๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslamda Hükümet => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 23 Eylül 2010, 17:02:58



Konu Başlığı: Detaylı Açıklamalar
Gönderen: Ekvan üzerinde 23 Eylül 2010, 17:02:58
DETAYLI AÇIKLAMALAR

Sual:

Zat-ı faziletlerinizin eserlerini ve daha önce lütfedip yazmış bulundukları mektupları okuduktan sonra, ken­dime de hak verdim. Çünkü Zat-ı faziletleri temiz ve halis İslâmî bir hükümet rejimine taraftardırlar. Bu islâmî hü­kümette ehl-i zimme'nin ve ehl-i kitabın vaziyeti Hindular­daki Açhut'lar[210] gibi mi olacaktır?

Zat-ı faziletleri yazıyorlar ki, "Hindûlarm ibadetha­neleri korunacaktır. Ve onların kendi dinî talimlerini dü­zenlemeğe hakları olacaktır." Fakat Zat-ı faziletleri şu noktaya temas etmemektedirler: Acaba Hindûlara propa­ganda (dinî tebliğ) için hak verilecek midir, verilmeyecek midir? Bu arada Zat-ı faziletleri şu hususa da temas et­memektedirler: "Böyle bir hükümet kabul edildikten sonra, onlar da bu hükümete inan­dıkları takdirde, bu hükümeti yürütme hususuna iştirak edebilirler. Bunlar ister Hindu - zade olsun, isterse sirkh - zade olsun." Şimdi lütfedip de kerem buyurup şu hususu da izah bu­yursunlar ki, bir Hindu, Hindu olarak kalıp da Hindûlu­ğunu muhafaza ederek, aynı zamanda sizin hükümet usulünüze iman edip, bu hükümetin yürütülmesine nasıl iştirâk edebilir?

Sonra yine Zat-ı faziletleri buyuruyorlar ki, Ehl-i Kitap kadınlarla Müslüman erkekler evlenebilirler. Fakat Zat-ı faziletleri şu noktayı da kapalı geçiyorlar, acaba Ehl-i Kitap erkekleri de Müslüman kadınlarla evlenemezler mi? Eğer cevap menfî ise, yani evlenemezlerse, o zaman Zat-i faziletleri niçin bu "üstün görme duygusu": İhsâs-ı Berten: (Superiority Complex) hakkında daha etraflı izahta bulunmazlar? Eğer Zatı-ı faziletleri, bunun ispatı için (Justification) İslâma iman etmeye taraftarlık eder­lerse, o zaman niçin şunu kabul etmek ve şuna inanmak istemezler ki, kendi buyurduğunuz gibi, "sözde müslüman" kimseler niçin İslâmî kaide ve kanunlardan kaçınıyorlar? Ve niçin bu günün müslümanının meselesi ayrıdır? Ve yine niçin Zat-ı faziletleri, şunu da kabul etmi­yorlar ki, Hülefa-i Raşidin devrinde İslâma sarılmış olan halkın çoğunluğu, hangi sebepten dolayı siyasî iktidarı elde etmek için istekli idiler? Eğer Zat-ı faziletleri, şunu da kabul etmek istemezler ise, o zaman 30 - 35 sene bu şekildeki İs­lâmî hükümetin nasıl devam ettiğini izah bu­yurmazlar mı? Ve sonra yine Hazret-i Ali Radıyallahu Taalâ anh, o kadar dirayetli ve tedbir sahibi olmasına rağmen niçin kendisinin o kadar muhalifi, vardı? Hatta muhalifleri o kadar çoktu ki, Hazret-i Ayşe Radıyallahu anha da bunların arkasında bulunuyordu.

Bundan başka, şu düğümün de çözülmesi icabeder: Zat-ı faziletlerinin düşüncesine göre, böyle bir hükümeti yürütmek için, öyle yüksek ahlâklı ve öyle karakter sahibi bir kimseyi neri, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman Radıyallahu Taalâ Anhum, gibi eşsiz ve emsalsiz kimse­lerin zamanında, bu hükümet ancak bir kaç sene devam etmiştir. On dört asır sonra, böyle bir hükümeti tekrar göz önünde bulundurmak ve o zamanın vaziyetine göre bir hükümet sistemi düşünmek acaba ne derece makul ola­bilir? Şuna da şüphe yoktur ki, Zat-ı faziletlerinin bu na­zariyeleri her zaman müslümanların arasında istek ve zevk ile karşılanıp, beğenilmektedir. Nitekim temas etti­ğim bir hayli müslümanlarda bu hususu müşahade ettim. Onlar, sizin söylediklerinizin hepsinin tamamen İslâmın ta kendisi olduğunu düşünüyorlar. Fakat, herkes de, benim, yukardaki satırlarda ileri sürdüğüm hususlarda itirazda bulunuyor ve size göre, Hilâfet-i Raşidin devrindeki gibi halifeliği üzerine alacak karakterde bir kimseyi nereden bulacağız, diyorlar. Hele bu Zevat-ı Kiram, bu kadar iyi insanlar olmalarına rağmen, onların kurmuş bulundukları hükümet sistemi ne sebeple en fazla elli sene bile devam edememiştir? Şimdi bu böyle olunca, böyle bir hükümet nazariyesi, güzel bir inaçtan başka acaba ne olabilir ki?



Cevap:

Sizin sormuş bulunduğunuz sorular tamamen haki­kattir. Ben de şimdiye kadar bunların üzerinde durma­mıştım. Bu bakımdan vereceğim cevaplar, bu sualleri tamamen aydınlatacak mahiyette olmazsa bile, beni ma­zur görünüz. Eğer Zat-ı alileri, ilk önce esasî işler üze­rinde söze girişip de, tedricen fer'î işlere ve zamanın si­yasetine (Current Politics) gelirseniz, o zaman benimle fikir bakımından müttefik olamayız. Bunun için hiç ol­mazsa bu mevzular hakkında benim kadar uğraşmış olmanız icabeder. Buna göre ben öyle anlıyorum ki, daha Zat-ı alileri, beni iyi tanımamışlardır ve iyi öğrenememiş­lerdir.

Lütfettikleri mektupta Zat-ı alileri şöyle yazıyorlar: Benim tahayyül ettiğim İslâmî hükümette, Ehl-i Kitab ile Zimmîlerin durumları, Hindûlardaki Açhut'lar gibi olacak diyorsunuz. Ben de bu satırları okuyunca hayretler içinde kaldım. Çünkü, Zat-ı alileri, ya benim açıkça anlattığım, zûnmîlerin durumunu bilmiyorlar, yahut da Hindu Açhut'ların vaziyetine vakıf değillerdir. İlk önce şunu bil­mek lâzım ki, Açhut'ların durumları Mem Dehrem Şaster'den[211] anlaşıldığına göre, onların hukukî durum­ları bakımından İslâmdaki zimmîlerin hukukî durumları ile hiç de mukayese imkânı yoktur. Burada en mühim nokta da şurasıdır ki, Açhutlar meselesinde esas ırk ve nesil imtiyazı üzerinedir. Zimmîlikteki esas ise, akide üzerine­dir. Eğer bir gün bir zimmî çıkıp da İslâmı kabul ederse, bu zimmi bize Emîr veya İmam da olabilir. Fakat her­hangi bir Şovder,[212] herhangi bir akide ve mesleği kabul ettikten sonra, Serme[213] bağlarından acaba, kurtulabilir mi?

Zat-ı alilerinin şu suali de çok tuhafdır. "Acaba bir Hindu, Hindu olarak kalıp da sonra İslâmî hükümete ina­nırsa, bu hükümeti yürütenlerle iş birliği yapabilir mi?"

Galiba Zat-ı alileri şu nokta üzerinde durmamışlardır: İslâmî hükümetin usullerine iman eden kimse iman ettik­ten sonra artık bu kimsenin Hindûluğu.kalır mı? O da müslü­man olur gider. Bugün bu memlekette on milyon­larca "Hindu - zade" vardır. Bunlar Müslüman olup, islâm usullerine iman etmişler, iman ettikten sonra da artık bunlar müslü­mandırlar, Hindûlukları da kalmamıştır. İleride de herhalde inşaallah böyle Hindû-zâdeler yine İslâm usullerine inanacaklar, onlar da diğer müslümanlar gibi müslüman olacaklardır. Elbette ki, müslüman olunca, onlar da diğer müslümanlar gibi İslâmî hükümeti yürüt­mek ve yönetmek hususunda gayretle çalışacaklardır.

Şimdi şu suale gelelim: "Acaba İslâmî hükümette Hindûlara propaganda yapmak hakkı tanınacak mıdır, tanınmayacak mıdır?

Şunu da hemen arzedeyim ki, böyle bir sualin cevabı pek kısa bir cevap değildir. Çünkü propagandanın çeşitli şekilleri vardır. Ve şekle göre iş değişir.

Biri şudur ki, herhangi bir mezhebe mensup zümre, kendi mezhebini kendi nesline ve kendisine mensup bu­lunan halka öğretmek ister. Bu hususta yalnız Hindular değil, zimmîlerin hepsine hak tanınır.

İkincisi de şudur: Herhangi bir mezhebe mensup zümre — yazılı yahut da sözlü kendi mezheplerini baş­kalarına — başka gayrı müslimlere öğretmek ve anlat­mak isterler. İslâm da dahil, kendi mezhepleri ile diğer mezheplerin arasındaki farkları belirtmek yoluna da gide­bilirler. Bu hak da yine zimmîlere tanınır. Fakat, herhangi bir İslâmî hükümette sadece bir müslümanın dininin de­ğiştirilmesi için yapılacak olan tek taraflı propagandaya müsaade edemeyiz.

Üçüncü şekle gelince: Herhangi bir mezhebe men­sup zümre, kendi mezheplerinin esası üzerine muntazam bir şekilde harekete geçmek isteyerek, memleketin temel nizamını değiştirmek, İslâmî usûlleri ortadan kaldırmak ve bunun yerine kendi usullerini koymak isterlerse, bu çeşit faaliyetlere kendi hükümetimizin hududları içinde asla müsaade edemeyiz. Bu hususta daha fazla bilgi edinmek için, mufassal bir şekilde izah ederek yazmış olduğum "İslâm meen katli mürtedd ka hükm: İslâmda Mürteddin öldürülmesi hükmü" isimli eserime bakınız.[214]

Ehl-i Kitab kadınlarının, müslümanlarla evlenmeleri­nin caiz olup da, müslüman kadınlarının ehl-i kitab ile evlenmelerinin caiz olmamasının sebebi şudur:

Böyle bir müeyyidenin istinad ettiği temel, "üstün görme duygusu" üzerine kurulmamıştır. Bu ayrı bir ruhî meseleye istinad eder. Umumiyetle erkek kolay kolay tesir altında kalmaz. Bunun aksine, kadın daha kolay tesir altında kalır. Bir gayrı müslim kadın, herhangi bir müslümanın nikâhı altına girerse, bu kadının gayrı müslim kalacağı çok az ihtimal dahilindedir. Müslüman olması ihtimali daha ziyadedir. Fakat bir müslüman kadın herhangi bir gayrı müslim erkekle evlenirse, o zaman kendi dinini bırakıp da gayrı müslime olması ihtimali, daha çoktur. Bu kadının evlâtlarını müslüman olarak ye­tiştirmesi ve kendi kocasını da müslüman etmesi bekle­nemez. Bu mühim sebepten dolayı müslüman kızlarının gayrı müslimlere nikahlanmalarına müsaade edilmemiş­tir. Elbette ki, bir gayrı - müslime kadınla, kendi çocukla­rının müslüman olarak yetiştirilmelerine rıza gösterirse evlenilebilir. Fakat Kur'an-ı Kerim'de böyle bir hususa müsaade edilmekle beraber, bunun yanı başında da bu gibi kimselerin imanının zayıflayacağını da işaret etmiştir. Şurası da açıkça gösterilmiştir ki, bir kimse, bir gayrı müslimin muhabbetine yakalanırsa, ya onun imanı za­yıflamıştır veya imanı tamamen ortadan kalkmıştır. Fakat özel durumlarda bunda faydalar olduğu takdirde, buna kalkışılabilir. Buna rağmen yine de bu tür evlenmeler pek makbul bir iş sayılmamıştır. Bazı durumlarda da bu iş tamamen menedilmiştir. Bu yasağın sebebi de, müslüman camiasına gayrı müslimlerin girmelerini önle­mek içindir. Girdikleri zaman, ihtimal, münasip olmayan ahlâkî ve itikadî vasiyetlere tesir icra edebilirler.

Zat-ı alilerinizin şu sualine gelelim: İslâmî hükümet sadece niçin otuz, otuz beş sene devam etmiş ve daha fazla sürmemiştir? Bu husus mühim bir tarihî meseledir. biz, İslâm tarihini iyi tahkik edip, derin mütalâa buyursay­dınız, böyle bir neticenin sebeplerini anlamanız pek zor olmayacaktı. Herhangi bir kimse, öne çıkıp, özel bir şe­kilde bir cemaate liderlik ederek, bir yaşayış nizamı dü­zenlerse, bu cemaat de bu nizamı tam olarak yürütmeğe muvaffak olduğu takdirde, böyle bir rejimin devam ede­bilme şartı ilk liderden sonra gelecek olan liderlerin de seçkin kimselerden olması gerekir. Sonraki liderlerin de ilk liderler derecesinde bu usullere inanmaları lazımdır. Liderlik öyle bir zümrenin elinde bulunmalıdır ki, bu ida­reci kadroyu umum halk da desteklemelidir. Aynı za­manda bu zümrenin idare edeceği halkın da hiç olmazsa büyük bir kısmının bu ideal nizamın kültür ve terbiyesine vâkıf olmaları lâzımdır. Başta liderin ve daha sonra da idareci kadronun söz dinletme kudretine mâlik bulunma­ları icabeder. Buna mukabil halkın da söz dinleme sevi­yesi olmazsa, bu usul silinir gider ve bunun yerine de başka usuller ortaya çıkar. Bu mühim noktaları İyice zih­nimize yerleştirdikten sonra, şimdi İslâm tarihine göz gezdirebiliriz.

Nebî Sallallahu aleyhi ve sellem zamanında medenî bir inkılap ortaya çıktı. Yeni bir yaşayış nizamı kuruldu. Bu sayede Arabistan ülkesinde ayrı bir ahlâkî inkılap (Moral Re­vo­lution) meydana geldi. Zat-ı Saadetlerinin liderliği ile temiz kimselerden ufak bir gurup hazırlandı. Bütün Arabistan halkı onların önderliklerini kabul ettiler. Fakat zaman ilerledi. Hülefa-i Raşidin devrinde ülkeler fethedildi. İslâm memleketleri hızla genişledi. Fakat ni­zamın sağlam bir şekilde yerleşmesi aynı hızla devam edemedi. Çünkü, o zamanki neşir işi bugünkü gibi kolay değildi. Tâlim ve terbiye işi de bugünkü kadar hızla geliş­tirilemiyordu. Nakil vasıtaları da zamanımızdaki gibi de­ğildi. Bu sebeplerden dolayı islâm camiasına girmiş bu­lunan bir çok insan toplulukları; ahlâkî ve zihnî ve amelî bakımdan İslâmî harekete çabuk intibak edemediler. Bunun neticesinde de İslâm diyarında, İslâmın hakikatını an­lamış ve bu nizamın ruhuna vakıf olmuş kimseler azınlıkta kalıyordu. Olgun olmayan müslümanların sayısı bunlara nisbetle pek fazla idi. Bu zümre, usulen müslüman hak ve hukukundan istifade ederek islâm ca­miasının içinde bulunuyorlardı. Gerçek ve doğru müslümanlarla aralarında bir fark gözetilmiyordu. Bu sebepten dolayı Hazret-i Ali Radıyallahu Taalâ anh dev­rinde irtica hareketleri (reactionary move­ments) baş gösterdi. Müslümanların büyük bir kısmı bu hareketin tesiri altında kaldılar.[215]

Bu tarihî hakikatı öğrendikten sonra, biz, İslâmî hü­kümetin 30 - 35 sene devam ettiğine ve niçin bu müd­detten sonra devam etmediğine başka sebep araştıracak değiliz. Bunun için de üzülmemize bir sebep de yoktur.

Bugün, eğer biz, salih ve temiz bir zümre hazırlaya­bi­lirsek ve bunlar arasında İslamın menşeine uygun bir şekilde ahlâk ve terbiye yayılırsa ve zamanımızda elde mevcut bulunan vasıtalardan da istifade ederek bir İslâmî nizam tertip edersek, elbette ki, yalnız kendi ülkemizde değil, belki dünyanın başka ülkelerinde de bir ahlâkî ve medenî inkılap vücuda getirebiliriz. Biz şuna da inanıyo­ruz ki, böyle bir ahlâkî ve medenî zümreyi yetiştirip işleri onların eline teslim edersek, herhalde insanlara Önderlik etmek bundan böyle herhangi bir partinin eline geçmiyecektir. Şimdi siz, müslü­man­ların bugünkü vazi­yetini gözönüne aldığınız için, bizim sarılmak istediğimiz ve hedefimizi teşkil eden böyle bir hükümete ve böyle bir nizama "tutunamaz" nazarı ile bakıyorsunuz.

Eğer temiz ahlâk sahibi insanlar iş sahasına atılır­larsa, o zaman siz de inanacaksınız ki, yalnız müs­lü­man halk değil, belki Hindu, Hıristiyan, Parsî ve başka kavim­ler de bu nizama sarılacaklardır. Kendi dinî liderlerini bırakıp bu nizamı yönetenlere güveneceklerdir. İşte bu­nun için, tâlim terbiye görmüş ve iyi yetiştirilmiş bir zümre ile bu nizamı tanzim etmek ve hazırlamağı göz önüne alarak, bunun kuvveden fiile çıkması için Hak Taalâdan yardım etmesini niyaz etmekteyim.


Soru:

İslâm ülkesindeki ekalliyet (azınlık) mezhepleri ara­sında, bu meyanda meselâ Hıristiyan, Yahudi, Buddah, Çin, Parsî, Hindu ve saire, acaba müslümanlar gibi hak ve hukuka mâlik olabilecekler mi? Acaba onlara da kendi dinlerini yaymak hususunda, şimdi bütün Pakistan ve diğer müslüman ülkelerde olduğu gibi, müsaade verile­bilecek midir? Acaba memlekette dinî ve yahut da yarı dinî dernekler, meselâ "Dinî Felaha Erdirme Ordusu: Salvation Army" Katedral, Kanont, Sen Jan veya Sen Frans ve

bunlara benzeyen dernekler ve merkezler kapatıla­cak mıdır? (Nitekim bugün Seylanda olduğu gibi, aynı şey, diğer başka bir kaç ülkede de görülmüştür.) Yoksa müslüman çocuklara da geniş bir tolerans tanınarak, o teşkilatların mer­kezlerine gitmelerine ve orada modern eğitim yapmalarına müsaade edilecek midir?

Acaba, içinde yaşadığımız şu yirminci yüz yılda azınlıklardan cizye almak münasip olabilir mi? Mademki bu azınlık zümresi, ne askerî hizmetlerde çalıştırılabile­cekler ne de hükümet işlerinde herhangi bir vazifeleri olacaktır. Milletlerarası insanlık hakları ışığı altında acaba bu sınıf hükümete ne derece sadakat gösterebi­lirler?

Cevap:

İslâmî ülkede gayrı - müslim zümre bütün medenî haklar (Civil Rits) bakımından aynı haklara sahiptirler. Fakat Siyasî Hukuk (Political Rights) bakımından müslümanlarla aynı haklara sahip değillerdir. Bunun se­bebi de şudur: İslâm'da hükümet nizamını yürütmek me­suliyeti yalnız Müslümanların üzerine yüklenmiştir. Her nerede olursa olsun, İslâmî hükümet idareyi elinde bu­lunduruyorsa, orada Kur'an-ı Kerim ve Sünnet tâlimine uygun bir şekilde hükümet işleri yürütülür. Gayrı – müs­limler, Kur'an-ı Kerime ve Sünnet ahkâmına inanma­dıkları için pek tabidir ki, bu ahkâmın dairesinde çalışa­mazlar. Hükümetin mesuliyetlerine de iştirak edemezler. Bu bakımdan, müslümanlar ülkenin düzeni ve asayişi gibi bütün bu gibi mühim mevkileri ellerinde bulundurmak zorundadırlar.

Gayrı - müslim hükümetlerin çalışma şekli samimî olma­yıp, münâfıkane bir şekildir. Bunun tam aksi olarak, îslâmî hükümetin çalışma tarzı doğru bir istikamete bağlı olup tamamen imana dayanılır. Müslümanlar apaçık şu esası kabul etmiştir ki, herhangi bir işte veya herhangi bir sahada çalışırsa çalışsın, kendisini Allah Taalânın karşı­sında bulunduğunu bilir. Bunun için İslâmî hükümet, gayrı - müslimlere de son derece şefkatli davranmak zorundadır. Müslüman, gayrı müslimlere yalnız kâğıt üzerinde "Milli azınlık" (National Mnorities) haklarını tanımakla kalmaz. Onların fiilî haklarını kendilerine teslim eder. Bir kimse bu hususta şüphe ederse, o zaman Amerikadaki Zenci (Negroes) lerin vaziyetlerini gözönüne getirebilir. Yahut da Rusyadaki gayrı - komünistlerin veya Çin ve Hindistandaki müslümanların durumunu düşüne­bilir. O ülkelerde bu gibi cemaatlere nasıl muamele edil­diğini de hesaba katmak lâzımdır.

Asıl hayrete verici olan durum şudur ki, niçin biz başkalarından utanarak, açıktan açığa kendi çizgimizi, kendi fikrimizi ortaya koymayalım? Ve neden çizgimiz ve fikrimiz üzerine işlerimizi yürütmeyelim?

Gayrı - müslimlerin propaganda yapmaları meselesi ne gelince, şu nokta da vardır ki, biz kendi elimizle kendi kökümüzü baltalayacak değiliz. İntihara da hiçbir niyeti­miz yoktur. Bu ahmaklığa da göz göre göre razı olama­yız. Kendi ülkemizin içinde bir azınlık ortaya çıkarıp kar­şımıza dikmek, akıl kârı olabilir mi? Yahut da yabancı sermayeye arkasını dayayarak yabancı hükümetlere güvenip bizim için baş belâsı olmalarına da hiç lüzum yoktur. Nitekim uzun müddet Türkiyede Hıristiyanlar böyle yapmışlardı.

Hıristiyan misyonerler, yer yer mektepler ve hasta­neler yaparak, müslümanların imanlarını satın almak ve yeni yetişen müslüman neslini kendi milletine yabancı kılmak, (De - Nationalise) için çalışmalarına müsaade etmek, bence kendi milletimizi intihar yoluna götürmek demektir. Bizim idaremiz altında bulunan yerlerde bu hususlar üzerinde elbette ki, son derece titizlikle durmak lâzım gelecektir.

Yabancıların kasıtlı olarak giriştikleri bu eğitim faali­yetleri, ilk bakışta bazı köksüz ve manevî yapımızdan uzak olan şahıslar için, faydalı olduğu ileri sürülse dahi, gerçekle bu gibi dıştan güdümlü çalışmalar müslüman için bir dejenerasyon hareketi olduğu bilinen bir husustur. Fakat pek uzak olmayan bu neticeleri görmek onlar için imkânsızdır.

İslâmî hükümette gayrı - müslimlerden alınan cizye muh­telif şekillerde alınır. Bir ülke ya fethedilmiştir. Yahut da anlaşmalarla islâm ülkesine katılmış olabilir. Anlaşma ile olunca, bu anlaşma gereğince belirlenen cizye tahsil edilir. Fethedilmiş ülke ise, umumî cizye ahkâmı üzerin­den cizye alınır. Fakat -Pakistan bu iki şeklin hiç birisi ile Müslüman diyarı haline gelmediğinden bence bu ülkenin gayrı müslimlerinden cizye almak için Şer'an bir zaruret yoktur.