Konu Başlığı: İçtihatın Kanun Mahiyeti Kazanması Gönderen: Ekvan üzerinde 25 Eylül 2010, 09:16:25 İÇTİHADIN KANUN MAHİYETİ KAZANMASI İslâmî kanun ve nizamda herhangi bir ictihâd hükmünün kanun mahiyetine girmesi için muhtelif şekiller vardır. 1 — Birincisi bütün Ümmet Ulemasının bu mevzu üzerinde icmâ etmeleri. 2 — Herhangi bir kimsenin veya bir zümrenin içti hadının, kanun mahiyetinde kabul edilebilmesi için, bütün müslümanlar tarafından umumî olarak kabul edilmesi gerekir. Halkın da kendiliğinden bu içtihad hükümlerine uyması icabeder. Meselâ, koca koca İslâm ülkelerinde yaygın bulunan Hanefî, Şafiî, Maliki ve Hanbelî fıkıhları gibi. 3. Bir ictihad hükmünü, herhangi bir Müslüman Hükümetin kendisine kanun olarak kabul etmesi. Meselâ, Osmanlı devleti Hanefi fıkhını resmi kanun olarak kabul etmişti. 4. Siyasette, Anayasa hazırlayan bir meşru idare veya kurulun, İslâmî nizam ve kanunlar dairesinde bu ictihadı kanun şekline koyması. Bunların haricinde ehli ilmin ictihad ile verdikleri diğer hükümler, umumî kanun mahiyetine giremezler. Ancak, fetva olarak kalırlar. Fetvalık mahiyetinden ileri gidemezler. Bu da bir tarafa, kadılar (hâkimler) işlerin çözümü hususundaki hususî mahiyetteki meselelerde de bunları gözönünde bulundurup bulundurmamayı takdir edebilirler. Bunların benzeri (Precedents) üzerine hüküm yürütür veya yürütmezler. Fakat bunlar sahih manada kanunî mahiyet taşımazlar. Nitekim, Dört Örnek Halifenin de kendilerinin hususî meselelerde verdikleri şahsi ictihad hükümleri böyle olmuştur. Bunlar İslâmî temel kanun mahiyetine girmemişlerdir. İslâmî nizamda kadıların içtihadi hükümlerinin de kanun mahiyeti (Judge Made Law) taşımaları düşünülmemiştir. BAZI İTİRAZLARIN CEVAPLARI İslâmda kanun yapma ve ictihad hakkındaki makalelerim bazı çevrelerde itirazlara yol açtı. Ben de mümkün olduğu kadar ve kısaca bu itirazları cevaplandırmaya çalışacağım. İlk itiraz, Kur'an-ı Kerimin yanı başında Sünnetin niçin bulunduğudur. Bu hususta bir kaç noktayı sıra ile arz edeceğim Mesele bu şekilde, tamamiyle ve daha iyi şekilde aydınlanmış olacaktır. 1. Bu inkâr kabul etmez bir tarihî hakikattir. Hazret-i Muhammed Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem, nübüvvet makamı ile şereflendirildiklerinden sonra, kendilerine Hak Taalâ tarafından yalnız Kur'an-ı Kerim gönderilmekle kalmadı. Aynı zamanda bir âlemşümul hareketin önderliği ve rehberliği makamı da verildi. Bunun neticesinde bir İslâmî camia ortaya çıktı. Bu yeni içtimaî ve medenî nizam kuruldu. Ve nihayet bir hükümet vücud buldu. Burada şu sorulabilir: Kur'an-ı Kerim nazil kılınmaktan başka Hazret-i Resulü Ekrem Sallallahu aleyhi ve sellemin daha başka ne gibi vazifeleri vardı? Bu vazifelerin vasıfları ne idi? Acaba Zat-ı Risaletpenahileri, peygamberlik vasfı ile, Hak Taalânın mümessilliğini ve elçiliğini yapmakla bu mümessilliği kendisi, mi yapıyordu, yoksa bunu sadece Kur'an-ı Kerim mi yapıyordu? Yoksa, Kur'anı duyduktan ve duyurduktan sonra, Zat-ı Risaletpenahilerinin vazifesi bitiyor muydu? Allahın Resulü diğer müslümanlar gibi bir fert miydi? Zat-ı Saadetlerinin bundan sonra akval (sözler) ve ef'ali (yaptıkları) haddi zatında, bir hüccet bir kanunî mesned değil miydi? Birinci şıkkı kabul edersek, o zaman şunu da kabul etmekten başka çaremiz yoktur. Sünneti de Kur'an-ı Kerim ile birlikte, kanunî mesned ve hüccet olarak tanımak gerekir. İkinci şık da ise, Sünnetin herhangi bir kanunî mesned olmak vasfı yoktur, demektir. 2. Kur'an-ı Kerime ait hususlarda şu da malûmdur ki, Zat-ı Saadetleri Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellem sadece İlâhî haberi tebliğ eden bir ha berci vasfında değildir. Allah Taalâ tarafından, kararlaştırılmış bir önder, bir rehber, bir hâkim (idareci ve âmir) ve bir muallimdi. Bu hususları ihtiva edecek tarzda bütün müslümanların O'na itaat etmesi farzdır. İman ehli için yaşayışlarının her cephesinde yalnız bu yolu örnek kabul etmeleri bir zarurettir. Akıl da şunu icap ettirir. Herhangi bir peygamber, sadece Allahın kelâmını duyurmakla işini bitirip, Mukaddes Kelâmı duyurduktan sonra bir fertten farksız olması doğru değildir. Müslümanlara gelince, bu ümmet, Hazret Resulü Ekrem'i her zaman için ve her yerde, İslâmın başından bu güne kadar vacibül ittiba (izlenmesi gereken) bir örnek olarak kabul etmişlerdir. O'nun "emr ve nehy" (yapılmasını bildirdiği ve yapılmasından men ettiği işler) leri vâcibül-itâa (uyulması gereken) olarak inanmışlardır. Hatta her hangi bir gayrı müslim âlim de bu hakikî ve gerçek meseleyi inkâr edemez. Müslümanlar her zaman ve her devirde, Zat-ı Saadetlerinin bu vasıflarına inanıp kabul etmişlerdir. Bunun yanı başında da İslâmın kanun nizamını Kur'ana ve Kur'anla beraber Sünnete de istinad ettirmişlerdir. Şimdi ben bir türlü anlayamıyorum, bir kimse kalkıp da Sünnetin bu vasfını ve bu hususiyetini nasıl olur da inkâr eder ve şunu da nasıl ileri sürebilir ki, Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellem, Kur'an-ı Kerimi okuttuğu zaman peygamber idi de Kur'an okutmadığı zaman, peygamberlik vasfı ortadan kalkıyordu. Şimdi, bir kimse böyle bir iddiada bulunduğu takdirde ona deriz ki, bu makamı Hazret-i Resulü Ekrem, kendi kendisinemi elde etmişti? Yoksa bu makamı O'na Kur'an mı vermişti? Birinci şekle karşın İslâmın herhangi bir iddiası yoktur. İkinci şekle gelince, esasen bu noktayı Kur'an-ı kerimin kendisi beyan etmiştir. 3. Sünnetin haddi zatında kendi başına kanun kaynağı olarak kabul edilmesinden sonra, şu sual ortaya çıkar, bunu anlamak ve bunu belirtmek için ne gibi vasıtalar kullanılabilir? Bunun cevabında da ben yine şunu arzedeceğim: Bugün aşağı yukarı on dört asır geçmiştir. Bu müddet zarfında da bu mesele ilk defa ileri sürülmüş değildir. Bin beşyüz sene önce peygamber olarak gönderildiğinden bu yana Sünnet süre gelmiştir. Burada da iki tarihî hakikatı inkâr etmek mümkün değildir. Birincisi, Kur'an-ı Kerimin tâlimi (öğretisi) ile Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellemin Sünneti, birarada yaşama usulünde ve toplumsal hususlarda, İslâmın başından bu güne kadar örnek olarak süre gelmiştir. Devam ederek, ardı arkası kesilmeden, zincirleme olarak takip edilmiştir. Bu husus hiçbir devirde, hiçbir zaman kesintiye uğramamıştır. Bütün idare mekanizmasında ve her iş güç sahasında devamlı olarak gözönünde bulundurulmuştur. Bugün, bütün dünya müslümanlarının akideleri, düşünüş şekilleri, ahlâk ölçüleri, ibadetleri, iş güçleri ve muameleleri, yaşayış nazariyeleri, hayat yolları için örnek olarak ayakta tutulmuştur. Bu hususta ufak tefek ihtilaflar da olmuşsa, bu ihtilaflar ancak teferruatta olmuş, esasta olmamıştır. Bunlar arasında yine ahenk bulunmuştur. Müslümanlar, bütün yer yüzüne dağılmış olmalarına rağmen, bir ümmet olmak hususiyetini esasta sağlayabilmişlerdir. Bu meselenin ispatı da, içtimaî hususların Sünnet üzerine kaim bulunması ve yüzlerce seneden beri Sünnetin zincirleme devam edegelmesidir. Burada kaybolmuş bir şey olmamış ki bunu arayıp bulmak için uğraşalım. İkinci tarihî hakikat, daha kesin ve daha da aydınlıktır. O da şudur: Hazret-i Resulü Ekremin hayatından sonra, her devirde ve her çağda müslümanlar, ispat edilmiş (belli) Sünnetlerin neler olduğu mevzuunda çalışmışlardır. Ve hayat nizamında sonradan uydurulup, sahte yollarla sokulmuş bulunan yeni şeylerin neler olduğunu araştırdılar. Bunlar nasıl uyduruldu ve nasıl sokuldular? Müslümanlara göre; Sünnet, kanunî bir vasıf taşıdığından, işlerin çözümünde, adliyede davaların görülmesinde ve bu gibi hususlar Sünnet üzerine yürütüldüğünden, Müslümanların evlerinden tutun da, devlet işlerine kadar, her şey buna bağlı bulunduğundan, muameleler de bu esas üzerine cereyan ettiğinden, bu eşkilde incelemeler ve araştırmalar hakkında müsamaha göstermemiş ve ihmal etmemiş kılı kırk yarmışlardır. Bu incelemelerin ve araştırmaların vasıta ve şekilleri İslâmın ilk Halifesinin devrinden bu güne kadar nesilden nesle devam ederek, miras olarak bize kadar ulaşmıştır. Ardı arkası kesilmeden de her nesilde muhafaza edilegelmiştir. Bu iki hakikati iyi anladıktan ve Sünnetin üzerinde ilmî araştırmanın ne şekilde olacağını bildikten ve böyle değerlendirdikleri sonra, Sünnet'in kanun kaynağı olması ve Kur'an-ı Kerimin yanı başında kanunlara dayanak oluşturacağı hakkında artık hiçbir şüphe ve tereddüde mahal kalmaz. Halledilmesi zor görünen bu muamma da kendiliğinden halledilmiş olur. 4. Şüphesiz, Sünnetin incelenmesi ve belirtilmesi ve tespit edilmesi hususunda bir kısım ihtilâflar olmuştur. Gelecekte de bu gibi ihtilaflar da olabilecektir. Fakat böyle ihtilâflar, Kur'an-ı Kerim ahkâmının manalarını tayin etmek hususunda dahi olabilen şeylerdendir. Böyle ihitlaflar, nasıl ki, Kur'an-ı Kerimin kanun kaynağı olmasına engel oluşturmazsa, Sünnetin de kanun kaynağı olmasına ve Kur'an-ı Kerimin yanı başında bulunmasına engel oluşturmaz. Daha eskiden de bu usulün kabül edildiği gibi, bugün de aynı şekilde kabul etmekten başka çare yoktur. Buna göre, her kim, bu hususda, Kur'an-ı Kerimin hükmü ayrı, Sünnetin hükmü ayrı olduğunu ileri sürerse ,o zaman kendi sözü, kendi iddiasını çürütür. Ölçü böyle olsaydı, herhalde ümmetin ülemasının çoğu hiç olmazsa, ümmet efradının kalabalık bir zümresi bu ölçüyü gözönünde bulundururlardı. Fakat ölçünün böyle olmadığına, itibar edilince, o zaman, mesele de kalmaz. İşte, bu usul üzerinde dünyanın her tarafında, yüzlerce, milyonlarca müslüman herhangi bir fıkıh okulu (mezhepler) çevresinde toplanmışlar ve o koca koca ülkelerde kendi yaşayış nizamlarını da Kur'an ve Sünnetin her ikisinin ışığı altında kurup yürütmüşlerdir. İkinci tiraz da benim makalem üzerinedir. Makalemde tenakuz olduğu İleri sürülüyor. Ben diyormuşum ki, Kur'an ve Sünnetin açık ve kesin ahkâmında hiçbir şekilde değiştirme olamaz. İtiraz eden zatın düşüncesine göre, benim bu sözlerimde tenakuz bulunuyormuş. Zira ben yine diyormuşum ki, bazı istisnaî hallerde bazı hususlarda içtihad edilebilir. Fakat bu sözlerimin neresinde tenakuz olduğunu maalesef bilmiyorum. Mecburiyet ve zaruret olunca dünyanın her yerinde istisna umumî kaidedir. Bu husus herhangi bir kanun da olur. Kur'an-ı Kerimde de buna benzer müsaadeler için bir hayli misaller verilmiştir. Bu misaller hakkında Fukahâ muayyen usuller koymuşlar ve bu istisnaların ölçüsünü tayin eylemişlerdir. Nerelerde hangi şartlar dahilinde istisna olabileceğini de bildirmişlerdir. Meselâ, şu örnekler fikrimizin en güzel ispatıdır: "Zaruretler, mahzurları ortadan kaldırır." "Sıkıntı kolaylığı çeker." Üçüncü itiraza gelince, bu itiraza bu güruhun hepsi de iştirak ediyorlar. Sebebi de benim içtihad için bazı şartlar ileri sürmüş olmamdır. Bu hususta ben yalnız kendim bu meseleyi ileri sürdüğümden, cevap vermek de yine bana düşen bir görev oldu. Önce, şunu arz edeyim ki, itiraz eden muhteremler, bir kere benim ileri sürdüğüm şartlar üzerinde doğrudan doğruya düşünsünler, sonra da ileri sürmüş olduğum şartların hangisini ortadan kaldırmak mümkündür ve bu şartların hangisi olmazsa buna rağmen bu iş tamam olabilir? Meselâ, Şeriate iyi niyetle bağlı bulunmayan bir kimsenin içtihad edilebileceği mi ileri sürülecektir? Yahut da Kur'an-ı Kerimin ve Sünnetin lisanı olan Arapça bilmeden mi ictihad yoluna gidilebilinecek? Veya Kur'an-ı Kerimin ve Sünnetin ahkâmını iyice anlamadan ve kavramadan, mütalâa etmeden, Şeriatın hükümleri üzerinde tetkiklerde bulunulmadan mı içtihad yürütülebilinecektir? Yoksa müctehidini selef (daha evvelki müctehidler) in verdikleri hükümleri, hiç nazarı itibara alınmadan mı hüküm verilmeye kalkışılacak? Ya da dünya muamelatına ve dünya işlerine vâkıf olmadan mı işe girişilecek? Yine böylece, herhangi bir şekilde, İslâmî ahlâk ölçüsü gözönünde bulundurulmadan mı ve İslâmi ahlâk ile donanmış olmadan mı, bir kimse bu işe el atacaktır. Şimdi, saydığımız şartların hepsi de bellidir ve ortadadır. Bu şartların hangisinin lüzumsuz olduğu anlatılsın ve ispat edilsin ki, biz de anlamış olalım. Şu da var ki, bütün İslâm âleminde bu şartları haiz bulunan kimselerin sayısı on kişiden fazla değildir. İhtimal ki, muhaliflerimiz bunu ileri sürmekle bizi ikna etmeğe çalışıyorlar. Ve beş altı yüz milyon müslüman arasında bu şartları haiz olanlar ancak şu on kadar kişidir, fazla niçin olmamıştır? demek istiyorlar. Biz de diyoruz ki, onların dedikleri gibi olsaydı, ictihad edebilecek şahıslarda, bizim bildirdiğimiz vasıfların bulunmasına, lüzum olmasaydı, ortaya çıkan her bilgili bilgisiz ve herhangi bir kimsenin önünde ictihad kapıları açık bulunsaydı, o zaman ictihad edenler de bu kadar az kimse olmaz, her önüne gelen de içtihada kalkışırdı. Bunun neticesinde de bilgisizler, şüpheli niyet sahipleri, iyi niyeti bulunmayan kimseler de, ortaya çıkıp müslümanların boğazlarına sarılmazlar maydı? Herkes meydanı boş görüp bildiğini okumaz mıydı? |