๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslamda Hükümet => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 27 Eylül 2010, 04:26:16



Konu Başlığı: Hükümetin Muhtelif Organlarının Birbirleriyle Alâkası
Gönderen: Ekvan üzerinde 27 Eylül 2010, 04:26:16

Hükümetin Muhtelif Organlarının Birbirleriyle Alâkası


Şimdi ortada şu soru kalıyor: İslâm'da hükümetin bu üç organının birbirleriyle alâka dereceleri nelerdir? Bu hususta açık ahkâm mevcut değildir. Ancak saadet devri ve Hülefaî Raşidinin teamülü (Convention) bize bu hu­susu aydınlatıyor. Bu teamülden biz şunu anlıyoruz: Hü­kümet reisinin alakası nereye kadardır ve nelerdir? O zaman hükümet reisi olmak bakımından bu reis, bu üç organın üçünün de başında bulunuyordu. Bu hususiyet Nebi sallallahû aleyhi ve sellem'den elde edilmiştir. Hülefâ-î Raşidin de aynı ölçü içinde hareket etmişlerdi. Fakat bu devirde Reisin emri altında biz bu üç organı bir birlerinden ayrı tutmuş bulunuyoruz. O devirde "Ehlil-hal ve'l akd' (Teşri Organı) ayrı idi. Bunların müşavereleriyle Hülefa-î Raşidin devrinde düzenleme işleride yürütülür, kanunî meseleler de tartışılır, hükme bağlanırdı. Fakat güvenlik ve memleketin idaresi işi, Emir'ler (ümerâ') nın elinde idi. Bu da ayrı idi. Bunlar Kaza: (Adalet) işlerine müdahale etmezlerdi ve edemezlerdi. Kadı (Hâkim: Yar­gıç: Judge da ayrı idi ve bu Kadı, Emirlerin hükmü altında değildi.

Memleketin mühim meseleleri için polis kuvvetleri teşkil etmek, intizamı ve kanunî meseleleri hal eylemek yolunda bazan öyle meselelerle karşılaşılırdı ki, Hülefa-i Raşidin, o zaman hep "Ehlü'l hall vell akd" i çağırıp on­larla müşaverede bulunurlardı. Müşavere bitince de bu Ehlü'l - hal ve'l akd'in işi sona ermiş olurdu.

İntizamî (îcraî) işler, Halifenin emri altında yürütü­lürdü. Onun kararlaştırmış olduğu kararlar gereğince ve onun hükümlerine mutabık icra organı da çalışıp giderdi.

Kadıları tayin eden, halifenin kendisi olmakla bera­ber, bir kadı bir kere tayin edildikten sonra, Halifenin bu kadının işine karışmaya hiçbir hakkı ve yetkisi yoktu. Bir kimse mevki bakımından hükümet başında bulunmuş olsa bile, herhangi bir şahıs tarafından aleyhinde bir iddi­ada bulunulduğu takdirde, o zaman kadı, hakikatı aydın­latmak için, bu mevki sahibi kimseyi alelade halktan bir kişi gibi çağırır ve yaptığından hesap sorardı.

O zaman için bizim elimizde bulunan misallerin hiç birisinde, hiçbir islâm ülkesinde bir kimsenin, aynı za­manda hem kadı hem de âmil (Memleket idarecisi) oldu­ğuna dair malumat yoktur. Yahut da herhangi bir âmil veya valinin (Governor) veya devletin başında bulunan kimsenin de bir kadının adalet hususunda verdiği hü­kümlere karışmış olduğunu ve karışmak hakkına sahip bulunduğunu göremiyoruz. Yine bunun gibi, en kodama­nın kodamanı kimsenin de meselâ, devlet ricali veya askeri erkân ve ileri gelen kumandan ve sairenin de he­sap vermek için kadının huzuruna çağrıldığı zaman gitmemezlik ettiğini de bilmiyoruz.

Bu plân üzerine biz, şimdi de mevcut ihtiyaçlarımızı halledip gitmekteyiz. Ancak bu hususta ufak tefek deği­şikliler yapılmıştır. Buna rağmen bu usulü yine ayakta tutmak için uğraşıyoruz. Bu ufak tefek değişiklikler de şudur: Meselâ Hükümet reisinin icraî (yürütme) ve adlî (yargı) hususlarda. Hülefai Raşidinden daha az yetkisi vardır. Buna göre, bizim kendi reisimizin bu yetkisini kıs­mamızdan maksadımız, reisin bir gün kalkıp da diktatör­lük taslamasını önlemek içindir. Bir de bu kısmanın diğer bir sebebi, onun işleri elinde tuttuğu zaman, herhangi bir sebepten dolayı halka karşı adaletsizlik yapmaması için­dir.

Bu soruya bir zatı muhterem kalkıp şu soru sordu: Sizin bu husustaki fikrinizin kaynağı nedir?

Bu suale şu cevabı verdim: Benim delilim şudur: Hülefa-i Raşidin devrinde icraî ve adlî organlar birbirle­rinden ayrı idiler. Hükümet başkanı da şerî hükme göre bu ikisini birden her ne suretle olursa olsun elinde bulun­duramazdı. Fakat şu hususta vardır ki, Hükümet başkanı bazan kadılık vasfı ile adalet kürsüsüne oturur ve o za­man da kendisi icraî işlere müdahale etmezdi. Fakat Hülefa-i Raşidin devrinde halk bu halifelere o kadar itimat etmişlerdi ki, son adalet hükmünün halife tarafından ve­rilmesini isterlerdi. Halife de hüküm verince artık kimse­nin diyeceği bir şey kalmazdı. Şimdi biz eğer, böyle gü­venilir bir şahsı bulamazsak, — Hülefa-i Ra­şidin gibi — o zaman islâm Anayasası gereğince, islâm hükümetinin başkanını hem "baş kadı" (En yüksek rütbeli hakim): (Chef Justs) yapar hem de icraî kuvvetlerin en yüksek başkanı kılarız. Bu iki vasıf zarurî olarak bu zatın elinde birleşir.)

Bu şekilde biz bu planda bazı değişiklikler de yapa­biliriz. Meselâ biz "Ehl ül-hal ve'l-akd" seçmenin usulünü ve kaidelerini değiştirir ve günün şartları gereğince, bun­larla muntazam bir meclis kurabiliriz. Adalet dairesinde de muhtelif dereceler ihdas edilebilir. Meselâ inceleme kısmını ayırır ve çalışma kısmına da ve işin üzerinde kararlar aldıktan sonra yürütme kısmına da ayrı şekiller verebiliriz. Ve bunlar gibi olan başka hususları da değişti­rebiliriz.

Burada iki soru ortaya çıkar. Bu sorulara da cevap vermek zarureti vardır. Birincisi şudur: Acaba islâm'da şu mesele olmuşmudur ki, adliye işlerinde kaza hususunda Ehlül-hal ve'l - akd, bir meseleyi bu mesele Allahın Kita­bına ve Resulullahın Sünnetine aykırıdır diye geri çevirip kesip atmış mıdırlar? Bu hususta da bir hüküm verildi­ğine dair benim bir bilgim yoktur. Hülefa-i Raşidinin tea­mülünde "kaza" mevzuunda böyle bir şey görünemezdi. O zamanki kadılar arasında da böyle bir hüküm verebile­cek bir kadıyı göstermek mümkün değildir. Benim düşün­ceme göre, o zamanki Ehl ül - hal ve'l akd, Kitab ve Sün­netin ışığı altında basiret sahibi kimseler idiler. Bunların, hepsi de bir tarafa, Hülefa-i Raşidinin kendileri bu mese­lelerde o kadar güvenilir kimseler idiler ki, onların baş­kanlıkları devrinde; herhangi bir şekilde, Kitab ve Sünne­tin hilafına hiçbir şey yapılamazdı. Biz eğer bugün Ana­yasamızda bu husus için herhangi bir itimad edilir ve güvenilir bir nizam bulamazsak ve bizim her ne suretle olursa olsun, kanun yapan meclisimizin yapacağı ka­nunlar hakkında Kitabullah ve Sünnetde bir hüküm ol­mazsa ve o zaman da Adliye, Kitap ve Sünnetin hilâfına bulunan hükümleri reddederse, bu Adliyeye böyle bir yetki tanımamız lâzım gelir.

İkinci soru da şudur: İslâmda Teşriî Organının ya­sama yani "Ehl ül - hal ve'l - akd" ın sahih vasfı nedir? Ne şekilde olursa bu organ sahih olur? Acaba bu heyet, sadece hükümet riyasetinin istişare heyetimidir? Hükü­metin başında bulunan zat bu heyetin çoğunluğunun yahut da ittifakla verdiği kararları kabul edip etmemekte veya reddetmekte veya istediği gibi değiştirmekte serbest ve tercih sahibi mi olsun?

Yoksa Hükümetin başında bulunan kimse, bu heye­tin çoğunluğunun veya ittifakla verdiği kararların mefhu­muna ve medluluna bağlı bulunmak zorunda mıdır? Bu hususta Kur'an-ı Kerim bazı emirler beyan etmiştir. Müs­lümanların toplumsal işlerde birbirleriyle müşaverede bulunmalarını emr eylemiştir.

"Ve emrühüm şûra beynehüm: Onların işleri, ara­la­rmda müşavere ile olur."

Peygamberi Zîşan Efendimize de bu husus'ta hitap edilerek Hükümet başkanı bulunmaları nedeniyle hitap edilerek, Hak Taalâ şöyle buyurmuştur:

"Emr (Memleket işleri) hakkında onlarla müşaverede bulun. (Müşavereden sonra) karar verirsen, Allaha te­vekkül et."

(Al-i İmrân: 159).

Bu iki âyeti kerime gereğince müşavere zarurî olu­yor. Hükümet başkanına da müşavere etmek yolunda hidayet ediliyor. Müşavereden sonra bir karara varılırsa o zaman Allah'a tevekkül edilecek ve iş sonuna kadar yü­rütülecektir. Fakat burada bu sualin cevabı tam ve açık bir şekilde ortaya çıkmıyor. Hadis-i Şerifte bu hususu bize aydınlatacak açık bir hükme raslamıyoruz. Elbette ki, Hülefa-i Raşidinin teamülünden, İslâm ule­ması umumî olarak şu neticeyi çıkarmıştır: Hükümet intizamının asıl mesulü hükümetin başkanıdır. Hükü­met başkanı, Ehlü'1-hal ve'l-akd ile müşavere etmek mecburiyetindedir. Ancak, onların ittifakla yahut da ekseriyetle vermiş bulundukları göre hareket etmek mecburiyetinde değildir. Başka bir tabirle diyebiliriz ki, hükümet başkanının müşavereden sonra bir nevi "veto" hakkı da vardır.

Fakat bu nazariye, umumiyetle bir hayli yanlış an­la­yışlara yol açmaktadır. Nitekim halk bu noktadan bazı değişikliklerin bulunabileceğini anlamaktadır. Her hususta bir müşavere edilmesini düşünüyorlardı. Hülefa-i Raşidinin devrindeki müşaverelerde bulunan kimselerin yani Ehlü'l - Hal ve'l - akd'in meclisleri muntazam bir şekilde değildi. Bunlar dağınık kimseler idiler. Ancak lüzumu halinde toplanır, konuşur ve sonra dağılır kendi işlerine giderlerdi. O zaman şimdiki gibi muntazam parlamenter bir şekil de yoktu. Bugün mevcud olan muntazam teşri mecliside bulunmuyordu. Bu işlere kendilerini adamış kimseler de da­ğınık halde idiler. İş icabı toplanır, bir şekil bulur, sonra çekilip giderlerdi. Zamanımızdaki gibi, partiler de mev­cut değildi. Parti mitingleri de yapılmazdı. Partiler olma­yınca da elbette ki, bunların programları da yoktu ki, her biri bir toplantı, bir miting tertipleyip kendi mera­mını anlatması da muhaldi. Müşavere lâzım olduğu zaman, çağrılanlar gelir, gönül huzuru ile oturur, halife kendisi de mecliste bulunur, mesele ileri sürülür, mu­vafık, muhalif her cephesi konuşulur, görüşülür, ser­bestçe tartışılır, duruşulur herkes bildiği ve güven­diği delilleri ileri sürer, herkes görüşünü beyan eder, Halife de görüşünü beyan eder ve netice alınırdı. Öyle bir görüş üzerinde durulurdu ki, bütün meclis bu görüşü kabul eder ve karar verilirdi. Bazan da bir hususta ittifak elde edilmezdi. Fakat ittifak elde edilmemesi bu meselenin hakkında öne sürülen görüşlerin veya ka­rarların hatalı olduğundan değil, kararların birinin diğe­rine tercih edilmesindendi. Fakat yine de Hülafa-i Raşidin devrinden katiyyen böyle bir misal veremeyiz ki, Hallü akd meclislerinin herhangi birisinde bu meclisin azaları ara­sında esaslı bir ihtilaf çıkmış olduğuna dair bir vak'a zikr edilegelsin. Yalnız Hülefa-i Raşidin devrinin bütün süre­sinde ancak iki vakada zamanın Halifesi, Ehli Hall ü akd'ın toplu olarak verdikleri kararın hilâfına hareket ettiği görülmüştür. Birisi Üsame'nin ordu sevki mesele­sinde oldu. ikincisi de Mürted'lerin üzerine açılan cihad meselesi hakkında. Fakat bu iki vakanın her ikisinde de Sahabiler, Halifenin verdiği karara teslim oldular. Bu da şu demek değildir ki, İslâm Anayasası Halifeye her za­man ve tamamen "veto" hakkı tanımıştır. Kanun gere­ğince o bu işte istediği gibi hareket eder diye Halifeye bir hak vermiştir. Sahabiler de ister istemez Halifenin kararlarına gönülleri razı olmasa dahi itaat edeceklerdir. Hayır mesele böyle değildir. Belki mesele şu şekildedir ki, o zaman Sahabiler, Hazret-i Ebu Bekir Radiyallahü anh'e o kadar itimat eder, onun dirayetine, bilgi ve fera­setine o kadar güvenirlerdi ki, artık Ebu Bekirin verdiği karardan daha iyisi olamaz diye düşünüyorlardı. Dini işlerde Ebu Bekir Radiyallahü Taalâ anh'ın ne kadar ehemmiyetle durduğunu biliyorlardı. İşte bunun için hepsi Ebu Bekirin fikrini kabul etmekte tereddüt etme­diler. Hattâ işin neticesi ortaya çıktıktan sonra da Ebu Bekirin ne kadar isabetli karar vermiş olduğu anlaşıldı ve herkes bildi ki, Ebu Bekir böyle bir karar vermemiş oldaydı İslâm ortadan kalkmak tehlikesiyle başbaşa kalacaktı. Nitekim, mürtedler meselesinde Hazret-i Ömer, radıyallahü anh herkesden ziyade Ebu Bekir'in fikrine muhalefet ediyordu. Açıktan açığa şu sözleri söylüyordu: Allah Ebu Bekir'in işinde benim göğ­sümü açsın da bana bu işin hakikatinin ne olduğu belli olsun."

Şimdi, size örnek verdiğimiz bu hadiselerden islâm'da "Veto" nedir ve bu meselenin nasıl değişikliğe uğradığını çıkarabilirsiniz. Ve daha sonradan buna benzer şeyler başka yerlerde de ortaya çıkmıştır.

Eğer Hülefa-i Raşidin devrindeki Şûra'nın şekli, onun ruhu, Şûra meclisinin azalarının zihniyeti, onların ahlakı ve onların diğer hususlarını örnek ala­rak göz­önünde bulundurursak, bundan daha iyi bir örnek olmadığı gibi, bundan daha iyi bir ça­lışma tarzı olamıyacağını anlamakta zorluk çekme­yiz. Biz, eğer bu şekilde çalışmakla, son mantıkî ne­ticelere varırsak, o zaman her şeyden ziyade şu nokta üzerinde durup şunu söyliyebiliriz ki, bu şekildeki bir şûra meclisi. (Müşavere meclisinde) eğer Sadaret makamını elinde bulunduran bir kimse veya meclis erkânı, kendi görüşlerini ortaya atarlarsa, ve bu görüşlerin karşısında muhalefet edilmezse o zaman bu görüş umum tarafından kabul edilmiş sayılır ve "istisvabi amm" Referandum mahiyeti almış olur. Yok eğer herhangi bir görüşü, umumî görüşler redde­derse, o rey sahibi muaf sayılır. Fakat şimdi, bizim için kendi memleketimizde böyle bir ruh ve böyle bir zihniyet ve bu şekilde Şûra meclisi kurmak mümkün değildir. Bunun için de bizce, ister icraî mecliste olsun ister teşriî meclisine olsun, ekseriyetin görüşlerine tâbi olmaktan başka bir çare kalmamıştır.