๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslam Peygamberi => Konuyu başlatan: Hadice üzerinde 10 Ocak 2011, 16:35:00



Konu Başlığı: Siyâsî temsilcilik diplomasi ve faaliyetleri
Gönderen: Hadice üzerinde 10 Ocak 2011, 16:35:00
Siyâsî Temsilcilik (Diplomasi) ve Büyükelçilik Faaliyetleri


1767. Daha önceki bölümlerde, Muhammed (AS)’in göndermiş ya da kabul etmiş olduğu elçilerle ilgili ayrıntılı bilgiler vermiştik. Şimdi bu bilgiler içinden bazı genel kurallar çıkartmaya çalışarak, o dönemdeki merkezî büyükelçilik faaliyetleri ve diplomatik ilişkiler hakkında edindiğimiz bazı gözlemlerimizi ilave edelim. Daha önce ise, İslâm’dan evvelki döneme ait geleneklerle ilgili olarak birkaç kelime söylemek yerinde olacaktır.

İslâm’dan Önceki Dönemde Arap Diplomasîsi


1768. İslâm’ın beşiği durumundaki Mekke, göründüğü kadarıyla diplomasi ve yabancılarla ilişkiler konusunda çok eskilere dayanan teamül ve geleneklere sahipti. Hatırlanacağı üzere, Miladi 467 yılına doğru, Haşim ve üç erkek kardeşi, Bizanslılardan, Sasanilerden, Habeşlilerden ve Himyerîler’den (Yemenliler), ticaret kervanlarını gönderebilmek için izin ve yetki almak üzere bu ülkelere gitmişlerdi. Bu ülke hükümdarları ile ticarî mübadele koşullarını belirleyerek gerekli anlaşmaları imzaladıktan sonra, Muhammed (AS)’in büyük dedeleri olan bu kimseler, insanların ve ticarî emtianın hiçbir zarara ve yağmaya uğramaksızın serbestçe geçişini sağlamak amacıyla, kervan yolları üzerinde oturan kabilelerle de özel anlaşmalar yaptılar.

1769. Bir süre sonra Mekke’de, yetkileri tevarüs yoluyla gelen bir başkanın idaresinde çalışan, gerçek anlamda daimî bir “dışişleri bakanlığı”nın nüvesini görürüz: Mekke, “On’lar Meclisi” ile yönetilirdi ve bu meclisin çalışmalarına (müstakbel halife Ömer’in ailesi) Benû ‘Adî sopu da katılırdı. Bu sop, savaş ve barış dönemlerinde dışişleri bakanı ve tam yetkili elçi görevlerini üstlenecek olan sefîr-münâfir’leri kendi mensupları arasından çıkarırdı.

1770. Olayların nasıl geliştiği hakkında bir fikir edinebilmek için, M. 467 yılında Mekke ile Yemen arasında yapılan anlaşmadan sonra, Yemen bölgesinde birçok değişikliğin meydana gelmiş olduğunu hatırlatalım; eski Putperest Himyerî Hanedanı’nın yerine, Yahudiliği benimsemiş olan Zû Nuvâs adında bir maceraperest geçmişti. Onun Hıristiyanlara karşı uyguladığı zulüm ve işkence karşısında, Hıristiyan Habeşistan duruma müdahale ederek, bu Yahudi hanedanlığına son verdiler. Böylece Yemen, Aksûmlu Necâşî’nin özerk bir eyâleti haline geldi. Yemen’deki Habeşli başkanın, restore edilen Mârib barajının M. 543 yılında yeniden açılışı sırasında, yukarıda metni verilen kitabeden öğrendiğimize göre, Necâşî’nin, Bizans ve İran İmparatorlarının, Hîre ve Gassân krallarının ve “diğer kralların” elçilerini kabul etmesi, Yemen’in özerk bir ülke olmasıyla açıklanabilir. Ancak, Yemen’deki eski kraliyet ailesi de bıkıp usanmadan ülkesini kurtarıp yeniden özgürlüğüne kavuşturmak için çalışmaktaydı; nihayet 575 senesinde Yemenli başkan Seyf ibn Zû Yazan, Ctésiphon (Medâyin)’dan askerî bir yardım sağlayarak Habeşlileri ülkesinden uzaklaştırmayı başardı. Bu arada hatırlatalım ki, bu olaydan altı yıl önce, Yemen kralının Habeşli naibi Ebrehe, meşhur fili ile Mekke bölgesini istilâ etmiş, ancak çıkan bir salgın hastalık nedeniyle birçok kayıp vererek geri çekilmek zorunda kalmıştır. Mekkeliler, bu istilacıların yeniden bozguna uğramalarına çok sevinmişlerdir. Bu nedenle, Mekke Şehir-Devleti’nin, muzaffer başkan Seyf ibn Zû Yazan’ı kutlamak üzere Yemen’e bir elçi heyeti göndermesi bizi hiç şaşırtmamalıdır. Heyet, San’â’da Arabistan’ın dört bir köşesinden tebrik için gelmiş olan diğer Arap elçileri ve birçok şairle karşılaştı. Mekke heyetinde, (Resulullah’ın dedesi) Abdu’l-Muttalib, Umeyye ibn ‘Abd Şems, ‘Abdullah ibn Cüd’ân ve Ömer’in üçüncü göbekten dedesi Riyâh bulunmaktaydı. Huzurda söz alıp konuşan Abdu’l-Muttalib olduğuna göre, başkan da o olsa gerektir. Kral Seyf, elçilik heyetinde bulunanlara ihsan ve lütuflarda bulunmuştur. Bir ayı aşkın süre ile kralın misafiri olduktan sonra, heyet, elleri kralın hediyeleriyle dopdolu bir halde Mekke’ye dönmüştür.630

1771. Burada, gerek ticarî işleri gerekse politik amaçlarla bireysel olarak yabancı ülkelere gitmiş ve hatta bazen bu ülkelerin hükümdarları tarafından kabul edilmiş olan Mekkelilerden söz edecek değiliz. Yine de, ikinci gruba girenler arasından, Bizans İmparatoru Justinien’in Mekke kralı olarak atadığı, ancak Mekkelilerin kendisini tanımayı reddettiği Osman ibn el-Huveyris’i zikretmeden geçemeyeceğiz.

1772. Muhammed (AS), Allah’ın elçisi olarak göreve başladığında, hükümet edeceği bir Devletin başında bulunmuyordu; O, sadece Mekkeli hemşehrilerinin zulüm ve işkencelerine maruz kalan ve kendisine inanan küçük bir topluluğun başkanı durumundaydı. Resulullah’ın, o dönemde Mekkelilerin başlattığı boykotu kaldırmak, Mekke’de bir hâmî aramak vb. için siyasî ve dinî görüşmelerde bulunmak üzere, bir takım elçiler gönderdiği ya da kabul ettiği kaynaklarda belirtilmektedir. Ancak bu karşılıklı haberleşme sürecine diplomatik bir nitelik yakıştırmamız söz konusu olamaz. Aynı şekilde, Habeşistan’a sığınmak üzere Mekke’den ayrılan Müslümanlara Resulullah’ın verdiği ve Necâşî nezdinde onları takdim ve tavsiye eden mektubuna da burada büyük bir önem vermemekteyiz (bk. yukarıda “Habeşlilerle Olan İlişkiler” bölümü, § 478 vd.).

1773. Ancak Medine’ye vardıktan sonra, H. 1. yıldan itibaren Muhammed (AS)’in başkanlık ettiği ve bir Şehir-Devlet şeklinde örgütlenmiş, Müslüman bir toplumun bağrından çıkan gerçek anlamda diplomatik faaliyetler göze çarpmaya başlar. Medine’ye gelişinin daha ilk haftalarında, önce bölgede oturmakta olan Arap ve Yahudi kabileleriyle, (bunları bir Şehir-Devlet halinde bir araya getirebilmek için), daha sonra da Medine ile Kızıl Deniz arasında oturan kabilelerle (askerî ittifak anlaşmaları yapabilmek için) bizzat girişimde bulunarak müzakereleri başlatmıştır. Öte yandan Mekkeliler, Medine’li putperest bir başkana ultimatom niteliğinde bir haber göndererek, kendisinden, Mekke kökenli Müslüman mültecileri (Muhacirleri), ve özellikle Muhammed (AS)’i sınır dışı etmesini istemişlerdir.

1774. Resulullah, zaman zaman, kendisine Müslüman olduklarını bildirmek, düşman kabilelere karşı kendisinden yardım talep etmek ya da başka konularda kendisiyle görüşmek için Arabistan’ın çeşitli yörelerinden gelen kabileleri kabul etmek durumunda kalıyordu. Gerçek anlamda diplomatik denilebilecek ilk hareket, kuşkusuz Bedir savaşından (H. 2) kısa bir süre sonra Habeşistan’a bir elçinin gönderilmesi olmuştur. Gerçekten de Mekkeliler, Necâşî’ye bir heyet göndererek, “suçluların iadesi” kapsamında, Habeşistan’a sığınmış olan Müslümanların kendilerine teslim edilmesini talep etmişlerdir. Siyer yazarı Şe’mî’den öğrendiğimize göre, bu kaygı verici haberi alan Resulullah, Mekkelilerin bu hilesini boşa çıkarmak ve kral nezdinde Müslümanların lehine şefaatta bulunmak üzere ‘Amr ibn Ummeyye ed-Damrî’yi Habeşistan’a gönderdi; Resulullah’ın bu elçisi henüz İslâm’ı kabul etmemişti (bk. yukarıda § 508).

1775. H. 6. yılın sonlarında, Resulullah, Bizans, Sasanî, Habeş vb. gibi komşu hükümdarlara, kendilerini İslâm dinine davet etmek için birçok mektup gönderdi. Bu mektuplar, özel elçiler aracılığıyla gönderilmişti. Siyasal olaylar nedeniyle, Resulullah Bizans’la olan çok sıkı diplomatik ilişkiler içerisinde idi. Bu ilk elçinin gönderilmesinden bir süre sonra, Resulullah’ın bir başka elçisi, Bizans topraklarında yolculuk yaptığı sırada, Gassanlı bir başkan tarafından öldürüldü. Bu olay üzerine girişilen karşılıklı misillemeler dışında, Resulullah, H. 9 yılında Heraklius’a, İslâm’ı kabul etmesini ya da en azından “Bizans tebaası içinde kendi isteğiyle İslâm’ı kabul edecek olanların vicdan özgürlüğüne karşı çıkmamasını” istemek üzere bir elçi gönderdi. Bu kez imparator, Bizans tebaası arasından seçtiği, Tanuh kabilesinden Hıristiyan bir Arab’ı özel elçi olarak görevlendirerek cevabını gönderdi. Resulullah (AS), bu elçiyi Tebûk seferinde iken kabul etmiştir.

1776. Burada bütün elçileri tek tek sıralamaya ya da onların amaçlarının ne olduğunu açıklamayı gerekli bulmuyoruz: Bunları daha önce ilgili bölümlerde belirtmiştik. Burada yapmak istediğimiz şey, sadece bu dönemin diplomasisi ile ilgili özellik arz eden durumları ortaya koymaktır. Bunun için de, önce Resulullah tarafından gönderilen, daha sonra ise onun kabul etmiş olduğu elçileri ele alıp inceleyeceğiz.

Müslüman Elçiler


1777. Tarihî kaynaklarda rastladığımız ve konumuzu ilgilendiren sınırlı malzeme arasından, aşağıdaki olayları belirtmeyi uygun bulduk:

1778. a) Elçi seçimi: Yetişmiş ve deneyimli diplomatlar söz konusu olmamaktaydı. Resulullah, ortaya çıkan durum ve şartlara göre en yetenekli ve ehil kimseleri seçiyordu. Daha önce de gördüğümüz gibi, Gayrimüslimleri bile elçi olarak seçmekte tereddüt etmiyordu. Kureyşlilerin çevirdiği entrikaları engellemek için, zekî ve kurnaz birine ihtiyaç vardı. Böyle bir özelliğe sahip olan elçi ‘Amr ibn Umeyye, Mekke şehrinde çarmıha gerilmiş bir Müslümanın cesedini bulunduğu yerden çıkarmak için Resulullah tarafından gönderildiğinde, bu cesur ve gözü pek Bedevî, çok ünlü olmasına ve Mekkeliler bu “şeytan’ın muhakkak tehlikeli ve kötü bir iş için gelmiş olduğunu” düşünerek onu izlettirmelerine rağmen, görevini başarıyla yerine getirmiştir. Bütün Müslüman elçilerin en kıdemlisi olan bu sahabe, Resulullah tarafından hassas ve değişik konularla ilgili olarak on defadan fazla görevlendirilmişti. Ancak Muhammed (AS), tebliğ faaliyetlerinde bulunacak kimselere ihtiyacı olduğu zaman, Amr’dan başka kimseleri seçiyordu: Bunlar yumuşak huylu, bilge tabiatlı ve güzel söz söyleyebilen, İslâm ilahiyatı konusunda iyi yetişmiş, zâhit ve dinin kurallarını titizlikle yerine getiren kimselerdi. Bu bağlamda, Ali (RA), Hâlid ve ‘Amr ibn Umeyye’ye göre daha başarılı olmuştur.

1779. Resulullah (AS)’ın, valilerine şöyle bir söz söylemiş olduğu rivayet edilir:

           “Bana bir elçi gönderdiğiniz takdirde, yakışıklı ve adı güzel olan birini seçiniz.”631

           Herhalde insanın dış görümünün etkileyici olması, onun elçilerini seçerken belirleyici olmaktaydı. Bizans İmparatoru Herakliyus’a iki kez gönderilen Dıhyetu’l-Kelbî’yi hatırlayalım: Kendisi çok yakışıklı olduğu için, melek Cebrâîl, Resulullah (AS)’a vahiy getirirken genellikle bu Dihye’nin görünüş ve kılığına girerdi.632 (Daha önce de belirttiğimiz gibi, Resulullah, Dıhye’nin aynı şekilde güzelliği ile ün yapmış kız kardeşini nikâhlamak istemişti.)

1780. Resulullah’ın gönderdiği elçiler, bizzat Arabistan’a ya da Arap dilinin çok yaygın ve bilinmekte olduğu Suriye, Irak, Habeşistan, Mısır gibi ülkelere gidiyorlardı; ya da en azından bu ülkelerin hükümdarları Arapça mütercimlere sahip olmak için gerekli imkânlara sahiptiler. Bu durumda, gönderilen elçilerin yabancı dil bilip bilmeleri sorun olmuyordu. Bununla birlikte Resulullah, elçi olarak görevlendirildikleri Suriye, Irak, Habeşistan vs. ülkelere daha önce seyahat etmiş kişileri göndermeye özen gösteriyordu.633 Muhtemelen bu elçiler, Resulullah’ın kendilerini gönderdiği ülkelerin lisanını az da olsa biliyorlardı.

1781. (b) Elçiyle birlikte gönderilen haber mutlaka yazılı bir belge olur ve Resulullah onu mühürlerdi. Mektupların bize kadar ulaşmış olan asıl nüshalarıyla ilgili haberlerden ve hadislerden edindiğimiz bilgilere dayanarak, yabancı büyük hükümdarlara gönderilen mektupların parşömen üzerine, Arap kabile başkanlarına gönderilen imtiyaz fermanlarının ise deri parçaları üzerine yazılmış olduklarını ortaya çıkardık.634 Mühür genellikle mektubun son kısmına basılmıştır. Kaynaklardaki ifadelere göre Resulullah (AS), Dûmetu’l-Cendel’li Ukeydir ile yapmış olduğu anlaşma metninin üzerine, anlaşıldığı kadarıyla bu kişinin isteği üzerine, mürekkebe batırılmış parmağını basmıştı. Diplomatik yazışma üslûbu çok sıradan ve basit olup, fazla değişiklik göstermezdi. Mektuplar ve anlaşma metinleri genellikle besmele ile (Bismillahirrahmanirrahim) başlayıp, bunu daima gönderenin adı ve daha sonra da mektubu alacak kişinin adı takip ediyordu. Daha sonra ise birkaç cümle ile Allah’a hamd ve senalarda bulunuluyor, bundan sonra asıl yazışma ya da anlaşma metninin yazımına sıra geliyordu. Yazının en sonunda, eğer yazıyı alan Müslüman ise “es-Selamü aleyke” (Allah’ın selamı senin üzerine olsun), eğer Gayrimüslim ise “es-Selamü alâ men’ittebea’1-Hüdâ” (Allah’ın selamı, hidâyet yolu üzerinde bulunan üzerine olsun) ibaresi bulunuyordu. Belgenin en altında mühür yer alıyordu. Bize kadar ulaşmış olan metinlerin gösterdiğine göre, Resulullah şahitlerin adlarını hem anlaşma metinlerine hem de arazi bağışlarına vs. kaydediyordu. Bazen kâtibin adına da rastlanmaktadır. Ama bu uygulama çok sıkı bir biçimde sürdürülmemiştir. Resulullah’tan gelen hiçbir mektup ya da anlaşmada tarih bulunmamaktadır. Ancak Halife Ömer zamanında İslâm Hükümeti bir tarihlendirme sistemini, Hicrî tarihi esas alan bir sistemi kabul etmiştir.635 Şunu da hatırlatalım ki, Hudeybiye anlaşması imzalanırken, Mekkeli yetkilinin ısrarı üzerine Resulullah, belgenin baş kısmında “Ey Allah, Senin adına” şeklindeki İslâm-öncesi formülün kullanılmasını kabul etmişti. Muhatabın unvanı ile ilgili olarak İslâm hükümeti: “Herakliyus, Bizanslıların Büyük Başkanı”, “Mukavkıs, Mısırlıların Büyük Başkanı”, “Ferve ed-Du’ilî, Semâve Hükümdarı” vs. gibi basit unvanlar kullanıyordu. Anlaşma sırasında genellikle her iki tarafın şahitleri hazır bulunur ve bunlar belgenin altına imzalarını atarlardı. Mektupların olduğu gibi, bunlara verilen cevapların da lisanının, değişmez bir şekilde Arapça olduğu anlaşılmaktadır. Bizans, Habeşistan yahut Mısır (Mukavkıs) hükümdarlarına atfedilen cevaplar bu konuda bir istisna oluşturmazlar. Bununla beraber, kanaatimizce, Yahudilerle yapılan anlaşmalar, ya da en azından onların göndermiş olduğu mektuplar, Arap dilinde olmakla beraber İbranî alfabesiyle kaleme alınmışlardır. En azından şu olay, bizde bu izlenimi bırakmaktadır: Resulullah, kâtibi Zeyd ibn Sâbit’e “Mektuplarım konusunda Yahudilere güvenim yok”636 buyurarak, ona İbranî alfabesini öğrenmesini emretmiş, Zeyd de onbeş gün gibi kısa bir sürede bunu başarmıştır. Herakliyus’a atfedilen ve Resulullah’a hitaben yazılmış bir mektup, muhatabın (Muhammed) adıyla başlamakta ve gönderenin (İmparator) adıyla devam etmektedir. Kaynaklarının zayıflığı nedeniyle kendisine fazla itibar edilmeyen Ya’kûbî637 dışında diğer klâsik eserlerde bu mektuptan söz edilmese de biz, daha sonraki dönemlerde Bizans’ın Halifelere karşı uyguladığı teamül ve âdetlerden bahsedelim: “Merasimler Kitabı’nın yazışma protokolüne göre Halife’nin adı, hitap satırında İmparatorunkinden önce yer alırdı; oysa Bizans’ın Batılı hükümdarlarla yaptığı yazışmalarda bunun tersi bir uygulama söz konusu idi. Hâcer soyundan gelenlerin başkanı (diyataktör) unvanıyla nitelendirilen Halife’ye üç onur sıfatı verilmişti. Kendisine gönderilen mektup, dört nomismata değerinde altın mühürle mühürlenirdi.”638 Mektubun yanı sıra, elçiye kuşkusuz göreviyle ilgili şifahî talimatlar da verilirdi.

1782. c) Resulullah zamanında pasaport ya da benzeri kimlik belgeleri yoktu. Sınırdaki korumaların yanına gelinir ve eğer bunlar ikna edilebilirlerse geçiş imkânı verirler ve elçinin güvenliğini sağlarlardı. Medine’de, bu tür heyetlerin kalmaları için tahsis edilmiş evler bulunurdu; bazen de bu heyetler Medine Mescidi’nin avlusuna kurulan çadırlarda kalırlardı. Resulullah, kaldıkları süre boyunca bu kişilere daima konukseverlik gösterirdi. Herakliyus’un Resulullah’a göndermiş olduğu Tanûh kabilesine mensup Arap elçi, Resulullah’la sefer halinde iken buluşmuştu; İbn Hanbel’in yaptığı açıklamaya göre, Resulullah’ın sahabelerinden biri bu elçinin sorumluluğunu üzerine almış ve ona konukseverlik göstermiştir.639 Elçinin can ve mal güvenliğinin sağlanması, Araplar arasında İslâm’dan önce bile kök salmış bir âdet idi. Uhud savaşında Resulullah’ın amcası Hamza’yı şehit eden Mekkeli köle Vahşî’yi hatırlayalım: Kendisi daha sonra İslâm’a girmek istediği zaman, Resulullah’ın girişebileceği olası bir intikam hareketinden kendini esirgemek için, Onun huzuruna Tâ’if şehrinin elçisi sıfatıyla çıkmıştı (bk. Buhârî, 64/23). Bu konuyla ilgili olarak, Resulullah’ın yalancı peygamber Museylime’nin elçilerine karşı söylediği söz oldukça vecizdir: “Şayet elçilerin öldürülmesi mümkün olsaydı, sizin boyunlarınızı vurdururdum;”640 (çünkü bu elçiler mürted idiler). Muhammed (AS)’in huzuruna gelen elçi heyetleri, kaldıkları süre ve dönüş yolculukları boyunca tamamen serbest bırakılırlardı; heyetlerden sadece bir kez, geçici olarak bazı koşullara uymaları istenmiştir: Hudeybiye seferi sırasında, Resulullah Muhammed (AS) görüşmeleri başlatmak üzere Mekke’ye bir temsilci göndermişti; bu temsilci bir süre alıkonulmuş ve Müslüman Ordugâhında onun öldürüldüğü yolunda bir dedikodu yayılmıştı. Daha sonra İslâm Karargâhında Mekkeli delegelerle bir anlaşmaya varılması üzerine Resulullah, onlara hitaben şöyle dedi: “Bizim elçimiz emniyet ve selamet içinde geri dönünceye kadar siz de bir yere hareket edemezsiniz.” Anlaşma imzalanmış olduğu için, bu elçiler bir güçlük çıkarılmadan iade edilmişlerdir.641 Hakkında fazla bilgimiz bulunmayan bir başka olayı daha aktaralım:

           “Ebû Râfi’ şöyle dedi: Kureyşliler beni Resulullah’ın huzuruna gönderdiler. Onu görür görmez kalbime İslâm îmanı düştü ve şöyle dedim: -Ey Allah’ın Resulü, ben asla onların (Mekkelilerin) yanına dönmem! Resulullah şöyle karşılık verdi: -Ben anlaşmaları bozamam ve elçileri alıkoyamam. Şimdi geri dön, eğer fikrini değiştirmezsen, daha sonra tekrar aramıza katılabilirsin! Ben geri döndüm, sonra tekrar Resulullah’ın huzuruna gelerek İslâm’ı kabul ettim. (Hadisi rivayet eden Bukeyr şöyle ekliyor: Bildiğim kadarıyla Ebû Râfi’ bir Mısırlı (Kopt) idi.)”642

           Bu olayın ne zaman geçtiği bilinmemektedir. Belki de Ebû Râfi’ bazı esirlerin fidye işlerini görüşmek üzere Bedir savaşının hemen ertesinde gönderilmiş bir elçi idi. O sırada Ebû Râfî’ köle statüsünde idi.643 “Diplomatik muafiyet ve imtiyazlar” arasında, elçi fırsattan istifâde ticaret yapıyor olsa bile gümrük vergisinden muaf tutulması da bulunuyordu. Müslüman hukukçulara göre bu imtiyaz ancak mütekabiliyet esasları çerçevesinde tanınabilirdi.644 Kaynaklarımız (bilhassa İbn Hişâm), Resulullah’ın elçilerinden Dihye’nin, Herakliyus’un yanına giderken bazı ticaret mallarını da beraberinde götürdüğünü açık bir dille ifâde ederler. Bu mallar Cüzamların memleketinden geçtiği sırada yağma edilmiştir (bk. “Bizans İmparatorluğu İle İlişkiler” adlı bölüm, § 542 vd.). Bir diğer diplomatik muafiyet de din ve vicdan özgürlüğüdür. Örneğin, Necranlı Hıristiyan temsilciler heyet halinde Medine’ye gelip Resulullah (AS) ile görüşmelerini sürdürdükleri sırada, Mescid-i Nebevî’nin içinde kendi inançlarına göre ibadet etmek istedikleri zaman, Resulullah (AS) buna izin vermiştir. Müslüman tarihçilerin ifadesine göre, heyette bulunanlar doğuya doğru dönmüşler ve hatta haçlarını çıkararak, Mescit içinde Hıristiyanlara özgü ibadetlerini yerine getirmişlerdir.645

1783. d) Elçileri kabul törenleriyle ilgili mevcut kesin verilerden öğrendiğimize göre, Resulullah’a çok yakın olan bazı sahabeler, yeni gelen yabancılara bir elçinin huzura giriş merasimi ile ilgili aslında çok basit olan kuralları öğretiyorlardı: Özellikle insanlara secde etme gibi putperestlikle ilgili hareketlerden kaçınmak gerekiyordu.646 Bedevilerin görüşme sırasında “muhataplarının sakallarını tutma” âdetleri de yasaklanmıştı.647 Tabii olarak bazı yabancı temsilciler verilen talimata rağmen, kendi alışkanlıkları doğrultusunda uygunsuz davranışlarda bulunabiliyorlardı. (Aynı şekilde Müslüman elçiler de, gittikleri gayrimüslim saraylarındaki protokol kurallarının hepsine riayet etmek istemiyorlar, örneğin her kim olursa olsun, hiçbir insanın karşısında, sadece Allah’a mahsus olması nedeniyle, secde etmiyorlardı.) Medine’deki kabul törenleri genellikle Mescid-i Nebevî’de, Elçiler Sütunu’nun (Ustuvanetu’l-Vufûd) bulunduğu yerde yapılırdı. Bu sütün bugün de Resulullah’ın yabancı elçilerle görüşüp karşılaştığı yer olarak anılmaktadır. Kuşkusuz bu elçilerin hemen tamamı Gayrimüslim idiler. Resulullah’la birlikte müzakereler sırasında etrafında hazır bulunan danışmanları, tıpkı diğer yabancı heyet mensupları gibi güzel elbiseler giyerlerdi.648 İbn Sa’d bize şöyle nakleder:

           “Resulullah’ın elçilik heyetlerini karşılamaya çıkarken içine giydiği elbisesi ve kaftanı Hadramut’ta yapılmıştı ve kaftanın uzunluğu dört zira’ (arşın), genişliği iki zira’ ve bir karış idi. Bütün bunlar, elbise biraz eskimiş olsa da, hala Halifelerin yanında bulunmaktadır. Elbisenin üzeri başka bir kumaşla kaplanmış olup, Halifeler bunlardan birini Kurban, diğerini ise Ramazan bayramlarında giyerler.”

           Hırka-i Şerîf, İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi’nde günümüze kadar muhafaza edilmiş bulunmaktadır.

1784. e) Elçiler, görevli gittikleri makama genellikle hediyeler de götürürlerdi. Tarihî kayıtlar, Habeşli Necâşî’nin, Mısır’lı Mukavkıs’ın, Bizans İmparatorunun, İran İmparatoriçesi Buran Duht’un ve daha birçok hükümdarın Resulullah’a gönderdiği hediyelere ait ayrıntılı bilgilerle doludur. Bu elçiler de, kendi ülkelerine dönmeden önce, Resulullah’tan çeşitli hediyeler alırlardı. Öyle ki, Resulullah ölüm döşeğinde iken, şifahi olarak “kendisinin yapmayı adet haline getirdiği gibi”649 elçilerin hediyelere boğulmalarını” vasiyet etmiştir. Tespit ettiğim kadarıyla Resulullah, hususî elçiler vasıtasıyla İslâm’a girmeye davet ettiği yabancı hükümdarlara hiçbir hediye göndermezdi. Sadece aşağıdaki atıf bunun aksini gösterir niteliktedir: Bir gün Resulullah, yeğeni Ca’fer ibn Ebî Tâlib’e özel olarak çok değerli bir giysi göndererek, adamına şöyle demesini söyledi: “Bunu kardeşin Habeşli Necâşî’ye gönderebilirsin.”650 Resulullah bir yolculuk sırasında elçileri kabul etmesi gerektiği zaman, işler hiç de kolay olmuyordu. Örneğin, Tebûk’te kendisiyle buluşan Bizans elçisine, “kendisinin esas bulunduğu yerden uzak olduğunu, aksi takdirde âdeti gereği kendisine hediyeler vereceğini” söylemiştir. Bu özür beyanını işiten ve zengin sahabelerden biri olan Osman (RA), kendi eşyaları arasından değerli bir elbise çıkardı ve elçiye hediye etmesi için bunu Resulullah’a verdi; Resulullah bu durumdan çok memnun kaldı.651 Bazen politik ya da başka nedenlerle, Resulullah (AS) kendisine gönderilen hediyeleri kabul etmeyi reddeder, genel olarak ise bunları kabul ederdi. Müslüman hukukçular daha ilk devirlerden başlayarak, nadir istisnalar dışında, huzuruna çıktıkları hükümdarın vermiş olduğu hediyelerin elçiye ait olmadığına ve Devlet Hazinesine konması gerektiğine hükmetmişlerdir.652 Bu vesile ile aşağıdaki şu iki olaya işaret edelim: Şam’daki Gassan hükümdarı Hâris ibn Ebî Şemir, Resulullah’ın elçisine 100 miskal altın vermişti.653 (Olayın devamını bilmiyoruz. Muhtemelen Resulullah bu olaydan elçisi sayesinde haberdar olmuş ve almış olduğu şeyleri yanında alıkoyması için ona izin vermiştir.) Diğer olayda ise, Resulullah’a gönderilen elçi aracılığıyla birçok hediye gelmiş, o da bunları elçi ile birlikte paylaşmıştır.654 Kuşkusuz bu konu ile ilgili mevcut iç hukuk kurallarını belirlemek, elçiyi gönderen hükümet’e bağlı olup zaman zaman değişebiliyordu.

1785. f) Müslümanları diplomatik ilişkilerde bulunmaya iten nedenler, Resulullah’ın dönemi de dahil, çok çeşitlidir: Esir mübadelesi, İslâm’ın tebliğ edilmesi, düşmanın üçüncü bir ülkede girişebileceği tertip ve dalavereleri engelleme arzusu, yabancı ülkelerde yaşayan Müslümanların içinde bulundukları koşulların gözden geçirilip iyileştirilmesi, kız alıp vermeler, Müslüman mültecilerin iade talepleri, askerî takviye talepleri, barış ve ittifak anlaşmaları ve her türlü haberleşmeler. Aynı şekilde, Muhammed (AS)’in huzuruna değişik nedenlerle yabancı heyetler geliyordu. Bu nedenler arasında, kendi halklarının İslâm’ı kabul ettiğine dair haber de yer almaktadır.

 

Hükümet Teşkilâtı ve Arşivler


1786. Medine’deki Hükümet teşkilâtı oldukça sade idi. Resulullah bir şey yazdırmaya ihtiyaç duyduğunda, yazısı okunaklı sahabelerinden birini çağırıyordu. İlk resmî belgelerin hemen tamamında –ki bunlar komşu kabilelerle yapılan anlaşmalardı- ne imza, ne mühür ve ne de tarih mevcut idi. Okur-yazar olmayan Bedeviler için yazılı birkaç sözcük yeterli oluyordu. Hükümetin bu belgelerin birer örneğini kendisi için ayırıp ayırmadığını tespit edemedim. Bir süre sonra belgelerin metinlerinin son kısmında kâtibin adı da görülmeye başladı. Arazi bağışları ya da diğer önemli belgelerde de, aynı şekilde bir tasdik cümlesi ve “Resulullah’ın mührü” görülür.

1787. Hudeybiye anlaşması ile ilgili olarak tarihçilerin belirttiğine göre, anlaşma metni, her iki tarafa da birer tane verilmek üzere iki nüsha olarak düzenlenmiştir. Bazı bilgilere göre, önemli belgelerin birer örneği de Resulullah’ın evinde bulunuyor ve o bunları yastığının altında muhafaza ediyordu. H. 1. yılda hazırlanan Medine Şehir-Devleti Anayasası, kılıcının kınına bağlanmıştı. Halife Ömer zamanında bir sandukanın yapıldığından ve Halife’nin çeşitli ülkelerle yapmış olduğu anlaşmaları burada muhafaza ettiğinden söz edilir.

1788. Devlet Mührü konusunda bütün tarihçiler, Resulullah’ın kendilerini İslâm’a davet etmek için yabancı hükümdarlara hitaben mektuplar göndermeye karar verdiği sıralarda, yani H. 6. yılın sonlarında mührün kullanılmaya başladığında görüş birliği içindedirler. Kendisine, yabancı hükümdarların gönderilen mektuplara resmî bir nitelik kazandırmak için, son tarafına bir mühürle işaret konulmasına gerek duydukları söylenmişti. Bunun üzerine Resulullah, Medineli bir sanatkârdan, kendisi için habeşî (denilen değerli taştan655), mühür şeklinde ve kendi adını taşıyan bir yüzük kazımasını istemişti. Başka bir hadise göre,656 vali Mu’âz ibn Cebel, Yemen’den (H. 9. yılda) içinde “Muhammed Resulullah” yazılı bir yüzük getirdi. Bu Muhammed (AS)’in hoşuna gitti ve Mu’âz yüzüğü ona verdi. Diğer anlatımlara göre, Resulullah’ın yüzüğü tamamen gümüşten yapılmış olup, halkası mühür şeklinde idi. Yine bir başkasına göre, kendisine önce altından bir mühür yaptırılmış, Resulullah bir süre bunu yüzük gibi parmağında taşımış, daha sonra erkeklerin altından süs eşyası takmalarının haram olduğunu açıklayarak, gümüşten bir yüzük takınmıştır.

1789. Resulullah (AS)’ın son zamanlarda ortaya çıkarılan altı orijinal mektubu incelendiğinde, bu mührün yuvarlak, yaklaşık 2 cm. çapında ve içinde üç satır halinde: aşağıda Muhammed, ortada Resûl ve üstte Allah kelimelerinin yazılı olduğu görülecektir. Bu durum ilk dönemlerden itibaren Müslüman tarihçi ve hadisçileri tarafından da doğrulanmaktadır. Mührün içinde “Kelime-i Şehadet”in yazılı olduğunu beyan edenlerin ifadeleri bizim açıklamamızla tezat oluşturmamaktadır. Zira, bilindiği gibi “Muhammedu’r-Resûlu’llah” ifadesi de “Kelime-i Şehadet”in bir parçasıdır. Ne olursa olsun, ilk halifeler bu yüzüğü birbirlerine miras yoluyla aktarmışlar ve Osman (RA)’ın halifeliği sırasında bir gün bir kuyuya düşünceye kadar, bu yüzüğü Devlet Mührü olarak kullanmışlardır. Yüzük ise, Halifenin tüm çabalarına rağmen, düştüğü kuyudan bulunup çıkarılamamıştır.

1790. Kaynaklarda Mu’aykıb ibn Ebî Fâtıma, mühür muhafızı olarak zikredilmektedir. Fakat Resulullah mühür-yüzüğü parmağında sürekli taşıdığı için, bu görev, mührü koruyup saklamak şeklinde değil de, sadece belgeleri mühürlemek ve daha sonra mührü Resulullah’a iade etmek şeklinde anlaşılmalıdır.

1791. Belgeler, parşömen ya da deri parçaları üzerine yazılıyordu. Mürekkep, kalem vb. bu konuyla ilgili şeyler hakkında Resulullah’ın hayatını konu edinen kitaplarda açıklayıcı bilgilere rastlamadım. Yazının mürekkebi, üzerine bir miktar kum ya da ince toprak dökülerek kurutuluyordu; o sırada kurutma kâğıdı yoktu. H. 2. yılda Resulullah, Ordu Kumandanı Abdullah İbn Cahş’a gizli ve kişiye özel bir talimatname vermiş ve bunu hemen okumamasını, iki gün boyunca istediği gibi yolculuk yaptıktan sonra açıp, içinde yazılana göre hareket etmesini emretmişti. Belki de bu mektup bir zarf içinde ve üzeri örneğin kil ile mühürlenmiş idi.

Çağdaş Yabancı Elçiler ve Hükümet Temsilcileri

1792. Az evvel gördüğümüz gibi Resulullah dönemindeki İslâm Hükümeti, sadece kabilelerle ya da Arap ahali ile değil, aynı zamanda Bizans, İran, Habeşistan gibi komşu devlet hükümdarları ile de diplomatik ilişkiler içerisinde idiler.

1793. Ne denli güçlü ve bağımsız olurlarsa olsunlar, Arabistan’daki kabilelerde “merkezî bir Hükümet teşkilâtı” söz konusu değildir. Genel olarak, özel görevliler aracılığıyla gönderilen yazılı mesajlar da söz konusu değildir: Kabilelerin tam yetkili elçileri çoğunlukla şifahî mesajlar taşırlardı. Bu elçilerin seçimine gelince; Resulullah’ın huzuruna çıkacak kimse genellikle kabile başkanı, çok ender olarak da herhangi bir kimse olurdu. Bu elçiler İslâm devletinin sınırlarında karşılanırlar ve Medine’ye kadar götürülürlerdi. Bunlar Muhammed (AS)’e, çoğunlukla at, deve, bölgelerine ait bal, tereyağı, dokuma gibi hediyeler getirirlerdi. Geliş nedenleri ise sayılamayacak kadar çoktu; ittifaklar, dinî veya siyâsî tâbiiyet, savaş esirlerinin mübadelesi, af talebi, askerî ya da tıbbî yardım istekleri vd.

1794. İyi örgütlenmiş ülkeler hakkında söyleyecek fazla bir şeyimiz bulunmuyor. Zira bunlarla olan ilişkiler pek sık değildir ve tarihi kayıtlarda fazla bir iz bırakmamışlardır. Sadece, Herakliyus’un kendi tebaası arasından elçi olarak seçtiği, Tenûh kabilesine mensup Hıristiyan bir Arapdan söz edilmektedir. Ya’kûbî tarafından zikredilen Herakliyus’a ait mektuba gelince; bunun metni Bizans’a ait belirleyici özellikler taşımamaktadır. Daha önce, Justinien’in Osmân ibn Huveyris adındaki bir Mekkeliyi kral ya da patrik olarak bu şehre tayin ettiğini söylemiştik. Tarihçiler bu konuyla ilgili olarak şu bilgileri verirler: “O, İmparatorun tasdik beratı yanında olduğu halde Mekke’ye gitti. Belgenin son kısmında altından bir mühür işareti vardı.” Ancak aynı kaynaklar, Resulullah’a gönderilen mektupla ilgili bir açıklamada bulunmazlar. Bu haliyle mektubun herhangi bir resmî nitelik taşıması ihtimali varsa, Herakliyus’un bu mektubu bir imparator sıfatıyla değil de kişisel bir yazı olarak kaleme aldığını düşünmek gerekir. Sadece, Resulullah’ın gönderdiği elçinin, İranlılarla yapılan savaş dönüşü Herakliyus’un uğradığı Aelia Capitolina’da (Kudüs) imparator tarafından kabul edildiği, Bizanslı vak’anüvisler tarafından belirtilmektedir. Fakat elçinin kabul merasimi ile ilgili ayrıntılara yer verilmemiştir. Bu arada, Resulullah’ın elçisinin, aslında Herakliyus’la bizzat buluşma fırsatı aramaksızın, mektubu Filistin’deki Busrâ şehrinin Bizanslı valisine vermiş olması gerektiğini hatırlatalım. İçinde bulunulan durum ve koşullar, Herakliyus’un elçiyle bizzat görüşmesini zorunlu kılmıştır. Muhtemelen İmparator, elçinin kendisine ve ayrıca Resulullah’a götürülmek üzere hediyeler vermiştir. Bilindiği gibi, burada dinî olduğu kadar siyasi amaç ve hedefler gözetilmekteydi.

1795. Resulullah’ın elçisinin Ctésiphon’da (Medâyin) kabul edilişi hakkında fazla bir bilgiye sahip değiliz. Bütün vak’anüvisler, İran İmparatoru Husrev’in, bu kurtuluşa davet mektubu üzerine kendisini hakarete uğramış sayıp, Resulullah’ın mektubunu yırttığını söylerler. Bazıları da, Yemen’deki İran valisine Resulullah’ın bizzat Medâyin’e gelmesi için gerekenin yapılmasını emrettiğini, bu valinin iki memurunu Medine’ye gönderdiğini ve kendilerine bunun mümkün olmadığı cevabının verildiğinden bahsederler. Gelen elçileri hoş karşılama adeti doğrultusunda, Yemen’den gelen bu memurlara Resulullah (AS) tarafından hediyeler verildiği de kaynaklarda zikredilmektedir. Yine, İran’da kısa bir süre iktidarda kalan İmparatoriçe Buran Duht’un elçisi hakkında da pek az şey bilinmektedir. Taberî’ye göre,657 bu İmparatoriçe de Medine’ye bazı hediyeler göndermiştir. Belki de böyle yapmaktaki amacı, daha önce Resulullah’ın elçisinin Medâyin’deki kabulü sırasında neden olunan yanlışlığın izlerini silmekti. Tirmizî ve İbn Sa’d658 bize, Resulullah’ın kabul ettiği ve Kisrâ (İran İmparatoru) tarafından gönderilen hediyelerden bahsederler Ancak, Kisrâ’nın bu hediyeleri, ilk İslâm elçisinin kabulü sırasında mı yoksa daha sonra İran elçisinin gönderildiği sırada mı verdiğini açıkça belirtmezler.

1796. Muhammed (AS) ile Mısır’daki Kıptîlerin başkanı arasında teâtî edilen yazışmalarda, Başşehrin siyâsî teşkilâtı ile ilgili ayrıntılara rastlanmamaktadır. Kuşkusuz bu Hükümdar da, mektubunda saymış olduğu birçok hediye göndermişti. Hatırlanacağı üzere, Mukavkıs tarafından sunulan cariyelerden birinden, Resulullah’ın İbrahim adındaki oğlu dünyaya gelmişti. Diğer bir köle de, Mâbûr adında hadım bir kimseydi.

1797. Necâşî ile olan diplomatik ilişkiler konusunda da ayrıntılı bir bilgiye sahip bulunmaktayız. Bu hükümdar, kendisine atfedilen cevabî yazısında, Resulullah’a göndermiş olduğu hediyeleri sayıp dökmektedir.

1798. Doğrusunu söylemek gerekirse, araştırmamızın bu bölümünün, tarihî malzeme ve delil bakımından birçok eksik tarafı bulunmaktadır.


630 A.g.e., Nº 29.

631 Taberî, I, 1567.

632 Hıristiyanlığın Tanrı-İsa-Kutsal Ruh üçlemesine uygulanan ve tanrının İsa’da belirdiğini savunan anlayış (Çev.)

633 Monotelizm: İsa’nın Tanrı iradesinin tümünü kendi kişiliğinde topladığı inancı (Çev.)

634 Vesâ’ik, Nº 28.

635 Buhârî, 1: 6, vs.

636 İbn Sa’d, 2/I, s. 92; İbn Hişâm, s. 791-97; İbn Abd el-Berr, İsti’âb, Nº 457. Mu’te’nin yeri hk. bk. İhsân en-Nemîr, Mecelletu’l-Hacc, Mekke 1958, XII, 162-64.

637 İbn Asâkir, Tarih Dimaşk, I, 394.

638 İbn Hişâm, s. 984-985.

639 Makrızî’ye göre (İmtâ’, I, 488), Ka’b bu aftan öyle memnun oldu ki, bütün servetini sadaka olarak vermek istedi. Ancak Resulullah (AS) sadece üçte birine izin verdi ve bunun bile fazla olduğunu belirtti.

640 İbn Hişâm, s. 895.

641 Vesâ’ik, Nº 63-64. Tebûk için, bk. İbn Hişâm, s. 893-913; Kişisel yardımlar için bk.Makrızî, İmtâ’, I.

642 Vesâ’ik, Nº 27.

643 Ebû Ubeyd, Emvâl, § 623-625.

644 İbn Hanbel, III, 441-2; IV, 74-5

645 Vesâ’ik, Nº 30.

646 a.g.e., Nº 31.

647 İbn Sa’d, I/II, s. 37.

648 İbn Asâkir, Tarih Dimaşk, I, 422.

649 Makrızî, I, 467.

650 Vesâ’ik, Nº 132.

651 Eutychius, II, 242, De Goeje’den naklen, a.g.e.

652 Makrızî, I, 471.

653 A.y., I, 461; Kettânî, I, 162-3.

654 İbn Sa’d, I/II, s. 31; İbn Hişâm, s. 958.

655 Goldziher, Kultur der Gegenwart, die orientalischen Religionen, 1906, s. 94.

656 Buhl, Das Leben Mohammeds, s. 245.

657 İbn Sa’d, I/II, s. 15.