๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslamda Hükümet => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 21 Eylül 2010, 07:51:52



Konu Başlığı: Adalet ve İhsan
Gönderen: Ekvan üzerinde 21 Eylül 2010, 07:51:52

ADALET VE İHSAN (İYiLiK ETME)

"Allah, adalete ve ihsana ve yakınları gözetmeye (sılayı rahm) için emir verir. Kötülük, hayasızlık (fuhuş) ve aşırı gitmekten meneder."

(Nahl: 90).

Bu muazzez âyet-i kerimede üç hususta emir veril­miştir. İnsanların içtimaî ve muaşerete ait yaşayışın doğ­ruluğu bunlara bağlıdır.


1. Adalet:

Adalet mefhumu iki müstakil hakikatten oluşur. Biri halkın birbirleri arasında hak ve hukukun münasip bir şekilde düzenlenmesi ve bu düzen üzerine kaim kılınma­sıdır. İkincisi de bu hak ve hukukun herkese aynı şekilde tevziidir. Urdu dilinde, biz Arapların "adalet" dedikleri mefhuma "insaf" diyoruz. Fakat bu kelimeyi bu mefhuma kullanmak "Urduca" konuşanlar arasında yanlışlıklar doğmasına sebep oluyor. Halk bu kelimenin lugat mana­sını gözönüne alarak zannediyorlar ki, hak ve hukuk iki kişinin arasında yarı yarıya olacaktır. Buradan adalet manasının da eşit haklar mefhumu olduğuna göre bazı hatalara sebebiyet veriyor. Meselâ bazı kimselerin muyyen hakları vardır ki, yarı yarıya değildir. Yarı yarıya olmamakla beraber yine adalettir. Hakikatte adalet de­mek, denge, uygunluk yani denkleştirmek demektir. Yarı yarıya veya tam maddî eşitlik demek değildir. Meselâ vatandaşlık haklarında, bazan eşitliği gözetmek adaletin hilafına olur. Bunun gibi ana, baba ve evlat meselele­rinde eşitlik gözönünde bulundurulamaz. Sosyal ilişki­lerde ve ahlâkî meselelerde eşitlik baba, ana ve evlat hakkında eşit olamaz. Bunun gibi yine yüksek vazifelerde bulunanlar ve ağır mesuliyetleri üstlenmiş kimselerle, alelade kimseler arasında aynı seviyede eşitlik yoktur. Olması da imkânsızdır. Bunlar gözönünde bulundurula­rak, Hak Taalânın hükmettiği şey hukuk bakımından eşit­lik değil, denge, uygunluk, düzenleme ve denkleştirmedir. Hükmün esasen gereği de budur ki, herkes bu hak ve hukuku bir denkleştirme ve bir düzenleme, denge ve uygunluk dairesinde, ahlâkî, medenî, sosyal, kanunî, siyasî ve ekonomik açıdan kendini düzenleyerek ve denkleştirerek bu hak ve hukuku tam bir iman ile gözet­sin.

 

2. İhsân: (İYİLİK ETME):

İhsân demek, iyilik etmek demektir. Cömertçe mua­mele, dert ortaklığı, iyilik görme, iyi geçinme, göz yumma, af eyleme, görmemezlikten gelme, birbirlerini gözetme, birbirlerini karşılıklı koruma, birisinin kanuni hakkından bir parçacık fazla verme, kendi hakkı olan şeyi bir parçacık az alma, tam yarı yarıya bölüşülen şeylerde karşı tarafa azıcık çok verip kendisi azıcık alma ve buna benzer şeyler. Bunların ehemmiyeti, içtimaî yaşayışta yarı yarıya almaktan daha çoktur, daha da büyüktür.

Eğer adalet, muaşeretin, ve içtimaî yaşayışın esası ise, ihsan da onun güzelliği, cemâli, süsü ve kemâlidir. Eğer adalet içtimaî yaşayışın ve muaşeretin münasebet­sizliklerini düzeltip, acılarını ortadan kaldırırsa, ihsan da tatlılık verir, onu düzeltir ve güzel bir hale koyar. Eğer herhangi bir muaşeret usulü şunun üzerine kaim olsaydı ki, her zaman her fert tartıyı ve ölçüyü tam olarak gözönüne alıp bir dirhem kadar eksiklik ve fazlalık olma­masına dikkat etsin. Ufacık tefecik haklarını tahsil et­meye kalksın. Elbette ki, bu, imkânı olmayan bir şey olurdu. Tatbik kabiliyeti de bulunmazdı. Böyle olunca soğuk ve manasız bir yaşayış ortada bulunurdu. Muaşe­rette daima çekişme devam edip dururdu. Fakat şükür ve geniş tabiatlilik, bağışlama, ihlas, iyilik severlik, ortada olmalıdır. Bunlar yaşayışın tatlılıklarıdır. İçtmaî yaşayışın gelişmesi için lâzım şeylerdir.

3. Bu âyet-i kerimeden anlaşılan üçüncü hüküm de; "Yakınlara iyilik etmek, iyilikle vermek yani sılayı rahim" dır. Bu da yakınlar ve akraba arasında bir nevi hususî şekilde ihsan demektir. Bu hükümden sadece şu anla­şılmaz ki, bir kimse kendi akrabalarına, yakınlarına ve hısımlarına karşı iyi davransın. Onların sevinçli ve kederli günlerinde kendilerine sevinç ve dert ortağı olsun. Muay­yen hudutlar dahilinde onları himaye edip korusun. Belki bunun manasından şu da anlaşılır ki, kudret ve imkan sahibi herkes, kendi kudreti dahilinde kendi şahsî malının sadece kendine ve kendi evladına ait olmadığını bilsin. Akraba ve yakınlarının da bu mal üzerinde bir hakkı ve hukuku bulunduğunu göz önünde tutsun. Onların da haklarını teslim etsin. Şeriat-i İlâhî, müreffeh yaşayan her aile efradına bu hususta mesuliyet yüklemiştir. Bunlar, kendi aile ve hanedanlarının efradını açlık ve çıplaklık­la­rını gidermeden kendi hallerine bırakacak değillerdir. Muaşeret hususunda bundan daha kötü ne olabilir ki, bir kimse dünya nimetleri İçinde müreffeh bir şekilde yaşar­ken, onun yakınları, akrabaları ve hısımları, hatta kar­deşleri bir parça ekmeğe ve bir hırkaya muhtaç kalsınlar. Şeriat, aile ve hanedan teşekkülünü birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak kabul eder. Her hanedan ilk evvelâ kendi hanedanının yoksul fert ve yoksul efradının vaziyeti ile ilgilenecektir. Müreffeh durumda bulunanlar sıkıntı çe­kenlerin vaziyetlerini düzeltmek yolunu tutacaktır. Her hanedanın müreffeh yaşayamayan fertlerine, haklarını vermek farzdır. Bu esası Hazret-i Resulü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem, muhtelif emirlerinde beyan buyurmuşlardır. Bu hususu açıklayan sayısız hadisi şe­rifler vardır ki, mesuliyet dereceleri sıra ile gösterilmiştir. Bir insan üzerinde hakkı bulunanlar ilk önce kendi ana ve babasıdır. Bundan sonra, karısı, çocukları, erkek ve kız kardeşleridir. Daha sonra, dereceye göre, akraba ve ya­kınları gelir. Bu ailevî zincir en yakın olandan devam ede­rek en sona kadar uzanır.

Bu hususu gözönünde bulunduran Hazreti Ömer Radıyallahu Taalâ Anh, fakir ve yetim bir çocuğun amca­zadelerini, bu çocuğa bakmağa mecbur tutmuş ve çocu­ğun bakımını onların üzerine yüklemişti. Başka bir yetim çocuk hakkında da şöyle hüküm vermişti: Eğer bu çocu­ğun en uzak bir akrabası bile bulunsa bu akraba bu ço­cuğa bakacaktır. Bu çocuğa bakmak akrabaları için bir vazifedir.

Ölçüye bakın. Muaşereti ve içtimaî hususlarda her "Ferd-i vâhid": (Kişi) bu şekilde kendi akraba ve yakınla­rının vaziyeti ilgili olursa, o zaman elbetteki, içtimaî sefa­let ortadan kalkar. Sosyal ve içtimaî yaşayış ne kadar ahenkli olur? Ahlâkî seviye de ne kadar yükselir? Ne kadar temiz bir durum ortaya çıkar.

Yukarıda bahsedilen bu üç iyiliğe mukabil, Hak Taalâ üç feanlıktan da korunmak için emir buyurmuştur. Bu fenalıklar önce fertten başlayarak bütün camiayı bozar ve alt üst eder. Bu fenalıklar şunlardır:

1. Fuhuş ve hayasızlık: Bu, o şeyin adıdır ki, bu gibi işler yapılınca utanç duyulur ve yüz kızarır. (Elbette yüz­lerinin perdesi yırtılmamış olanlar.) Bu fenalık haddi za­tında kendisi çirkin bir iş olup aynı zamanda hayasızlığın ta kendisidir. Bu suçun bir çok çeşitleri vardır. Meselâ, kıskançlık, cimrilik, zina, çıplak gezme, Lût kavminin yaptıkları fiiller, mahrem olanlarla evlenmek gibi müna­sebet, hırsızlık, içki içmek, dilencilik, kötü söz söyleme, küfürbazlık ve saire.. Bu gibi davranışların hepsi kötü işler ve sıfatlardır. Ve hepsine birden (hayasızlık) denir. Bunlara benzer diğer fenalıklar da vardır. Meselâ, yalan­cılık, iftira, gizli sırları teşhir etmek, fenalık yolunu tutan­lara yardım eylemek, fenalığa teşvik etmek, ahlâk dışı, eserler yazmak, halkın hayvani hislerine hitap eden tiyat­roculuk ve filimcilik işleri, çıplak resim basmak, çıplak kadın teşhir etmek, kadın ve erkeğin umumî yerlerde yakışık almayan hareketlerde bulunmaları ve kadınların örtünmeye riayet etmeden tahrik edici kıyafetlerle sokağa çıkmaları... Daha buna benzer bir sürü kötü hareketler...

2. Münker. Yani kötü işler. Bunun dairesine de her türlü kötülük girer. Şeriati İlâhiyenin men ettiği ve yasak­ladığı bütün kötü fiiller. Bunların sayılması bir hayli uzun sürer. Her türlü kötü ve fena şeylerdir.

3. Aşırı gitmek, haddi hududu aşmak, mütecaviz ol­mak, haddini bilmemek, başkalarının haklarını çiğnemek. İster bu haklar Halik'in hakkı olsun, isterse mahlukun hakkı olsun.[285]