gibi, aynı za­manda bu emre toplum da dahildir. Fertlere verilmiş olan bu emrin manası yalnız zina fiilini yapmayın demek de­ğildir, belki zina fiilinin başlangıcı olan işlerden de sakını­nız, o yola yönelmeyiniz, demektir. İçtimaî hususa ge­lince, içtimaî yaşayışta zinayı tahrik eden sebep ve ne­denleri ortadan kaldırmak o camiaya farzdır. Bu maksatla talim - terbiye vasıtasiyle bu gibi kötülüklerin önüne geç­melidirler. İçtimaî durum düzeltilip islah edilmeli, sosyal yaşayış ahenkli bir şekilde kurulmalı ve buna ait her türlü tedbir alınmalıdır.

Bu mesele İslâmî yaşayışın gayet geniş temellerin­den biridir. Buna göre hem zina, hem de zina ithamı ce­zayı gerektirir olmuştur. Fuhuş ve buna benzer işlerin teşhir edilmemesinin de üzerinde durulmuştur. Şarap (içki) musiki, dans toplantıları ve çıplak resimler ve (zina ile yakından ilgili bulunan nesneler) in kapıları kapatıl­mıştır. İslâmda nikâhın kolay olması için her çeşit tedbir alınmıştır. Zinayı tahrik edici vasıtalar da yine ortadan kaldırılmıştır.

9. Buradaki "katli - nefs" den maksat sadece bir kimsenin başka birisi tarafından öldürmek değildir. Bu­rada "kendi kendini öldürmek (intihar)" de katli nefis hükmünün dairesi içine girer. Nefis yani can ve varlık Allah tarafından hürmet gösterilmesi icabeden bir şeydir. Bu esasa göre, insanın kendi nefsi de başka nefisler gibi hürmeti gerektirir. Bir insanın nasıl başka bir insanı öl­dürmesi büyük günah ise, kendisini de öldürmesi büyük günahdır.

İnsanların en büyük hatalarından biri de kendisini, kendi canının sahibi kabul etmesidir. Kendisini kendi canının sahibi olarak düşününce kendisine ait sandığı canını yok etmekte bir sakınca da görmez. Halbuki can denilen bu nesne onun mülkiyetinde değildir. Bu can Allahu Taalânın mülkiyetindedir. Biz nefsimizi telef eder­sek, o zaman Allah'ın mülkiyetinde olan bir şeyi, hakkı­mız olmayarak telef etmiş bulunduğumuzdan, O'na karşı gelmiş oluruz. Böyle yapmaya da hiçbir şekilde hakkımız yoktur.

Dünya gibi bir imtihan yerinde Allah Taalâ bizi hep imtihan eder. Son çağa kadar da imtihan devam edecek­tir. Bu imtihanın neticesi ister iyi olsun isterse fena olsun, bu imtihan sürüp gider. Allah'ın vermiş olduğu şeyi vakti gelmeden ortadan kaldırmak ve imtihan kurulundan kaç­mak haddi zatında, esasında yanlış ve hatalıdır. Ne­rede kaldı ki, böyle büyük bir günah vasıtasiyle, bu imti­handan kaçınmak. Allah'ın indinde ne kadar da fenadır. Hak Taalâ açık lafızlarla intiharı haram kılmıştır.

Bunun ikinci manası da şudur: İnsan bu dünyada, ufak tefek bazı sıkıntılara mâruz kalır. Bazı üzüntülerle karşılaşır. Hatta rezillikle ve rüsvaylıkla karşı karşıya bulunabilir. Bu küçük ve ufak tefek sıkıntıları, ne kadar da ağır olsalar elbette ki, ebedî ve daha büyük sıkıntı ve üzüntülerle değiştirmek doğru değildir.

Burada yine "hak ile katletmek" ten bahsedilmiştir. İslâmda ancak beş hususta hak ile katil vardır.

1.      Kastî olarak cinayet işleyen mücrimi kısas yolu ile öldürmek.

2.      Hak dini yolunda fesat çıkarıp, hak dini yolunu ka­patmak ve kargaşalık çıkarmak isteyenleri savaşta öldürmek.

3.      İslâmî hükümet nizamını alt üst etmek ve bozup dağıtmak yolunda çalışanları ceza olarak öldürmek.

4.      Evli bir kadın veya evli bir erkek zina ttikleri za­man ceza olarak öldürmek.

5.      İrtidat yoluna sapıp mürted olan kimseyi de öldür­mek.

İslâmda ancak bu beş hususta canın hürmeti orta­dan kalkar ve öldürmek işine cevaz verilir.

"Onun velisine (mirasçısına) biz kısas hakkı verdik." Burada da yine İslâmî kanuna göre, cinayet hadisesinde, asıl iddia makamı olmak hakkı hükümete değil de öldü­rülmüş bulunan kimsenin mirasçılarına verilmiştir. Bunlar isterlerse katili af ederler, isterlerse diyet alırlar veya kı­sas olarak öldürürler. Bu onların bilecekleri bir iştir.

"Katilde ölçüyü kaçırmamak" muhtelif şekillerde olur. Bunların hepsi de men edilmiş bulunuyor. Meselâ intikam hissi ile coşarak, katilden başka, katilin mensup bulunduğu yakınlarından da bir kaç kişiyi de öldürmek. Yahut, mücrime işkence yaparak öldürmek. Yahut da katilin ölüsüne intikam maksadı ile yakışıksız şeyler yapmak; meselâ derisini yüzmek, azasını kesmek ve saire. Yahut diyet alıp, diyet aldıktan sonra yine de öl­dürmek ve buna benzer şeyler.

Burada bir nokta daha vardır: "Maktulün (öldürüle­nin) yakınlarına yardım edileceğinden" bahsediliyor. Şimdi şu mesele de ortadadır ki, acaba bunlara kim yar­dım edecektir? Fakat İslamî hükümet kaim kılındıktan sonra, kimin yardım edeceği de belli olur. Bu yardım işi, maktul kimsenin anlaşmış bulunduğu kimseler, yahut da aşireti ve kabilesi değildir. Yardım edecek olan İslâmî Hükümet ve onun adalet nizamıdır. Elbette ki, adaletin yerine gelmesi için İslâmî hükümet yardım edecektir.

10. Şurası da vardır ki, İslâmî hükümet kurulunca, bu hükümete mahsus olan usulün iktizası, "yetimlerin hak ve hukukunun muhafazası" da gözönünde bulundurula­caktır. Bunların korunması hususunda tedbirler alınacak­tır. Bu tedbîrlerin teferruatı Hadis ve Fıkıh kitaplarında mevcuttur. Sonra şu husus da vardır ki, İslâmî hükümet, bütün kendi ülkelerinde, islâm kanunlarına göre hareket etmek yolunu tutacaktır. Korunmak için kimsesi bulun­mayanları da korumak, yine İslâmî hükümete aittir. Nite­kim Zat-ı Râsaletpenahileri Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurmuşlardır:

"Bakıcısı ve koruyucusu bulunmayan kimsenin bakı­cılığı ve koruyuculuğu bana aittir."

İslâm kanunları bu hususa geniş yer ayırmıştır.

11.     Bu da sadece ferdî bir ahlak meselesidir. Muay­yen bar zaman için değil, belki İslâm devleti ayakta bu­lunduğu müddetçe, hem iç hem de dış siyasetin temel kaidelerinden biridir.

12.     Bu hidayet de sadece fertlerin birbirleriyle olan muameleleriyle, alış verişleri sınırlı kalmaz. Belki İslâmî hükümet kurulduktan sonra bu işin üzerinde durmak hü­kümet vazifeleri arasına girer. Çarşı pazardaki rayici ölçü ve tartıları kontrol etmek, bunların üzerinde durmak, öl­çüye dikkat etmeyenleri cezalandırmak ve zorla yola getirmek hükümetin yapacağı işlerdendir. Bu geniş usul şunun için konmuştur: Ticarette, alış verişte her türlü namussuzluk, hilebazlık ortadan kalksın, hükümet de bu işi her zaman kontrol edip, hilebazlığa meydan vermesin.

13.     Bu hususun da menşei şudur: Halk, kendi ferdî ve içtimaî işlerinde "kesin bilgi: ilim" yerine, zan üzere yürümesin. İslâmî muaşeret usulünde bu noktanın ma­nası gayet ge­niştir. Bu nokta ahlâk, kanun, siyaset ve memleket intizamı, ilim, eğitim ve öğretim sistemi, kısaca yaşayışın her dalında gözönünde bulundurulacaktır. Yoksa bundan doğacak olan fenalıkların ve kötülüklerin haddî ve hesabı olamaz. Kesin­bilgi yerine sadece zan ve vehim üzerine hareket etmek insan yaşayışını alt üsteder. Ahlakî meseleler de yine zandan ve şüpheden ka­çınmak lazımdır. Meselâ bir kimseyi yahut da bir zümreyi sadece şüphe ve zan üzerine yakalayıp itham altında bulundurmak ve tahkik etmeden kendisine ceza vermek hiç bir şekilde doğru olamaz. Kanunlar da şunu ileri sü­rerler ki, kimse sadece zan üzerine ceza göremez. Ve şüphe üzerine de hüküm yürütülemez. Hatta cürümlerin tahkiki meselesinde de, zan ve şüphe üzerine bir kimseyi yakalamak, dövmek veya eziyet edip suç yüklemenin katiyen doğru olmadığı hakkında umumî kaide konmuş­tur. Yabancılar için de, tahkik edilmeksizin ve kesin neti­ceye varılmaksızın, sadece zan üzerine ve ağızda dola­şabilen söz üzerine hüküm verilemez.

Eğitim ve öğretim nizamında ilim denen şey zan üze­rine yürütülemez. İlim ve bilgi hiçbir zaman, zan, şüphe ve mesnedi olamayan kıyas üzerine devam edemez. Bunların hepsi bir tarafa dursun, evham - perestliğin kö­künü kesmek için, iman sahiplerine şu husus öğretilmiş­tir: İnanılacak şeyler ancak Allah ve O'nun Resulünün bildirdiği ilim ile ispat edilip inanılacaktır.

14. Bu fıkrada şu husus da bildirilmiştir. Kendini be­ğenmişler ve kibirliler ve kendilerini büyük sayanların yürüdük­leri gibi yeryüzünde yürünmeyecektir. Bu hidâyet ferdî olmakla beraber aynı zamanda içtimaî ve millî bir meseledir. Bunların cemiyetçe hakları verilmelidir. İçtimaî yaşayışta, dert ortaklığı, biribirine yardım, hak tanımanın ve hak vermenin ruhu tamamen geçerli bulunacaktır. Her akraba diğer akrabaya yardımcı olacaktır. Her kudret sahibi muhtaç insanların yardımına el uzatacaktır. Bir yolcu, bir köye veya bir şehire gelirse, o yerin halkı bu yolcuya karşı misafirperverlik gösterecektir. Muaşeret kaidelerindeki düşünce o kadar geniş ölçüde tutulmuştur ki, herkes kendinin ve kendi malının üzerin de diğer in­sanların hakkını hisseder. Bu yolda hizmet ederken hakkı yerine getirdiğini anlar. Yoksa birine iyilik yaptım diye o kimseye karşı minnet yüklemeğe kalkmaz. Bir kimse hizmet etmekte imkânsız durumda olursa özür diler. Hak Taalâ'dan fazl talebinde bulunur ki, Allah ona kudret ver­sin de o da hizmet yolunda çalışsın.

Bu noktalar İslâmî doktrinin, sadece ferdî ahlak talimi değildir. Belki Medineye gelindikten sonra, muaşeret kaideleri ve hükümetin esas nizamı bu doktrinler üzerine kurulacaktı. Burada farz ve nafile sadakalar için hükümler vardır. Vasiyet, veraset, vakıf usulleri kararlaştırılacaktı. Yetimlerin haklarının muhafazası nazarı itibara alınacak, her yerden, her ülkeden gelen yolcuların barınmaları göz önünde bulundurulacaktı. Oradaki hükümlere göre en azından bir yolcu, on gün misafir edilecek ve bakılacaktı. Bunların ikisi de birbirlerinin yanı başlarında yer alırlar. Bu hidayet gelmemiş olsaydı, o zaman saadet devrinde Medine sokaklarında hükümeti kurmuş bulunanlar, buy­ruk sahipleri, hükümetle çalışan kumandanlar, katı ve kibirli yaşayışla ne yaptıklarını bilmez vaziyetle, kendile­rini dev aynasında görebilirlerdi. Bu hidayetin neticesin­dedir ki, hattâ savaş zamanlarında bile, onların ağzından, kibir ve gurur ifade eden sözler çıkmamıştır. Onların otu­rup kalkmaları, konuşup görüşmeleri, giyim kuşamları, barındıkları evleri ve yerleri, bindikleri hayvanlar da ta­mamen mütevazi bir vaziyette îdi. İslâmın bu ilk öncüleri fakir dervişler gibi yaşarlardı. Fatih olarak bir şehre veya bir ülkeye girdikleri zaman dahi, böbür lenmez ve halkın canına korku düşürmezlerdi.

Bu hususların sonunda şu meseleye de işaret bu­yur­muştur: Men edilmiş bulunan şeye irtikap etmek, Hak Teâ­la­nın indinde hoş karşılanmaz. Yahut da başka ta­birle Hak Teâlanın herhangi bir hükmüne karşı gelmek ve itaatsizlik etmek olup, beğenilmeyen şeylerdir.[290]

B. İslâmî hükümette eğitim ve öğretim usullerine ait Kur'an-î hidayet.

"Müminler hep birden savaşa çıkmasınlar, o halde içlerinden her sınıftan bir zümre savaşa çıkmalı, bir kısmı da din üzerinde derin bilgi edinmeli, (fıkıh yürütmeli) tâ ki, döndükleri zaman, kavmi ikaz etsinler. Olur ki, onlar Al­lah'ın men ettiklerinden çekinirler. Takva yolu tutarlar."

(Tevbe: 122).

Bu âyet-i kerimenin menşeini bilmek için aynı süre­nin 9 ncu rüknündeki âyet-i kerimeyi de gözönüne almak lâzımdır. Buyuruluyor ki:

Bedevi Araplar, Allah'ın Resulüne nazil kıldığı hü­kümlerin ölçüsünü bilmediklerinden, küfür ve nifakta şid­detlidirler.

(Tevbe, 97).

Burada şu mesele ortaya konmuştur: İslam ülkesinin şehirden uzak kalmış köylerinde yaşayan bedevi Araplar, ekseriyetle küfür ve nifak hastalığına yakalanmışlardır. Bunun sebebi de pek tabiîdir ki, cehaletleridir. İlim mer­kezi ile temasları olmadığından ve ilim ehlinin sohbetin­den mahrum bulunduklarından, Allah Taalâ'nın emrettiği dinin ölçüsünü bilmezler ve bunun için de küfür ve nifak illetine saplanıp kalmışlardır. Şimdi buradan şu anlaşılı­yor ki, bedevileri ve köylüleri bu halde bırakmamak lâ­zımdır. Onları cehaletten kurtarmak gerekir. İslâmî şuuru onların zihinlerine nakşetmek lâzımdır. Bunu yapmak için de bütün bedevî ve köylü Arapları teker teker Medineye getirmek ve onlara bu şekilde ilim öğretmek icap etmez. Makul olan hareket, onların bulunduğu köylere bilgili kim­seler göndererek, ilmi bulundukları yerlere götürmektir. Meselâ Medineden, Mekke'den ve diğer ilim ocakların­dan bilgili kimseleri seçip, kasabalara, köylere gönderil­melidir. Bunlar köylülere bilgi öğretip onlara İslâmî talimi öğretebilirler. Nitekim, Zat-ı Saadetleri devrinde de böyle yapılmıştı.

Burada İslâmî hareketi kuvvetlendirmek için başka bir hakikat daha vardır. İşin başında, islâm, Araplar ara­sında yepyeni bir şeydi. İslama karşı şiddetli bir muhale­fet vardı. Bu hidayeti kabul etmek istemiyorlardı. Buna rağmen, o zaman İslâmi kabul etmek isteyen Araplar İslâmın mahiyetini öğrenmek için inceden inceye sual soruyorlardı. Her cepheden bu yeni dini tetkik ediyorlardı. Aklı selime ve temiz vicdanlara hitap eden bu ilâhî tebliğ, en kısa zamanda gönülleri etkilemiş ve her yerden grup­lar halinde gelen halk bu en mükemmel dine sarıldılar. İslâmın bütün hususiyetlerine iman ederek, onun yükle­mek istediği farzlara ve diğer hususları yüklendiler. O sırada bir hayli kimse de İslâmî kabul edenlerin suyuna kapılıp, titiz bir tahkike lüzum hissetmeden İslâma girdi­ler. Yeni müslüman olan ülkelerin halkı arasında İslâm hızla gelişti ve kuvvet buldu. İslâmın mensupları çoğaldı. Fakat buna rağmen bu ülkelerde tam bir İslâmî nizam kurulamamıştı. Bu ülkeler halkının çoğu İslâmî şuura malik değillerdi. İslâm nizamının icap ettirdiği ahlaka da sahip bulunmuyorlardı. Nitekim, bu husus Tebük gazve­sinde ortaya çıktı. Tebük gazvesine gitmeye bunların çoğu hazır değillerdi. O zaman Hak Ta alâ işaret buyurup İslâmî hareketin genişlemesi için nasıl hareket edilece­ğini bildirdi. Bunun üzerine o zaman talim ve terbiye görmüş bazı kimseler muhtelif bölge gönderilip, İslâmî öğretmek için vazifelendirildiler. Bunların her biri tayin edilmiş bulundukları yerlere gidip vazifelerini yaptılar. Halk bu şekilde İslâmî öğrendi. Nihayet bütün ülkelerde İslâm şuuru doğdu ve Allah Taalânın hududunun ne de­mek olduğu anlaşıldı.

Bu mevzuda şu meseleyi de anlamak lâzımdır ki umumî eğitim ve öğretim hakkında âyet-i kerimede hü­küm vardır. Burada "umumî halk": (Ammetün­nâs) bahsi geçmektedir. Âyet-i Kerimenin işaret etti­ği, bilgi öğren­mekten maksat, yalnız kitap okumak için, okuyup yaz­mak, öğrenmek değildir. Belki açıktan açığa meselenin hakikati, âyetin devamında bildirilmiştir.

Halk din hakkında bilgi elde edeceklerdir. Bu husus­tan haberdar olup bilgi sahibi bulunacaklardır. Gayrı müslimâne yaşayışı bırakacaklardır.

İşte Müslümanlığın, eğitim ve öğretimden maksadı budur. Allah Taalâ, daimî olarak bunu kararlaştırmıştır ki, her öğretim ve eğitim nizamının asıl maksadı da bu ola­caktır.

Buradan şu nokta da anlaşılmamalıdır ki, İslâm, halka sadece okuma ve yazma öğretmek istememiştir; dünyevî ilimlerle de alâkasızdır. Belki İslâmî eğitim ve öğretimin asıl hedefi, altını çizmiş bulunduğumuz yukarı­daki hususların tamamiyle tahakkuk etmesi için çalış­maktır.

Yoksa bir kimse kendi çağının Einstein veya Freud'u olabilir. Fakat din anlayışından uzak kalıp da, gayrı -müslimâne yaşayış usulü takip ederse, o zaman İslâmî eğitim ve öğretim bu gibi kimseyi lanetle anar.

Âyet-i Kerimede bir cümle daha zikr edilmektedir:

"Din üzerinde derin bilgi edinmeli."

Bu cümleden halk bir hayli yanlış mana anlamıştır. Bunun zehirli tesiri uzun bir müddet, müslümanların dinî işlerinde belki dinî eğitim ve öğretimde kendisini göster­miştir. Allah Taalâ o zaman

"Dinde derin bilgi edinmeli"

Diye buyurmuş olduğundan burada "din" den mak­sat sadece din ve fıkıh ilmini zannetmişlerdi. Halbuki burada "din bilgisi" demek, bu nizamda basiret sahibi olmak demektir. Yani "İslâmın dinî nizam" ında, bu ni­zamın ruhunda, aslında bilgi edinmek, her cephesini, her köşesini, öğrenmek ve bilmek, aynı zamanda insan ya­şayışını, bu dini nizama tatbik etmesini becerebilmek seviyesi demektir. Fakat bunu bir tarafa bırakalım da, âyetin metnindeki "Fıkıh" kelimesinin üzerinde duralım. Hukuk ilmine ıstılah'da "Fıkıh" denir. Bu ıstılah gitgide İslâmî yaşayışta şekil alarak (ruhun karşılığı) geniş bir ilmin ismi olmuştur ki, halk İlâhî Ahkama mutabık olarak bu ilimle işlerini tanzim eder. Burada bir kelime birliği vardır. İster İslâmî nizamın ruhu olsun, isterse İslâmî kanunlarla yaşayışı nizama koymak olsun bu iş "tafakkuh" yani din ilminde derin bilgi edinmektir. Fakat yine de maksadın tamamı bu kadar değildir. Sadece asıl maksadın bir parçasıdır bu. Bu yanlış anlayıştan, din taraftarlarına da dinin kendisine de bir hayli zararlar da doğmuştur. Bunları tetkik edip ortaya koymak istersek, koca koca kitaplar yazmamız icap eder. Şimdi biz sadece hatırlatmak için ancak kısaca şunu ileri sürmek isteriz ki, Müslümanın dinî eğitim ve öğretimi dinin ruhundan uzak olursa, sadece dinin zahiri şekli açıklanmış olur. Bunun neticesinde bu eğitim ve öğretim cansız bir heykele ben­zer. Dindarlığın asıl maksadı da elde edilmiş olmaz. İşte yanlış anlamanın en büyük şekli de budur.[291