๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslam Peygamberi => Konuyu başlatan: Hadice üzerinde 14 Ocak 2011, 14:30:42



Konu Başlığı: Yahudilerle ilişkiler
Gönderen: Hadice üzerinde 14 Ocak 2011, 14:30:42
Yahudilerle İlişkiler


911. Kimi zaman Yahudi ve İsrailli kavramları arasında bir ayrım olduğu söylense de, biz bu bölümde her iki terimi birbiriyle eşanlamlı olarak kullanacağız. Tamamen akrabalık temeli üzerine kurulmuş olan ve yeryüzünde halen mevcut uluslar arasında, Yahudiler en eskilerinden birini oluşturur. Bu ulusun kendisine özgü, hepsi de heyecan verici ve canlı bir dini, bir edebiyatı ve bir tarihi vardır. Yahudilerin atası olan İsrail lâkaplı Yakup Peygamber, aynı zamanda İbrahim Peygamber’in torunudur. Bilindiği gibi İbrahim (AS) aslen Mezopotamyalı idi ve onun Tektanrıcılık ilkesine dayanan dinî düşünceleri, Bâbil kıralı Nemrut’un öfkesini üzerine çekmişti. (Bazı modern bilginler, Nemrut’un önemli kanunlar ortaya koyan Hammurabi ile aynı kişi olduğu kanısındadırlar; bu kanunların üzerinde kazılı olduğu taş, Paris Louvre müzesindeki en güzel anıtlardan birini oluşturmaktadır.) Arabistan, Suriye, Mısır gibi Orta-Doğu’nun hemen her ülkesinde İbrahim (AS)’le ilgili hatıralara rastlamak mümkündür. Kabrinin Filistin’deki el-Halil’de olduğu söylenir. Öyleyse, onun soyundan gelenlerin hep bu bölgelerde yerleştiğini görmekten hayrete düşmemeliyiz. İslamî kaynaklardaki bilgilere göre (özellikle Kur’an’daki Yûsuf sûresi), ailenin Mısır’a göç etmesinin temelinde Yakup’un oğulları arasındaki kıskançlık yatmaktadır: Yakup’un gözde oğlu Yûsuf, kardeşleri tarafından, oradan geçmekte olan bazı kervancılara satılmıştır. Gelişen olaylar sonunda Yûsuf, Firavun’un (Suriye asıllı Hyksos hanedanı, MÖ 1700-1580) bakanlık hizmetine girer. O günlerdeki yönetici sınıfa mensup olanlarla bir tür yurttaş olan Yûsuf, sonunda maliye bakanlığı görevine getirilir. Yûsuf gibi gerçekten yetenekli ve dürüst bir insanın yönetimi altında, kırallık büyük bir refah düzeyine ulaşır. Yûsuf, kıtlık ve bereket yıllarının nöbetleşe birbirini izlediğini gözlemleyince büyük miktarda hububat stoku yapmıştır. Yine büyük bir kıtlığın baş gösterdiği sırada, Yakup’un diğer oğulları, erzak bulma ümidiyle Mısır’a gelirler. Yûsuf kardeşlerini tanır ve böylece, yaşlı ebeveynler de dahil bütün aile Mısır’a göç etmiş olur.

912. Suriyeli Hyksos hanedanı çok geçmeden yerini Mısır’daki Firavunlar hanedanına bırakmak zorunda kaldı. Bunun doğal bir sonucu olarak, dünün gözdeleri, ertesi günün mağdurları ve kurbanı haline geldiler. Hyksos’ların iktidardan düşüş tarihi olarak MÖ 1580’i alır ve Yahudilerin II. Ramses’in hükümdarlığı sırasında Mısır’dan Çıkış tarihi olarak da MÖ 1260 tarihini kabul edecek olursak, bu durumda Kenânîlerin, özellikle de İsrail Oğulları’nın, yaklaşık üç yüzyıllık bir süre boyunca Mısır’da büyük bir zulüm ve işkence dönemine maruz kaldıklarını görürüz. Ramses, I. Siti’nin oğlu ve veliahtı olup, söylendiğine göre MÖ 1330-1260 yılları arasında hükümran olmuştur. Kur’an’da belirtildiğine göre bu hükümdarlık dönemi İsrail Oğulları için özellikle zor ve güçlükler içinde geçmiştir. Bu ulus, Firavun’un din değiştirmesi için yaptıkları beyhude ve sonuçsuz girişimlerden sonra, iki ortak komutan olan Musa ve Harun’un idaresinde topluca Mısır’ı terk edip, bu diyarlardan gitme kararı aldılar. Bu, aynı zamanda Mısır için hem el sanatları hem de ziraate dayalı çalışma alanlarında büyük bir işgücü kaybı demekti. Ramses, ordusuyla birlikte onların peşinden gittiyse de, suda boğularak ölüp gitti. Kur’an bu suyun Nil nehri mi yoksa Kızıl Deniz mi olduğunu açıkça belirtmemekle birlikte, Firavunun cesedinin mutlaka (sonraki kuşaklara ibret olması için cansız olarak) kurtarılacağını ifade etmektedir. Kur’an’ı yorumlayan Müslüman bilginler, Ramses’in halen Kahire Müzesi’nde bulunan mumyası 1881 yılında keşfedilinceye kadar bu ayeti nasıl yorumlamak gerektiğini bilemiyorlardı.1182

913. Yine Kur’an’ın ifadesiyle (Mâide: 5/23-29), Musa halkı ile birlikte yerleşmek üzere Filistin’e doğru yola koyuldu. Ancak Yahudiler, bu ülkenin Arap halkından korkup, başkanları konumundaki Musa’yı dinlemeyi reddettiler. Bu karşı çıkışın ilk cezası olarak, 40 yıl boyunca çölde kalmaya mecbur oldular. Bu arada Harun ve Musa vefat ettiler. Eski Ahit’te (Tevrat) geçen kıssa (Samuel, 15: 1-3) Kur’an’da yer almaz: Şayet İsrail Oğulları, Tevrat’ta belirtildiği gibi, Filistin’de yaşayan Amalikalı Arapları “kadın-erkek, çoluk-bebek, sığır-davar, deve-eşek” demeden kılıçtan geçirip, yabancı bir istilaya karşı kendi vatanlarını savunmak istedikleri için onları öldürdülerse, zamanı gelince, zulme uğramış bu insanların da kendi intikamlarını almak üzere aynı yola başvuracağı kolayca anlaşılır. Bu mücadeleler sonunda Tâlût (ya da Kral) Saül tarafından Yahudi krallığının nasıl kurulduğu ve Davud ve Süleyman peygamberlerce nasıl sağlam temellere oturtulduğu, ve nihayet ülkede çıkan iç savaşlarla önce ikiye bölünüp, daha sonra Doğu’dan (Irak) ve Kuzey’den (Suriye) gelen saldırılara maruz kaldığı konusunda da Kur’an bir açıklamada bulunmamaktadır. Ancak, Nabukadnazar (Buhtunnasr), Herod, Antiokus ve Titus’un istilaları konusunda, Yahudileri bir zamanlar Araplara ait büyük tapınağın bulunduğu Sion’dan çıkarıp atan bu fatihlerin adlarını zikretmeksizin, kısa bir göndermede bulunur (İsrâ: 17/4-5). O zamandan beri Yahudiler, aralarında burada inceleme konusu yaptığımız Arabistan da dahil olmak üzere, dünyanın dört bucağına irili ufaklı topluluklar halinde dağılıp gitmişlerdir.

İslâm’dan Önce Yahudiler

914. Arap Yarımadası’na Yahudi cemaatlerinin ne zaman gelip yerleştikleri bilinmemektedir. Kur’an bu konuda bize Yemenli Saba Melikesinin Süleyman Peygamber’e yapmış olduğu ziyareti nakleder.1183 İslam’ın ortaya çıkmasına yakın, Yahudilerin Arabistan’ın her tarafına dağılmış olduğunu görürüz. Bunlar birbirine tutkun, gerek bireysel gerekse küçük topluluklar halinde, Akabe Körfezi’ndeki Eyle Limanı’ndan Yemen ve ‘Umân’ın en ücra köşelerine, Medine’den Bahreyn’e kadar uzanan bölgelere yayılmışlardı. Bunlara Maknâ’da, Vâdi’l-Kurâ’da, Teymâ’da, Fedek’de, Tâ’if’de, kısaca bütün “şehirlerde” olduğu kadar, fuar ve kervanlarda rastlamak mümkündü.

915. Mekke’de yok denecek kadar az idiler. Ancak, bölgede özellikle ‘Ukâz gibi yılda bir kurulan fuarlarda, ticarî mal satmanın yanı sıra kendilerini saklı-gizli ya da kayıp şeylerin nerede olduklarını bilen kâhinler olarak tanıtmak suretiyle bol para kazanmasını bilen kişiler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. “Ehl-i Kitap” oldukları için, okur-yazar olmayan ve saf ve temiz gönüllü Bedeviler üzerinde özel bir nüfuz ve itibar sağlamışlardı.

916. Arap tarihçilerinin söylediklerinden başka, örneğin Casanova1184 gibi batılı çağdaş araştırmacıların çalışmalarından da çıkardığımız sonuçlara göre, Miladî 7. yüzyıl başlarında, Yahudiler ve Hıristiyanlar, büyük bir şahsiyetin ortaya çıkacağını ve son peygamber olarak insanlığın ihtiyaç duyduğu şeyleri gelip tamamlamasını beklemekteydiler. Resulullah Muhammed (AS)’ın hayatı ve faaliyetiyle ilgili yerli kaynakları inceleyen bir kişi, açıklanması zor bir güçlükle karşılaşır: Bu kaynaklar, bir yandan Medineli Yahudilerin yakında bir peygamberin zuhur edeceğini, kendilerinin ona tâbi olacaklarını ve onunla birlikte tüm düşmanlarını ezip yok edeceklerini söyleyerek Arap hasımlarını tehdit ettiklerini;1185 öte yandan bazı söylentiler yayarak,1186 Yahudilerin bu peygamberi, onun yolundan gitmek için değil de, (haklarındaki kötü kehanetleri önlemek için?) doğar doğmaz onu öldürmek için bekleştiklerini söylüyorlardı. Kaynaklarda, bir gün ‘Ukâz fuarında Muhammed (AS)’ın süt annesinin yanındaki çocuğu bir Yahudi kâhine gösterdiği, kâhinin de onu öldürmek için arkadaşlarını çağırdığı, ancak süt annenin çocukla birlikte oradan kaçıp kurtulduğu anlatılır. Daha sonraki yıllarda, Resulullah (AS) amcası ile birlikte bir ticaret kervanına eşlik ettiği sırada, bu kervan daha Filistin’de iken geri dönmek zorunda kalmış, zira Hıristiyan keşişler Muhammed (AS)’ın amcasını, Yahudilerin kendisini görürlerse öldürecekleri konusunda uyarmışlardı. Acaba bu anlatımların kasıtlı ve taraf tutucu olduklarına mı inanmak gerekir? Yoksa bu insanların, beklenen Peygambere karşı beklentilerinde farklı niyetler sergilemelerine rağmen, bu bilgilerin gerçek ve doğru oldukları, ve bunların farklı insan gruplarının kendilerine özgü tutum ve davranışları temsil ettiğini mi düşünmek gerekiyor? Bu konu üzerinde daha fazla durmak istemiyoruz.

İslam’ın Başlangıcında Yahudiler

917. Bütün insanlığı kuşatan ilahî bir görev üstlenmiş, her zaman ve her yerde “en mükemmel ve en güzel davranış örneği” (Usvetu’l-Hasene) olmak zorunda olan Resulullah Muhammed (AS)’ın, aynı zamanda şu dünyadaki olayların bir neden-sonuç ilişkisi içerisinde meydana geldiğini de göz önünde bulundurması gerekiyordu. Kur’an’ın birçok ayetinde yinelendiği gibi, “bütün bir insanlığa” gönderilmiş olmakla birlikte, Muhammed (AS)’ın kişisel sorumluluğunun da bir sınırı vardı. Kur’an’daki ilahi buyruk, ona her şeyden önce şöyle emretmişti:

        “Önce en yakın akrabalarını uyar!”1187

        Önceleri gizli yapılan tebliğ, giderek alenî ve açıktan yapılmaya başlandı:

        “Sana emrolunan şeyi açıkça ortaya koyup söyle!”1188

        Ve nihayet, Muhammed (AS)’ın bütün alemi kuşatan sorumluluğu şu ifadelerle açıkça bildirilmiş oldu:

        “Bu (Kur’an), Şehirlerin Anası (Mekke) ve çevresindekileri uyarman için sana indirdiğimiz ve kendinden öncekileri doğrulayıcı, mübarek bir kitaptır…”1189

918. Acaba Muhammed (AS)’ın ALLAH’a itaatsizliğin doğuracağı sonuçlar konusunda uyarmak zorunda kaldığı bu bölgede Yahudiler de var mıydı? Arapça tarih kitaplarında bunların Mekke’de bulunduklarına dair hiçbir kayıt yoktur ve bu durum, Kur’an’daki bazı ayetlerin içerdiği bilgilerden de anlaşılabilir. Gerçekten, İslam tarihçilerine göre, Hicret’ten önce nazil olan 86 surenin hiçbirinde “Ey İsrâil Oğulları!” şeklinde bir hitaba rastlamıyoruz. Bu ayetlerdeki sesleniş, sürekli “Ey Adem Oğulları”, ya da “Ey İnsanlar!” şeklindedir. (Bu arada, Tâhâ Sûresi’nin 80. ayetindeki “İsrail Oğulları” ifadesi, bir çağrı ya da sesleniş değil, kıssa içerisinde Yahudilere işaret amacıyla kullanılmıştır.) Kur’an’daki sure ve ayetlerin zaman içerisinde iniş sırası ile, bugün elimizde mevcut nüshalardaki yazılış sırası aynı değildir. Bu bölümün ilerleyen sayfalarında, Kur’an ayetleriyle ilgili atıflarda çift rakam kullanacağız: Roma rakamları iniş sırasını, Arap rakamları ise yazılış sırasını gösterecektir. Örneğin “III/73: 15” ifadesi, iniş sırasına göre üçüncü, elinizdeki Kur’an nüshasında ise 73. surenin 15. ayetine işaret etmiş olacaktır. Daha sonraki bir bölümde de, Kur’an’dan ve onun yazılı bir bütün haline getirilişinden (:tedvîn) bahsedeceğiz. Burada, surelerin iniş sırası konusunda klasik İslam müfessirlerinin benimsediği verileri izleyeceğimizi hatırlatmak yeterlidir. Zira modern Doğubilimciler kendi aralarında henüz bir görüş birliği sağlayamamış ve hala bu konudaki ateşli tartışmalarını sürdürmektedirler.

919. Muhammed (AS)’ın Yahudilere karşı güttüğü politika ile ilgili olarak “siret” kitapları bize pek yardımcı olmamaktadır ve bu konudaki tek bilgi kaynağımız Kur’an’dır.

920. Dolaylı yoldan da olsa, Kur’an’da bu konuya değinen ilk ayet şu olmalıdır:

        “Nasıl Firavun’a bir elçi göndermiş idiysek, hakkınızda tanıklık yapmak üzere size de bir peygamber gönderdik.”1190

        Ancak burada söz konusu olan Yahudiler değil, daha çok Yahudilerin peygamberi olan Musa Peygamber ve onunla Muhammed (AS) ile olan benzerliğidir. Kur’an, bu ayetle, ALLAH’ın Ramses’e bir peygamber gönderdiği, ancak onu dinlemeyi reddedince kendisini cezalandırdığı gibi; aynı şekilde, Mekkelilerin ve diğer insanların da Muhammed (AS)’ın tüm dünyayı kuşatan tebliğ görevine duyarsız kalmaları halinde, ALLAH’ın onları da cezalandırmaya muktedir olduğunu söylemek istemektedir.

921. Bunun hemen ardından şu ayetler indirilmiştir:

        “Fakat siz (ey insanlar!) Ahiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu halde, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Kuşkusuz bu (anlatılanlar), önceki kitaplarda ve İbrahim ile Musa’nın sahifelerinde de vardır.”1191

        Kur’an’ın bu konuda en sık başvurduğu ima ve telmih, Yahudilerin pek yakından tanıdıkları Firavun’un elim kaderine yapılan göndermelerdir.1192 Sina Dağı’nın zikredilişi ise, Mısır’dan Çıkış olayıyla ilgili küçük bir ayrıntıdır.1193 Kur’an bu dağın adını anmak suretiyle, Musa’nın öğretisine çağrışım yapmakta ve insanların en yükseği ile en alçağı arasındaki farkın onların sahip oldukları iman ve yaptıkları hayırlı amellerden kaynaklandığını söylemek istemektedir. Yukarıda geçen 38. (Sâd) suresi ise ALLAH’ın insanlara daha önce göndermiş olduğu Davud, Süleyman, Eyyûb gibi çok sayıda peygambere atıfta bulunmaktadır. Tıpkı onlar gibi, Muhammed (AS) de aynı ALLAH tarafından gönderilmiş bir elçidir. Herhalde Mekkelilerin bu eski kıssalarla ilgili bir takım ön bilgilere sahip olmaları gerekirdi; ve bu konuda fazla ayrıntıya da ihtiyaçları yoktu. Bu dönemin sonunda, Muhammed (AS)’ın ilahî tebliğ görevine başlamasından birkaç yıl sonra, bazı Yahudiler onun tebliğ ettiği şeylerden haberdar olmakla kalmayıp, aynı zamanda ona karşı bir tutum da sergilediler. Bu Yahudilerin kim oldukları ve nerelerde oturdukları hakkında ise elimizde bir bilgi mevcut değildir.

922. İşte böylece A’raf (XXXIX) suresinin tamamı, Firavun’un elinden nasıl kaçıp kurtuldukları, Musa Peygamber’in Sina Dağı’nda ve Kutsal Topraklara dönüş yolunda tabletleri nasıl aldığı vb. konularında oldukça ayrıntılı olarak Yahudi toplumunun tarihine tahsis edilmiştir (Ancak bu surenin 163-170. ayetleri Medine’ye hicretten sonra indirilmiş olup, Muhammed (AS)’den sonraki farklı ülke ve zaman dilimlerinde Yahudilerin başlarına gelecek felaket ve sıkıntıları önceden haber vermektedir). Daha sonra ise, Muhammed (AS)’ın Peygamber olarak gönderileceğine dair Musa’nın Kitaplarına ve İsa Peygamber’e göndermeler yapılmaktadır:

        “Musa, bizim belirlediğimiz bir vakitte kavminden yetmiş adam seçti. Onları o müthiş deprem yakalayınca Musa dedi ki: “Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizden bir takım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin!

        Bize bu dünyada da iyilik yaz, ahirette de. Kuşkusuz biz sana döndük.” ALLAH buyurdu ki: Kimi dilersem onu azabıma uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.

        Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî1194 Peygamber’e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, kötülükten sakındırır, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr’a (Kur’ân’a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.

        De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan ALLAH’ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur. O diriltir ve öldürür. Öyle ise ALLAH’a ve ümmî Peygamber olan Resûlüne –ki o, ALLAH’a ve onun sözlerine inanır- iman edin ve O’na uyun ki doğru yolu bulasınız.

        Musa’nın kavminden hak ile doğru yolu bulan ve onun sayesinde âdil davranan bir topluluk vardır.”1195

923. Bu ayetlerin indiriliş tarihi ve hangi koşullar altında indirildiklerine dair verileri bulamadık. Muhtemelen Mekkeliler, ticaret vb. amaçlarla, kendi ülkeleri dışına, örneğin Tâ’if, Yemen, Medine, Hayber, Teyma, Vâdi’l-Kurâ, Irak, Mısır, Habeşistan vs. gibi yerlere gittiklerinde, bu şehir ve ülkelerin halkına, (memleketlerinde kendisinin ALLAH’ın Elçisi olduğunu iddia eden bir adamın bulunduğunu söyleyerek), Mekke’deki İslamî hareketle ilgili büyük haberi1196 anlatmışlardı. Onların Yahudi ve Hıristiyan muhataplarının da bu konuyla ilgili düşünce ve görüşlerini bildirmiş olmaları gerekir. Yukarıdaki ayetlerin, ilâhî tebliğe başlanmasının 5., Hicretin ise 8. yılına tarihlendirilmesi mümkündür. Zira o yıl Mekkeliler, Habeşistan’a sığınmış olan Müslüman mültecilerin sınır dışı edilmelerini sağlamak için bu ülkeye bir elçi heyeti göndermişlerdi. Bilindiği gibi, Habeşliler bu öneriyi reddetmiş ve bu Müslümanların Hıristiyanlaştırılması için büyük bir seferberliğe girişmişlerdi. Bunun sonucu olarak, tarihi kayıtlarda bu mülteci Müslümanlardan ikisinin Hıristiyan dinine geçtiği yolunda haberler bulunduğunu daha önce görmüştük. Ancak, daha ilerde değineceğimiz Yahudi tarihi ile ilgili imalar, çoğunlukla Hıristiyanların yönelttiği eleştirileri gösterir. Resulullah (AS)’ın Mekkeli hasımları, Yahudilerce telkin edilen bir takım cevaplardan da yararlanıyorlardı. Durum ne olursa olsun, Kur’an’ın söz konusu suresi, kendisinden önceki dinler karşısında İslam’(ın takındığı tutumu ayrıntılı olarak sergilemektedir: Buna göre, Resulullah Muhammed (AS) ilahî tebliğ görevi ile gönderilen ne ilk ne de sonuncu peygamber olmayıp, kendisinden önce sayısız peygamberler gönderilmiştir. Bu peygamberlerin kendi dönemlerinde ortaya çıkmış muhaliflerin ALLAH’ın gazabını üzerlerine çektikleri için cezalandırıldıkları da bir gerçektir. Ancak, tüm bunlara rağmen, bu inananların soyundan gelen sonraki kuşaklar, yenilik adı altında bir takım bid’atler, sapıklıklar çıkararak, yavaş yavaş hakikat dininden uzaklaşmışlar, ve bu dini kendi hayatlarında uygulamayı ihmal etmişlerdir. Tek ALLAH ilkesine dayalı bu ebedî dinin son izleri silinmeye yüz tutunca, ya da henüz bir peygamber göndermediği toplumlara ALLAH yeni bir peygamber göndermiştir. Kur’an’ın bu suresinde, kimileri Tevrat’ta da önemli bir yer tutan Nûh, Hûd, Lût, Şuayb peygamberlerin adı geçmektedir. Kur’an daha sonra, Firavun’u ve onun halkını hak dine sokmak için Musa’nın gösterdiği çabaları dile getirir. İbrahim (AS) gibi eski peygamberlerin öğretileriyle karşılaştırıldığında, Musa (AS)’nın öğretisinin çok daha iyi korunmuş olduğu göze çarpar. Nitekim Pentatök, yani Tevrat’ın ilk beş kitabı ve “Musevîler (Yahudiler)”in kendileri halen ortada idiler. Bu durumda şöyle sorulabilirdi: Öyleyse yeni bir peygambere, yeni bir Kutsal Kitab’a neden ihtiyaç duyulmuştur? Bütün dünya “Museviliğe” sokulamaz mıydı? Yahudiler, en azından Arabistan’dakiler, kendi dinlerini İsrail Oğullarının tekelinde görmüyorlar, hatta aksine, bizim ilgilendiğimiz dönemde, Araplar arasından dahi bir takım kimseleri kendi dinlerine döndürmeye çalışıyorlardı. Bu konuya daha önce Yemen’deki Zû Nuvâs’dan bahsederken değinmiştik. Medine konusunu yeniden ele aldığımızda bu konuya tekrar döneceğiz. Yukarıdaki sorularımıza Kur’an şu cevabı vermektedir:

        a) Muhammed, daha önce Musa ve İsa peygamberlerce de bizzat açıklandığı gibi, gönderileceği vaat edilmiş bir peygamberdir.

        b) İnsanın zihin ve mantık yapısında ve insan topluluklarında meydana gelen değişiklikler, Tek ALLAH inancının özünün korunarak, genel davranış kurallarının ALLAH tarafından yeniden gözden geçirilmesini gerektirmiştir. Ayrıca ALLAH, kullarına olan merhamet ve acıması nedeniyle, özellikle kullarının hak ettikleri cezalar olarak onların üstlendiği bazı yükleri hafifletmek istemiştir.

        c) ALLAH, bundan önceki eski peygamberleri ya belli bir ulus ya da topluluk, ya da belli bir dönem için göndermiştir. Oysa, Kur’an’ın ifadesiyle Muhammed “sizin tümünüz için gönderilmiş bir Resuldür.” (Bir başka ayette de O, bütün devirler için gönderilmiş ebedî bir Resuldür.)

924. Bu cevaplardan ilki oldukça ilginçtir; Kur’an bu konuya sık sık değinir. Yukarıda geçen bir paragrafta, Tevrat’ın Pentatök’üne ve İncil’e atıfta bulunulmaktadır. Bir başka ayette ise,1197 Kur’an daha müphem ve anlamı kapalı ifadeler kullanır: Müslüman bilginler, o zamandan beri, eski dönemlere ait, Brahman, Budist, Parsi, Yahudi, Hıristiyan din kitaplarının incelenip içeriklerinin ortaya konulması için sürekli çalışmışlardır. Kelâm ilminin konularından olan bu tür tartışmalar, bizim ilgi alanımıza girmemektedir.1198

925. O zamana kadar Muhammed (AS) sadece Mekkelilere ya da Ka’be’yi ziyaret etmek ya da alışveriş yapmak için şehre gelenlere hitap etmek zorunda kalmıştı. Ama Hac görevinin yerine getirildiği Mekke şehri ya da Mina vadisi, kendisine çok sayıda Yahudi veya Hıristiyan’la buluşma fırsatını vermemişti. Kur’an o sırada bu toplulukları üçüncü sırada ele alıyor ve bunu da, onların dini kökenlerini tanıtıp, aynı zamanda tek ALLAH inancı içerisinde İslam’ın gerçekliğine bu dinleri tanık göstermek için yapıyordu.

926. Bundan sonra Muhammed (AS)’ın başvuracağı kanıtlama araçlarına yeni bir öğe daha eklenecektir. Kur’an’ın bir suresi,1199 öncelikle bizzat kendisinin vahye dayanan bir nitelik taşıdığını açıklamakta, ve hemen ardından Musa Peygamber’in Firavun karşısında yüklendiği ilahi tebliğ görevine kısaca değinerek, öncekinden daha ayrıntılı bir biçimde Süleyman Peygamber ve Saba Melikesi’nin kıssalarını ele almakta, bu kadının İslam’a nasıl girdiği üzerinde durmaktadır. Zira Kur’an’a göre (Hac: 22/78), “ALLAH’ın iradesine teslim olma” anlamına gelen İslam, tüm zamanları kuşatan bir din olup, ilk kez İbrahim (AS) tarafından kullanılmıştır. Başka bir ayette ise (Neml: 27/76):

        “Doğrusu bu Kur’an, İsrail Oğullarına, hakkında ihtilaf ede geldikleri şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır”

        şeklinde bu görüşün teyit edildiği görülür.1200 Kur’an’da rastlanan bu tür açıklamalardan, bazı Yahudilerin Muhammed (AS)’ın getirdiği dini kabul edip, bazılarının ise reddettikleri sonucunu mu çıkarmak gerekir? Ne olursa olsun, Kur’an Yahudiler konusunu çok önceden ele almaya başlamıştı: Aşağıda peş peşe verilen iki surede, Musa Peygamber’den ve onun ilahi tebliğ görevinden uzun uzun bahsedilir. Bu surelerde Tevrat’ın “insanlara düşünüp öğüt almaları için apaçık deliller, hidayet rehberi ve rahmet olarak verilen bir Kutsal Kitap”1201 olduğu ve yine “İsrail Oğulları için bir hidayet rehberi kılındığı”1202 anlatılır. Aynı surenin başka ayetlerindeki (İsrâ: 17/101-103) şu ifadeler de, bazı Yahudilerin İslam’ı kabul ettikleri yönündeki varsayımımıza ters düşmemektedir.

        “Andolsun ki biz, Musa’ya açık açık dokuz ayet verdik. Haydi İsrail Oğullarına sor. Musa onlara geldiğinde Firavun ona, “Ey Musa! Dedi, senin büyülenmiş olduğunu sanıyorum (…) Derken, Firavun onları ülkeden çıkarmak istedi. Bu yüzden biz onu ve maiyetindekilerin hepsini (denizde) boğduk.”

927. Söz konusu “dokuz ayet” ya da ALLAH’ın nişaneleri, Resulullah (AS)’ın da belirttiği gibi, Cumartesi gününün kutsal sayılması hükmü dışında, On Emir’i (Evâmir-i Aşere) kapsamaktadır. Bu metinlerde görüldüğü kadarıyla, gerçek durumun kendilerinden sorulabilmesi için, Yahudilere başvurulabileceği belirtilmektedir. Öte yandan, Firavun’un suda boğulmasıyla ilgili kıssa1203 Mekkeli ve diğer yerlerde bulunan müşriklere uyarı niteliğinde hatırlatılmaktadır. Herhalde bu süre içinde Yahudiler, Resulullah (AS) ve onun hemşehrileri arasındaki tartışma ve ihtilaflarla yakından ilgileniyorlar ve onun ALLAH tarafından gönderilmiş bir peygamber olma niteliğini çürütmek için canla başla çalışıyorlardı. Aşağıdaki ayetler1204 yeniden ve uzun uzadıya Musa ve Harun peygamberlerden bahsederek, Yahudilerin,

        “kendilerine ilim gelinceye kadar aralarında ihtilaf halinde oldukları”

        beyan edilmekte ve Muhammed (AS)’e hitaben:

        “Eğer sana indirdiğimizden (bu anlattığımız olaylardan) kuşkuda isen, senden önce (Mukaddes) Kitab’ı okuyanlara sor. Andolsun ki, Rabbinden sana hak (gerçek bilgi) gelip ulaşmıştır. Sakın şüphecilerden olma!”

        denilerek gönlü yatıştırılmaya çalışılmaktadır. Tarihçiler,1205 Muhammed (AS) konusunda Mekkelilerle Yahudilerin yapmış olduğu görüşmelerden ve Hicret’ten hemen önce yirmi kadar Hıristiyan’ın İslam’a geçtiğinden bahsederler. Daha sonra nazil olan surede1206 de aynı konu ele alınmaktadır: ALLAH, Musa’ya bir Kitap vermiş, ancak onun ulusu kendi aralarında bu konuyu tartışmaya başlayarak kuşku ve ihtilafa düşmüşlerdi. Ancak Musa’ya indirilen Kitabın ya da Kitapların ilahi bir vahiy olarak kabul edilmesi,1207 aynı zamanda Tevrat’ta adları geçen peygamberlerin (Nuh, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Yusuf, Musa, Harun, Lut, İlyas, Zekeriya, Elyesa’, Eyyûb, İsa, Yahya gibi) ALLAH’ın gönderdiği resuller olarak kabul edilmesi, en azından aralarından bazıları için ciddi inanç sorunlarına yol açmaktaydı. Yukarıda değinilen son ayetlerde (En’am: 6/83-90), Kur’an onyedi peygamberin adını zikrettikten sonra Muhammed (AS)’e şöyle buyurmaktadır:

        “İşte ALLAH’ın hidayet edip doğru yola ilettiği kimseler bunlardır. Sen de onların yoluna uy!”

        Bilindiği gibi, bu peygamberlerden bazıları hakkında Tevrat’ta anlatılan kıssalar, izlenip taklit edilmesi gereken ideal davranış biçimleri olmaktan uzaktırlar. Mekkeli Araplar arasında, Tevrat’taki bu kıssalar hakkında bilgisi olan hemen hemen hiç kimse olmadığı doğrudur. Ama ortada bir sorun vardır. Bir süre sonra, Medine dönemine gelindiğinde, Kur’an bu ikilemi Müslümanlar adına kesin bir biçimde çözecektir. Ancak henüz Mekke döneminde bulunulduğu için, sadece önceki peygamberlerin kıssalarıyla yetinilmekte ve sorunla ilgili bazı ipuçları verilmektedir. İlerde de göreceğimiz gibi, Kur’an hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde, Yahudilerin ilahi emir ve buyrukları kendi arzu ve istekleri doğrultusunda nasıl değiştirdiklerini ortaya koyacaktır; burada, Mekke döneminde, Kur’an sadece önceki peygamberlerin kıssalarını anlatmakta ve ALLAH’ın göndermiş olduğu bu elçilerin kişilik ve tutumları hakkında yanlış anlamaya yol açacak tek bir kelime bile sarf etmemektedir. Eski Ahit’in (Tevrat) başına gelen acıklı olay ve yaşanan felaketler bugün herkesçe bilinmektedir: Müşrik ve saldırgan istilacıların gelip, henüz matbaa tekniklerinin bulunmadığı bir çağda Tevrat nüshalarının tamamını sistemli bir biçimde nasıl değiştirip tahrif ettikleri, Tevrat’ın metninin, söylendiğine göre tek bir kişinin basit hafızası doğrultusunda ve birkaç kuşaktan sonra nasıl iki kez değişikliğe maruz bırakıldığı da ortadadır. En zâhid insanların olanca iyi niyetine rağmen, yine de insan hafızasının eksiklik ve kusurlarla dolu olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır ve bilindiği gibi bugün elimizde mevcut Tevrat’ta aynı kitabın önceden kaybolmuş bölümlerine bazı göndermeler bulunmaktadır. Yine Tevrat’ın bazı bölümlerinde, görünüşe bakılırsa işine özen göstermeyen, ihmalkâr hattat ve kâtiplerden kaynaklanan metin ve şerh karışıklıklarına rastlanmaktadır: Bizzat Musa Peygamber’e ait olduğu söylenen kitaplarda Musa’nın ölümünden söz edilmesi gibi. İçerik olarak kabul edilmesi imkânsız görünen kimi metinlerin düzeltilmesi için din adamlarınca yapılan değişiklikler vardır. Çok sayıda elyazması güçlüklerine (metin farklılıklarına) rastlanmaktadır. Bunlardan başka, çeşitli elyazması Tevrat nüshaları arasında yapılan karşılaştırmalarda, onlarca ya da yüzlerce değil, belki binlerce metin farklılıkları göze çarpmaktadır. Nihayet, son zamanlarda Ölü Deniz yakınlarında, aralarında Milattan önceki dönemlere kadar dayanan bazı yeni elyazması bölümlerinin keşfedilmesi, bilim adamlarının ifadesine göre, halen kullanılmakta olan metinlerde çok sayıda ve önemli değişiklikler yapılmasını gerektirmektedir. İbrani alfabesi ve yazı tarzının özgün metnin korunmasında bazı güçlüklere yol açtığı söylenebilir. Bu arada iç savaşlar, Yahudi Devleti’nin parçalanması ve dinsel farklılık ve parçalanmaların da önemi küçümsenmemelidir. Örneğin Süleyman Peygamber, Jeroboam’ı isyana kalkıştığı için cezalandırıp sürgüne göndermiştir. Bunun üzerine Jeroboam putperestliğe dönmüş ve on kadar Yahudi kabilesini kendi etrafında birleştirmiş, oysa Süleyman Peygamber’in yerine geçen oğlu Roboam ancak iki kabile ile yetinmek zorunda kaldı. İki grup arasında karşılıklı olarak birbirini bölücülükle suçlayan yazışma ve tartışmalar cereyan etti. Bunlar arasında, Jeroboam taraftarlarının Süleyman Peygamber ve ailesi aleyhinde iftira ve yalan haber kampanyası başlatmalarını da gösterebiliriz. Hatta bir süre sonra, ortada açık ve net bilgiler olmadığı için, en azından bazı durumlarda, her iki tarafın birbiri aleyhine ortaya attığı, Yahudi topluluğu içinde fitne ve kargaşaya yol açacak metinleri birbirinden ayırt etmek oldukça imkânsız hale gelmiştir. Bu arada, Yahudiler tarafından Süleyman Peygamber’e karşı girişilen küfür suçlamasını Kur’an’ın kesin bir dille reddetmiş olduğunu da belirtelim (Bakara: 2/102).

928. Durum ne olursa olsun, Kur’an’ın art arda gelen birçok suresi, Yahudileri kendilerine gönderilen ilahî kökenli gerçek bilimi kasıtlı olarak reddetmekle ve bu konuda kendi aralarında bitip tükenmez sığ tartışmalara dalmakla suçlar.1208 Yahudilerin sahip olduğu bazı meziyetlerin Kur’an’da asla inkâr edilmemesi oldukça dikkat çekicidir. Yine, Kur’an’da şöyle bir ayetin yer almış olması hayret vericidir:

        “Andolsun ki biz İsrail Oğulları’na Kitap, hüküm ve peygamberlik verdik. Onları güzel rızklarla besledik ve onları dünyalara üstün kıldık. Din konusunda onlara açık deliller verdik. Ama onlar kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Kuşkusuz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.”(Câsiye: 45/16-17)

        Daha sonra şu ayet nazil olmuştur:

        “Ondan önce de bir rahmet ve rehber olarak Musa’nın kitabı vardır. Bu (Kur’an) da, zulmedenleri uyarmak ve iyilik yapanlara müjde olmak üzere Arap lisanıyla indirilmiş, doğrulayıcı bir kitaptır.”(Ahkâf: 46/12).

        Kur’an hiçbir zaman Tevrat’ı rakip olarak gören bir kitap olmayacaktır; aksine onunla işbirliği içerisinde ve onun destekçisi olacağını beyan etmektedir. Yukarıdaki ayetlerden kısa bir süre sonra nazil olan bir başka ayette, Tevrat’ın Pentatök bölümü,

        “…takvâ sahipleri için bir ışık, bir öğüt ve Furkan (doğruyu yanlıştan ayıran)”1209

        olarak nitelendirilmiştir

929. Onun tebliğ görevinin yerine getirilmesi sırasında ortaya çıkan ihtiyaçlar, Kur’an’ın zaman zaman konu değiştirmesine ya da bazen aynı konuya tekrar dönmesine neden olmuştur. Bir surede Musa ve diğer birçok peygamber ele alınarak1210 bunların hitâp etmiş olduğu çağdaşları olan toplulukların itaatsizlikleri nedeniyle başlarına gelen felaketler ele alınmakta; hemen ardından gelen başka surede ise1211 İsrail Oğullarına hiç göndermede bulunmadan, Kıyamet’in kopmasından sonra kurulacak olan Hesap Günü’nde insanoğlunun başına gelebilecek sonuçlar ve ilahî yaptırımlar vurgulanmaktadır. “Mağara” (Kehf) adını taşıyan ertesi surede ise, Kur’an, İslâmî iman ve inanç lehine bazı sonuçlar çıkarabilmek için birçok kıssaya yer vermektedir.1212 Bunlardan özellikle biri, bizim şu anda üzerinde durduğumuz konuya değinmektedir: Musa adlı bir zat -Peygamber ya da aynı adı taşıyan başka biri- ilim tahsili için yollara düşer. Sûrede onunla ilgili dört ayrı kıssaya yer verilir: İlkinde, kendisinden ilimce daha yüksek biriyle iki suyun (nehir ya da deniz) birbirine kavuştuğu yerde buluşmak üzere anlaşırlar. Bir araya geldiklerinde, yanında azık olarak getirdiği balığa o zatın “âb-ı hayat”ı sürmesiyle balık canlanır ve suya atlayıp gözden kaybolur. Sonra her ikisi de bir gemiye binerler. Tam denizin ortasında iken, bilge kişi, tüm yolcuları dehşete düşürecek şekilde gemiye zarar verir. Daha sonra, karaya çıktıklarında, yolda rastladıkları genç bir çocuğu o bilge kişi ortada hiçbir neden yokken öldürür. Ve son olarak, bir şehre varıp, bir eve konuk olmak istediklerinde kendilerini reddederler. Ancak o bilge yoldaş aynı yerde bir evin duvarını ücret almaksızın onarır. Daha sonra bu zat, hayretler içindeki Musa’ya tüm bu yaptıklarının nedenini açıklar. Bu hikâyeden çıkarılması gereken ders, kimsenin her şeyi bilmediğidir. En bilgin bir kimse bile, kendi mesleği olmayan bir konuda bazı şeyleri bilemez. Kutsal kitaplarda bu tür öğüt alınacak kıssalar vardır ve bunların mutlaka gerçek tarihsel olaylar olmaları gerekmez. “Dirilen balık” kıssası bir başka yerde Büyük İskender’in ahçısına, hatta daha da eskiye giderek Gılgamış’a dayandırılır ki, her ikisinin de Musa’dan sonra yaşadığını anımsatalım. Burada geçen Musa’nın, Gılgamış’a ya da Peygamber Musa’ya ait Arapça bir isim mi olduğu konusunda Kur’an’da bir ipucu yoktur. Tevrat’ta da Musa Peygamber’le ilgili olarak böyle bir kıssa yer almaz. Ama bu durum, burada adı geçen Musa’nın gerçek Musa Peygamber olmadığını reddetmek için tek başına yeterli değildir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu tür ibret verici öykülerde önemli olan bu olayların gerçekten yaşanmış olup olmadıkları değil, bunlardan çıkarılması gereken derstir. İbn Abbâs bu görüşe karşı çıksa da (bk. Buhârî 60/27/1), Tabiînden Nevfel el-Bekalî, Kur’an’daki bu mucizevi olayda geçen Musa’nın, Tevrat’ta geçen Musa değil, Efraim’in oğlu Mîşâ’nın oğlu olduğunu beyan etmektedir (bk. Kastallanî, Buhârî Şerhi, VII, 216). Mîşa ve Gılgamış arasındaki isim benzerliği oldukça dikkat çekicidir.

930. Kur’an’da Mekke döneminde nazil olan surelerden birinde Yahudilikle ilgili olarak geçen son bir noktaya daha değinmek istiyoruz:

        “Yahudilere tırnaklı bütün hayvanları haram kıldık. Sırtlarında ya da bağırsaklarında taşıdıkları ya da kemiğe karışan yağlar dışında, sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. İsyan ve zulümleri nedeniyle onları işte böyle cezalandırdık. Biz elbette sözünde doğru olanlarız.”1213

        Kur’an aynı konuya daha sonra tekrar döner:

        “Sana anlattıklarımızı daha önce Yahudileşmiş olanlara haram kılmıştık. Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendilerine haksızlık ediyorlardı.”1214

        Burada muhtemelen Tevrat’ta geçen deve,1215 tavşan ve devekuşu etinin yenmesiyle ilgili yasaklamalar söz konusudur (bk. Tevrat’ın Tesniye bölümü, XIV, 7, 15). Ayrıca, temiz ve necis yiyeceklerle ilgili hükümler konulurken, Kur’an, muhtemelen İslam Öncesi Arapları arasında bu hayvanların etlerinin yenmesinin adet haline geldiğini göz önünde bulundurarak hoşgörüde bulunup bu tür yasakların sayısını azaltınca, Yahudiler bu durumdan yakınmışlar ve “Şayet Kur’an Tesniye kitabını doğruluyorsa, bu hayvanların (özellikle devenin) etlerinin tüketilmesine izin vermemeliydi” demişlerdir. Medine’de nazil olan surelerden birinde Kur’an bu konuyu yeniden ele alarak şu hatırlatmada bulunmaktadır:

        “Tevrat’ın indirilmesinden önce, İsrail’in (Ya’kub’un) kendisine haram kıldıkları dışında, yiyeceğin her türlüsü İsrail Oğullarına helal idi. De ki: Eğer doğru sözlü iseniz, o zaman Tevrat’ı getirip ona okuyun.”1216

        Gerçekten, İslam geleneğinde yaygın bilgilere göre, Ya’kup Peygamber, en çok hoşlandığı bazı yiyecekleri, günahların affedilmesi için bir kefaret olmak üzere, kendisine yasaklamıştı. Ya’kup’dan önce, Tevrat’ın Tekvin bölümünde şu kural geçerliydi:

        “Hareket halinde ve canlı olan her hayvan sizin için yiyecek olabilir: Size, yeşil ot gibi, bunların hepsini veriyorum: Ancak siz kesinlikle eti, canı ve kanı ile yemeyiniz.” (Tekvin, IX/3-4)

        Kur’an bu konuda, Yahudilere kefaret amacıyla yasak kılınan yiyeceklerin diğer masum milletlere, yani Yahudiler dışındaki uluslara yasaklanmaması gerektiğini öne sürmektedir: ALLAH, Rahmet sıfatının bir gereği olarak, yeni hayat bulmaya başlayan bir dini cemaat (:İslam) lehine eski sert uygulamaları böylece kaldırmıştır.

931. Mekke döneminde indirilen Kur’an ayetlerinde görüldüğü kadarıyla, Kur’an’ın Yahudilere yönelik olarak ortaya koyduğu en yüksek övgülere rağmen, İslam ile Yahudilik arasındaki ilişkiler hep kötüye doğru bir gidiş göstermiştir. Bunun nedeni belli değildir. Hıristiyanlar da Resulullah (AS)’ın çağrısına kulak vermemişlerdir. Ancak, bir bakıma İslam’ın rakibi durumundaki bu iki dinî topluluğa karşı gösterilen bu yaklaşım farklılığında açıklayabileceğimiz bir şey vardır. Kur’an, Hıristiyanlıktaki yaygın kanaat ve inanışlarla, Yahudilerde olanlardakinden daha fazla mücadele etmiştir. Ama Yahudilerle olan ilişkiler Hıristiyanlarla olandan daha iyi konumda değildir.

Hicret Sonrasında Medine

932. Medine şehrinin, hangisinin daha eski olduğu bilinmemekle birlikte birçok adı olmuştur. Kaynaklarımız bu şehre kimi kez Tâbet , kimi kez de Taybe  adını vermişlerdir. Ancak biz, şehrin üzerinde kurulduğu vadinin başlangıçta “ne kadar güzel” anlamında bileşik bir isim olan “Tâbet-Taybe”

 adını taşıdığını, sonraki devirlerde ise bu ismin kısaltılarak şehre bu iki isimden birini verme yoluna gidildiğini düşünüyoruz. Kelime anlamı zararlı olan Yesrib de Medine’nin en eski isimlerinden biridir. Büyük bir ihtimalle, burada sadece küçük bir yerleşim birimi bulunmaktaydı. Bazı kaynaklarda bu yerleşim biriminin, şehrin kuzeyinde, yani eteklerinde bol su ve gelişmiş hurma vahaları bulunan Uhud Dağı’nın güney-batı yakası olduğu belirtilir. Yesrib’de yapılan okların ünü atasözlerine geçmiştir.1217 Bu duruma bakarak, burasının (düşmana) zarar veren bu aletlerin yapıldığı bir yer olması dolayısıyla Yesrib adını aldığı sonucunu mu çıkarmak gerekir? Yoksa, Samhudî’nin bahsettiğine göre (2. bs., s. 161) bir takım sefih ve ayyaşları kendine çeken çok sayıda ünlü birçok ev nedeniyle mi bu adı almıştı? Nihayet, şehir İslam’dan hemen önce kısaca Medine (kelime anlamı kent, şehir) adıyla anılmaya başlandı. İslamî dönemle birlikte burası Medinetü’n-Nebî adıyla anılmaya çalışıldı ise de, uzun isimlerin tutunma şansı olmadığı için kısaca Medine olarak kaldı.

933. Resulullah (AS) hicret ederek bu şehre sığındığında, nüfusun neredeyse yarısı Yahudi idi. Yahudilerin bu bölgeye ne zaman geldikleri hakkında kesin bir bilgi yoktur. İslam’ın hemen öncesinde bunlar tamamen Araplaşmış durumdaydılar. İbrani alfabesiyle yazmalarına rağmen, Arapçayı çok iyi konuşuyorlardı. Çocuklarına Arap adları koyarlar, hatta kabileleri bile Arapça isimler taşırdı.

934. Yahudilerin hem okul olarak kullanılan hem de içinde hukukçuların bulunduğu Beytu’l-Midrâs1218 (Bilim evi) adında bir kurumları vardı. Aynı zamanda, en azından Benû Nâdir kabilesi içinde bir hazineleri (kenz)1219 olup, herkes buraya savaş vb. durumlarda ortak ihtiyaçları karşılamak üzere katkıda bulunurlardı.

935. Tıpkı komşuları putperest Araplar gibi, Medineli bu Yahudiler de, kabilelere ayrılmış olmanın yanı sıra, birbirine muhalif bölükler ve küçük gruplar halinde yaşıyorlardı. Bazı Yahudi kabileleri Arap kabileleriyle ittifak anlaşması yaparken, bazıları ise bu Yahudi kabileleriyle ittifak halindeki diğer Araplarla savaşıyorlardı. Ortak adları Benû Kayle olan Medineli Araplar iki gruba ayrılmışlardı: Bunlar Evs ve Hazrec kabileleri olup, iki erkek kardeşin soyundan gelmekteydiler. Esaslarını Resulullah (AS)’ın belirlediği Medine Şehir Devleti Anayasasında, adları belli olmayan dokuz Yahudi kabilesi zikredilmektedir (bunlar ittifak yaptıkları ya da mevlası oldukları Arap kabilelerine göre tasnif edilmişti). Ancak tarihçiler bunları üç kabile halinde bir araya getirmektedirler: Benû Kaynuka, Benu’n-Nadîr ve Benû Kurayza. Bu ayrımda sadece kabilelerin büyüklük ve kudretleri göz önünde tutulmuştur. Bunlardan başka, yine Yahudi olan ve şehrin kuzey-doğusunda yaşayan Benû Ureydler de vardı. (Bugün Medine’deki ‘Ureyd Camii, herhalde onların oturdukları yeri göstermektedir.) Samhûdî (2. bs., s. 165, 171), adlarını belirtmeksizin, Medine’de yirmiyi aşkın Yahudi kabilesinin bulunduğunu belirtmektedir. Bu üç büyük Yahudi kabilesine gelince, birincisinin adı olan Kaynuka, kuyumcu anlamına gelir; gerçekten de bunlar, İslam’ın başlangıcında bu mesleklerinin yanı sıra genel ticaret işleriyle de uğraşmaktaydılar. Bunlara ait anılar Benû Kaynuka şehir çarşısında yaşatılmaktadır.1220 Nadîr kelimesi ise, birçok anlamının yanı sıra yeşil ve çiçekli bir bitki demektir. Bu kabile büyük hurmalıkların sahibi olarak da bilinir. Nihayet Kurayza kelimesi, Arabistan’da deri tabaklamakta kullanılan bir ağaç olan akasya anlamını taşır. Yoksa bu kabile aslında deri tabaklayan, çizmeci ya da derici kimselerden mi oluşmuştu?

936. Zekâ ve çalışkanlıkları ile Medineli Yahudiler, kısa sürede şehrin bütün ekonomik faaliyetlerini ellerine geçirdiler. Dünyanın her yerinde küçük gruplar halinde yaşayan bu ulusun kendi aralarında sürekli yardımlaşma ve irtibat halinde bulunması, onların uluslar arası ticarette başarılı olmalarına yardımcı olmuştur. Böylece zenginleşip büyük servetlerin sahibi olduktan sonra, ödünç para vermeye ve faizciliğe (bankacılığa) başlamışlar, bu yolda yavaş yavaş diğer insanların mülk ve arazilerini ele geçirmeye başlamışlardır. İbn en-Neccâr’ın verdiği bilgiye göre,1221 İslam’ın ortaya çıkışından az önce Medine’de Arapların elindeki 13 hisara karşılık, Yahudilerin 59 hisarı vardı.

937. Ticaret, ziraat ve sanayi alanında zengin ve varlıklı kişiler olan, kendi ırklarıyla övünen, aynı zamanda kendilerine has bir dine ve kutsal bir Kitaba sahip olan, Arabistanlı Bedevîlere göre çok daha üstün şan ve şerefe erişmiş bu Yahudiler, kendi dinlerini bırakıp yabancılarınkini kabul etmeye pek hevesli görünmüyorlardı. Kuşkusuz Mesih’in gelmesini bekliyorlardı. Ama onların bundan anladığı şey, içinde sadece takva sahibi kimselerin üstün sayılacağı, insanlar arasında eşitlik ilkesine dayalı bir dünyadan çok, tüm yeryüzünde Yahudilerin egemen olmasıydı. İslam’ın getirdiği demokrasi anlayışı, onların Devletin güç ve kuvvetini ve ekonomik zenginliğini kendi tekellerine almak konusunda besledikleri ümitleri tamamen ortadan kaldırmıştır.

938. Yukarıda, Resulullah (AS) henüz hiçbir Yahudi’nin bulunmadığı Mekke’de iken Kur’an’ın Yahudilere karşı takındığı tutumu görmüştük. Medine’de ise tamamen farklı bir durumla karşılaştı; binlerce İsrail oğlu bu şehirde yaşıyor ve bölgenin ekonomik hayatını kendi hakimiyetleri altına almış bulunuyorlardı. Mekke’den hicret edenlerin yerleştirilmesi kaygısından kurtulur kurtulmaz, Muhammed (AS) tebliğ çalışmalarına başladı. Kendisinin, öncelikle acil güvenlik nedenlerinden dolayı, daha sonra da dini yaymak amacıyla Medineli Yahudilerle temas kurması gayet doğaldı.

939. Medine şehrinin tamamını kapsayacak bir devlet teşkilatının kurulması, yöre halkının tüm unsurlarıyla istişare edilmesini gerektiriyordu. Daha önceki bir bölümde, Medine’de yürürlüğe konulan anayasanın metnini incelemiş ve Yahudilerin hükümetle ilgili işlerin icrasında sahip oldukları durumu ortaya koymuştuk. Ancak burada küçük bir nokta gözümüze çarpıyor: Yukarıda adı geçen anayasa metninde “Benû ‘Avf… Benû’n-Neccâr… Benû’l-Hâris… Benû Sâ’ide… Benû Cuşem… Benû’l-Evs…Benû Sa’lebe… Benû’ş-Şuteybe Yahudilerinden” bahsedilmektedir. Oysa bütün bu saydıklarımız Arap kabileleridir. Acaba buna bakarak, ister Arap ister Yahudi olsun her kabilenin, kendi aralarından bir başka kabile ile ittifak anlaşması yapması gerektiği sonucunu mu çıkarmak gerekir? Çünkü burada Arap ve Yahudilerin karışımı olan ve her ikisi de aynı derecede önemli bu topluluk içinde sükunet ve barışı korumak söz konusudur. Yoksa bu durum, şehrin asıl nüfusunun Arap soyundan geldiği ve burada yerleşmiş olan Yahudi ailelerin Arap kabileleriyle mevlalık ilişkilerini kabul etmek zorunda kaldıkları anlamına mı geliyor? (Bir başka deyişle, Yahudilerin kendilerine ait kabileleri yoktu ve bu şehre, asıl nüfustan ayrı bir topluluk oluşturacak şekilde kitleler halinde gelmemişlerdi. Yine muhtemeldir ki, başına buyruk Araplar bu göçmen Yahudilerin ayrı bir blok halinde yaşamalarına olanak tanımamışlar ve Yahudi kimliklerini kaybedip ülke insanıyla kaynaşabilmeleri için, değişik Arap kabileleri arasında bölüklere ayrılmalarını istemişlerdir.) Ancak tarihsel veriler bizim bu konuda kesin bir şey söylememize izin vermemektedir. Ancak küçük bir ihtimal de olsa bu insan topluluklarının, putperest Araplarla kaynaşabilmiş az sayıda gerçek Yahudi barındıran Yahudileşmiş Araplar olduğu söylenebilir. Gerçekten, ilerde değineceğimiz gibi, Medine’de küçük çaplı da olsa bir Yahudileştirme hareketi olmuş, ama bu girişim önemli sonuçlar doğurmamıştır. Durum ne olursa olsun, Resulullah Muhammed (AS)’ın hayatı ve faaliyeti ile ilgili olarak önemli olan, kendisinin bir Şehir-Devleti oluşturacak biçimde şehirdeki Yahudileri bir araya getirmeyi başarıp, yabancı istilalarına karşı buranın savunmasını sağlamış olmasıdır. (Bu girişimin bir hanedan değişikliği değil, bütün kurumları ile yeni bir Devlet’in kurulması olduğuna dikkat çekelim.) Bu tür işlerle bir süre ilgilendikten sonra, Resulullah (AS), zamanını kendi dinini yayma işine verebilmiştir. Henüz Mekke’de iken, Resulullah (AS) sahabelerine, Yahudilerin Kutsal Kitaplarında kendisinin geleceğinin haber verildiğini açıklamıştı. Medine’de binlerce Yahudi’nin bulunuyor olması, meselenin bu boyutuna ivedi bir güncellik kazandırmıştı. Nitekim, tarihi eserlerdeki kayıtların bize gösterdiğine göre, Muhammed (AS), daha Medine’ye gelişinin ilk aylarından itibaren,1222 Yahudilerin kendisini ALLAH’ın bir Elçisi, bir Peygamber olarak kabul etmeleri için büyük bir çaba göstermiştir. Buna gösterilen tepkiler çok farklı olmuştur: Kimi Yahudiler İslam’ı kabul ederken, bir kısmı çekimser kalmış, hatta İslam’a karşı girişilen alay etme ve savaşlarda etkin bir rol üstlenmişlerdir. İslam’ı erken dönemde içtenlikle kabul edenler arasında en seçkini ‘Abdullah ibn Selâm’dır. Arap tarihçilerin söylediklerine bakılırsa,1223 bu Yahudi bilgini, İslam’a girerken Resulullah (AS)’a, Yahudilerin söyledikleri şeylere güvenilmemesi gerektiğini, bunu kanıtlamak için, kendisinin Müslüman olduğunu onlara haber vermeden, kişiliği hakkında Yahudilere bazı sorular yöneltmesini önermişti. O da öyle yaptı. Davet edilen Yahudiler ona ‘Abdullah ibn Selâm’ın kendilerinin başkanı, başkanlarının oğlu, kabilelerinin bilgini ve çok iyi yetişmiş bir insan olduğunu söylediler. Tam bu sırada ‘Abdullah ibn Selâm gizlendiği yerden çıkarak, Yahudilere Müslüman olduğunu açıkladı ve Muhammed (AS)’ın beklenen peygamber olduğunu söyleyerek, onları da dinlerini değiştirmeye davet etti. Bunun üzerine onlar ‘Abdullah’ın sahip olduğu nitelik ve unvanları hor görüp küçümsediklerini belirttiler. Aynı kaynak, görünüşte İslam’ı kabul edip, ancak içerden Müslümanlar arasında ayrılık tohumları serpmeye çalışan Yahudilerin uzun bir listesini vermektedir.1224

940. Resulullah Muhammed (AS) bütün bu olanlardan asla ümitsizliğe kapılmadı: Çevresindeki diğer topluluklara yaptığı gibi, Yahudileri de sürekli olarak İslam’ı kabul etmeye davet etti. Bu durum doğal olarak birçok tartışma ve polemiğe yol açtı. Resulullah (AS)’ın o sırada (H. 1) Medine’deki dindaşlarıyla sıkı ilişkiler içinde olan Hayber’li Yahudilere gönderdiği mektupta bunun bir yansımasını görüyoruz:1225

        ““Esirgeyen ve Bağışlayan ALLAH’ın Adıyla!

        ALLAH’ın Elçisi, Musâ’nın dostu ve kardeşi, onun (Musâ’nın) getirdiği her şeyi doğrulayan Muhammed tarafından (gönderilmiş bir mektuptur): Ey Tevrat’a tâbi olup onun etrafında bir araya gelen insanlar! Dikkat edip biliniz ki, gerçekten ALLAH’ın size söylediği şu sözleri kendi Kitabınızda bulacaksınız:

        “Muhammed ALLAH’ın Elçisi’dir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında yumuşak ve merhametlidirler. Onları rükûa eğilirken, secdeye kapanırken görürsün. ALLAH’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’ta anlatılan nitelikleridir. İncil’deki vasıfları ise şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. ALLAH böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. ALLAH onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vaat etmiştir.”1226

        ALLAH aşkına, size vahyedilen şey aşkına, yine kabileleriniz içinde sizden önce gelip geçmiş olanları men (kudret helvası) ve selvâ (bıldırcın) ile rızıklandıran aşkına, babalarınızı ve dedelerinizi Firavun’un elinden ve yaptığı zulümlerden kurtarmak için denizi kurutan (Yüce Varlık) aşkına bana söyleyiniz: ALLAH’ın size vahy ettiği Kitapta, Muhammed’e inanmanız gerektiğini okumadınız mı. Eğer Kitabınızda bu (bilgiyi) bulamadıysanız sizin adınıza (benim dinimi kabul etmemekte) bir endişeniz olmasa gerekir. Zira artık hak ile bâtıl, doğru yol ile yanlış yol birbirinden ayrılmıştır. İmdi sizi ALLAH’ın ve Onun peygamberinin yoluna davet ediyorum.”

941. (“Sapları üzerine doğrulmuş ekin” kıssası Matta (13: 31-32) ve Markos (4: 26-32) İncillerinde de yer almaktadır. Yüz ve alınlardaki secde iziyle ilgili bilgiler ise İncil’de “Yuhanna’nın Vahyi” kitabındaki (14: 1) cümleyi çağrıştırmaktadır. Bu konuyla ilgili olarak Fetih Suresi’nin 29. ayetine, ayrıca İsa Peygamber’in Dağdaki Hutbe’sine bakınız.) Hayber Yahudileri nezdindeki bu girişim sonuçsuz kalmış, ancak çok geçmeden Bedir’de kazanılan zaferle İslam daha sağlam temeller üzerine oturmuştur.

942. Yukarıdaki mektubun baş tarafında yer alan “kâfirlere karşı çetin” ifadesi aynı zamanda bir tehdit içeriyordu. Muhammed (AS)’ın Medine’de, olacağını önceden haber verdiği şeyler arasında bu konunun da yankılarını bulmamız bizi şaşırtmamalıdır: Bir gün Resulullah (AS) Benû Kaynuka’lı Yahudilerin Pazar yerine gelerek onları bir araya topladı ve kendilerine şöyle hitap etti:

        “Ey Yahudi topluluğu! Kureyşlilerin başına gelen felaketin aynısının sizin de başınıza gelmemesi için ALLAH’tan korkun ve İslam’ı din olarak kabul edin. Zira siz, benim ALLAH tarafından gönderilen bir elçi-peygamber olduğumu biliyorsunuz. Bunun böyle olduğunu kendi kitabınızda da görüp duruyorsunuz, ve ALLAH sizi bu hükümle bağlamıştır.”

        Yahudiler kendisine şöyle karşılık verdiler:

        “Ey Muhammed! Sen ancak kendi halkını bilirsin; Harp sanatını bilmeyen bir toplulukla karşılaşmış olman seni yanıltmasın: Sen onları tesadüfen bozguna uğrattın. ALLAH’a yemin ederiz ki, eğer seninle savaşa tutuşacak olursak, bizim ne (cesur yürekli)1227 insanlar olduğumuzu görürsün.”

943. Böylesine bir güvensizlik ve kuşku ortamı içerisinde, çok önemsiz bir olay büyük bir karışıklığın çıkmasına yetti. Dokuz ay hiçbir olumsuz olay yaşanmadan geçtikten sonra, durum ansızın değişti: Müslüman bir hanım, alışveriş amacıyla Benû Kaynuka’lı bir Yahudi kuyumcunun dükkânına gelmişti. Buradaki bazı Yahudi gençler ona sataşıp, alaylı bir biçimde örtüsünü açmasını söylediler. Tabii kadın bunu reddetti. Kuyumcu, o dönemde çok yaygın olan kötü bir şaka yaptı1228 ve bu sahabe hanımın elbisesinin ucunu habersizce bir yere bağladı. Öyle ki, kadın ayağa kalktığında vücudunun bir bölümü kısmen ortaya çıktı. Kadın, utanç ve öfkeden çığlık atmaya başladı. Oradan geçmekte olan bir Müslüman yardıma koşarak, yapılan hakareti öğrenince, kuyumcunun başını uçurdu. Orada bulunan diğer Yahudiler de bu Müslümanı oracıkta şehit etmekte gecikmediler ve bu olay bir çatışmaya yol açtı. Bu Yahudilerin mahallesi kuşatıldı ve onbeş gün sonra teslim oldular. Savaşçıların sayısı 700’ü buluyordu.1229 Bu olayla ilgili olarak Buharî’de bulunan bir hadis,1230 Muhammed (AS)’e göre her zaman işin dinî boyutunun ağır bastığını göstermektedir. Böylece, onun sahip olduğu adalet duygusu ve suçluları bağışlama eğilimi, düşmanlarına karşı güttüğü politikada oldukça etkili oluyordu. Söz konusu hadiste şu satırları okuruz:

        “Biz Mescid-i Nebevî’de bulunuyorduk. O sırada Resulullah evinden çıkıp bize doğru geldi ve şöyle söyledi:

        “-Haydi Yahudilere doğru gidelim.”

        Beraber kalkıp yürüdük ve Beytü’l-Midrâs’ın önüne geldik. Resulullah burada durup Yahudilere seslenerek, şöyle buyurdu:

        “-Ey Yahudi cemaati! İslam’ı kabul edin ki kurtuluşa eresiniz!”

        Onlar şöyle cevap verdiler:

        “-Sen (bu konuda) bizi uyarmıştın yâ Ebe’l-Kâsım!

        Resulullah (AS) tekrar söz alıp şöyle buyurdu:

        “-Benim de istediğim bu.”

        Sonra cümlesini üçüncü kez tekrarladı ve nihayet şöyle dedi:

        “-Şunu bilesiniz ki yeryüzü ALLAH’a ve O’nun Resûlüne aittir. Ben sizi bu bölgeden sürüp çıkarmak istiyorum; sizlerden kimin burada herhangi bir şeyi varsa onu satsın; aksi halde biliniz ki yeryüzü ALLAH’a ve O’nun Resûlüne aittir.”

        Daha sonra Benû Kaynuka Yahudilerinin 1500 kılıç, 300 zırhlı giysi, 2000 mızrak ve 500 kalkandan oluşan silahlarına el konuldu (bk İbn el-Cevzî, Vefâ, s. 695); ve Müslümanlar arasında bulunan onların bazı dostlarının araya girmesiyle, Resulullah (AS) onları Medine’den çıkarmakla yetindi. Onlar da gidip Filistin’deki Ezri’at1231 şehrine yerleştiler. Bu arada, Muhammed (AS)’ın, Kaynukaları buradan çıkarırken onlara şöyle dediğini de hatırlatalım:

        “Üç günden fazla kalmamak üzere, işlerinizi halletmek için Medine’ye her zaman gelebilirsiniz.”1232

944. Kaynaklarımıza göre öyle görünüyor ki Benû Kaynuka kabilesinin bütün bireyleri sınır dışı edilmiştir. Ancak bunlara, küçük gruplar halinde de olsa Medine’de daha sonraları rastlanmıştır. Örneğin, İbn Sa’d’in naklettiğine göre,1233 bunların sürüldüğü söylenen tarihin üzerinden dört ay geçtikten sonra patlak veren Uhud Savaşı sırasında, “Resulullah (AS)’ın:

        “-(Bizim safımızda savaşmak üzere gelen) şu kimseler de kim?

        sorusuna şöyle cevap verdiler:

        “-Bunlar, Kaynuka Yahudilerinin bir kolu olan Abdullah ibn Selâm’ın sopundan Abdullah ibn Ubey ve 600 müttefikidir.”

        “-Bunlar İslam’ı kabul ettiler mi?”

        “-Hayır!”

        Bunun üzerine onların yardımını reddetmiştir.”

        Buna rağmen onlar hala bölgede bulunuyorlardı. Bazı kaynaklar,1234 bunların iki yıl sonra Hendek Savaşı sırasında Resulullah (AS)’ın yardımına geldiklerini ve Benû Kurayza Yahudilerine karşı Müslümanların safında çarpıştıklarını kaydederler. Beyhakî’nin verdiği bilgiye göre,1235 Hayber Seferi sırasında Benû Kaynuka Yahudilerinin Müslümanlara yararlı hizmetleri dokunmuş ve Resulullah (AS) onları bir çok hediye ile ödüllendirmiştir.

945. Tarih yazarları kimi kez isimleri birbirine karıştırabilirler; ancak, yukarıda başvurduğumuz kaynaklarda, bunların Kaynuka adını taşımalarının yanı sıra, Müslüman olmadıkları da belirtilmektedir. Örneğin Makrîzî (I, 204-205) gibi başka kaynaklarda, bu kabile içinde İslam’ı kabul ettikleri halde münâfıkların da bulunduğundan bahsedilmektedir. Fakat daha yukarıda değindiğimiz kaynakların ifadesi daha açık ve nettir: “Bunlar Müslüman değillerdi.” Peki bu sorunun nasıl çözümlenmesi gerekir? Kaynakların ifadesine göre, Yahudilerin silahtan arındırılmasından sonra, münâfık bir Arap olan Abdullah ibn Ubey, onlar adına araya girerek şefaatçi oldu. Bunun üzerine Resulullah (AS) şöyle dedi:

        “Onları sana bağışlıyorum.”

        Kaynaklar, buradan, Resulullah (AS)’ın onlara karşı daha katı bir ceza uygulamak istemiş olabileceği, ancak bu arabuluculuk üzerine onları sınır dışı etmekle yetindiği sonucunu çıkarırlar. Oysa biz, daha mantıklı düşünen Buhârî’den yaptığımız nakilde olduğu gibi, Resulullah (AS)’ın İslam’ı kabul etmeyen herkese karşı sürgün cezasına karar verdiğini gösterdik. Bu durumda Abdullah ibn Ubey’in arabuluculuk yapması, bu Yahudilerin hayatlarının mutlaka bağışlanacağı anlamına gelmez. Soruna şöyle bir açıklama getirmek kuşkusuz daha yerinde olur: Abdullah ibn Ubey’in kabilesiyle ittifak anlaşması yapmış olan Kaynukalıların tamamı olmasa da yarısı, ya da üçte biri tamamen bağışlanmış ve ekonomik faaliyetlerini sürdürmek üzere Medine’de kalmalarına izin verilmiştir.

946. Bu arada hemen belirtelim ki, Kaynuka olayı esnasında Medineli diğer Yahudiler yerlerinden kıpırdamamışlardı. Bu, Yahudilerin kendi aralarında bölündükleri anlamına geliyordu. Esasen Kaynukalar Medineli Hazrec kabilesiyle müttefik idiler. Bu durum aynı zamanda Yahudilerin Medine Şehir-Devleti Anayasası’na bir bütün halinde değil de, içlerinden her zümrenin ayrı ayrı ve bağımsız bir birlik halinde katıldıklarını göstermektedir. İbn Sa’d1236 bu konuda kesin bir ifade kullanır:

        “Kaynukalılar, daha Bedir Savaşı vuku bulmadan önce Resulullah ile ittifak anlaşması yapmışlardı.”

        Yine ilave edelim ki, iki hafta boyunca devam edecek olan bu savaşta, her iki taraftan tek bir ölüm ya da yaralanma olduğundan söz edilmez. Öyle görülüyor ki, kuşatma altındakiler iki hafta boyunca dışardan bir yiyecek yardımı alamamışlar ve evlerinde olan biteni tüketmişlerdir. Ayrıca, bu kuşatmanın kimilerine göre H. 3 yılında, kimilerine göre ise H. 2 yılının 10. ayında meydana geldiğini belirtmek gerekir.1237 Biz burada, ya nesiy uygulamasının göz ardı edilmesi, ya da Resulullah (AS)’ın bizzat yaptığı Hicret ile, onun emri doğrultusunda Müslümanların Mekke’den Medine’ye başlattıkları Hicret çağı arasındaki farklılık nedeniyle bir karışıklık olduğunu belirtmek istiyoruz.

947. Kaynukalılarla yapılan “savaşta” tek bir damla kan bile dökülmemiş ve diğer Yahudi kabileleri bu ihtilafta tarafsız kalmışlardır. Ancak bazı Kaynukalı kabilelerin sürgün edilmesi muhtemelen Müslümanlarla Yahudiler arasındaki ilişkilerin daha da gerilmesine ve İslam’ı yayma faaliyetlerinde daha önce görülmemiş zorluklara neden olmuştur. Ne var ki Yahudilik dini, Muhammed (AS)’ın insanlar arasında yaymaya çalıştığı dine en yakın olanıdır. Bu durumda Müslümanların Medineli Yahudilerle bir türlü uzlaşma sağlayamamış olmaları oldukça esef verici bir durumdur. İnsanın karşısındaki kimsede bazı kusurlar bulması kolaydır; ancak şunu kabul etmek gerekir ki, ortaya bir kez yanlış anlama çıkınca, tarafların karşılıklı olarak birbirlerini suçlama kısır döngüsü içinde, gerçekten kusurlu ya da suçlu taraf da kendisini haklı çıkaracak şeyler bulmaya çalışacaktır.

948. Ünlü şair Ka’b ibnu’l-Eşref, babası tarafından Tayy’ların bir kolu olan Nebhânîlerden idi. Annesi ise Medine’den Benû’n-Nadîrli bir Yahudi kızıydı.1238 Kaynakların ifadesine göre kendisi ahlâkı çok bozuk bir hâkim idi.1239 Bedir’de Mekkelilerin uğradığı bozgundan sonra Mekke’ye gelerek, Kureyşlileri desteklediğini açıklamış ve karşı saldırı için onları tahrik etmiştir.1240 Mekke’de misafir olduğu evin hanımına sarkıntılık yapması, yazdığı aşk şiirlerinde Medineli Müslümanlara iftira etmesine engel olmamıştır. Oturduğu müstahkem köşkün harabeleri, günümüzde Medine’nin güneyinde hala mevcuttur. Ka’b’ın bu davranışı karşısında Müslümanların nasıl bir tepki gösterdiğini tahmin ediyoruz: Aralarında süt kardeşinin de bulunduğu bazı Müslümanlar geceleyin onu evine baskın düzenleyip öldürmüşlerdir. İbn Sa’d, ancak bu olay üzerine Benu’n-Nadîrlerin Resulullah (AS)’la bir ittifak anlaşması yaptığını söyler.1241

949. Ancak barış ortamı sadece birkaç aç devam edebildi. Benu’n-Nadîrler aynı zamanda Necd’li Benû Amirlerle müttefik idiler.1242 Yukarıda Amr ibn Umeyye ed-Damrî’nin bir yanlış anlama sonucu, Benû Amirlerin işlediği bir cinayetin intikamını almaya kalkarak, aslında Resulullah (AS)’ın kendilerine eman belgesi verdiği ve hatta İslam’ı da kabul etmiş olan aynı kabileden iki kişiyi nasıl öldürdüğünü anlatmıştık. Bu durumda kan diyeti ödemek gerekiyordu ve Amr ibn Umeyye bu kişileri tamamen kasıtsız bir biçimde öldürdüğü için, bu durumda işin sorumluluğu İslam Devleti’ne düşüyordu. Bu konuda iki anlatım vardır: (a) Kendilerinden sonra gelen yazarların üzerinde fazla durmadan nakiller yaptığı İbn İshak ve İbn Hişâm’a göre, Benu’n-Nadîrler Müslümanlarla müttefik oldukları için, Resulullah (AS) kendilerinden uygun bir miktarla bu kan diyeti ödeme işine katılmalarını istedi. Onlar ise bu teklifi reddetmekle kalmayıp, Muhammed (AS)’ın kendi mahallelerine doğru geldiğini öğrenince, Yahudilerin ödemeyi kabul ettikleri meblağı almak üzere Resulullah (AS)’ın dibine oturduğu bir kulenin tepesinden onun üzerine bir değirmen taşı yuvarlayarak öldürmeye teşebbüs ettiler. (O döneme ait anlatımlarda, Resulullah’a aynı yöntemle