Konu Başlığı: Kıssayı Yusuf'dan Yanlış ve Hatalı İstidlal Gönderen: Ekvan üzerinde 01 Ekim 2010, 18:39:33 Kıssayı Yusuf'dan Yanlış ve Hatalı İstidlal Sûre-i Yûsuf'da beyan edilmiş bulunduğu şekilde, Hz. Yûsuf (A.S.) kısası üzerinde düşünürsek, malûm olur ki, zat-ı peygamberileri, daha peygamberlik şerefini elde etmeden, kendi kardeşlerinin ihanetine uğrayarak bir tüccar kafilesinin hiyaneti neticesinde Mısır Âzİz'inîn kölesi olmuştu. Bu kölelik devrinde yahut da bu devirden sonra, zat-ı peygamberleri hapsedilinceye kadar, geçen zamanda Hak Taalâ tarafından kendilerine peygamberlik vazifesi bahşedilmiş oldu. — Çok defalar böyle olduğu gibi, Peygamberlik ekseriya sıkıntılı geçen zamanlarda veya hapis hayatında iken verilir. Nitekim hapishaneden önceki hayatında O'nun kelâmından Peygamberine bir söz nakledilmemiştir. Ancak kendisi temiz ye pak bir insan olarak tanınmıştı. — Peygamberlik şerefini elde ettikten sonra, zat peygamberileri ilk evvelâ yanındaki hapishane arkadaşlarına duyurmaya koyuldu. Nübüvvet vazifesini yerine getirme yolunu tuttu. Bu davetin özeti Sûre-i Yûsuf'un beşinci rükûunda beyan buyurulmuştur. Bu bahisleri okuyan herkes öğrenecektir ki, orada iken, O çevresine şöyle hitap ediyordu: "Erbabün müteferriketin: Çeşitli ilâhlara kulluk, ibâdet etmeyin. Bir olan Rabb'a ibâdet ve kulluk edin." Bu mümtaz; pey-gamber yalnız kendi muhitini değil, irşadını daha geniş halk- tabakalarına da teşmil etmek istiyordu. Büyük bir şevkle tebliğine devam ediyordu: Şu Melik: Kıral denilen ve sizce Rabb dîye bilinen kimse benim Rabbim değildir. Benim Rabbim ancak Allah'tır. Bana uyan ve uyacak olan milletin ibâdet ye kulluğu da ancak bu Allah'a kulluk ve ibâdet etmekten ibaret olacaktır. Elbetteki bu etkileyici sözler zindanın kalın duvarlarını delip geçmekte gecikmiyecekti. Nitekim, Allah'ın teçhiz ve tezyin ettiği bu peygamberin; diyanet, hikmet, takva ve basiret hususundaki harikulade hal ve tavrı, Mısır hükümdarını bile etkili etmekte gecikmedi. Ve bu hükümdar, Hazret-i Yûsuf (A.S.)'u talep ederek O'na Mısır saltanatının bütün yetkilerini verdi. Şimdi Hazret-i Yusuf (A.S.) un önüne ki yol açılmış oluyordu. Bu yollardan biri, îslâmî inkılâp için umumî davet, çalışıp çabalamak, harp darp, etmek ve bu mücadelenin uzun müddetini göze almaktı. — ki çok vakit umumî davetlerde böyle olur ve böyle olmuştur — İkinci yol ise şöyle idi: Allah Taalânın böyle bir zamanda onun eline vermiş olduğu kuvvet ve kudretten faydalanmak. Bu kuvveti, bu kudreti kullanmak ve tam mânasiyle işin yürümesi için istifade etmek. Kendisine tam salâhiyet vermiş olan iktidar sahibi Melik'in verdiği bu salâhiyetlerle memleket düzenini fikir, ahlâk, medeniyet ve siyaset nizamını değiştirmeye çalışmak. Allah-u Tealâ'nın kendisine vermiş olduğu basiretle, birinci yolu değil de ikinci yolu maksada ulaşmak hususunda daha yakın ve daha kestirme buldu. Bu yolu da tutup yürüdü. Onun bu gayrı - İslâmi nizama hizmet etmiş olması, alelade, karın doyurup göbek şişirip ense kalınlaştırmak için değildi. Hele şahsî makam ve mevki sahibi olmak için hiç değildi. Fâsid nizamın ufak tefek işlerinin bir intizama girmesi için de böyle bir mevkiye geçmemişti. Ancak maksada ulaşmak için bir vasıta idi. O da bu vasıtayı kullandı. Aslında Hazret-i Yûsuf (A.S.) da diğer peygamberler gibi, yaşanılmaya değer olan gerçek yolu açmak ve insanlığa ölümsüz gerçeği öğretmek için vazifeli kılınmıştı. Bu işi alelade bir hükümet memuriyeti telâkki eden zümre, Hazret-i Yûsuf (A.S.) un bu makama İslâm nizamını cemiyete hâkim kılmak için geldiğini kabul etmek istemiyorlar. Bu inkâr ehline göre, bu yüce peygamber, kâfirâne nizamın sultası altında Maliye bakanlığı (Finans minister) veya iktisat vekilliği hizmetini yerine getirmiştir. Ve bu mevki şimdiki mevcut devletler ve hükümetlerin mâliyesini idare eden, defterdar, mal müdürü, hazine emini ve nihayet maliye bakanından daha yüksek bir makam değildi. Hattâ bizim şu ülkemizdeki (şimdiki Hindistan ve Pakistan) kongre vekillerinin ve bakanlarının birisinin rütbesine veya makamına bile çıkarmak istemiyorlar. Tâ ki, bu nüfuzlu mevki vasıtasîyle asıl yapmak istediği icraatı umum halka teşmil etmek imkânından mahrum olsun diye. Bu karanlık zihniyet kendi süfli durumlarına sahte bir mazeret uydurmak için Yûsuf (A.S.) ın vezirliği üzerine almasını gelişi güzel bir şahsın bu makama gelişinden farklı görmüyorlar. Pek tabiî olarak, vezirliği ele geçirince, hakikatte bütün iktidar cevheri de (Substance of power) eline geçmiş olacaktı. O, selâhiyeti ve iktidarı Melikten istemişti. Yahut da bu mevkiyi elde etmiş veya bu mevkiyi zorla koparıp almıştı. İnkarcı zümre bu hususlara ehemmiyet vermek istemiyor, Hazret-i Yûsuf (A.S.) iktidara geçince acaba Meliki azledip tahtı ele geçiremez miydi? Asıl üzerinde durulması lâzım gelen mesele şudur: Hz. Yûsuf (A..S.), Taleb ettiği makamla, acaba kâfirâne - nizamı mı devam ettirecekti? Yoksa, bu vazifeyi kabul ederken, kendi maksadını mı gerçekleştirmeye mi azmetmişti? Yâni İslâm rejimini mi ihya etmek istiyordu? İkinci ehemmiyetli mesele de şu noktadadır ? Acaba hakikaten O'nun elde ettiği bu salahiyetler ve bu iktidar, o zaman o memleketin nizamını değiştirmeğe yeterli miydi yoksa yetersiz miydi? Bizim kanaatimize göre, din ve nübüvvet mesleğinin gereği şudur: Bize göre, Hazret-i Yûsuf (A.S.) ın, "İc'alniy 'âlâ hazâ'in il - arz: Beni yeryüzünün hazinelerinin başına geçir."[27] demesinden maksat İslâmî nizamı kurmak olmalıdır. Şunu da bilmek lazımdır ki, Hazret-i Yûsuf (A.S.)'un — hazâ'in el - arz - ı, talep etmesinden maksat bütün vasıtaların ve bütün vesilelerin ve bütün kaynakların (Resources) kendi eline geçmesini sağlamaktı. Han Bahadır Sahib hazâ'in kelimesinden alelade vergi mânası çıkıyor. Halbuki, Kur'an-ı Kerim'in hiçbir yerinde bu kelime, vergi ve maliye mânasına gelmemiştir. Kur'an-ı Kerim'in öğretisi üzerine araştırmada bulunduğumuz zaman bu kelimenin açık bir şekilde, vesâyil, vasıtalar, kaynaklar, yâni (Resources) mânasına geldiği anlaşılacaktır.[28] Sözün gelişinden de anlaşıldığına göre, bir mülkün bütün vasıtaları, bütün kaynakları bir kimsenin eline ge-çince, o zaman, o kimse, o mülkün ve o ülkenin bütün işlerini ele geçirmiş olup ülkenin hâkimi durumuna gelmiş olur. Bütün vasıtaları ele geçirmek ile ülkenin üzerinde hüküm ele geçirmek aynı şeylerdir. Bu meselenin teyidinde Bible: (Kitab-ı Ahd-i Atik) de dahi beyan vardır. Orada açık olarak bahsedilmiştir ki, o zaman Mısır Firavunu, sadece ismen hükümdar ve melik: Kıraldı. Yoksa amelen ve bilfiil iktidar ve hükümdarlık Hazret-i Yûsuf (A.S.) ın elinde bulunuyordu.[29] Yâni, döndürmesi geri bırakması yakışık almaz, böyle yapmıyacaktır. Bu âyetlerden Hak Taalâ'nın kudretin yetersizliğisöz konusu değildir. Bu âyetlerde zülüm, imanı zayi etmek, mü'minleri münafıklarla birbirine karıştırmak mü'minleri unutup bırakmak ve bu gibi şeyler Hak Tealâ'nın usulüne uymaz, O'nun şanına yakışmaz. O'nun için yakışık olmaz, münasip düşmez, mefhumları açık olarak anlaşılır. Şimdi' Hazret-i Yûsuf (A. S.) iktidarı elde ettikten sonra, o ülkede yine din - ül - Melik: Hükümdarın kanununun yürürlükte olduğunu Kur'an-ı Kerim'de buyurulduğu "Mâ kâne le-ye'hüze ehâhü fî dîn-i'I melik: Melikin kanununa göre, kardeşini alı koyamazdı." (Yûsuf: 76). Bu meseleyi tahkik etmek yoluna gidelim. Bu bahse ait akla gelen ilk şey şudur ki, umumiyetle âyet-i kerimeyi tercüme edenler, doğru tercüme etmemişlerdir. Mütercimler, bu cümleden, Hazret-i Yûsuf (A.S.) dinül -Melik: Melikin kanunu gereğince kardeşini alıkoyamazdı, şeklinde bir mâna çıkarmışlardır. Halbuki bu alıkoyamazdı kelimesi kudretsizlik ifadesi değil de isteksizlik manasınadır. Yâni, cümlenin doğru tercümesi açık şekilde şöyle olmalıdır. Bu alıkoymak işi Yûsuf (A.S.)'a yakışır bir iş değildi. Yahut da Melik'in kanununa göre, Yûsuf (A.S.) için kendi kardeşini bu tarzda alıkoymak münasebet almazdı, münasip düşmezdi. Kur'an-ı Kerim'in diğer yerlerinde de bahsedilen konuşmalardan anlaşıldığı gibi, maksat ademi kudret: Kudretin olmaması değil de ademi uygun yakışmamak, münasebet olmamaktır. Meselâ başka yerlerdeki "makane" nin tercümelerine de bakalım: "Mâ kane'llahü li yutli'a - küm al'el gaybi: Hak Tealânın size gaybi bildirmesi gerekmez, (yakışık almaz, münasip değildir.)" (Al-i İmran: 179) Buradan anlaşılan şey, Hak Tealâ size gaybi bildirmez, demek değildir. Bildiremez, bildirmek imkânı yoktur, bildirmeğe kadir değildir demek değildir. Ancak buradan şu mâna anlaşılır: Hak Taalâ'nın size gaybi bildirmesi usule uygun değildir, yakışık almaz, münasip düşmez, uymaz, gerekmez, demektir. Yine buna benzer birkaç misâl: "Mâ kâne'llahü li - yuzıy'a imane küm: Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir." Bakara: 143) Yâni, Hak Tealâ'nın sizin imanınızı hiç etmesi yakışık almaz. "Fe - mâ kâne'llahü li - yezlimehüm: Allah onlara zülmedecek değil: (Tevbe: 70: Yâni Hak Tealâ'nın zûlmetmesi münasebet almaz, uygun değildir. Ve bir diğer yerde: "Mâ kâne'llahü li - yezere'l müminine âlâ mâ entüm aleyh: Hak Tealâ Mü'minleri, sizin bağlı bulunduğunuz. Şeyden döndürecek değildir." (Al-i: İmran, 179) Aynı şekilde, Sûre-i Yûsuf'da bahsi geçen ayet-i keme'den bir evvelki âyette şöyle bir cümle geçer: "Mâ kâne lenâ en nüşrike billahi min şey'in: Herhangi bir şeyle Allah'a ortak koşacak değiliz." (Yûsuf: 38) Yâni, ortak koşmak, şirk yoluna gitmek bize yakışmaz, bizim akidemize uymaz. Buradan şöyle bir mâna anlaşılmaması gerekir: Biz Hak Tealâ'ya ortak koşmağa, şirk yoluna gitmeye kudret sahibi değiliz, istesek de ortak koşamayız. Bu cümle doğru olarak şu mânada anlaşılmalıdır: Bizim gibilere, bizim gibi halka, Hak Taalâ'ya ortak koşmak, şirk yolunu tutmak işi yakışık alır bir iş değildir. Bu bizim için yapılacak iş değildir, bize uymaz, bizim için uygun düşmez. Bahsettiğimiz âyetlerden, Hazret-i Yûsuf (A.S.) Melik'in kanunlarına göre hareket etmek istiyordu da, bu kanuna göre de kendi kardeşini alakoyamıyordu diye bir netice çıkarmak doğru olmaz. Halbuki, Kur'anî İstılahları ve cümlelerin mânalarını gözönünde bulundurursak, bu mevzunun sahih ve doğru mânası şu şekilde anlaşılır: Melik'in kanununa göre, Hazret-i Yûsuf (A.S.) in kendi kardeşini doğrudanalıkoyması yakışık almazdı. Hazreti Yûsuf'un şan ve makamına uygun düşmezdi. Elbette bu âyet-i kerime'den sabit oluyor ki, Hazret-i Yûsuf (A.S.)'u iktidara geldikten sonra dahi, yine o ülkede gayrı - islâmî kanun yürürlükte kalmıştı. Yani Hazret-i Yûsuf (A.S.)'ın kardeşlerinin o ülkeye vardıkları zamana kadar, bu gayrı - İslâmî kanunlar, yine o ülkede icra ediliyordu. Fakat biz bu hususta, yukarıda anlattığımız gibi düşünmek zorundayız. Bir memleketin medenî nizamını hepsini birden bir gecede değiştirmek mümkün değildir. Cemiyet ölçüsündeki bu değişme bir zaman işidir. İslâm inkılâbı da böyle olmuştur. İktidar, islam'ın eline geçer geçmez, bir çırpıda, bir dakikada, cahiliye nizamına ait herşeyin ortadan kalkarak, bir anda İslâmî nizamın yerleşmesi hayal bile edilemez. Hâttâ Hazret-i Resul-ü Ekrem (S.A.) devrinde bile, devlet nizamının değişmesi tedrici olmuş ve on seneden fazla süren bir zaman içinde bu değişiklik başarılmıştır. Buna göre, Hazret-i Yûsuf (A.S.) ın hükümeti devrinde, bütün eski nizamların değişmesi de yine zamana bağlı idi. Mecburî olarak birkaç sene gayrı - islâmî kanunlar yürürlükte bulunmaya devam etmiştir. Hazret-i Yûsuf (A.S.) ın düşüncesinde, ilahî kanunları icra etmek, nazarı itibara alınmamış ve hep kâfirâne kanunlarla memleket idare edilip gitmiştir, şeklinde bir netice çıkarmak da hiçbir zaman doğru olamaz. |