๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslam Peygamberi => Konuyu başlatan: Hadice üzerinde 10 Ocak 2011, 16:22:21



Konu Başlığı: Resulullah’ın izlediği siyasetin temel ilkeleri
Gönderen: Hadice üzerinde 10 Ocak 2011, 16:22:21
Resulullah’ın İzlediği Siyasetin Temel İlkeleri


1799.  Muhammed (AS)’in bedenen ve ruhen, gece gündüz demeden, insanın her iki dünyada da mutlu olması için çalıştığını önceki bölümlerde görmüştük. Bu bölümde ise onun bu gayeye ulaşmak için kullandığı yöntem ve ilkeleri ele alacağız. Onun izlediği siyasetin ilkelerini daha iyi değerlendirebilmek için, ülkenin çöllük ve yarı göçebe yarı yerleşik bir hayata uygun niteliklere sahip olduğunu, ve o sırada, Yarımadada tam bir kargaşa halinin hüküm sürdüğünü gözden uzak tutmamak gerekmektedir. Bu yöntemin nasıl bir sonuç verdiği ortadadır: Manevî ve ruhî yönden Muhammed (AS), kendi toplumunu, bir din ve hayatın bütün tezahürlerini içine alan davranış kuralları ile (şeriat) donatmıştır; maddî yönden ise, kendisine inanan tâbilerini bağımsız bir topluluk halinde örgütlemiş ve onlara bir Devlet temin etmiştir. Bu arada, henüz kendisi hayattayken gerçekleşen din değiştirmelerin oldukça büyük rakamlara ulaştığını ve bu devletin sahip olduğu arazi başlangıçta Medine’nin yaklaşık yarısını kapsarken, yavaş yavaş bütün Arap Yarımadasını ve Filistin ile Mezopotamya’nın güney kısımlarını içine aldığını hatırlatalım.

1800.  Kuşkusuz Muhammed (AS)’in izlemiş olduğu siyaset, iki ana bölüme ayrılmaktadır: Birincisi, kabile ya da aşiret gibi özel halk kesimlerini gözetmeksizin güdülen genel siyaset; diğeri ise, bölgelere yahut halklara göre, ya da Mekke ahâlisinin, Arapların, Yahudilerin, Arabistan’a sığınmacı olarak gelmiş yabancı toplulukların ve nihayet büyük komşu ülkelerin insanlarının söz konusu olup olmamasına göre değişen siyasettir. Yine burada, bu çeşitli toplulukların sahip oldukları siyasî (devlet yapısıyla ilgili) görünüşleri olduğu kadar, dinleri de söz konusudur. Aşağıda, Muhammed (AS)’in hayatını inceledikten sonra ortaya koyabildiğimiz bazı ilkeleri bulacaksınız:

1. İslâm’ı Yayma Faaliyetleri

1801. Ruhî-manevî meselelerde olduğu kadar maddî-dünyevî meselelerde de, insanın tek bir Allah’ın iradesine tabi olması şeklinde bir dünya görüşünün yayılması, Muhammed (AS)’in hayatıyla eşanlamlı ve onun varoluş hikmetinin sine qua non (olmazsa olmaz) sebebidir. O, kendisine bunu gaye edinmişti ve bunun dışında her şey ona ulaşabilmek için yalnızca bir araçtan ibaretti: Bu bir Devlet’in kurulması, bağımsız bir topluluğun vücuda getirilmesi, bu topluluğa bir hukukî yapı (şeriat), bir ahlâk anlayışı, farklı bir toplumsal yapı kazandırmak ya da daha farklı bir şey olabilirdi. Muhammed (AS), sadece bu amacını gerçekleştirmek için yaşıyor ve bu yegâne gayeyi gerçekleştirmek için her şeye katlanıyordu. Kendisinin içinde yaşadığı topluma İslâm’ı tebliğ edip öğretirken hakaret ve işkencelere nasıl tahammül ettiğini daha önce görmüştük. Mekkeliler ona, putperestlik aleyhinde konuşmasını kesmek şartıyla, hükümdarlık, para, en güzel kadınlar ve arzu edeceği her şeyi teklif ettiler. Onun vermiş olduğu kat’î ve nihâî cevap hatırlardadır:

           “Siz sağ elime Güneş’i, sol elime de Ay’ı koysanız bile, ben bu davamdan vazgeçmeyeceğim!”

           Kendisi iktidara geldiğinde ise, şahsî intikam almayı veya suçluların sırtından zengin olmayı değil, sadece İslâm’ı düşünmüş ve ona göre hareket etmiştir. Kendisini öldürmek amacıyla düzenlenen suikasttan ve Hicret hareketinden bahsederken, Mekkelilerin, ona muhafaza için emanet bıraktıkları eşya ile ilgili olarak nasıl bir tutum izlediğini daha önce göstermiştik. Yine, yirmi yıl süren bir mücâdele ve ıstıraplardan sonra, aynı Mekke’nin fethini müteakip gerçekleştirdiği genel af hareketi de hatırlanacaktır. Zira o, kendisinin ve arkadaşlarının Medine’ye hicretleri sırasında geride bırakmak zorunda kaldıkları gayrimenkulü bile geri almak istememiştir. Birisi İslâm’a girdiğini ilan edecek olduğunda, onun günah dolu geçmişini, hattâ Müslümanları katleden canileri bile affetmiştir. Onun şu hadisi pek meşhurdur:

           “İslâm, hidayete ermeden önceki bütün günah ve suçları silip götürür.Ve böylece yeni bir hayat başlar.”

2. Her Şeyden Önce Dürüstlük ve Adâlet

1802.  Savaş zamanında düşmana hile yapılması dışında, O, ayrım gözetmeksizin herkese adil ve dürüst bir biçimde davranırdı. Daha önceki bölümlerde de gördüğümüz gibi, sözlü ya da yazılı olarak verilen sözü tutmak, onun bütün hayatı boyunca uyguladığı bir politika olmuştur.

3. İnsanların Eşitliği


1803.  Din konusunda o sadece bir tek yuvanın (kendi içinden çıktığı toplumun) kaybettiği kuzuları düşünmüş değildi; başından beri onun tebliğ görevi, ırk ve bölge ayırımı gözetmeksizin tüm insanlığı hedef alıyordu. Tebliğ görevine başladığı ilk yıllardan itibaren, onun hidayete erdirdikleri arasında Mekkeli ya da Arapların yanı sıra, Habeşlilere, Nubyalılara, İranlılara, Kıptîlere, Bizanslılara ve diğerlerine tam bir eşitlikle davrandığını görmekteyiz. Kabul ettiği ve hoş gördüğü yegâne ayrıcalık, kişinin davranışında yani onun deyimiyle takvâ’sında yatmaktadır. O zamanın Arapları ve Yahudileri arasında sınıf farkları vardı. Bazı kesimlere mensup olanların kanı, diğerlerininkinden daha değerli ve üstün görülüyordu. Sadece müslüman olmak değil, İslâm Devletinin siyasî vatandaşlığına girmek de bu eşitsizlikleri ortadan kaldırıyordu. Kur’an hiçbir zaman “Arapların Allahı”ndan ya da “Müslümanların Allahı”ndan bahsetmez. O, “bütün âlemlerin Allahı”dır, yani “Rabbu’l-Âlemîn”dir. Bilindiği üzere, ırkî özellikleri ön plana çıkaran gruplar, bir süre sonra canlılıklarını kaybederler. İslâm ise, bünyesinde farklı beşerî ırkların bulunmasından yararlanacak ve hatta bu ırkların her birinin sahip olduğu erdemlerden yararlanmak için, onları yeri geldiğinde kendisinin sözcüsü ve müdafii konumuna getirecektir. Felsefeden tasavvufa, bilimden edebiyata her alanı kapsayan İslâm düşüncesi, yüzyıllar boyunca dünyanın çeşitli bölgelerinden insanların İslâm’ın bağrında toplanıp bir araya gelmesiyle daha da zenginleşecektir.

4. Ülke İçinde Dayanışma ve Barış Ortamının Sağlanması


1804.  İslâm’ın zuhuruna yakın, Arabistan’da oturanlar iç savaşlardan oldukça rahatsız oluyorlardı. Öteden beri birbirlerine düşman olan ve bu nedenle yönetilmeleri sırasında güçlük çıkaran fert ve zümrelerin bulunduğu Müslüman toplumda, İslâm’a davet herkese hitap etmekteydi. Daha işin başında Medineliler, Hicret ettikleri sırada iki kabileye ayrılmışlardı: Resulullah (AS), nesiller boyunca birbirlerinin kanını akıtmış olan Evs ve Hazrec kabilelerinin oluşturduğu bir toplum nezdinde kendisine sığınacak bir yer aramıştı. Bedeviler ise daha başka bir takım disiplin sorunlarına yol açmışlardı. Ayrıca Arabistan’da, İranlılarla, Habeşlilerle, Bizanslılarla, Yahudilerle ve daha başka gruplarla uyuşamayan kabileler de vardı. Geçmişi baştan aşağı değiştirmek ve İslâm içinde tamamen yeni bir varoluşu, yeni bir hayatı başlatmak: İşte Muhammed (AS)’in onca gayret ve çabayla sürdürmeye çalıştığı politikanın bir başka yönü de bu idi. Bu iç barış, toplumun kaynaşıp bir araya gelmesi, dış güvenlik ve nihayet İslâm’ın var oluş sebebi bakımından çok gerekli idi.

1805.  Bu amacı gerçekleştirirken yardımına koşan, İslâm olmuştur: Kur’an, herkesi yaratanın sadece ve sadece tek bir Allah olduğunu, Adem ve Havva çiftinin bütün insanların ve ırkların kökenini oluşturduğunu, dil ve renk farklılıklarının aslında Allah’ın kudretinin bir işareti olduğunu; ayrıca bütün insanların Allah’ın huzurunda eşit olduklarını, mensup olunan grup ya da kökene en küçük bir önem bile vermeksizin, yegane üstünlüğün takva’dan ibaret olduğunu birçok kez tekrarlayarak zihinlere yerleştirmiştir. Muhammed (AS), bu terbiye anlayışını titizlikle uygulamış ve onun tarafsızlığı sayesinde, Müslümanlar arasında azınlık olan gruplar kendi lehine bir güven ortamının doğmasına yol açmıştır. Resulullah’ın kendi kabilesine mensup Kureyşli bir kadın hakkında cereyan eden şu küçük olayı hatırlatalım: Bir gün bu kadın hırsızlık yaptığı gerekçesiyle huzuruna getirildi; Resulullah’ın sevdiği sahabelerden biri, onu bağışlaması için aracı olmak istedi. Muhammed (AS) öfkeye kapılarak şöyle dedi:

           “Benim kendi kızım Fâtıma bile hırsızlık yapmış olsaydı, ona bile öngörülen cezayı uygulardım; önceki toplumlar sadece fakir ve zayıflara ceza verip zenginleri ve soyluları affettikleri için yok olup gitmişlerdir.”659

           Resulullah’a göre adaletin uygulanmasında tarafsız olma kaygı ve düşüncesi, yakın akraba bile olsalar suçluların her türlü himayesini yasaklayan Medine Şehir-Devleti anayasasında da görülür.

5. Toparlanma ve Yayılma

1806.  Elde edilen kazanımların pekiştirilmesi ve İslâmî çevrenin yayılıp genişlemesi şeklinde ortaya çıkan çift yönlü ihtiyaçla ilgili olarak Resulullah, bir yandan yeni Müslüman olmuş kişilerin yarı zorunlu bir şekilde İslâm ülkesine hicret etmelerini emrederken,660 öte yandan da yakın bölgelere din tebliğcileri (misyonerler) gönderilmesi talimatını vermişti. Hicret sırasında Medine şehrinin nüfusu çoğunluk itibarıyla Müslüman değildi. Ancak, H. 8 yılında Mekke’nin fethedilmesinden sonra, Resulullah:

           “Fetihten sonra hicret yoktur.”661

           açıklamasında bulunmuştu. Zira Mekke’nin fethinden hemen sonra, Arabistan’ın muhtelif bölgelerine mensup çok sayıda kabile, İslâm’ı kabul ettiklerini bildirmek üzere topluca Medine’ye gelmişlerdi; dolayısıyla büyük halk kitlelerinin yer değiştirmesine gerek kalmamıştı.

1807.  İlk göç emrinin verilmesinde başka etkenler de rol oynamıştı: İslâm’a geçerek hidayete erenler, kendi putperest kabilelerinin içinde yaşarken genellikle hiçbir vicdanî özgürlükleri yoktu. Bunun dışında, cami, imam, müezzin gibi ibadete yönelik imkânları kendi bölgelerinde pek nadir bulabiliyorlardı. İslâmî olmayan bir ülkede yeni dinlerinin kanunları ve kuralları hakkında bilgi edinme imkânından da yoksun idiler, işkenceye tabi tutulma ihtimali vardı; ve son olarak, dinlerini değiştirmek zorunda kalabilirlerdi. Resulullah’ın sağlığında İslâm dini henüz tamamlanıp ikmâl edilmiş değildi; aksine her gün Kur’an ayetlerine vahiy yoluyla yenileri ekleniyor ve Resulullah, her gün kendisine başvurulan dâva ve meselelerde yürütme ile ilgili kararlar alıyordu. İslâm’daki gelişmelerin farkına varabilmek için, yeni ihtida edenlerin İslâm ülkesinde, yani hükümet yetkililerinin yakın çevresinde bulunmaları gerekiyordu. Bu durum, göçebelerin yerleşik düzene geçip medenîleşmesi demekti ki, zaten bu Resulullah’ın üzerinde en çok durduğu bir konu idi.

6. İnsan Kanına Saygı

1808.  Hicret’inden vefatına kadar geçen tam on yıllık süre içinde Muhammed (AS)’e tâbi olan bölgeler, milyonlarca km2’lik bir alanı kaplamaktadır; bu da, İslâm’ın bu on yıl boyunca günde ortalama 100 km2 toprak kazanması demektir. Benû Kurayza vakası dışında (burada kendi seçtikleri hakemin kararının sonucu söz konusu idi), bu on yıl içinde düşman tarafından öldürülen kimselerin toplamı ayda üç kişiyi geçmez. En yüksek rakam, Müslümanların düşmanla ilk kez karşılaştıkları ve karşı tarafın 70 ölü verdiği Bedir savaşına aittir. Resulullah’ın Medine’deki hayatının on yıllık safhasında şehit edilen Müslümanların sayısı daha da azdır. Klasik yazarların Resulullah (AS)’dan sıkça naklettikleri bir hadis vardır:

           “Ben rahmet peygamberi olduğum kadar savaş peygamberiyim de.”662

7. Teknik Gelişme

1809.  Babadan oğula geçen kin ve garazların temelinde yatan kan dökülmesi olaylarını azaltmak ve daha sonra gücünden yararlanmayı düşünerek düşmanı bunaltmak için etkili bir çare vardır ki bu da, özellikle askerî alandaki teknik gelişmelerdir. Yetenekli bir komutan olan Muhammed (AS), savaş usulleri ve tekniği alanında tutucu olmaktan uzaktı. O çok istişare eder, sahabesinin deneyimlerinden ve bilgisinden yararlanırdı. Şehri saldırılara karşı korumak ve savunmak için hendek kazılması, o sıralarda Araplar için yeni bir teknikti. Bir Müslümanın önerisi üzerine Resulullah, bu tekniği H. 5. yılında büyük bir başarı ile kullandı. H. 7. yılda, Hayber savaşı sırasında karşı taraf kendini mancınıklarla savunmuştu. Ertesi yıl, İslâm Ordusu içinde bulunan uzmanlar da, Tâ’if kuşatmasında benzer silâhları imal edip kullandılar.

8. Haber Alma Servisleri

1810.  Düşman hakkında ayrıntılı bilgi edinmek ve bunun yanı sıra kendi maksat ve niyetlerini ondan saklamak: Resulullah’ın benimsediği bir başka ilke de bu olmuştu. Benû’l-Mustalık kabilesi bir casus göndermiş ve bu, Müslümanlar tarafından yakalanıp alıkonulmuştu. Hâtib adlı bir başka Müslüman da, Îslâm düşmanlarına hitaben, Resulullah’ın kendilerine karşı hazırladığı muhtemel planlardan bahseden bir mektup yazmıştı. Fakat bu ihanet mektubunu götüren kadın, yolda Resulullah’ın adamları tarafından yakalandı. Muhammed (AS) de, Mekke’de, Evtâs’da ve daha başka yerlerde, buraları fethetmeden önce casuslar bulundurmuştu. Bunlar kendi çevrelerinde olup bitenlerden Resulullah’ı gizlice ve düzenli olarak haberdar ediyorlardı.

9. Ekonomik Baskı

1811. Düşman kanı akıtmayı azaltan bir başka çare de, silâhlı kuvvetlerin kullanılmasından çok, ekonomik baskı uygulamaktı. Ziraî bir faaliyetin yapılmadığı Mekke, geçimini ticaretten sağlıyordu ve her şeyi dışarıdan ithal etmek zorundaydı. Bu durumda, onun kervan yollarını kapatmanın ne gibi felâketlere yol açacağı kolayca fark edilecektir. Arabistan’daki kabilelerin büyük bir kısmı, sadece Mekkelilerle olan ticarî çıkarları nedeniyle putperest Mekkelilerle ittifak halindeydi. Mekkelilerin kervan yollarını kesmek, bu durumdan zarar görecek olan bütün müttefiklerini tahrik etme sakıncasını da beraberinde getiriyordu; ancak biraz ihtiyatlı davranarak bu kabilelerin Mekke ile ticarî bağlarını çözmek ve onları İslâm Devletinin oluşturduğu ekonomik bloğa dahil etmek mümkündü. İşte Resulullah bunu gerçekleştirmeyi başarmıştır. Onun Mekke’ye karşı uyguladığı ekonomik baskının başka maksat ve nedenleri de vardı: Yüzlerce Müslüman aile Mekke’den göç etmek zorunda bırakılmış ve Mekkeli hemşehrileri, bu muhacirlerin geride bıraktığı taşınır ve taşınmaz bütün mallarına haksız yere el koymuşlardı. Uluslar arası savaş hukuku kurallarının yanı sıra, Resulullah’ın elinde Mekke’li kervanları durdurup mallarına el koymak için başka imkânlar da bulunmaktaydı: Mekke’nin bu kervan ticaretinden elde ettiği kazanç, İslâm’ın ortadan kaldırılması için kullanılıyordu; bu durumda Mekke ekonomisinin bu şekilde kullanımını engellemek, Müslümanlar için olumlu bir görev demekti.

1812. Ortaya bir prensip koymak kolaydır, ancak bunun hayata geçirilmesi oldukça zordur. Resulullah amacına yavaş yavaş ulaşmış, ama bu hiç de kolay olmamıştır. Eski bir kervan tüccarı olarak Muhammed (AS), çöllük bir bölgede yolları kapatmanın zor olduğunu biliyordu; ve başlangıçta, Medine şehrinin ancak yarısı üzerinde bir iktidara sahip olduğu için, yolu tam anlamıyla kesmeden önce bütün çevre kabileleri kendi etrafında toplaması gerekmekteydi. Suriye ve Mısır’a doğru açılan kuzey yolunu kesmek için birkaç yıl beklemek gerekti. Aynı şekilde, Irak’a doğru uzanan kuzey-doğu yolu için de ayrıca birkaç yıl daha beklendi. Sumâme ibn Usâl’in Müslüman olmasıyla, Yemâme’nin bir bölümü Mekkelilere kapanmıştı. Yemen ve diğer bazı bölgeler İslâm’ın etki alanından hep uzakta kalmışlardır. Ama eninde sonunda bu ekonomik baskı, Mekkelilerin zaafa düşmesi konusunda oldukça etkili olmuş ve böylece onların da İslâm’a katılması yönünde ilk adım atılmıştı.

10. Düşmanın Dostlarıyla İttifak Yapılması


1813. Resulullah’ın izlediği politikanın bir başka değişmez prensibi de, kendi dostluklarını sürdürmenin yanı sıra, düşmanın dostlarıyla da ittifak yapmaktı. Ancak bu politika zamanla başarıya ulaşacaktır.

1814.  Medineli müşrikler, Mekke’ye gelerek Kureyşlilerle ittifak yapmanın yollarını aramışlardı. Muhammed (AS), bu gelenleri, daha çok İslâm’ın etrafında toplanmaya ikna etmesini bilmiştir. Hatta, Medine Şehir-Devleti Anayasası’na göre, bu şehirdeki Yahudiler ve Gayrimüslim Araplar, ne Mekkelilere, ne Mekkelilerin müttefiklerine yardım etmek ve onların şahıslarına ya da mallarına sığınma ve güvence vermek zorunda değillerdi. Hudeybiye anlaşmasından önce Hayberli Yahudiler, Mekkelilerin dost ve müttefiki idiler, ve bu ittifak İslâm’ın güvenliği açısından bir tehdit oluşturuyordu. Muhammed (AS), Hudeybiye’de yapılan bu anlaşma sayesinde Mekkelileri kendi yanında toplamasını ve onları Hayberlilerden ayırıp koparmasını bilmiştir. Elimizde, Resulullah’ın imzalamış olduğu ve İslâm’a yeni girenlerden, müşriklerle ve henüz Müslüman olmayan yakın akrabalarıyla her türlü ilişkiyi kesmelerini istediği çok sayıda anlaşma mevcuttur.663

11. Düşmanı Kendi Düşmanlarıyla Kuşatmak

1815.  Resulullah’ın, ihtida eden insanlara, doğdukları toprakları terk edip İslâm diyarına hicret etmeye karar vermeleri için o kadar ısrar etmesine rağmen, zaman zaman bu konudaki katı tutumunu yumuşattığı da olmuştur. Bu gibi istisnaî durumların altında yatan nedenleri araştırdığımızda, kimilerini Hicrete mecbur tutup, kimilerini de bundan istisna etmenin tamamen İslâm toplumunun yararı gözetilerek yapılan uygulamalar olduğu göze çarpacaktır . Örneğin, H. 5 yılında Resulullah, Muzeynelilerin kendi topraklarında kalmalarına izin vermiştir. Gerçekte bunlar, Medine’ye ancak 20 mil kadar uzaklıkta bulunuyorlardı ve yüzlerce savaşçıya sahiptiler. Bunların kendi topraklarında bırakılması, İslâm Devleti’nin topraklarının genişletilmesine yönelik bir niyet de taşıyordu. Ayrıca, bunların İslâm topraklarına hicret etmeleri, bu insanlara geçimlerini temin etme imkânı sağlamak gibi halledilmesi zor bazı ekonomik sorunları da gündeme getirecekti. Terk edilecek olan verimli topraklar ve sular, yabancıların ve belki de İslâm düşmanlarının işgaline uğrayacaktı. Öte yandan, eğer Medine ile Muzeynelilerin arazileri arasında oturan kabileler varsa, bunlar her iki taraftan İslâm topraklarıyla kuşatılmış olacaklar ve hızlı bir şekilde Müslümanlaşmalarına yol açacak dinî ve siyasî bir baskıya maruz kalacaklardı.

1816. Resulullah ile atalardan gelen bir ittifak halinde olan ve Mekkeli müşriklerle aralarında sürekli bir husumet olan Huzâa kabilesi, Mekke civarında ikamet ederdi ve aralarında çok sayıda ihtida etmiş kişi bulunmaktaydı. Bu kabileden olup da İslâm’ı kabul eden insanlar, kendi içlerinde dinî bir zulüm ve işkenceyle karşılaşmıyorlardı. Üstelik bu kabile, Medine’deki İslâm Devleti için, düşman olan Mekke’nin çevrilip kuşatılmasının başlangıç noktasını oluşturuyordu. Gerçekten de Huzâalılara Mekke’nin hem güneyinde hem de batısında rastlanmaktaydı. Şehrin kuzey bölgesi de İslâmlaştırıldığında kuşatma tamamlanmış ve Mekke Kureyşlileri kan dökülmeden kolayca boyun eğmiş oldular.

1817. Aynı siyaset Tâ’if için de söz konusu idi: H. 8. yılda Mekke’nin İslâmlaşma süreci tamamlanmıştı. Ta’if’in diğer tarafında oturan Ezdlerle de bir ittifak yapılınca, Ta’if’in kuşatılması da tamamlanmış ve bu durum, birkaç aya kalmadan, onları savaşa tutuşmaksızın teslim olmak zorunda bırakmıştır.

1818. Bu politikanın başarılı olabilmesi için, İslâm’ın uç noktalarda görev yapan birliklerini, bir düşman saldırısı karşısında var gücüyle ve mevcut kaynakları seferber ederek desteklemek gerekiyordu. Resulullah (AS), komşularına karşı haksız bir muamelede bulunmamaları için bir yandan bu müttefiklerini denetim altında tutarken, bir yandan da İslâm Devleti’nin gereksiz çatışmalara sürüklenmemesi için, bu politikayı sürdürmekten asla geri kalmamıştır.

12. Diplomatik Savaş

1819.  Propagandanın yanı sıra, silâh kullanmaksızın düşmanla mücâdele etmenin diğer yolları, Resulullah’ın siyasetinin önemli bir noktasını oluşturmaktaydı. H. 5. yılda büyük bir müttefik düşman topluluğu, Medine’yi kuşatmak üzere geldiği zaman, Resulullah, bu müttefiklerden bir bölümünün çatışmayı bırakıp gitmesini sağlayacak çareler aramıştı. Aynı savaşta o, savaşın en kritik anında, şehri kuşatan düşmanla onlara yardım ve yataklık etmeye çalışan Medineli Yahudilerin arasında tefrika çıkarmayı başarmış ve bu girişim bir felâketi önlemiştir. Resulullah’ın daha sonraları atasözü haline gelen “Harp hiledir”664 hadisi herkesçe bilinmektedir. Bu, onun savaşlarında ve müşriklere karşı sürdürdüğü mücadelede bir vecîze haline gelmiştir. O, hiçbir yalana başvurmamıştır. Ancak meselenin iç yüzünü bilmeyen bazı kimseler, onun sözleri ve davranışları hakkında yanılgıya düşmektedirler Onun çok başarılı bir şekilde uyguladığı hile ve kurnazlık şu özelliklere sahipti:

13. Düşman Arasına Tefrika Sokmak

1820.  Herkesin çok iyi bildiği bir olaydan bahsetmek istiyorum: Bu olay, Resulullah’ın düşman ülkesinde ne olup bittiği hakkında ne derli uyanık olduğunu göstermekte ve bize onun siyâsetinin bir başka yönünü, yani düşman arasında tefrika tohumları ekme politikasını göstermektedir. Ülkesinde çıkan bir iç savaş dolayısıyla Ebû Sufyan’ın müttefiki ve mevlası olarak Mekke’ye yerleşmiş olan Ebû Uzeyhir adında bir Yemenli, Mekke’nin önde gelen başkanlarından biri tarafından öldürülmüştü. Kısas, yani “kana kan” kuralının uygulanması halinde, Mekke’deki iki büyük aile arasında bir iç savaş çıkma ihtimali vardı. Bu nedenle, Ebû Sufyân, eman verdiği bu Yemen’linin katilini cezasız bıraktı. Haber Medine’ye ulaştığında, Resulullah, Hassan lakaplı şâirinden, Ebû Sufyân’ın korkaklığını hicveden ve maktulün yakın akrabalarını intikam almaya tahrik ve teşvik eden şiirler yazmasını istedi. O devirde yazılan şiirler, bugünkü radyo yayınları ya da gazeteler kadar kolay ve etkili bir şekilde yayılıyordu: Söz konusu şiirler arzu edilen etkiyi gösterdi ve Ebû Sufyân, Hassân’ın şiirlerinin neden olduğu tahrikler karşısında kendi kabilesini güçlükle yatıştırabildi. Ancak maktulün Yemen’deki akrabaları, ülkelerine gelen Mekkelilerden intikam alarak, böylece Kureyşlilerin ticâretini felce uğratmakta gecikmediler.665

14. Düşmanın Bir Kısmının Yakınlığını Kazanmak


1821.  Yukarıdaki prensibi tamamlar nitelikte, Resulullah (AS), çoğunlukla öyle hareket etmiştir ki, az da olsa düşmanın bir kısmı İslâm’dan olumlu anlamda etkilenmiştir. Gerçekten, H. 5-6. yıllarda baş gösteren kıtlık sırasında, zor durumda kalan Mekkeliler, İslâm’ı kabul etmiş olan Yemâme’den Mekke’ye hububat ithal etme yasağının kaldırılması için Resulullah (AS)’a yalvarmışlardır. Resulullah da bu isteği derhal ve kayıtsız şartsız yerine getirmiş ve aynı zamanda 500 altın sikke gibi yüklü bir parayı Mekkeli fakirlere dağıtılmak üzere göndermiştir. Bu konuda Ebû Sufyân’ın tepkisini hatırlarsınız: “Muhammed bu hareketiyle ancak bizim gençlerimizi yoldan çıkarmak istiyor.”666 Mekkeli fakirler ve genel olarak halk, bu büyük ihtiyaç zamanında, kendi başkanlarının cimriliği ile millî düşmanları Muhammed’in tavrı arasındaki çelişkiden herhalde etkilenmiş olmalıdır.

15. Yeni İhtidâ Edenlerin Onurlarının Korunması


1822.  Muhammed (AS)’in güttüğü politikanın bir başka özelliği de, insanlara, onların meziyet ve liyakatlerine göre davranması olmuştur. Bir insanın çok erken ya da çok geç bir dönemde İslâm’ı kabul etmiş olması onur ve saygınlık kazanması için tek ölçüt değildi. İslâm’ın kabulüyle geçmişe ait bütün kötülük ve günahlar silinip temizlenmiş olur. Resulullah (AS)’ın şu iki hadisini zikredelim:

           1. “Bir Müslüman’ın Cahiliye döneminde yapmış olduğu erdemli ve güzel davranışlar, Kıyamet Günü’nde göz önünde bulundurulacaktır.”667

           2. “Cahiliye döneminde iken sizin aranızda hatırı sayılır ve erdemli olan kimseler, İslâm’ı uygulama konusunda da titizlik gösterdikleri takdirde, aynı şekilde İslâm’da da erdemli ve hatırı sayılır kişiler olacaklardır.”668

           Gerçekten, İslâmî olanla İslâmî olmayan, sadece belirli konularda birbirlerinden ayrılırlar: İslâm’ın dışındaki dinler de hayır ve hasenâtta bulunmayı, yararlı işler yapmayı öğütlerler. Bu durumda Muhammed (AS)’in şöyle buyurmuş olması bizi şaşırtmamalıdır:

           “Cahiliye döneminin erdemli hareketleri İslâm’da da aynen uygulanacaktır.”669

1823. Hâlid ibn Velîd, Mekkeli büyük bir komutandı; Müslümanların Uhud’da uğradıkları bozgundan sadece onun sorumlu tutulması gerekir. Ancak o, İslâm’ı kabul ederken, Muhammed (AS)’den, artık adının bir parçası haline gelen Seyfullah (Allah’ın Kılıcı) unvanını almıştır. Aynı zamanda, kendi evinin hemen yakınında oturması için ona Medine’de bir ev bağışlamıştır. Bir gün Hâlid bu evin darlığından şikâyet edince, Resulullah kendisine şöyle demişti:

           “(Çevrede uygun başka bir ev ya da boş bir arazi bulunmadığından) Evine kat ilave et!” (bk. İbn Şebbe, Samhudi’den naklen, 2. bs, s. 730-731).

           Daha sonra Hâlid, bu evin vakıf olarak kullanılmasını vasiyet etmiştir (Samhûdî, a.g.e.). Amr ibn el-As da, diğer bir Mekke’li başkan ve İslâm’ın azılı bir düşmanıydı. İslâm’ı kabul ettiği zaman, Resulullah kendisini başkomutanlığa tayin etmiştir; hattâ Ebû Bekir ve Ömer bile onun emri altına girmişlerdi. (O buna lâyık olduğunu, kısa bir süre içinde sadece 10.000 kişilik bir kuvvetle Mısır’ı Bizanslılardan almakla göstermemiş midir?) Ebû Süfyân’ın İslâm’a olan düşmanlığını kim bilmez? Resulullah’ın 23 yıllık tebliğ görevinin 20 yılı boyunca, herkesten daha fazla onunla mücadele etmişti. Bununla birlikte, ihtida ettiği zaman, Resulullah onun evini, “Müslümanların silâhlı saldırısına karşı bir sığınak” olarak ilân etmiş ve onu bir eyâlete vali tâyin etmiş ve böylece onun geçmişte İslâm’a olan düşmanca davranışlarını görmezlikten gelmiştir.

Genel Gözlemler


1824. Yukarıda gösterilenler, onun birçok siyasî prensipleri arasından sadece birkaç örnektir. Muhammed (AS), diğer alanlarda olduğu gibi, politikada da temayüz etmişti. Ancak onu sıradan politikacılardan ayıran fark, uyguladığı politikanın kendi düşüncesi doğrultusunda tamamen insanlığın iyiliğini hedef alması ve başkalarının meşru hakları aleyhine kendisini şahsen yüceltme ya da temsil ettiği topluma çıkar sağlama gibi bir kaygı taşımamasıydı. O, insanlık onuruna sığmaz ve yakışmaz olarak gördüğü müşrikliğe karşı mücadele ediyordu. İnsanlığı acılar içinde kıvrandıran bütün diğer hastalıklar gibi, ruhî-manevî hastalıklar da, durumunun farkında olmayan hasta istese de istemese de, tıbbî ve cerrahî müdâhaleyi gerektirir. Muhammed (AS), bireysel olarak erdemli olmak ve diğer insanları kendi hallerine bırakmak gibi bir yaklaşımın aslında gerçek hoşgörü olmadığı, aksine bunun tehlikeli bir göz boyama ve hilekârlık olduğu; ve çevremizde olup biten rahatsızlıklar konusunda kafa yormadan ve bir çaba göstermeden, bunların kendiliğinden iyileşip düzelemeyecekleri sonucuna varmıştı. İnsanlık, iyilik ve kötülük denilen iki gücü aynı anda elinde bulundurmaktadır ve kötülük tarafı yalnızca daha baskın çıkmakla kalmaz, aynı zamanda daha cazip ve çekicidir. Her zaman için daha nazik ve daha zayıf olan iyiliğin serbestçe gelişebilmesi için, tıpkı yabani otların esas bitkilerden daha gür çıktığı ekili tarlalardan bu otların temizlenmesi gibi, kötülüğün de zor kullanılarak bastırılıp önünün alınması gerekmektedir.



659 Bk. Aziz Markos İncili, XVI/17.

660 Caetani, Annali, 1905, anno 6: 50, bk. 6: II.

661 İbn Sa’d, 2/I, s. 63; bk. Belazurî, Ensâb, I, § 790. Yazar ayrıca, diğer kaynaklara göre Hismâ seferinin H. 7’de yapıldığını ekleyerek, H. 6 yılında Zeyd’in komutasında Kuzey Arabistan’a altı askerî sefer düzenlendiğini (bk. § 787-91, 794) belirtir. Karışıklık herhalde buradan doğmaktadır.

662 Mes’ûdî, Tenbîh, s. 218; Azrakî, s. 125-29, Kelbî’den naklen; İbn Habîb, Munemmak, s. 273-275, İbrahim b. Abdurrahman b. Ebî Rebia’dan naklen.

663 İbn Hişâm, s. 975-76.

664 A.g.e.

665 İbn Sa’d, 2/I, s. 63.

666 Vâkıdî, Megâzî, Vr. 128; İbn Sa’d, I/i, s. 63, satır 25.

667 Yâkût, Buldân, bk. “Hismâ” maddesi.

668 İbn Hişâm, s. 978.

669 A.g.e., s. 755