๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslamda Hükümet => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 20 Eylül 2010, 19:35:07



Konu Başlığı: İslâmî Hareketin Çalışma Tarzı
Gönderen: Ekvan üzerinde 20 Eylül 2010, 19:35:07
İSLÂMÎ HAREKETİN HUSUSÎ ÇALIŞMA TARZI

Şimdi kısa tarihî bir bahisle, İslâmî inkılap ile, içtimaî yaşayışın esaslarını değiştirmek ve yeni baştan nasıl kurulacağı hususunu, huzurunuzda aydınlatmak istiyo­rum. Bu yolda çalışmak için hususî bir çalışma tarzı (Technique) nedir ve bu tarzla nasıl maksada ulaşılabilir ve ne dereceye kadar muvaffak olunabilir?

Hakikatte İslâm, öyle bir hareketin ismidir ki, bu ha­reketin esası yalnız ve biricik olan Allah hâkimiyeti naza­riyesi üzerine insan yaşayışının temelini kurmuştur. Bu hareketin liderleri halkın dediği gibi, Allah'ın Resulleridir. Biz de bu harekete katılmak istersek, hiç olmazsa, bu liderlerin gittikleri yoldan gitmeliyiz. Onların hareket tarz­larına uymalıyız. Çünkü böyle bir işte O'nlardan başka yol gösterici bulunamaz. Bu bakımdan böyle bir harekete katılmamız için Enbiya Aleyhisselâmın ayak izlerini izle­meliyiz. Kadim zamanın enbiyasının izleri hakkında bizim fazla malumatımız yoktur. Ancak Kur'an-ı Kerim'de bun­lar hakkında bazı İşaretler vardır. Bib-le'in "Ahd-i Cedid": (İncil) kısmında, Hazretti Mesih Aley­hisselam'ın bazı isti­natsız dayanaksız sözleri bize ulaşmıştır. Fakat bunların hakikatlerini öğrenmek imkânı elimizde değildir. Orada İslâmî hareket için açık bir şekilde ne yapılması icabettiği hakkında bir şey anlamak mümkün değildir. Hazret-i Mesihin işaretleri, sonraki devirlere safiyetiyle intikal et­memiştir. Bu hususta yegane mükemmel ve aydın bir yol varsa o da Hazret-i Resulullah Muhammed Mustafa Sal­lal­lahu Aleyhi ve Sellem'in gösterdiği yoldur. Bunun için bu yola yönelmek sadece bir akideye istinat etmez. Belki bu yol, inişi yokuşu ve dolambaçlı tarafları malum olan bir yoldur ki, bizim de bu yoldan gitmemiz gerekir. Buna göre bu liderler arasında sadece Hazret-i Resulü Ekrem Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sel­lem'in önderliğinin teferruatı malûmdur. İslâmın ilk hareketinin başlangıcından, bu İslâm hükümetinin tees­süsüne kadar, Anayasa, haricî ve dahilî siyaset, memle­ketin düzen ve intizamı ve yaşayışın her merhalesinin tafsiline kadar noktası noktasına, malumat almak müm­kündür. İslâmî hareketin çalışma planı ancak bu önderin çizdiği plan üzerinde görünebilir.

Allah Resulünün Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in İslâm davetine memur olup, bu işle vazifelendirildiği zamanki dünyada ahlakî, medenî, iktisadî ve siyasî meseleleri nasıl halletmek yoluna gittiğini elbette ki, siz de çok iyi bilmektesiniz. O zaman, Roma ve İran emperyalizmi or­tada idi. Zümre ve sınıf imtiyazları da hüküm sürüyordu. Caiz olmayan gayrı meşru menfaat edinmek (Economic Exploitation) dahi mevcut idi. Bunun yanı başında ahlakî düşüklükler de cemiyeti pençesine almıştı. Memleketin içinde ve dışında öyle meseleler vardı ki, biribirinden karışık bir durumda idi. Bunlar ancak bir liderin tedbiri ile çözülebilirdi. Millet de cehalet denizinde yüzüyordu. Ah­lâkî düşüklük, fakirlik ve sefalet, derebeylik, dahili çekiş­meler ve çeşitli kargaşalıklar halkı bir girdap gibi içine almıştı. Bahreyn'den Yemen'e kadar bütün Arap ülkeleri, Irakın verimli toprakları da dahil olmak üzere hep iranlıların tasallutu altında idi. Kuzeydeki mıntıkalar da Hicaz'a kadar Bizans sultası altında bulunuyordu. Hicaz­'ın içindeki Yahudi kapitalizmi de iktisaden ülkeyi hâkimi­yeti altına almıştı. Bunlar tefecilikle Arapların kanlarını emiyor ve iliklerini sömürüyorlardı. Habeş hükümeti de Hicaz'a saldırmış Mekke'yi tahrip için harekete geçmişti. Bu hükümete mensup bir zümre tam bir sulta ve tam bir kudret ile Hicazla Yemen arasındaki Necran mıntıkasına yerleşmiş bulunuyorlardı.

İşte o zaman Hak Taalâ bir Önder ve bir rehber gön­derdi. Bu Önder kendi ülkesinden itibaren bütün dünyaya şu cihanşümul davette bulundu: İlk önce bir ve tek olan Allahu Taalâdan başkasına kul olunmayacaktır

Ancak ve yalnız Allah'ın kulluğu kabul edilecektir.

Önce bu hususa ehemmiyet vermesi, başka husus­lara ehemmiyet vermemesi ve alâka göstermemesi de­mek değildir. Belki Zatı Risaletpenahileri bütün mesele­leri her cephesinden mütalâa ederek halletmek yolunu tutmuştur. İlk önce vahdaniyeti öğretti. Sonra insanların ahlakî ve medeni yaşayışlarındaki bozuklukları düzeltip, ortadan kaldırdı. Bunun da ilk şartı, insanın kendi başına buyruk müstakil (İndependent) ve gayrı mes'ul / sorum­suz (Ir­respon sible) olmadığını ortaya koymak oldu. Başka tabirle in sanın kendi kendisini ilâh kılmasına son verdi. Yahut da insanın "İlâh ül - âlemin" den gayrı başka birine bu başka biri ister insan olsun yahut da in­sandan gayrısı işlerini teslim edemiyeceğini öğretti. Bu gibi şeylerin kökü tamamen kazınmadıkça, İslâmî nazari­yeye gö­re ve yukarıda bahsettiğimiz gibi, her ne olursa olsun, bir ferdi ıslah mümkün olmazdı. İçtimaî bozukluk­lar da ortadan kalkmazdı. Bunun için ıslah yolunda ilk yapılacak iş, insanı kendi başına buyruk olma zihniyetin­den kurtarmak ve dünyanın sahipsiz olmadığını ona an­latmaktı. Dünyanın hakikî Sahibi ve Padişahını tanıma­sını ve O'nun emrine teslim olmak ihtiyacında bulundu­ğunu öğrenmeliydi. Ancak bu şekilde bu Padişahın koy­duğu had ve hududu aşmaya yeltenmez ve kendi başına buyruk olduğu zaman uğrayacağı zarar ve ziyanı kavra­yabilirdi.

Akıl ve hakikatin (Realism) iktizası da budur ki, doğru bir usul ile, O'nun karşısında boyun bükülür ve O'na itaat edilir.

Diğer taraftan şunu da öğretti ki, mevcut olan dünya­nın Hükümdarı ve Padişahı bulunan bir tek Mâlik vardır. Ancak bu Mâlik ihtiyar ve buyruk sahibidir. Başka bir kimsenin ve başka hiçbir varlığın hüküm yürütmeye ve buyruk sahibi ol­maya hakkı yoktur. Hakikatta da O'ndan başka bir ilâh bulunmamaktadır. Bunun içindir ki, O'ndan başka bir kimseye kul olunmaz ve olunamaz. Başkasının hükmü dinlenmez. Kimsenin karşısında da baş eğilmez. Orada artık hiç bir "Majeste: (Hi Majesty: Haşmetlu, Devletlu Hazretleri) filan yoktur. İzzet sahibi bir tek Majesty olan O varlık ancak bu hakka sahiptir. Orada herhangi bir Ekselans: (Hi Hignes: Asaletlû, Fahametlû Hazretleri) falan da yoktur. Bu lakap yalnız temiz ve gü­zel iş yapan kimselerindir. Orada yine herhangi bir Lord cenapları (Lordship: Asaletmeâb Hazretleri) de yoktur. Herkes asaletmeaplıktan, Lordluktan bir hisseye mâliktir. Orada herhangi bir kanun koyucu da yoktur. Kanun koy­mak O'nun hakkıdır ki, kanun koymak salahiyeti vardır. Orada ne ağa, ne patron ne velinimet, ne raca, ne maharaca, ne ebedi şef, ne millî şef, ne herhangi bir şef veya ne de koruyucu vardır. İktidarın anahtarı da kimse­nin elinde değildir. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur. Yerden semaya kadar ne var ne yoksa hepsi de köledir ve kuldur. Rab ve Mevlâ ancak bir tek varlıktır.

Buna göre, o zaman, her türlü kulluk, her türlü itaat, her türlü bağlılığı bırakıp da bu varlığa kul olmak, bu bir varlığa itaat etmek, bu bir varlığa bağlanmak O'nun hük­müne boyun bükmek icapeder. İşte bu, bütün ıslahatın aslı, esası ve köküdür. Bu esâs üzerine ferdi davranış ve içtimaî nizama ait binanın yeni baştan plânı çizilir ve ku­rulur. Bulunduğumuz yer yüzünde Adem Aleyhisselam'dan bu güne kadar ve bu günden kıyamete kadar insanî yaşayışın meseleleri bu nizam üzerine de­vam edip gider.

Hazreti Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem'dan gayrı kimse bu temel ıslahı hazırlamak İçin davette bu­lunmamıştır. Siyasi ve içtimaî işlerde, halk üzerinde bu kadar tesirli olan kimse de yoktur ve çıkmamıştır. Halkın üzerinde tesir icra ederek, halkı böyle bir yolda çalış­maya başka bir yola kimse sevk etmemiştir. Görüyoruz ki, o bir tek kimse olduğu halde kalkıp Lâilâhe illallah mefhumunu ilân etti. Bu sadece peygamberane bir şe­kilde ileri atılmak için değildi. Hakikatte İslâmî hareketin ne şekilde olacağını ilân etmek içindi. Bu ıslahat husu­sunda kimse O'na yardım etmiyordu. Hatta halk, bu keli­meleri bile kabul etmek istemiyordu. La­i­lahe illâllah'ı te­mel olarak kabul edenler de Zat-ı Risalet­penahilerinin yanı başında tahammülü çok güç sıkıntılara katlanıyor ve bu esası yerleştirmek için uğraşıyorlardı. Fakat çok geç­medi, Lâilâheillallah sesini duyup gelenler Zat-ı Saadetle­rinin etrafına toplandılar. Bir hayli zahmet, meşakkat ve mücadelelerden sonra bu binayı da kurmaya muvaffak oldular. Bu bakımdan İslâmî hareketi yürütmek için hu­susî tedbire ve amelî hikmete ihtiyaç vardı ki, bunun da başı Tevhidi sağlamlaştırmaktı.

Tevhid akidesi sadece bir dinî mesele değildir. Arz ettiğim gibi içtimaî yaşayış nizamı da tam olarak ancak bunun üzerine kurulabilir. İçtimaî yaşayışta, insanın kendi başına buyruk ve Allah'tan gayrısına kul olmaktan kur­tulması icabediyordu.

Bugün dünyanın her tarafında minarelerden "Eşhedü En la ilahe illallah" sesleri yükseliyor. Ne bunu söyleyenler buna dikkat ediyorlar, ne de bunu işitenler bu mukaddes kelimede ne derin bir mana bulunduğu üze­rinde düşünüyorlar. Fakat bu ilândan asıl maksadın ne olduğu anlaşılırsa ve bunu söyliyenin de şu manada söylediğini kabul edelim: "Benim Hak Taalâ'dan başka bir hükümdarım yoktur. Ben hiçbir hükümdara boyun eğmem; hiçbir buyruk altına girmem, hiçbir kanunu kabul etmem; hiçbir adalet (Jurisdiction) a eğilmem; kimse bana hükmedemez; kimsenin nizam ve kaidesine evet demem; hiçbir imtiyaza hak ve hukuk tanımam; hiçbir hükümet, hiçbir mukaddeslik farkı ve ihtiyârât sahibi ka­bul etmem; sadece ve ancak bir ve tek olan Allah'tan başka birşey tanımam." O zaman siz de göreceksiniz ki, birçok idrâk yoksunları böyle bir anlayışı kabul etmi­ye­ceklerdir. Aç gözlüler bu esasa inanmak yoluna gitmeyeceklerdir.

Siz isterseniz dövüşün, isterseniz dövüşmeyin. Dün­yanın kendisi sizinle savaş halindedir. Şunu da anlaya­caksınız ki, yerden semaya kadar ne var ne yoksa sizinle düşmandırlar. Her tarafta sizin için yılan, ejderha ve yır­tıcı canavar mesabesinde bulunan düşmanlarınız vardır.

Hazret-i Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem o karanlık çağda bu sesi yükseltti. Bu sesi yükselten dave­tin mahiyetini çok iyi biliyordu. Duyanlar da bu sesin hangi manada ifade edildiğini anlıyorlardı. Bu gerçek kurtuluş hareketine kapılanlar dövülüyorlardı. Bu sesi kısmak için her türlü çareye başvuruyorlardı. Çünkü mu­haliflerin Brahmaniyetleri (Brah­menlik) ve Papalıkları tehlikeye giriyordu. Hükümdarların hükümdarlıkları, ser­maye sahiplerinin sermayeleri, tefecilerin menfaatleri, nesil - perestlerin neslî üstünlükleri (Racial Superiority) milliyetçi ve ırkçıların tutunduğu temeller, ecdatçıların dedeleri ve ataları, put perestlerin putları tehlikeye giri­yordu. İşte bu sebepten dolayı şöyle buyurulmuştur.

El - küfrü milletin vahidetün:

Küfür bir tek millettir.

Ve bu vecizenin ispatı gereğince savaşa girilmiştir. Bu yolda savaşmakla bir hareket baş göstermiştir. Bu mücadelede yalnız bir kısım halkın düşünceleri temiz ve hakikatları kabul etmeye hazır bulunuyordu. Bunların vicdanlarında sadakat vardı. İnandıkları şeyin hak oldu­ğunu bildiklerinden bu yolda canlarını feda etmeye ve ölmeye de hazır idiler. Bu hareket için böyle bir halk top­luluğuna ihtiyaç vardı. Bir bir, iki iki, dört dört bir ara ya gelip toplandılar ve işe giriştiler. Katlanmadık sıkıntı ve çekmedikleri eziyet ve çile kalmadı. Bu uğurda evlerini barklarını da bırakıp hicret ettiler. Yakınlarını, sevdiklerini dost ve ahbaplarını bıraktılar. Dayak yiyenler, hapsedi­lenler, binbir eziyete katlananlar ve ölenler, oldu. Çarşı pazarda taşlananlar, tahkir edilip küfür işitenler tahammül ettiler. Kafalarımı kırılmadı, evler mi dağılmadı... Her şey yapıldı, her çareye baş vuruldu. Fakat bü tün bunlara rağmen İslâm ne sağlamlığını kaybetti ne de İslâmî iman sarsıldı.

Bunun ilk faydası şu idi: Böyle bir işe iradesi zayıf ve daldan dala konan kimseler yanaşamadılar. Bu harekete ka­tı­lanlar Adem soyunun en seçkinleri idiler. Ancak bu seçilmişler bu harekete katıldılar. Esasında da bu böyle olmalıydı. Bu işe üstün seciyeli kimseler lazım dı. Her­hangi bir insan bu davaya faydalı olamazdı.

Sonra bu halk topluluğu giriştikleri bu işte şahsi ga­raz veya ailevî bir maksat için bu çetin musibetlere kat­lan­mı­yorlardı. Yalnız Hak için, sadakat için ve Allah rızası için bütün bu sıkıntı ve cefalara göğüs geriyorlardı. Bu yüzden açlıktan öldüler ve dünyanın cefasına maruz kal­dılar. Bütün bu ağır ve şiddetli mücadelelerin neticesinde aslî gaye ve aslî maksat olan sahih İslâmî zihniyet doğdu ve ortaya çıktı. Lâzım olan ve ulaşılması gereken mer­hale de bu idi. Onların kalplerinde temiz İslâmî karakter kendisini gösterdi. Onların Allah - perestlik-leri hulus ile göründü. Musibetlere katlanarak İslâmın dershanesinden hakikat dersi alarak geldiler. Herhangi bir şahsın mak­sadı için bu zümre ortaya atılmamış ve bir ölüm kalım mücadelesine girişmemişlerdi. Çalışıp çabalamalar, uğ­raşıp didinmeler, türlü musibetler, zahmetler, sıkıntılar, darmadağın edilmeler, dayaklar, ölümler, hapsedilmeler, yoksulluklar, yerden yurttan hicretler gibi bütün bu mer­halelerden geçip şahsî ve zatî tecrübeler sayesinde bu asli maksadın bütün teferruatına kadar kalplerini ve ruh­larını hazırladılar. Hatta onların şahsiyetleri, bu maksadın kemâl bulmasına yardım bakımından, namaz farz oldu ki, dikkatler bir nokta üzerinde toplansın. İnanılan ve kabul edilen hâkimin (hükümdarın) hakimiyeti tekrar tekrar itiraf edilsin. Bu akide kökleşsin ve sağlam bir hâle gelsin. O hükümdarın hükümdarlığı akidesi, yerleşip sağlamlaşsın ki, dünya işleri hep O'nun hükmüne göre yürüyüp gider. O'nun "ALİM ÜL, GAYBİ VEŞ-ŞEHADE: gizliyi ve aşikâr olması ve "Mâliki yevmüddin: hesap gününün sahibi" vasfını taşıması ve "Kâhirün fevka ibadihi: kullar üzerinde kudretli bulunması" hakikati zihinlere ve kafalara yerleş­sin. Her hal ve durumda O'ndan başka kimseye kulluk edilemiyeceği bilinsin. Kalblere yerleşsin.

Bir taraftan bu esaslara göre yeni gelenler bu yolda terbiye ediliyor, diğer taraftan da İslâmî hareket meyvele­rini vermeye başlıyordu. Halbuki, küfür ehli bu ilk müslümanlara eziyet ediyor, hapsediyor ve bazılarını evlerinden dahi çıkararak, onlara çeşitli şekillerde zulme­diliyordu. Fakat bütün bunlara tahammül edildi. Acaba bütün bu güçlüklere neden ve niçin sabrediyorlar, göğüs geriyorlardı. Görüyoruz ki, bu kimselerin gözünde, kadın, altın, mal mülk ve hiçbir şeyin kıymeti yoktu. Onlar hiçbir şahsî menfaat da gözetmiyorlardı. Allah'ın bu kullarının sadece sadakatleri vardı. Bu insanların kalpleri niçin böyle bir cazibeye kapılmıştı? Uğrunda her eza ve ce­faya katlandıkları bu şey ne idi ki, kendilerini hiçbir şey durduramıyordu. Anlaşılıyor ki, bu enerji kaynağı Lâilâhe İllâllâh'tır. İnsanî yaşayış nizamını değiştiren prensip bu yüce kelime adi. İşte bu sesin yükselmesi için sadakatle, hakikatle, imanla dünyanın bütün menfaatleri feda edili­yordu. Can, mal, çoluk çocuk, herşeyden vaz geçiliyordu. O zaman gözler açılıyor, kalpler genişliyor, gözlerin önünden perdeler kalkıyor, hakikatin manzarası olduğu gibi ortaya çıkıyordu. İşte ancak bu cemaatı, şahsî güzel­liğin gururu, ecdat - perestlik cehaleti, dünyevî garazlar ve dünya muhabbeti aldatamamıştı. Ve işte bu cemaat bu sese layıkiyle cevap verdiler. Ne kadar muhalefete, eziyete uğradılarsa da bütün bu karşı koymalar kırılıp atılmıştı. Hakikat severler ve bu temiz insanlar gitgide çoğalarak gayelerini başarıya ulaştırdılar.

O zaman, bu hareketin başında bulunan lider de kendi şahsî yaşayışı ile bu hareketin amelî taraflarını ortaya koydu. Her sözü ve fiili ile İslâmın hakiki ruhunu gösterdi. O zaman insanlar İslâmın ne demek olduğunu anladılar. Bu hususu uzun uzadıya anlatacak değiliz. Ancak kısaca birkaç misal vereceğim:

Zatı Risaletpenahilerinin hanımı Hazret-i Hatice Radı­yal­lahu Taalâ anha, Hicazın en zengin kadınların­dan biriydi. Zat-ı Saadetleri de onun ticaret işlerine ba­kardı İslâm daveti başlayınca Zat-ı Peygamberîleri bütün bu işleri bir tarafa bıraktı. Olanca varlığını bu mukaddes işe vakfetti. Bütün Araplar kendisine düşman kesildiler. Kendilerinin ve muazzez hanımlarının nesi var nesi yoksa birkaç sene içinde hep bu yolda harcadılar. İş o raddeye vardı ki, bir ara Hicaz'ın "Melik ül - tüccarı": En zengin tüccarı bulunan Zat-ı Saadetleri, davet ve tebliğ için Taif'e gitmek istedikleri zaman binecek bir merkep bile bulmakta zorluk çektiler.

Kureyş milleti de Zat-ı Saadetlerinin bu ülkeye hü­kümdar olmasını teklif ettiler. "Seni kendimize padişah ya­palım, beğendiğin en güzel kadını sana verelim, senin ayaklarına kapanalım, yalnız şu başladığın hareketten vazgeç" dediler. Fakat O Zat, insanlığın kurtarılması için gelmişti. Bu maksat uğruna, taşlanmağa ve kötü sözler işitmeye razı idi.

Kureyş ve Arap ileri gelenleri Alemlerin Fahrine, şöyle diyorlardı. "Yâ Muhammed, (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) nasıl olur da biz senin meclisinde oturur ve senin sözlerini dinliyebiliriz ki, bizler senin meclisine geldiğimiz zaman meclisinizde hep köleler, kullar, beş parasız kim­seler (maazallah) aşağı kimseler oturuyorlar. Nasıl olur da biz şu aşağılık zümre ile aynı yerde oturabiliriz. Nasıl olur da biz onlarla aynı seviyeye düşeriz."

Fakat O Zat, insanlar arasında aşağılık ve yukarılığı kaldırmak ve insanları aynı seviyeye getirmek için gel­mişti. Onların hatırı için fakir ve parası bulunmayan kim­seleri kıracak değildi.

Bu hareket için, Zat-ı Saadetleri, kendi kavmini, kendi ülkesini, kendi kabilesini, kendi hanedan ve ailesini ve aynı zamanda herşeyini feda etmekten çekinmemişti. Çünkü O Zat, insanları insan etmek, insanlara insanlık öğretmek için dünyaya gelmişti. İnsanları kurtarmakla vazifelendirilmişti. Böyle bir daveti insanlığa ulaştırmağa memurdu. Eğer Zat-ı Saadetleri kendi ailesini, kendi ha­nedanını düşünseydi, Hâşimî olmayan kabilelerin men­supları o zata karşı nasıl yakınlık hissi duyabilir, ve O'na nasıl bağlanabilirlerdi? Eğer Zat-ı Saadetleri, Kureyş iktidarına karşı cephe almasaydı, Kureyşten olmayan diğer Araplar kendisine nasıl itimat edebilirlerdi? Eğer Zat-ı Risaletpenahileri, Arap milletinin üstün olduğunu ileri sürseydi o zaman Habeşistanlı Bilâlî Habeşî, Suhey­bî Rumî ve iranlı Selmani Farisî Hazretleri Radıyallahu Taalâ anhüm, etrafına toplanırlar mıydı? İşte O'nun işi her türlü şahsî, ailevî, hanedanı, kavmi, vatanî ve memleketçiliğe dair en ufak bir mefhumdan uzaktı.

Mekkeden hicret edip Medineye geldiği zaman, düşmanlarının dahi kendisine teslim etmiş bulundukları emanetleri sahiplerine iade etmek için Hazret-i Ali Radıyallahu Taalâ Anh'ı memur etti. Dünyaperest bir kimse eline geçirdiği bir şeyi, böyle bir fırsat varken, geri iade ettirir miydi? Fakat Allah - perest kimse ise kendi can düşmanlarının haklarına dahi zerre kadar tecavüz etmez. Bir taraftan bu düşmanları Zat-ı Saadetlerinin canına kast etmek isterlerken, diğer taraftan Zat-ı Risaletpenahileri de bunların emanetlerini geri vermek için çalışıyordu.

İşte bu ahlak, Arapları hayretten hayrete düşürü­yordu. Ben. katiyetle diyebilirim ki, o tarihten iki sene sonra Bedir savaşında Zat-ı Saadetlerinin karşısında yer alan bu kimseler şöyle söylüyorlardı: Biz kiminle savaşı­yoruz? Hicret gecesi kendisini öldürmek için uğraştığımız sırada o bizim emanetlerimizi geri vermeğe çalışıyordu. Bu melek hasletli zatla mı çarpışıyoruz? Evet, o zaman Arapların elleri Zat-ı Saadetlerine karşı harp ediyordu. Fakat kalpleri yaptıkları bu işi tasvip etmiyordu. Bedir'deki kâfirlerin mağlup olmasının sebebi de bu ahlakî yükseklik olsa gerektir.

Onüç sene süren çetin çalışmalardan sonra, Zat-ı Saadetleri, Medinede küçük bir devlet teşkil etmesine sıra geldi. O zaman bu devletin halkı terbiye görmüş ve tam bir islâm düşüncesine sahip birkaç bin kişiden fazla değildi. Bu camianın teşkil ettiği hükümet on sene kadar Allah Resulünün Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in rehberliği altında devam edegeldi. Bu az zamanda hükûmettin her cephesi, İslâmî usul ile yürütüldü ve Zat-ı Saadetleri islamın her cephesini öğretti. O devirde İslâmi ideoloji de manevî düşünceden (Abstract idea) genişleyerek, ilerle­yip bir medenî nizâm haline geldi. Bu nizamda İslâmın güvenlik, eğitim, yargı, sosyal ilişkiler, toplum ve ekonomik müeyyideleri ortaya kondu. Savaş - barış ve milletlerarası münasebetlerine dair kaideler nizamlaştı. Yaşayışın her sahasına ait usuller konuldu. Bu usuller dairesinde yaşayış devam ettirildi. Bu hususî usul ile çalışacak olanlar yetiştirilip, diğerlerini de yetiştirmek için işe giriştiler. Bu zümre, İslâm idaresini öyle örnek olarak öne sürdüler ki, sekiz sene gibi kısa bir zamanda, Me­dine kasabasında kurulmuş bulunan bu küçücük devlet bütün Arabistan yarım adasını idaresi altına aldı. Gruplar halinde halk, İslamın bu amelî çalışmasını görüyor ve İslâma sarılıyorlardı. Halk gözü ile görüyor ve şahit olu­yordu ki, gerçek insanlık denen şey İslâmiyettir. İnsanlığı felaha götürecek olan yol ancak bu Hak yoludur. Buna en azgın İslâm düşmanları bile kanî oldular. Yalnız kanî olmakla kalmayıp, bu yeni dine öyle sarıldılar ki, varlarını yoklarını hatta canlarını bile İslâm uğruna feda ettiler. Bu kimseler önce bu harekete karşı senelerce dövüşmüş şahıslardı. Halid ibni Velid, Ebu Cehilin oğlu İkreme, Ebu Süfyan gibi İslâm düşmanları, müslüman olunca Hak dinine hizmetkar oldular. Hazreti Hamza Radıyallahu Anh'ın katili Hind (Hazreti Hamzanın ciğerini yemek iste­yen kadın) ve Vahşi sadakatle baş eğerek, gelip İslâma teslim oldular. Fakat Zat-ı Saadetleri onlara karşı kin tutmadı. Zaten o yüce peygamberin herhangi bir garaz duymasına da imkân yoktu.

Tarih yazarları hataya düşerek, bu emsalsiz inkılabın savaşlarla meydana geldiğini ileri sürmüşlerdir. Halbuki o kadar kısa zaman süren savaşlarla, savaşçı olan bütün bir Arap kavmi nasıl mağlup edilebilirdi? Tarafların zayiatı da bin veya bin yüz kişiden fazla değildir. İnkılaplar tari­hine bakarsanız, kendiniz de hak vereceksiniz ki, buna ancak "Kansız İnkılap": (Bloodless Revolution) demek doğru olur. Bununla beraber bu inkılap sadece memleke­tin ahvalini ve nizamını değiştirmekle kalmadı. Zihniyet­lerde, görüş zaviyesinde ve düşünce tarzında öyle bir başkalık meydana geldi ki, yaşayış usulünde ve bütün bir ahlakî davranışta bambaşka bir millet meydana çıktı.

Bu millet eskiden zinayı mubah gören, kadınların if­fetine tecavüz eden ve aynı zamanda içkiye düşkün bir topluluktu. Fakat İslâmiyeti kabul ettikten sonra, içki ve zinanın ortadan kalkmasında öncü oldular. Hırsızlığı âdet edinmiş ve bunu mubah sayan bu millet, bu defa dostla­rının evinde bile yemek yerken, acaba caiz olmayan bir şey mi yaptım diye nefislerini sorguya çektiler. Bu şekil bir yemek yemenin Kur'an-ı Kerimde yasak edilmiş ol­madığı söylendiği halde yine de titizlikte ileri gittiler. Vak­tiyle yol kesmeyi, kervan soymayı adet edinmiş bulunan ve geçimini bu iş üzerine kurmuş olan bu kavim öyle bir değişti ki, bu kavmin, bu ümmetin alelade fakir bir askeri, İran saltanatı yıkılıp giderken, İran Kisrasının milyonlarca altına bedel olan kiymetli tacını, yanına alarak, gecenin karanlıklarında ıssız çöllerden geçerek getirip kumanda­nına teslim etmişti. O tarihten önce böyle bir hadisenin eşine yeryüzünde rastlamak acaba mümkün olabilir miydi? İşte bu yüce dinin insanlara yapmış olduğu tesir, halis bir niyetten başka birşey değildir. Burada artık riya­kârlık hastalığından katiyen bahs edilemez. Eskiden bu kavmin fertleri indinde, insan hayatının hiçbir kıymeti yoktu. Kendi çocuklarını kendi elleriyle diri diri toprağa gömerlerdi. Bu insanlar bilahare, öyle merhametli oldular ki, bir tavuğu bile keserken içlerinde merhamet hissi doğdu. O kadar doğru ve temiz bir ahlaka sahiptiler ki, cahiliyet devirlerinde yapmadıkları kalmayan bu kavmin fertleri, Hayber kalesi fethedildikten sonra, tahsildarlık memuriyeti ile, vergi tahsil ederlerken, kendilerine büyük bir meblağ tutan rüşvet teklif edilip de devlet vergisini azaltmalarını bildirdikleri zaman, bu rüşveti kesin olarak red etmiştiler. Yahudilerle aralarında olan müşterek mah­sulü de yarı yarıya bölerek, onlara: "Siz hangisini ister­seniz onu alınız" demişlerdi. Yahudiler de tahsildarların bu tavrına şa­hid olunca, parmakları ağızlarında kalmıştı. Ve gayri ihtiyari şöyle bağırmışlardı: "İşte artık yeryü­zünde adalet kaim oldu."

Bu hükümetin idarecileri ve valileri, hükümet konak­larında ve saraylarda değil, halkın arasında oturur, gezer ve dolaşırlardı. Sokaklarda, çarşı ve pazarda yaya yü­rürlerdi. Onların evlerinin kapısında, ne muhafız" ne ka­pıcı ne de teşrifatçı vardı. Gece bile her isteyen vatan­daş, evindeki idareciye müracaatını yapardı. Bu ümmetin içinde öyle hâkimler yetişti ki, bir Yahudinin iddiası karşı­sında zamanının halifesini bile mahkemeye getirtti. Halife kendi oğlunu ve kölesini şahit göstermek isteyince Hâkim bunları kabul etmemek cesaretini de gösterdi. Bu ümme­tin içinde, öyle kumandanlar yetişti ki, harp sırasında bir şehri tahliye ederken, vaktiyle şehir halkından alınmış bulunan cizyeleri geri verdi. "Bu bizim hakkımız değildir" dediler. Bu ümmetin içinde öyle elçiler yetişti ki, İran baş kumandanının sarayında kumandanın karşısına çıkar­ken, İslâmî ve insanî eşitlikten vaz geçmedi. Bu usulü açıktan açığa belirtti. Açık bir lisan ile İran kumandanının karşısında, İrandaki sınıf ayrılıklarını tenkit etti. Bu ko­nuşma o kadar tesirli oldu ki İran ordusu efradının kalblerinde insanlık dini hakkında bir sevgi belirdi. Bu ümmet efradı arasında öyle ahlak sahibi kimseler çıktı ki, hırsızlık yapan kimse kendi ayağı ile gelerek elinin kesil­mesini talep etmiş ve diğer kimse de zina ettiğini iddia ederek cezalandırılmasını istemiştir. Maksat öteki dün­yada Cenabı Hakkın huzuruna çıkarken hırsızlık ve zina suçunun cezasını görmüş ve kurtulmuş olarak çıkmaktı Bu ümmetin ordusunun askerleri, para ve dünya için sa­vaşmıyorlardı. Sadece iman yolunda çarpışıyorlardı On­lar kendi ceplerinden para harcayarak harp meydanlarına koşuyorlardı. Elde ettikleri ganimet mallarını da kendile­rine alı koymayıp, bölünmesi için kumandanlarının huzu­runa getiriyorlardı. Acaba, içtimaî ahlak ve zihniyeti kılıçla bu şekilde değiştirmek mümkün müdür? Tarih gözümü­zün önündedir, insan ahvalinin tepeden tırnağa silah zoru ile böyle bir inkılap geçirdiğine dair sizler bir misal verebi­lir misiniz?

Gerçekten enteresan bir mesele gözümüzün önün­dedir. On üç sene zarfında ancak on veya on iki bin müslümanla bütün bir ülke müslüman oldu. Çok az bir insanla böyle bir neticenin alınmış olması dolayısiyle "bu muammayı nasıl halledebiliriz" diye düşünüp duranlar var. Halbuki mesele gayet basittir. Yeni bir ideoloji üze­rine yaşayışın plânı çizilmişti. Fakat ilk önceleri halk bu hareketin mahiyetini sezememişti. Böyle bir değişikliğe niçin lüzum görülüyordu? Neticeyi tahmin edemiyenler çeşit çeşit düşüncelere saplanıyorlardı. Şüphe ve tered­düt geçiriyorlardı. Böyle şairane sözler söyleyen bu insan (neuzü-billah) acaba delirmiş midir diye hayret ve dehşet içinde kalmışlardı. Yoksa hayal-perest midir diye kendi kendilerine soruyorlardı. O zaman, sadece yüksek zekâlı kimseler iman ettiler. Bu zevat, hakikati görüyor ve İslâmın insanların kurtuluşu için geldiğini anlayabilen kimselerdi. Zamanı gelip de bu fikir nizamı üzerine bir hayır nizamı kurulunca, halk gözünü açtı. İşin ne oldu­ğunu ve ne neticeler verdiğini de gördüler. O zaman iyice anladılar ki, yapılmak istenen iş, Allah'ın seçkin kulu ta­rafından zulmün ortadan kaldırılması için ele alınmış ve zafere ulaştırılmıştır. Artık bu gerçek kurtuluş hareketine karşı koymaları için bir sebep kalmadığını anladılar. Ve bütün güçleriyle bu yolda çalışmaya başladılar. Ancak basiret gözü kapalı bulunanlar bu hakikati görmemezlik­ten geldiler.

İslâmın içtimaî inkılabının takip ettiği yol, böyle bir yoldur. İşte plânı çizilen, binası kurulan inkılap böyle ya­pılmıştı. Halk bu işin başarıya ulaşmasını mucize sayı­yordu. Evet, Peygamberin mucizelerinden biri de budur. Tarih de bize anlatıyor ki, bu hareket, tabiî yoldan gelişen bir hadisedir. Burada illet olduğu gibi ilmî ve mantıkî de­liller de vardır. Biz de bugün, o tarihî plân üzerine hareket edersek, yine aynı neticeyi elde ederiz. Elbette şurası da vardır ki, böyle bir iş yapmak için, İslâmî imanın şuuru, zekâ ve düşünce, sağlam karar verebilmek kudreti, şahsî zaaflardan kurtulmak ve fedakârlıklara katlanabilmek istidadı olmalıdır. Aynı zamanda himmet ve gayret sahibi kimselere ihtiyaç vardır. İnandıkları gaye için çalışıp da başka yönlere dönmeyenler de lâzımdır.

Dünya yaşayışındaki kendi şahsî menfaatlarından fedakârlık eden kimseler bulunmalıdır. Bu ümit uğruna, anneler, babalar, çoluk çocuklar, dostlar, mal ve mülkler feda edecekler olmalıdır. Biz bunları kaybettikse ne za­rarı vardır diyebilenler bulunmalıdır. Bu maksat uğruna çalışma yolundaki engelleri ortadan kaldıracak kimseler meydana çıkmalıdır.

Böyle bir ümmet ilk önce Allah sesini yükseltir, sonra da işe girişirler. Nitekim işin başında da böyle olmuştu.