Konu Başlığı: Din ile Siyaseti Birbirinden Ayırmanın Batıl Nazariyesi Gönderen: Ekvan üzerinde 01 Ekim 2010, 18:59:16 Din ile Siyaseti Birbirinden Ayırmanın Batıl Nazariyesi ve Yûsuf Aleyhisselam Kıssasından Yanlış Bir İstitlal Tercüman - ül - Kur'an okuyucularından bir Zât-ı Muhterem (Sâhib) düşüncelerini şöyle ifade ediyor: Sûre-i Yûsuf hakkkında Zat-ı âlilerinin (Mevdûdî Sâhib), Kur'an anlayışlarından istifade etmek isterdik. Kur'an-ı Kerim'de Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâma yeryüzünde barınmasının bağışladığı belirtilmiştir. Kendileri de devlet mekanizmasında önemli bir şahsiyet vasfını elde etti. Fakat, malûmdur ki, o bir peygamberdi. Bundan dolayı kendisi için risâlet (peygamberlik) vazifesini ifa eylemek zarureti vardı. Firavun sarayındaki iman sahibi şahsın beyanından da anlaşıldığına göre, Yûsuf Aleyhisselâmın nübüvvetine, Firavun kavmi iman etmediler. Bu İnkârın tepkisi, O'nun vefatına kadar sürüp gitti. Son güne kadar da bu işin gecikmesi devam etmişti. Yine de Firavun ve onun kavmi iman yoluna gelmemişlerdi. Bununla beraber, yine de Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm onların devlet işlerine iştirak etmekten de kaçınmamıştı. Bu durum şöyle bir suale yol açıyor: Allahın seçkin bir peygamberi, nasıl olur da Allah'a ait olmayan (Gayri İlâhî) devlet nizamında çalışmaya iştirak eder? Halbuki, O, bu kavmin karşısında kendi nübüvvetini beyan etmiş, bu kavme davette bulunmuş, fakat bu kavim, O'nun nübüvvetini kabul etmemiş ve davetine de icabet eylememişlerdir. Bu şekilde, islâm davetini kabul etmemiş bulunanlara karşı Hazret-i Yûsuf için, bu kavimle savaşa girişmek icabetmez miydi? Yoksa, mecburiyet karşısında o ülkeden çekilip gitmesi mi lâzım gelirdi. Fakat, O, ne hicretten, ne de cihad hakkında bir şey buyurmadıkları gibi hattâ bu kavimden nefret edip, nefretini de izhar eden, bir hareketine işaret etmiyorlar. Şimdi Zâtıâlileri, bu noktaları nasıl tevil edebiliyorlar? Diye cevap talep edilmektedir. Hazret-i Musa Aleyhisselâm'dan önce, geçmiş bulunan Benî İsrail tarihi hemen hemen tamamiyle karanlıktır.[21] Bu duruma karşılık, Kur'an-ı Kerim'in işaretlerini açıklamak bir hayli zor iştir. Ancak, Kur'an-ı Kerim'in mücmel işaretlerinden, çıkan mânalar, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâmın, Mısır'daki gayri ilâhî bir hükümet nizamına iştirak etmediğini şüpheden uzak bir şekilde, ortaya çıkarır. Kendisi tam mânasiyle muhtar bir halde idi. Hükümetin de her türlü icraatını kendileri sevk ve idare ediyordu. Aşağıdaki âyet-i kerimenin üzerinde durulduğu zaman, bu mesele kâfi miktarda açıklığa kavuşmuş olur. "De ki, beni yer yüzünün hazineleri üzerine getirin, ben (onları) muhafaza eder, (ve bu işi) bilenimdir. Ve biz de böylece, Yûsuf'u yer yüzüne yerleştirdik. Orada istediği gibi barınır." (Yûsuf: 55 - 56) Yâni: Yûsuf Aleyhisselâm diyor ki, beni hazinelerin üzerine hâkim kılın. Elbette ki, onları muhafaza ederim, korurum, bu işi bilirim, bilgi sahibiyim. Biz de bu hikmet dairesinde Yûsuf'a yeryüzünde imkan verdik. O da istediği gibi yerleşip, istediği gibi barındı. Yukarıda zikredilen âyeti kerime'den, Yûsuf Aleyhisselâmın istediği tam bir muhtar idarecilik, her istediğini yapabilecek bir mevki ve tam bir selâhiyet sahibi olmaktı. Hazâ'in - el - arz "yeryüzünün hazineleri" kelimelerini gören bazıları, hazâ'in kelimesinden, hazineyi hatırlıyarak, bir nevi maliye nazırlığı ve iktisat vekilliği ve bu vazifelere benzer ünvanlar düşünmüşlerdir. Halbuki asıl maksat, devlet kuvvetini ele geçirerek, bu otoriteyi Hak yolunda bir vasıta kılmaktır. (Resurces). Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm Mısır saltanatının bütün vasıtalarını istemiştir. Ve kendisine verilen bu selâhiyet, O'nu Mısır'ın en büyük siyasî kudreti haline getirmişti. Yetebevve'ü min-hâ haysü yeşâ'ü: "istediği gibi hakaret etti." Bu hususu da halkın çoğu, gerçek tarafiyle anlamamıştır. Bu zümreye göre, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm İstediği yerde, bir bina kurup, bir ev inşa edip bu malikâneye yerleşmiş olmasıdır. O'na arzu ettiği yerde bir nevi oturma hakkının verilişi şeklinde yorumlanmıştır. Halkın anlayış seviyesinde asıl mânanın kaybolmuş olduğunu görüyoruz. İşin doğrusu, bu kadar dar bir cihete çevrilebilir mi? Halbuki, bu barınma O yüce peygamberin, iktidarı ve siyasî seviyesiyle oranlı olmasını gerektirmez mi? Böyle bir bakışla, hadise ele alınınca, barınma ve yerleşme kelimelerinin şümul derecesi genişler ve umumîleşir. Ve Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm'ın Mısır ülkesinin biricik idarecisi ve hâkimi olduğu apaçık anlaşılmış olur. Bundan sonra, hatıra şöyle bir sual gelebilir. Acaba Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm iktidarın bütün dizginlerini ele geçirince, memleketin içtimaî nizamını, medenî ahlâkını, siyasi mevzuatını İslâm usullerine göre değiştirmek, yenileştirmek ve ıslâh etmekte ne derece bir muvaffakiyet elde etmiştir? Maalesef, bu noktayı aydınlatacak tarihi belgelere sahip değiliz. Yalnız Sûre-i Mâ'ide'deki bir işaretten anlaşılıyor ki, Hazret-i Yûsufun söz konusu edilen iktidarı, gelişigüzel bir şahsın iktidarı gibi değildir. Belki bu peygamber uzun bir müddet iktidarını devam ettirdi. Haleflerinin de uzun bir zaman Mısır hükümetinin başında olmaları kuvvetle muhtemeldir. Netice olarak, İlâhî bir lütuf ve hikmet eseri olan ve o devirde kimseye nasip olmayan bu iktidarın, azamet ve şevketle uzun müddet devam ettiği söylenebilir. Nitekim şu âyet-i kerime bu hususu işaret etmektedir: "Ne zaman Musa kendi kavmine dedi: Ey benim kavmim Allahın size vermiş olduğu nimetleri hatırlayın. Hatırlayın ki, sizin içinizden nebiler ortaya çıkardı, sizi hükümdar kıldı, âlemlerin halkından kimseye vermediklerini de size verdi." (El-Mâ'ide: 20) Bu âyet-i kerimenin delaletiyle anlıyoruz ki, İslâmî yaşayışta hâkim olmanın, iktidar sahibi bulunmanın yegâne şartının, bütün yaşayış safhalarına İslâm nizamının prensiplerini nakşetmek olduğu anlaşılmış olur. Sûre-i Mâ'ide'deki âyetten, zatıâlileri (Mevdûdî'ye yazan şahıs) şu neticeyi çıkarıyorlar: Kıbtî (Mısırlı) kavmi, Hazret-i Yûsuf'u kabul etmekten kaçınmıştır. Fakat haddi zatında bu netice de çıkmıyor. Ben zannediyorum ki, orada da Hindistanın vaziyeti gibi bir ahval vardı. Memleketin mühim bir kısmının sakinleri, İslâm'ı kabul etmişlerdi; fakat memleket halkının hepsi de İslâm'ı kabul etmemiş henüz şirk yolunda kalmış bulunuyorlardı.[22] İslâm'ı kabul etmiş olanlar da uzun bir müddet iş başında kalmışlardı. Yavaş yavaş, onların da ahlâkî ve itikadî vaziyetleri bozuldu. (degenerate). Doğru yoldan saptılar, kölelik derekesine düştüler. Hattâ, o kadar aşırı gittiler ki, kişiye tapınma yolunu bile saptılar. Fitne ve fesâd baş gösterdi. Müşriklerle bunların arasında da bir fark kalmadı. Bu hususta Sûrei Mü'min'de Âl-i Firavun'un hakkında da işaretler vardır: "İlk önce, Yûsuf, sarih delillerle sizin aranıza geldi, fakat buna rağmen, siz, yine size gönderilmiş bulunanlar hakkında tereddüt ettiniz, o da vefat ettikten sonra, siz söylemediniz mi, bundan böyle bir daha, Hak Tealâ başka bir Resul göndermiyecektir?" Altı çizilmiş cümlelerden ilk cümle bize şunu gösteriyor ki, Hazret-i Yûsuf'un yaşadığı devirde, ülkenin geniş bir kısmında, Yûsuf Aleyhisselâm'ın nübüvvetine çok kimseler inanmıyorlardı. Nitekim, Enbiya'nın çoğunun hayat hikayelerinde böyle olduğu görülmüştür. İkinci cümleden de anlaşılıyor ki, O Peygamberden sonra, O'na inanmış, bağlı bulunmuş kimseler de, sonradan aşırı gitme (galîlik) yoluna sapmışlardır. Bundan böyle bir daha Peygamber gelmez diye de söz söylemişlerdir. Bunun için de, Hazret-i Yûsuf dan sonra gelmiş bulunan Peygamberleri de kabul etmemiş, inkâr etmeye kalkışmışlardır. Nitekim, bazı Yahudilerle Hıristiyanlar da aynı şekilde düşünmektedirler. Ancak, Hazret-i Yûsuf devrinde Peygamberlik bitmemişti, son bulmamıştı. Bir daha Peygamber gelmiyecektir diye de bir şey bildirilmemişti. Her ne olursa olsun, yine de âyet-i kerime'nin mânasından, Hazret-i Yûsuf (A.S.) un iktidarı devrinde, o ülkede hiç kimsenin iman etmediği neticesi çıkarılamaz. Belki, diğer işaretleri de gözönüne alıp mütalâa ettiğimiz takdirde, orada bir ehl-i imân zümresinin teşekkül etmiş olduğunu anlamış oluruz. Bunlar da Benî israil İle karışarak, bir müddet için islâm nizamını kaim kılmışlardı. Sonradan yavaş yavaş bozuldular, çöküş (degenerate) baş gösterdi, bozulup gittiler. |