๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslam Peygamberi => Konuyu başlatan: Hadice üzerinde 14 Ocak 2011, 15:24:21



Konu Başlığı: Yarımadadaki diğer arap kabileleri
Gönderen: Hadice üzerinde 14 Ocak 2011, 15:24:21
Yarımadadaki Diğer Arap Kabileleri


703. Beşerî toplulukları çok iyi gözlemleyen bir insan olarak, Resulullah Muhammed (AS), insanlığın esas itibarıyla birbirine eşit olmayan üç sınıfa ayrıldığını ortaya çıkarmıştı: 1. Sürekli doğru yolda yürüyüp, kendilerine düşen görevleri hakkıyla yerine getirmekte hiçbir ikna ve zorlamaya gereksinim duymayan, seçkin bir ruh ve gönül sahibi olan insanlar; 2. Islah edilmeleri imkansız olup, asla bir şey öğrenmek istemeyen ve haksızlığa yol açsa da sürekli kendi kişisel çıkarlarını gözeten kişiler; 3. Kendilerini kollayıp gözeten bir sistem olduğunda hemen hemen iyi davranan, ancak kendilerini meşru bir yaptırımın baskısı altında hissetmedikleri takdirde ellerindeki fırsatı kötüye kullanan vasat durumdaki insanlar. Yenilikçi bir kişiliğe sahip olması dolayısıyla, öyle görünüyor ki, Resulullah Muhammed (AS)’ın arzusu, bu ilk sınıfa mensup kişilere rehberlik etmek, ikinciyi zararlı olmaktan alıkoymak, ve nihayet, hangi toplum içinde olursa olsun çoğunluğu oluşturan üçüncü sınıfa mensup kişilerle yakından ilgilenmekti.

704. Aynı şekilde Muhammed (AS), insanın ruhî ve manevî yönüne ağırlık vermek adına dünyevî işlerin iyice ihmal edildiği aşırı idealist bir eğitim anlayışının sıradan insanları ürkütüp soğutabileceği sakıncasını taşıdığını, ve bunun sonucu olarak, olabildiğince çok sayıda insanı ıslah edip doğru yola sokma şeklindeki asıl hedef ve gayenin kaybolacağını fark etmişti. Başka bir deyişle o, her şeyden önce, ancak meleklerin sahip olabileceği kişilik ve davranış özelliklerini kazanmış çok az sayıda insandan oluşan küçük bir topluluktan çok, hoş görülebilir bir toplumsal ahlak düzeyinin yanı sıra, ortalama bir kişilik ve davranış özelliğine sahip çok sayıdaki insan topluluklarının tercih edilmesi gerektiği sonucuna varmıştı. Bu melek tabiatlı kişiler toplum içerisinde çabucak ortadan kaybolabilirdi: Bu gibiler, insan denilen yırtıcı yaratıkların oluşturduğu kalabalıklardan kaçıp, sıradan insanlarla olan her türlü ilişkilerini keser ve hiçbir insanın yaşamadığı ücra köşelere çekilebilirlerdi. Muhammed (AS) sık sık, “adaletle hükmeden bir devlet başkanının, çok sayıdaki zahit ve din adamından daha üstün olduğunu” söylerdi.835 Yine o, “bir tek alimin, Şeytan’a karşı mücadelede bin zahitten daha sağlam ve çetin olduğunu” söylerdi.836 O, bu sözleriyle, sadece toplumsal ahlak kurallarını uygulamakla kalmayıp, iyiliği emredip kötülükten alıkoymak suretiyle diğer insanlara da rehberlik edebilen yetişmiş ve bilgili bir insanın, sadece kendi ruhunu olgunluğa erdirip yüksek bir kalp temizliğine ulaşmış, ancak insan kitlelerine yön vermekten, onlara rehberlik etmekten uzak durmuş insanlara göre daha çok tercih edilebilir olduğunu, böyle yapılmadığı takdirde kalabalıkların hiçbir ilke ve kural gözetmeyen yırtıcı hayvanlar gibi davranacaklarını söylemek istiyordu. Yine Muhammed (AS)’ın ifadesine göre, “Allah, kullarının amellerini, ortaya koydukları işe bakarak değil de, bunları yapmaya kalkıştıklarında sahip oldukları niyete göre ödüllendireceğini”837 ifade ediyordu. Hal böyle olunca, özellikle insanları toplumsal davranış konusunda doğru yola sevk etmek suretiyle başkalarına hizmet etmek, insanın iç alemine kapanıp sadece kendisini olgunlaştırmaya çalışmasından daha çok değer taşıyacaktır. Aşağıdaki hadis metni, onun ruhi-manevi alanda sergilediği yaklaşımı ve toplumsal anlamda dayandığı temeli açıklaması bakımından oldukça dikkat çekicidir.

705. Bir gün Muhammed (AS) etrafındaki sahabelerine şöyle buyurdu:838 “Hesap gününde, Hâkim makamındaki Allah’ın huzuruna üç kişi çıkacaktır. Allah’ın kendilerini hesaba çekmesi üzerine, bunlardan ilki şöyle diyecektir:

        “-Allahım! Ben bütün ömrümü namaz kılarak, oruç tutarak, çok sayıda Hacc’a giderek ve Senin emrettiğin şeyleri yerine getirerek geçirdim.”

        Bunun üzerine Allah şöyle söyleyecektir:

        “-Hayır! Sen bütün bunları, insanların gözünde zahit bir kimse olarak tanınmak için yaptın ve gerçekten bu üne de kavuştun. Ey Cehennem bekçileri, onu ateşe atın!”

        Aynı şekilde ikinci kişi şöyle cevap verecektir:

        “- Allahım! Ben dini bilimleri tahsil ve tetkik ettim ve bütün ömrümü bu ilmi öğretmek ve Senin dininin gerçek kavramlarını insanlar arasında yaymakla geçirdim.”

        Allah buna da şöyle diyecektir:

        “-Hayır, sen bütün bunları sana alim desinler diye yaptın ve gerçekten, dünya hayatında bu amacına ulaştın. Ey Cehennem bekçileri, onu ateşe atın!”

        Üçüncü kişi, din yoluna cihat ile ömrünü tükettiğini ve nihayet bu uğurda şehit düştüğünü söyleyince, kendisine bunu yaparkenki amacının insanların onu cesur ve yiğit olarak değerlendirmeleri olduğu ve gerçekten de onun bu üne dünyada iken kavuştuğu bildirilerek, Hesap Günü’nde Allah onun da Cehennem’e atılmasını emredecektir.

706. Muhammed (AS), yukarıda anlatılanların aksine, o gün Allah’ın huzuruna bir fahişenin getirileceğini söyler. Kendisi dünyada iken bütün ömrünü günah içinde geçirip, insanlara hiçbir iyiliği dokunmamıştır. Durumu hiç de iç açıcı gözükmemekle birlikte, Allah ona şöyle hitap edecektir:

        “-Aksine, sen havanın çok sıcak olduğu bir gün kuyu başında bulunuyordun ve hemen yakınlarında susuzluktan ölmek üzere olan bir köpek, suya erişmek için çırpınıp durmaktaydı. Çevrede suyu almak için bir kap da yoktu. Sen ona merhamet edip ayakkabını çıkardın, elbiseni de bir ip gibi kullanarak köpeğin susuzluğunu giderdin. Ey Cennet’in bekçileri! Bu kadını doğruca Cennet’e götürünüz!”

707. Muhammed (AS)’ın kanaatine göre, maddî güce dayanmayan manevi-ruhî hayat toplum için ne kadar tehlikeli ise, ruhî-manevî değerlere sahip çıkmayan maddî güç de o kadar tehlikeli ve sakıncalıdır. Çevresi görünüşte insan denen yırtıcı yaratıklarla dolu olan ve esasen sayıca az durumdaki zühd ve takva sahibi insanlar, çok geçmeden yapanın yanına kâr kaldığı haksızlıklara uğrarlar. Ahlakî ve manevî değerlerden uzak maddî bir gücün ne denli tehlikeler doğuracağı bilinmektedir. Peki o halde ye yapmak gerekir? Ahiret kazancını ön plana çıkaran bu züht ve takva sahibi insanlar kişisel çıkarlarından (yani manevî anlamdaki beklentilerinden) biraz fedakârlıkta bulunup biraz da dünyevî işlere yönelmeli ve böylece bir takım zalimleri ve maceraperestleri kamusal iktidardan uzaklaştırmalıdırlar! Zaten biz de Muhammed (AS)’ın Mekke’de onüç yıl boyunca sürdürdüğü İslam’ı tebliğ görevinden sonra kesin sonuca bu şekilde ulaştığını düşünüyoruz. Kur’an’da bulunan kimi ayetler, iman meselesi konusunda her türlü zorlamaya karşı çıkan hükümler içermektedir.839 Bazı ayetlerde ise Allah’ın hükmü yeryüzünde tamamıyla tesis edilinceye kadar cihat halinde bulunmak gerektiğinden bahsedilmektedir.840 İsten inanç serbestliği isterse zor kullanma şıkkı söz konusu olsun her iki durumda da ortaya çıkan kesin sonuç, kendi rızasıyla din değiştirme ile daha güçlü istilacılara siyasal anlamda tabi olmanın birbirinden ayırt edilmesi gerektiğidir. Kuşkusuz bireyin sahip olduğu hakların en önemlisi vicdan hürriyeti ya da kendi dinini seçme özgürlüğüdür. Ancak, haksızlık yapan zalim yöneticilerin kendilerine çeki düzen vermeleri ve ıslah etmeleri, ya da yerlerini başkalarına bırakmaları da, bireyin olduğu kadar bir toplumun, hatta bütün insanlığın umumî menfaat ve yararınadır. İslam’ın Devlet anlayışı, Muhammed (AS)’ın şu sözleriyle özetlenebilir:

        “Devlet Başkanı, halkın hizmetçisidir.”841

        Arabistan’ın, ihmal edilmemesi gereken bir başka özel durumu vardı ki bu da, ülkede herhangi bir hükümetin bulunmaması ve buranın çoğunlukla göçebe kabilelerce iskan edilmiş olmasıydı. Her bir küçük kabile ya da onun kolu, herhangi bir krallık ya da imparatorluğun sahip olduğu egemenliğe sahip olduğunu iddia ediyordu. Bu durum ise sadece anarşi ve kargaşaya yol açıyor ve herkes birbiri ile çatışma halinde bulunuyordu. Mümkünse ikna yoluyla, aksi takdirde gerekirse zor kullanarak bu gidişata bir son verilmesi, kabilelerin de çıkarına olacaktı. Muhammed (AS), tıpkı bir cerrah gibi, daha büyük bir “hastalığın” önüne geçmek için, uzva daha az zarar verecek bir yönteme başvurma taraftarı idi. Bu düşüncesinin yansımalarını onun şu hadisinde bulmak mümkündür:

        “Eğer Allah bir toplumun iyiliğini ve yücelmesini isterse ona iyi devlet başkanları ve iyi bakanlar nasip eder; ve eğer bu toplumun kötülüğünü, gerilemesini isterse, ona kötü ve liyakatsiz başkanlar ve bakanlar musallat eder.”

        (Bu hadisin derin anlamından, İslam’da hareketsizliğe ve durağanlığa yer verilmemesi gerektiği sonucu çıkarılmalıdır; insan kaderini, yani yaşadıkça başına neler geleceğini bilemez. Allah nazarında önemli olan, insanın bir işi yapması değil, o işi yaparken giriştiği mücadelede ortaya koyduğu azim ve niyettir. Sonucu takdir edecek olan ise ancak Allah’tır.)

708. Toplumdaki yenileşme hareketini başlatabilmek için, Muhammed (AS)’ın öncelikle olayların uygun bir biçimde denk gelmesiyle oluşan özel bir güce sahip olması gerekiyordu. Nitekim, 3’ü Yahudi, 2’si Arap beş kabilenin Medine’de Muhammed (AS)’ın çevresinde bir araya gelerek nasıl küçük bir Şehir-Devlet oluşturduklarını daha önce görmüştük. Ancak Muhammed (AS)’ın ilgi alanını bulunduğu şehrin sınırları dışına taşıması gerekti. Zira Mekke’deki putperest sermaye çevreleri sürekli olarak, Arap kabilelerin çoğunluğunu İslam’a karşı savaşmaları için kışkırtıyorlardı. Bir icraat adamı olan Muhammed (AS), her şeyden önce, Medine’de bulunan çeşitli toplulukları kendi yetki alanı içinde toplamasını bilmiş ve daha sonra kendisine yeni dost ve müttefikler edinme çarelerine başvurmuştur. Mekkelilerce başlatılan saldırı ve kışkırtmalarla etkin bir biçimde mücadele etmek için, Muhammed (AS)’ın, Medine ile Kızıl Deniz’i birbirinden ayıran dar geçitten geçen Kuzey kervan yolunu kesmek suretiyle, düşman üzerinde ekonomik bir baskı icra etmek istediğine önceki bölümlerde biraz değinmiştik. İşin ayrıntısına geçmeden önce, bu bölgede oturan kabilelerden bahsedelim:

Damra, Mudlic, Cuheyne ve Muzeyne Kabileleri

709. Medine’nin batısında en azından dört büyük kabile oturmaktaydı: Damra ve Mudlic kabileleri Bedir yakınlarında, Muzeyne, Yenbu’ yakınlarında, Cuheyne de biraz Kuzeyde bulunuyordu. Halen elimizde bulunan bilgilere bakarak, Medinelilerin İslam’dan önce bu kabilelerden bir ya da birçoğuyla, yeni İslamî hükümetin “öncekinin devamı niteliğinde” bir hükümet olarak tanınmasına imkan veren bir anlaşma imzalayıp imzalamadıklarını belirtmemiz mümkün değildir. Cuheyneliler hakkında ise fazla dikkat çekmeyen şöyle bir anlatım vardır: “Resulullah (AS) Medine’ye hicret edip yerleştiği zaman, Cuheyneliler onu ziyarete gelerek şöyle söylediler:

        “Sen şimdi gelip bizim yakın komşumuz oldun. Bizim sana, senin de bize gönüllerimizin rahat ve emniyette olabilmesi için bizimle bir anlaşma yap.”

        Resulullah (AS) da öyle yaptı. Ancak onlar bu anlaşmaya rağmen, en azından o sırada, İslam’ı kabul etmediler (bk. İbn Râhûye, İbn Hacer’den naklen, Metâlib, Nº 971). Müslümanların Cuheynelileri kendi müttefikleri olarak kabul etmeleri için anlaşılan vakit çok erkendi. Dolayısıyla, Cuheynelilerin bu anlaşmadan ne anladıkları ve onu nasıl yorumladıkları konusunda, sonradan meydana gelen şu olay bizi fazla şaşırtmamalıdır:

710. Medine’ye gelişinden altı ay sonra, Muhammed (AS), bu Yesrib vahasında, -örneğin Muhacirlerin yerleştirilmesi, Devlet Anayasası’nın hazırlanıp yürürlüğe konulması, şehirdeki gayrı müslim ahali ile bir arada yaşama çare ve imkanlarının (modus vivendi) araştırılıp bir sonuca bağlanması gibi-, zorunlu ilk önlemleri aldıktan sonra, amcası Hamza’nın komutasında 30 kişilik küçük bir askerî birliği, bölgeden geçmekte olan Mekkeli bir ticaret kervanına karşı, Cuheynelilerin bölgesindeki el-’Is mevkiine gönderdi. Bölgenin başkanı olan Cuheyneli Mecdi ibn Amr, hem Müslümanlarla hem de Mekkelilerle müttefik (muvâdî) idi. Bir çatışmaya engel olmak için derhal araya girdi ve iki taraf da bir vuruşmaya girişmeksizin kendi yoluna devam etti.842 Bu “ittifak” konusunda elimizde herhangi bir ayrıntılı bilgi bulunmadığı için, birçok varsayımda bulunmak mümkündür: Acaba bu müdahale, sadece Cuheynelilerin kendi toprakları üzerindeki bir çatışmaya engel olma amacını mı taşıyordu, yoksa; 1. Muhammed (AS)’ın henüz müşrik akrabaları ile, 2. Henüz İslam’dan önce gayrı müslim Yesrip’lilerle (ama gönderilen askerî birlikte hiçbir Medine’li yoktu, aralarında hiçbir Yesribli yoktu), 3. Ya da hicretten sonra Resulullah (AS)’la yapılmış (ki bu konuda tarihî bir veri yoktur) bir ittifak anlaşması mı söz konusu idi?

711. H. 1. yılın Ramazan ayında düzenlenen bu ilk askerî seferden sonra, ertesi ay, Resulullah (AS)’ın bir başka amcası olan Ubeyde b. El-Hâris b. El-Muttalib komutasında 60 ila 80 kişilik bir askerî birlik, İkrime b. Ebî Cehl (veya Mikraz ibn Hafs) idaresindeki yeni bir Mekkeli kervanın bölgeden geçişine engel olmak üzere, Râbiğ liman kentine doğru yola çıkarıldı. Karşılaşma Kudayd yolu üzerindeki Cuhfe’nin 10 mil kadar uzağında, Ahyâ’da gerçekleşti. Karşılıklı oklar atıldı, ancak üç kat daha fazla sayıda olmasına rağmen, düşman kuvvetleri savaşa tutuşmayıp geri çekildi ve geldiği yoldan kaçmaya başladı.843 Bu çatışma sırasında Mikdâd ve Utbe b. Gazvân adlı iki kişi düşman saflarından kaçıp Müslüman birliğine sığınmıştır.844 Her ikisinin de adı, Habeşistan’a hicret eden Müslümanlar arasında geçmektedir.845 Kuşkusuz bunlar, Medine’ye gitmek için çareyi, Suriye’ye gitmekte olan bu kervana eşlik etmekte bulmuşlardı. Tıpkı ilk askerî birlikte olduğu gibi, bu Müslümanların hepsi de Mekke kökenliydi.

712. Ertesi ay bir başka İslam birliği de aynı bölgede bulunan Hum (Cuhfe, Râbiğ) yakınlarındaki Harrâr’a gönderildi.846 Yirmi gönüllünün tamamı da Mekkeli idi. Komutanları Sa’d ibn Ebî Vakkâs, sade bir keşif harekatından sonra Medine’ye dönmüştür.

713. Öyle görünüyor ki bu askerî harekatların amacı, Mekkeli müşrikleri bundan böyle İslam’ın etkili olduğu bölgelerden geçmemeleri yönünde uyarmaktı. Tarihçiler, bu seferlerde Medineli Ensar ve gayrı müslimlerin yer almamasını, yapılan anlaşmalar çerçevesinde onların sadece Medine’ye karşı düzenlenecek düşman saldırılarında savaşacakları hükmünün bulunmasına bağlamaktadırlar. Ancak vesvese ve kuruntuya kapılmanın da bir anlamı yoktu. Çünkü onlar iyi birer Müslüman olarak bu farklı durumları büyütüp abartmıyor, sonuçta İslam’ı bir bütün olarak değerlendiriyorlardı. Medine ile onun çevresinde bulunan topraklarda yaşayan gayrı müslim halk arasındaki ilişkileri kesin ve açık temeller üzerine oturtmak çok daha önemli idi. Bunun için de Resulullah (AS)’ın bizzat ortada bulunması zorunluydu. Birazdan göreceğimiz gibi, kendisi belli bir nedenden dolayı Benû Gıfâr kabilesi ile bizzat görüşmüştür.

Benû Gıfâr ve Benû Damra Kabileleri

714. Gerçekte Gıfâr kabilesinden Ebû Zerr çok erken dönemde Müslüman olmuştu. On yıldan beri kendi kabilesi içinde İslam’ı yayma faaliyetlerinde bulunuyordu. Muhammed (AS)’ın bu pek yakın dostunun sahip olduğu nüfuz ve etkiden yararlanmak istemesi gayet doğaldı. Kendisi H. 2 yılının Safer ayında bir Medineliyi (Sa’d ibn Ubâde’yi) Hükümet işlerini yürütmek üzere kendi yerine vekil bırakıp Medine’den ayrıldı847 ve Mekke’li 60 Muhacir’den oluşan bir askeri birliğin başında, annesinin yaklaşık elli yıl önce defnedildiği Ebvâ’ya geldi. Ve hadislerde nakledildiğine göre muhtemelen annesinin kabrini ziyareti sırasında, henüz çok küçükken tatmış olduğu anne şefkatini tekrar hatırlayıp mübarek gözlerinden yaşlar döküldü. Buradan sonra 6 mil daha ilerleyerek, Benû Gıfâr’ın akrabaları olan Benû Damra topraklarındaki Veddân’a geldi. Burası Medine’nin güneyine 3 günlük uzaklıkta bulunmaktaydı. Resulullah (AS) ancak iki hafta sonra evine dönebilmişti. Bu durumda, bütün bir haftayı bölge sakinleriyle, özellikle de gayrı müslimlerle bir anlaşma yapmak için Veddân’da geçirmek zorunda kalmış olsa gerektir. Bu müzakereler sonunda ortaya çıkan belge, Muhammed (AS)’ın akdettiği ilk uluslar arası anlaşmadır ve buna bakarak o dönemdeki İslam Devlet diplomasisi hakkında bir nebze de olsa fikir edinebiliyoruz. Bu belgenin tam metni aşağıda sunulmuştur:

        “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla!

        Bu, Resulullah Muhammed’in Benû Damra ibn Abd Menât ibn Kinâne kabilesiyle yaptığı yazılı anlaşmadır:

        Onların canları ve malları emniyette olacak ve kendilerine bir saldırı olması halinde yardım edilecektir. Buna karşılık, onlar da Resulullah (AS)’a yardım ellerini uzatacaklardır. Bu hükümler, deniz dalgaları bir istiridye kabuğunu  (veya bir yün parçasını) eritip yok edinceye kadar yürürlükte olacaktır. Müslümanların Allah yolunda yapacakları seferler bundan müstesnadır. Ayrıca, Resulullah (AS) kendilerini ne zaman yardıma çağırsa, hiç vakit geçirmeden yardıma koşacaklardır. Bu nedenle onlar Allah’ın ve Resulünün teminatı altındadırlar. Yine onlar arasında olup, verdikleri bu sözleri tutacak ve anlaşmayı bozmaktan kaçınacak kimselere de yardım eli uzatılacaktır.”8

715. İbn Sa’d’deki şu anlatım da muhtemelen aynı olayın bir özeti niteliğindedir:

        “Hicretinden 12 ay sonra, bir Sefer ayında yola çıktı ve bu esnada Damra’lı Mahşî ibn Amr ile bir ittifak anlaşması imzaladı. Böylece o, Damrîlere yönelik bir askerî harekata kalkışmayacağını, kendisinin de onlardan gelecek bir saldırıya maruz kalmayacağını, ve nihayet kendisine karşı onların hiçbir düşman tarafa yardım etmeyeceklerini hükme bağlamış oldu.”849

        İbn Sa’d, Resulullah (AS)’ın bu seferi sırasında Ensâr’dan kimsenin bulunmadığını belirtmesine karşılık, Muzeyne kabilesinden bazı gönüllülerin katıldığını ifade eder.

716. Anlaşma metninde geçen “Müslümanların Allah yolunda yapacakları seferler”de onları yardımdan müstesna kılan hükme dayanarak, o sırada Damrîlerin henüz Müslüman olmadıklarını söyleyebiliriz. Bununla birlikte askerî ittifak da ortadadır. Bu durumda, Damrilerin neden Mekkeli Kureyş müşrikleriyle mevcut bağlarını koparıp onların öfkelerini üzerlerine çekecek şekilde davrandıklarını; buna karşılık o dönemde henüz ne sayıca üstün ne de maddî bir zenginliğe sahip olmadıkları halde, Mekkelilerin kendilerine ticaret kervanlarından sağladıkları kârların yerini tutacak bir getiri sağlayamayacak durumdaki Müslümanlarla ittifak yoluna gittiklerini kendi kendimize sormak durumundayız. Şurası bir gerçek ki, Veddân Medine’ye ancak 3 gün, Mekke’ye ise 9 günlük uzaklıktadır. Muhtemelen Medine o sırada Veddân’da üretilen malların satıldığı ve karşılığında Veddânlıların bütün ihtiyaçlarını giderdikleri bir Pazar durumundaydı.850 Her halde bu ilişkilerde Damralı bazı ailelerin parmağı vardı. Zira daha güneyde, Mekke’nin haram (kutsal) sınırları dahilindeki bir bölgede oturan aynı kabilenin bir başka kolu, Benû Abd ibn Adi, Muhammed (AS) ile Mahşî arasında varılan anlaşmadan kendisini muaf tutmakla kalmayıp, aynı zamanda, birkaç yıl sonra Medine’ye bir temsilci heyeti göndererek, Müslümanlarla Mekkeli müşrik Kureyşliler arasında bir savaş çıkması halinde Benû Abd ibn Adi kabilesinin tarafsız kalacağını hükme bağlayan bir anlaşma yapılmasını istedi.851

717. Resulullah (AS), Benû Gıfâr kabilesi ile ayrı bir ittifak anlaşması imzalı. Bu anlaşmanın metnini aşağıda veriyoruz:

        “Benû Gıfâr kabilesi de Müslümanların bir parçasıdırlar852 ve Müslümanlarla aynı hak ve sorumlulukları üstlenmişlerdir. Ayrıca Resulullah (AS), canları ve malları konusunda onlar lehine Allah’ın ve O’nun elçisinin teminatını mahfuz tutacaktır. Şayet Resulullah (AS) kendilerinden bir yardım talebinde bulunursa, onlar onun çağrısına derhal cevap vereceklerdir. Din uğruna yapılacak bir savaş dışında, onun yardımına koşmak onların görevidir. Bu hükümler, deniz dalgaları bir sûfeyi  (istiridye kabuğu ya da bir yün parçasını) eritip yok edinceye kadar yürürlükte olacaktır. Taraflar, işlenecek bir suçun bağışlanması amacıyla birbirlerine müdahale ederek bu anlaşmanın ihlal edilmemesinde mutabıktırlar.”853

718. Damralılarla varılan anlaşma metnindeki ifadelerle aynı olmasına bakarak, Gıfârlılarla yapılan bu anlaşmanın da aşağı yukarı aynı dönemlerde, yani H. 2 yılında imzalandığı sonucunu çıkarabiliriz. O sırada Arabistan tam anlamıyla siyasal bir kargaşa içinde bulunuyordu: Aynı kabileye mensup farklı kollar kimi kez kendi aralarında savaşıyorlardı. Örneğin Damralılar, hatırlanacağı gibi, Hudeybiye Anlaşması sırasında Kureyşliler safında yer almış olan Benû Bekr kabilesinin bir kolu durumunda idiler. Resulullah (AS), uygun bir şekilde ve inanılması güç bir sabır ve tahammül örneği sergileyerek, rütbe ya da akrabalık ilişkisi gözetmeksizin, adalet ve düzenin herkes için egemen olduğu merkezî ve düzenli bir Devlet etrafında bu küçük insan topluluklarını bir araya getirmek için büyük bir çaba ve gayret sarfetmiştir.

719. Damra ve Gıfâr kabileleriyle ittifak anlaşmaları yaptığı bu çok verimli seferin ardından, Muhammed (AS) Medine’ye döndü. Artık bu iki kabileye güvenebilirdi. Ne zaman askerî bir sefere çıkacak olsa, kendi yerine Medine valisi olarak genellikle Ebu Zerr’i görevlendiriyordu. Oysa Ebû Zerr ve İmâ’ubn Rahda, Hudeybiye seferi sırasında Gıfârlı birliklerin başkanlığını yapmışlardı.854 Bu sefer sırasında onlar Resulullah (AS)’a, kendi arazilerinden geçtiği sırada yüz koyun ve iki deve yükü miktarında süt ikram etmişlerdir.855 H. 8 yılında, yine Gıfârlı Ka’b ibn Umeyr İslam Ordusu’nun başına komutan olarak atanmış ve gidip “Suriye-Filistin” bölgesindeki Zat Atlah’ta oturanları cezalandırmıştır. (Bu olay, muhtemelen Mute savaşından sonra meydana gelmişti.) Ordu bu seferde büyük kayıplar verdi.856 H. 9 yılındaki Tebuk Seferi’nde de Gıfârlılar gönüllü olarak büyük yararlıklar göstermişlerdir. Bunlardan bazıları, ulaşım araçlarının yetersizliği nedeniyle orduya alınmayınca üzüntüden ağlamış, bu yüzden kendilerine Benû Bekkâ (Çok ağlayanlar) kabilesi denmişti. Yine, Benû Bekkâ kabilesinden Mâ’iz adında bir sahabe, gönüllü olarak Resulullah (AS)’un huzuruna çıkarak, işlemiş olduğu zina suçunu itiraf etti: Oysa bunun cezasının recm (taşlanarak öldürülmek) olduğunu biliyordu.857

720. Damralılar arasından “Mükemmel Elçi” sıfatıyla Amr ibn Umeyye adlı Müslüman bir elçi çıkmış olup, biz kendisine özel bir bölüm ayıracağız (bk. § 732-746).

Cuheyne Kabilesi

721. Damralıların memleketine yaptığı ziyaretten sadece birkaç hafta sonra, Resulullah (AS), Radva (Yenbû) dağı üzerindeki Buvât’a doğru yola çıktı. Biz daha önce, Hicret’in ilk aylarından itibaren Müslümanların bu kabile ile olan dostane ilişkilerinden söz etmiştik (bk. §710). Bu kabileye mensup çok sayıda insan İslam’a geçmiş ve kabilelerinden hicret ederek Medine’ye yerleşmişlerdi. Bu nedenle Resulullah (AS), Muhacir kabilelerin bulunduğu semtte, onların bulunduğu mahalleye Medine’deki ilk mescidin inşa edilmesi önerilerini kabul etti.858 Cuheynîlerle, anlaşıldığı kadarıyla Damra ve Gıfâr kabileleriyle aynı dönemde imzalanan anlaşmada kullanılan ifade ve koşullar bakımından oldukça benzeyen bir anlaşma metni elimizde bulunmaktadır. Muhtemelen anlaşma, H. 2 yılının Rebiu’l-Evvel ayında yine bu Buvât seferi sırasında imzalanmıştı. Anlaşmanın metni şöyle:859

        “Cuheyne kabilesinin Benû Zur’a ve Benû Rab’a soplarına: Onların canları ve malları emniyette olacak ve dinî amaçlı ya da kabile üyeleri yüzünden girişilen çatışma ve savaşlar dışında, herhangi bir baskı ya da saldırıya uğramaları halinde kendilerine yardım edilecektir. Kendi aralarındaki göçebe kabile üyelerinden verdikleri sözü tutarak yükümlülüklerini yerine getirenlere kendilerini her türlü saldırı ve haksızlığa girişmekten alıkoyanlara, yerleşik kabilelere tanınmış olan bütün haklar tanınacaktır. Allah onların yardımcısı olacaktır.”

722. Bu metin sadece bir kaynakta geçmekte olup, anlaşıldığı kadarıyla bazı kusur ve yanlışlıklar içermektedir. Biz, “ve kabile üyeleri arasında” ifadesinin kaldırılması gerektiğini düşünüyoruz. Zira Arapça metinde, bir sonraki cümlenin hemen başında tekrarlanan (q£ô«) sözcüğü, metni çoğaltan (müstensih) tarafından yanlışlıkla ikinci kez yazılmıştır. Yine Damra ve Gıfâr kabileleriyle yapılan anlaşma metinlerine bakarak, “ancak” (ô«) sözcüğünden önce şöyle bir eklemek gerektiğini düşünüyoruz: “Şayet Resulullah (AS) onları yardımına çağırırsa, onun çağrısına derhal cevap vereceklerdir.”

723. Altı ay sonra Bedir Ovası’nda yapılan büyük savaşa Cuheynîlerden iki kişi keşifçi,860 bir bölümü de savaşçı olarak861 katılmışlardır. Dolayısıyla, bunların aldığı çeşitli ödül ve hediyelere şaşmamamız gerekir. Nitekim Resulullah (AS), Belkese, Masna’a, Cefela ve Cedd noktaları arasında kalan geniş bir araziyi timar olarak Zu’l-Merve’de oturan Evsec ibn Hermele’ye bağışlamıştır.862 Bu bağışın kesin tarihi bilinmemekle birlikte, muhtemelen bu iş için Zu’l-Merve’de oturan birinin seçilmiş olması, Kureyş müşrikleri üzerinde ekonomik bir baskı oluşturma amacına yönelikti (Hudeybiye Anlaşmasının imzalanmasının hemen ardından, Mekke’den kaçıp gelen Ebû Busayr’ın durumunu anlatırken bu soruna değinmiştik, bk. “Mekke ile İlişkiler” bölümü). Benû Şemah (veya Şenah) kabilesine de benzeri tımarlar verilmiştir.863 Yapılan ayrı bir anlaşma ile Benu’l-Curmuzların can güvenlikleri ve “İslam’a girdikleri sırada sahip oldukları her çeşit mal” teminat altına alınmıştır.864 Bu anlaşmayı bizzat kaleme alan, H. 6 yılından önce İslam’a girmiş olan Mugîre ibn Şu’be’dir ki bu bilgi sayesinde anlaşmayı tarihlendirmemiz mümkün olmaktadır. Yine, elimizde bulunan daha ilginç bir anlaşma metninden, Cuheyne kabilesinin iki kolunun (Benu’l-Curmuz ve Benu’l-Huraka) kitle halinde İslam’a geçtiklerini anlıyoruz. Bu anlaşma metni şu maddeleri öngörüyordu:

a) Müşriklerle olan tüm ilişkilerini keseceklerdir (Kendi akrabaları da bu hükme dahildir).

b) Namaz kılmak, zekât vermek, Allah’a ve Resulüne itaat etmek ve İslam yasalarıyla belirlenmiş ganimet miktarından Devlet lehine feragat etmek gibi gerek siyasi gerekse ruhî-manevî alanlardaki bütün İslami yükümlülükleri yerine getireceklerdir.

c) Borç verilen ana para üzerindeki haklar dışında, başkalarına verilen parayla ilgili herhangi bir faiz talebinde bulunmayacaklardır.

d) Onlarla birlikte herhangi bir anlaşmaya dahil olan herkes, onlarla aynı haklara sahip olacaklardır.

724. Bu anlaşmanın, Resulullah (AS)’ın hayatının son yıllarında, muhtemelen H. 9 yılında imzalanmış olması gerekir. Anlaşmanın ilk koşulu, Muhammed (AS)’ın gayrı müslimlerle ittifak ve dostluk bağları kurmak zorunda olduğu dönemlerin artık çoktan geçtiğini açıkça göstermektedir. Büyük bir iktisadi devrim niteliğindeki faizin yasaklanması hususu da anlaşma şartları arasındaki yerini almıştır. Diğer topluluklarla dostluk anlaşması imzalama yetkisine sahip olduğu göz önünde tutulursa, sonuncu madde ile söz konusu kabilenin büyük bir siyasi otoriteye sahip olduğu anlaşılmaktadır. Böylece, dostun dostu da bir dost olarak görülmektedir.

725. Dünya hayatına veda etmeden iki ay önce, Resulullah (AS) Cuheynîlere şu genel mesajı göndermişti:

        “Hayvan leşlerinden çıkan hiçbir şeyi kullanmayınız: Ne derisine, ne de sinirlerine el sürünüz.”865

        Burada sağlığın korunması söz konusudur. Bu arada, Cahdam ibn Fudâle’ye866 de bir mektup yazılmıştır, ancak metni elimizde yoktur. Resulullah (AS)’ın “Cuheyne kabilesi adına” Amr ibn Murre’ye yazdığı mektup,867 sürü hayvanları üzerinden alınan vergi tarifeleri, büyükbaş hayvanlarca sürülen toprakların ziraî zekât vergisinden muaf tutulması gibi konulardan bahsetmektedir. Bu arada, Cuheyne kabilesinden 800 kişilik bir askerî kuvvetin H. 8 yılında Mekke’nin fethi hareketine katılmış olduğunu da hatırlatalım (bk. Makrîzî, İmtâ’, I, 373).

Mudlic Kabilesi

726. Resulullah (AS), Medine’ye doğru çıktığı hicret yolculuğu sırasında, Mudlic kabilesinden Surâka’nın dostluğunu kazanmasını bilmişti. İttifak anlaşmaları yapmak üzere büyük bir hamle başlattığı sırada, Resulullah (AS), H. 2 yılı ortalarında, kaynakların belirttiğine göre yanındaki 150 adamıyla birlikte Uşeyre yöresinde bulunan Mudliclerin arazisine girdi. Hicret yolculuğu sırasında, kendisine hediye etmek istediği deve ve koyunları Resulullah (AS)’ın almayışı Surâka’nın aklından hiç çıkmamıştı. Ona karşı beslediği minnet ve şükran duygularının bir ifadesi olmak üzere, Surâka, bu ikinci ziyaret sırasında, Bedevî usullerine göre sefere katılan herkese ikramlarda bulundu. Konukseverlik konusunda o derece cömert davranıldı ki, Suriye’ye doğru yol almakta olan Kureyşlilere ait büyük bir ticaret kervanını takip etmek mümkün olmadı ve o da kaçıp kurtuldu.”868 Ancak Resulullah (AS)’ın geliş nedeni bir askerî ittifak anlaşması yapmaktı ve sonunda bunu başardı.869 Bu anlaşmanın metni bugün elimizde bulunmamakla birlikte, aynı dönemde Damra, Gıfar ve Cuheyne kabileleriyle imzalananlara benzediğinde hiç kuşku yoktur. Yeri gelmişken Damralılar için de geçerli olan küçük ama önemli bir bilgi verelim:

        “Benû Mudlic kabilesi henüz İslam’ı kabul etmemişlerdi. Resulullah (AS)’la yaptıkları anlaşmaya rağmen, gayrı müslimlerle yaptığı tüm anlaşmaları iptal ettiğini açıkladığı H. 9 yılına kadar da müşrik olarak kaldılar.”870

        Surâka’ya gelince: Kendisi bundan yaklaşık bir yıl önce bizzat İslam’ı kabul etmiş ve Resulullah (AS) ona büyük bir itibar göstermişti. Muhammed (AS)’ın onun hakkındaki şu meşhur sözün hangi tarihe ait olduğu ise bilinmemektedir:

        “Ey Surâka, belki buna şaşıracaksın ama, İran İmparatoru Şosroes’un tacının ve bileziklerinin senin başına konacağı gün hakkında ne dersin?”871

        Ömer (RA) halife olduğunda bu sözleri hatırlayacak ve gereğini yerine getirecektir. Surâka konusunda, Kureyşlilerin Bedir Savaşı sırasında gördükleri tuhaf bir hayalden de bahsedelim: Kureyşliler, Mudliclilerin Muhammed (AS)’ın safında kendilerine hücum edeceklerini sanıyorlardı. Fakat Şeytan onlara Surâka sûretinde görünerek, Müslümanlara karşı kendilerini destekleyeceğine güvence verdi.872 Son olarak, Surâka İslam’ı kabul ettiği zaman Resulullah (AS)’a şu soruyu sorduğunu da belirtelim:

        “Başkalarına ait develer bazen benim kendi hayvanlarım için suyla doldurduğum yalaklara gelip su içiyorlar, ben de ses çıkarmıyorum. Acaba bu hareketim Allah katında güzel bir davranış mıdır?”

        Muhammed (AS) şöyle cevap verdi:

        “Hiç kuşkusuz! Susamış hangi yaratığa karşı olursa olsun yapılacak iyilik Allah’ın nazarında övgüye layık bir davranıştır.”873

        Siyaset ve ahlak, Muhammed (AS) için asla birbirinden ayrılmaz unsurlardı.

727. İslam’ın ilk amirali de Mudlicliler arasından çıkmıştır. Gerçekten, H. 9 yılı başlarında, Resulullah (AS)’ın sağlığında çıkılan yegane deniz seferine Mudlic kabilesinden Alkame ibn Mucezziz komuta etmiş ve Habeşli korsanları üslendikleri bir adadan çıkarıp kovmayı başarmıştır. Bu adanın yerini belirlemek zordur, zira kaynaklarımız adını vermemekte ve sadece “Ehl-i Cidde”ye (sahil halkına) karşı duyulan büyük bir korkudan bahsetmektedir (O sırada Cidde limanı henüz kurulmamıştı). Anlaşıldığı kadarıyla bu komşuların korsanlıkları bir süre daha devam etmiştir. Zira daha sonra Halife Ömer aynı komutanı bir ordunun başında Habeşlilere karşı göndermiştir. Ancak bu seferde çıkan bir fırtına nedeniyle tüm mürettebatıyla birlikte boğulmuştur. Uzre kabilesinden bir şair, bu felaketle ilgili olarak uzun bir mersiye yazarak, sonunda şöyle söylemiştir:

        “Alkame bir adamı ayak izlerine bakarak izlemekte mahir idi.”874

Muzeyne Kabilesi

728. Damra kabilesinin amca çocukları olan Muzeyneliler, Medine’nin batısında ikamet ediyorlardı. Hicretin ilk yıllarında kendileriyle ilgili elimizde bir bilgi mevcut değildir. H. 5 yılında ise aralarından birkaç yüz kişilik bir grup Medine’ye gelerek İslam’ı kabul etmişlerdir. Resulullah (AS), bunların İslam topraklarına hicret etmek yerine, Medine’ye sadece 20 mil uzaklıktaki kendi topraklarında oturmaya devam etmelerini istemiştir.875

729. Elimizde, Bilal ibn Hâris adına iki adet imtiyaz belgesi bulunmaktadır.876 Bunlardan birinde Resulullah (AS) kendisine el-Fur’ bölgesindeki el-Kabalîye madenlerinin işletme hakkını ve Kadas’daki tarıma elverişli bütün alanları tımar olarak bağışlamıştır. Öteki belgede ise altıya yakın başka tımarlardan bahsedilmektedir. Kaynaklarda bir karışıklık olduğu anlaşılmaktadır. İbn Sa’d’e göre,877 Kadas kelimesi yolculuk torbası anlamına gelmektedir. Bu ise anlaşma metni içinde bir anlam ifade etmemektedir Halife I. Ömer, üzerinde ziraat yapılmayan bu toprakların büyük bir bölümünü, bedelini ödemek suretiyle istimlak etmiştir. Daha sonra Bilal’in mirasçıları belgeyi göstermek üzere Halife II. Ömer’e getirdiler. Medine’ye yerleşmiş ve Suudi Arabistan’da ziraat mühendisi olarak görev yapan Sayın Twitchell’in yanında sekreter olarak çalışan Sudanlı bir zat, bu satırların yazarına, Yenbû liman kenti yakınlarındaki Kabîl kasabasında eski bir belge gördüğünü ve bu belgede yukarıda sözünü ettiğimiz madenlerin işletme hakkının verilişinden söz edildiğini anlatmıştı. Ancak bu bilgiyi aktaran zat belgenin ne resmini ne de fotokopisini almadığı için, konu hakkında fazla bilgi edinemedik. Belki de günümüzde Mehdu’z-Zeheb denilen bu Kabîl, eski Kabalîye kasabasıdır.

730. Muzeyne’li büyük şair Ka’b ibn Zuheyr’in İslam’la şeref bulması H. 9 yılına rastlamaktadır.878 Ka’b’ın babası, erkek kardeşleri ve hatta kız kardeşleri, hepsi de şair idiler. Erkek kardeşi İslam’ı kabul edince ailesi bundan hiç de memnun olmamıştı. Ka’b ağabeyinin Müslüman olmasına çok sinirlenerek, Resulullah (AS)’ı yeren şiirler kaleme aldı. H. 9 yılında, Muzeyneliler de dahil Arabistan’ın büyük bir bölümü Resulullah (AS)’ı tanıyarak Müslüman olmuşlar ve Ka’b’ı toplum dışı ilan etmişlerdi. O zaman bu şair de gizlice Medine’ye giderek İslam’ı kabul etmiş, daha sonra Muhammed (AS)’e övgülerle dolu bir şiir kaleme almıştı. Bundan çok etkilenen Muhammed (AS), şaire, kendisinin kullandığı bir hırka(bürde) hediye etti. Çok meşhur olan bu şiir günümüzde Kaside-i Bürde adıyla anılmaktadır. Bu şiire yirmiye yakın şerh yazılmış ve bütün Müslüman ulusların dillerine tercüme edilmiştir. Ka’b ibn Zuheyr’in tüm şiirleri Divan haline getirilerek 1950 yılında Polonya’nın Cracovie şehrinde yayınlanmıştır. Bu şiirlerde Muzeynelilerin İslam’dan önceki dönemlerde Medinelilerle (o dönemdeki adıyla Yesriblilerle) yaptıkları savaşlardan söz edilmektedir (Bu konu bizi çok uzaklara götürecektir). Makrîzî’deki bir başka anlatıma göre,879 Ka’b ibn Zuheyr, Ebû Tâlib’in kızı ve Resulullah (AS)’ın yeğeni Umm Hânî aleyhine de hicviyeler yazdığı için Resulullah (AS) tarafından yasa dışı bir kimse ilan edilmişti. Ancak, İslam’a girildikten sonra, önceden işlenmiş olan kötülüklerden sorumlu tutulmayacağı ilkesine göre, kendisini bağışlamıştır.

731. Yukarıda verilen tüm bu bilgiler sayesinde, Resulullah (AS)’ın Medine’ye komşu bölgelerde yaşayan kabileleri nasıl birleştirmeyi başardığı ve böylece henüz filizlenmekte olan bu dini ve onun genç İslam Devletini başlangıçta karşılaştığı güçlüklere karşı nasıl koruduğu görülmüş olmaktadır. Burada sadece Medine’nin batısındaki kabilelerle olan ilişkiler söz konusu edilmiştir. Diğer yönlerdeki siyasî faaliyetlere geçmeden önce, ilginç kişiliğiyle ün yapmış bir siyasî temsilciden söz etmek istiyoruz.


835 Bk. Kenzu’l-Ummâl, III, Nº 2813-2814.

836 İbn Mâce, Mukaddime, 17, Nº 222.

837 Buhârî, I: 1.

838 Nesâ’î, bk. Cihâd bölümü, 22.

839 Bakara: 2/256: “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim Tağut’u reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir.”

840 Enfal: 8/39: “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!”

841 Müslim, Sahih; Hatîb-i Bağdâdî, Tarih-i Bağdad, X, bk. Abdullah b. Muhammed el-Mansur” maddesi.

842 İbn Hişâm, s. 419-421; İbn Sa’d, II/I, s. 2.

843 İbn Hişâm, s. 416-18; İbn Sa’d, II/I, s. 2-3.

844 İbn Hişâm, s. 416.

845 A.g.e., s. 210-211.

846 Samhûdî’ye göre (2. bs., s. 1001, 1018 vd), Kudayd, Râbiğ, Hum ve Cuhfe hepsi de aynı bölgede bulunuyordu. Râbiğ bugün de mevcut olup, Cuhfe yakınlarında bulunmaktadır. Medine-Mekke yolu üzerinde önce Ebvâ’ya, daha sonra da 13 mil ötede Cuhfe’ye gelinir. Hum gölü Cuhfe’ye 7 km uzaklıktadır. Mekke’ye doğru yola devam edildiğinde, büyük Kudayd pazarıyla karşılaşılır ki bunun etrafında Menât adlı putun tapınağı ve Resulullah (AS)’ın hicret sırasında hasta ve zayıf bir keçiden süt sağdığı Umm Ma’bed adlı kadının çadırı bulunmaktaydı. Daha sonra ise Merru’z-Zuhrân, Sirf ve nihayet Ten’îm gelir.

847 İbn Hişâm, s. 415-16; İbn Sa’d, 2/I, s. 3.

848 Vesâ’ik, Nº 159.

849 İbn Sa’d, II/I, s. 3.

850 İbn Hişâm (s. 430-32), Damrilerle Mekkeliler arasındaki ilişkileri sarsan bir cinayet olayından söz eder.

851 İbn Sa’d, I/II, s. 48.

852 “Müslümanların bir parçası olmak” ve “din uğruna savaşmamak”, Ebû Zerr’in mensup olduğu bu kabiledeki henüz Müslüman olmamış kimselerce biraz kuşkuyla karşılanmıştır.

853 Vesâ’ik, Nº 161.

854 Makrîzî, I, 373.

855 A.g.e., I, 277.

856 İbn Hişâm, s. 983; İbn Sa’d, II/I, s. 92.

857 Buhârî, 86: 25 vd.

858 İbn Sa’d, I/II, s. 68.

859 Vesâ’ik, Nº 151.

860 İbn Hişâm, s. 434; İbn Sa’d, II/I, s. 7.

861 İbn Hişâm, s. 495-506. Uhud Savaşı için de aynı şey söylenebilir (Damratu’l-Cuheynî, bk. İbn Hişâm, s. , s. 609).

862 Vesâ’ik, Nº 154.

863 A.g.e., Nº 155.

864 A.g.e., Nº 153.

865 A.g.e., Nº 156.

866 A.g.e., Nº 158.

867 A.g.e., Nº 157.

868 Ensâb, Belazurî, I, § 651.

869 İbn Sa’d, 2/1, s. 5 (“Benû Mudlic ve onların müttefikleri olan Benû Damra ile anlaşma imzaladı).

870 Ebû Ubeyd, Emvâl, § 448.

871 Suheylî, I, 51; II, 6.

872 İbn Hişâm, s. 432, 474. bk yukarıda § 716.

873 A.g.e., s. 332.

874 Ensâb, Belazurî (elyazması nüsha), II, ; Taberî, I, 2595.

875 İbn Sa’d, I/II, s. 38.

876 Vesâ’ik, Nº 163-164.

877 İbn Sa’d, I/II, s. 25.

878 Makrîzî, I, 494.

879 A.y.