๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslam Peygamberi => Konuyu başlatan: Hadice üzerinde 10 Ocak 2011, 15:57:38



Konu Başlığı: Resulullah a.s’ın devlet başkanı olarak kişisel hayatı
Gönderen: Hadice üzerinde 10 Ocak 2011, 15:57:38
Resulullah (AS)’ın Devlet Başkanı Olarak Kişisel Hayatı



1879. Kendisine, tebaası karşısında herhangi bir hükümdarınkiyle karşılaştırılmayacak derecede yüksek bir konum sağlayan “Allah’ın Elçisi” olma niteliği bir yana, Muhammed (AS), siyasî bir lider olarak primus inter pares (benzerleri arasında rakipsiz birinci) idi: Çevresinde hiçbir şatafat ve resmiyete itibar etmezdi. Giydiği elbiseler, oturduğu ev, konuşma tarzı vs. bakımından da diğer insanlara göre bir farklılığı yoktu. Kendisine:

           “-Yâ Resulullah!”,

           “-Ey Allah’ın Nebîsi!”

           şeklinde, bazen de:

           “-Yâ Muhammed!”

           ya da künye adıyla:

           “Yâ Ebe’l-Kâsım!”

           diye hitap edilirdi. O devirde insanlar birbirleriyle“sen”li “ben”li konuşurlardı. Savaş ve düşman saldırısı zamanları dışında, evinin kapısında nöbet bekleyen bir muhafız olmamıştı: Bu durum hem Medine’deki evi için, hem de sefer ve yolculuk sırasında karargâh kurulduğu zamanlar için geçerlidir (Kastallânî, Şerh-i Buhârî, V, 86). O, halkla iç içe yaşardı: En sıradan insanlar bile, hiç zorluk çekmeden onun yanına yaklaşabilirlerdi. Şehrin sokaklarında ya da çarşı-pazar yerlerinde ülkenin herhangi bir insanı gibi dolaşırdı. Ziyaretçilerin gelişini bildirmek üzere bir hizmetçisi vardı; ama pek fakir kimseler dışında, bu gibi hizmetçiler zaten herkesin evinde bulunurdu. Hanımlarının söylediklerine bakılırsa, evde giysilerini kendisi diker ya da yamar, hatta sandaletlerini bile kendisi onarırdı.712 Gece yatarken giydiği bir peştamalı (pijama) vardı ve gündüz giymiş olduğu giysileri yatmadan önce çıkarıp duvara asardı (İbn el-Cevzî, Vefâ, s. 559). Hanımları, yemeklerini kendileri pişirirlerdi; her birinin ayrı ama birbirine bitişik yatak odaları vardı ve muhtemelen hepsi de, Mescid tarafındaki ortak bir avluya açılıyordu. Resulullah bütün hanımlarına aynı şekilde ve tam bir eşitlikle davranırdı. İçlerinden bazılarının mutfak eşyalarında ya da mobilyalarında bir değişiklik varsa, bu kesinlikle Resulullah’ın tercihinden değil, sadece bu hanımların beraberlerinde getirdikleri çeyizin içinde bulunduğundan ya da akrabalarından aldıkları hediyelerden yahut da kendi tutumluluk alışkanlıklarından kaynaklanmaktaydı. Rivayete göre Resulullah, ev işlerinde hanımlarına yardımcı olur, evdeki keçilerin sütünü sağardı. Güneş doğmadan önce, Mescitte cemaate imamlık yapmak üzere her zaman erkenden kalkardı. Arkadaşlarını ve komşularını, en mütevâzîleri de dahil, ziyaret eder, onların sevinçlerini ve kederlerini paylaşırdı; bu konuda Müslim-Gayrimüslim ayrımı gözetmezdi: Gerçekten de onun, ağır hasta bir komşu Yahudi çocuğunu ziyaret ettiği bildirilmektedir.713 Şayet herhangi bir yerde otururken, bir Yahudinin de olsa, cenazesinin geçtiğini görse hemen ayağa kalkar, böylece diğer insanların acılarını paylaştığını göstermiş olurdu. Zaman zaman, Yakın sahabeleriyle birlikte, herhalde boş vakti olduğunda ve dinlenme ihtiyacı duyduğunda gezintilere çıkmayı âdet haline getirmişti. Aşağıdaki olay bu konuya biraz ışık tutmaktadır: Bir gün az sayıda sahabesiyle birlikte çölde gezintiye çıkmıştı; kesip yemek üzere bir koyun satın aldılar. İçlerinden biri:

           “-Ben koyunu kesip yüzeyim.”

           dedi. Bir diğeri:

           “-Ben de etini kemiklerinden ayırayım.”

           Böylece her biri bir iş yüklenmiş oldu. Resulullah da şöyle buyurdu:

           “-Ben de gidip ateş yakmak için etraftan çalı çırpı, odun toplayayım.”

           Diğerleri:

           “-Hayır! Senin bunu yapmana gerek yok: Biz o işle de ilgileniriz.”

           dediyseler de Muhammed (AS) ısrarla şöyle buyurdu:

           “-Bu doğru olmaz. Benim de sizinle birlikte işin ucundan tutmam gerek.”

1879/1. Her zaman şaka ve lâtife yapmayı sever, kendisi ile şakalaşılmasından da hoşlanırdı. Örneğin, bir gün, samimiyet ve sadeliğinden ötürü pek sevdiği Zahir adında birine, arkadan belli etmeden yaklaşıp kollarından tutarak, şöyle haykırdı:

           “Kim bu köleyi satın almak ister?”

           Zahir, başını çevirip karşısında Resulullah’ı görünce, bundan çok memnun oldu ve:

           “Ey Allah’ın Elçisi! Kimse çıkıp da benim gibi basit ve değersiz biri için para vermez!”

           Bunun üzerine Resulullah şöyle karşılık verdi:

           “-Ama senin değerin Allah’ın nazarında büyüktür.”714

           Özellikle küçük çocuklarla şakalaşırdı. Gerçekten, bunlarla ilgili çok sayıda anı nakledilir. Kendisine bu tür bir şaka yapılmış olan ve bununla özellikle iftihar eden bir sahabe, daha sonraki yıllarda şöyle anlatıyordu:

           “Ben henüz küçük bir çocuktum. Havanın çok sıcak olduğu bir gün, Resulullah ana-babamı ziyaret etmek için bize gelmişti. Biraz soğuk su ile hararetini giderdi ve ağzında doldurduğu suyun bir kısmını tam yüzüme fışkırtıp beni ıslattı. İşte ben, yüzüme fışkırtılan bu mübarek suyun bereketiyle hiç yaşlanmadım!”(Buhârî, 80/31)

           Abdullah adında, lâkabı Hımâr (eşek) olan saf bir sahabe vardı. Bir gün pazardan veresiye bazı şeyler almış ve bunları Resulullah’a hediye etmek üzere getirmişti: Satıcıya da, bunları Resulullah (AS)’ın hesabına satın aldığını söylemişti. Daha sonra bu satıcı alacağını istemek için Resulullah’a müracaat ettiği zaman, bu Hımâr vurdumduymaz bir şekilde:

           “-Yâ Resulullah! Sana bir hediye sunmak istemiştim, ama param yoktu...”

           deyince, Resulullah gülümseyerek satıcıya eşyanın bedelini ödemiştir (Buhârî, 86/5/1; Ebû Ya’lâ, Kettânî’den naklen, Terâtîb, I, 38).

1880. Onun hayatında, sadece şu göstereceğimiz hususlar ayrıcalıklı muamele olarak gösterilebilir: Yılda iki kez kutlanan dinî bayramlarda, cemaatle namaz kılınacak yere giderken, törensel bir şekilde, belki de ucunda bir bayrak bulunan mızraklı bir muhafız asker kendisine öncülük ederdi. Bu arada, namaz kılınan yerin üstü açık ve musallâ (namaz kılınan yer) denilen boş bir alan olduğunu da hatırlatalım. Samhûdî’ye göre (2. bs, s. 780), Resulullah (AS), muhtemelen şehirde toplanan Müslümanların sayılarının giderek arttığını göz önünde bulundurarak, birçok kez bu mekanın değiştirilmesi yoluna gitmiştir. Medine dışındaki kabilelerden veya yabancı ülkelerden kendisine mesaj getiren heyetler geldiğinde ise, kabul töreni ile ilgili ayrıntılı bilgiler, nasıl selâm verileceği vb. bunlara önceden öğretilirdi. Ayakkabıları (na’leyn) ile ilgilenen özel bir muhafızı vardı; ancak hemen belirtelim ki, kabul salonlarına ve mescitlere girmek için ayakkabılar çıkarılıyor ve çıkış sırasında herkes birbirine karışan ayakkabılarını aradığı için izdiham oluyordu. Böyle bir durumda özel bir görevlinin tâyin edilmesiyle, Resulullah’ın ayakkabılarını arayarak boş yere vakit kaybetmesi önlenmekteydi. Güzel kokuları çok seviyordu. Hadislerde belirtildiğine göre, evinde tütsüleme amacıyla sarı sabur dalları ile birlikte kâfur yakılırdı.715 Medine’deki her kuyudan çıkarılan suyun tadı aynı değildi. Resulullah’ın siyahî hizmetçisi Rabâh, Resulullah (AS)’ın ailesi için özellikle Gars ve Sukyâ adlı kuyulardan su taşırdı (bk. Samhûdî, 2. bs., s. 978).

1880/1. Bugün bazı İslâm ülkelerindeki belli başlı camilerde, bir maksure (Türkçe’de Hünkâr Mahfili denilen ve Devlet Başkanı ile yakın adamlarının birlikte girip namaz kılmalarına mahsus odacıklar) görmekteyiz. İlk Halifelerden Ömer, Ali ve Mu’âviye’ye karşı düzenlenen suikastlardan sonra, rivayete göre bu sonuncu Halife (Mu’âviye) tarafından, sadece bir korunma önlemi olmak üzere, bu odacıklardan ilki inşâ edilmiştir. Hiç şüphesiz Resulullah için böyle bir önlem söz konusu olmamakla birlikte, aşağıdaki anlatımda (bk. Buhârî, 32/2, 32/3, 33/1/3, 77/43) başka bir amaçla bu konuya yer verilmektedir: Resulullah her yıl, Ramazan ayının bazen ikinci bazen de üçüncü on gününde, Mescid-i Nebevî’de itikâfa çekilir ve o günlerde, uzanıp yatarken ya da ibâdet ederken gelip geçenlerin rahatsız edici bakışlarından kurtulmak için etrafına hasırlar dikerdi. Yine bir Ramazan ayında, Resulullah, teravih namazlarını sadece üç gece böyle bir yerde tek başına kılmıştır: Böylece takva sahibi müminler, teravih namazlarının farz seviyesinde mecburi bir ibâdet olmadığını bizzat görmüş oldular. İbn’ul-Cevzî (Vefâ, s. 508), Resulullah (AS)’ın teravih namazını 20 rekat olarak kıldığını bildirmektedir.

1881. Resulullah’ın sağlığında Medine’de 10’dan fazla mescit bulunuyordu. Bunların en eski olanı, şehrin güneyindeki Kuba’da inşa edilen mescit idi.716 Resulullah (AS), anne tarafından akrabası olan Benû’n-Neccârların mahallesine kesin olarak yerleşmeden önce, Medine’ye hicret ettiği sırada bu camiyi inşa etmişti. O gün bugündür mevcut olan ve Mescid-i Nebevî (Peygamber Mescidi) adıyla anılan Ulu Cami’yi de Benû’n-Neccârların mahallesinde inşa etmiş oldu. Bu mescid, ilki henüz Resulullah (AS) hayattayken, yani H. 7 yılında Hayber’in fethedilmesinden sonra (Samhûdî, 2. bs., s. 338), sonuncusu ise Kral İbn Suûd ve haleflerinin yönetimi sırasında olmak üzere birçok kez genişletme ve onarım çalışmasına tanık olmuştur. Diğer camiler ise, Benû’n-Neccâr’a oldukça uzak mesafelerde oturan kabilelere aitti. Günde beş vakit kılınan namaz için genellikle oturulan eve en yakın olan camiye gidilir, haftada bir Cuma günü kılınan namaz için ise bütün Müslümanlar Mescid-i Nebevî’de bir araya gelirlerdi. Daha Resulullah zamanında, geceleyin bu Câmi’yi aydınlatmak için yağ kandilleri kullanılırdı. Samhûdî’ye göre (I, 670), aslen Filistinli olan ünlü deniz kâşifi Temîm ed-Dârî bu aydınlatma işini üzerine almıştı. Buhârî de, Ümmü Mihcân adında yaşlı bir siyahî hanımın, gönüllü olarak Mescid-i Nebevî’nin temizlik işini üstlendiğini ve orayı düzenli olarak süpürüp temizlediğini nakleder. Bu hanım vefat ettiğinde Resulullah’a haber vermeden kendisini defnetmişlerdi. Daha sonra bunu öğrendiğinde ise çok üzülmüş ve olayda kusuru olanları azarlayarak bu hanımın kabrine gitmiş ve yeniden bir cenaze namazı kılmıştır.

1882. Bazı belgelerden öğrendiğimize göre, Cuma namazı Hicretten önceki dönemde de kılınmaktaydı. Gerçekten Resulullah, henüz Medine’ye gelmeden, daha önce oraya göndermiş olduğu özel görevliye bir yazı yazarak, her Cuma öğlen namazı vakti girince bütün Müslümanları cemaat halinde toplayıp önce bir hutbe vermesini, daha sonra da namazı kıldırmasını kendisinden istemiştir.717 Resulullah (AS), sünneti gereği, Cuma namazını cemaatle kıldırmadan önce, iki bölümden oluşan bir hutbe irat ederdi. Bu hutbe Allah’a övgü ve O’nu yüceltme (hamd ve sena), O’nun güzel sıfatlarını, rahmet ve affını talep eden cümlelerle başlardı. Daha sonra imam (Resulullah), ahlâkî ve manevî hayat, iyilik ve güzel hareketler, politika da dahil toplumun çeşitli sorunları hakkında tavsiye ve önerilerin bulunduğu ve daha başka uygun gördüğü konularla ilgili bir konuşma yapardı. Her zaman doğaçtan (irticâlî olarak) verdiği hutbesini okurken, Resulullah, üzerine dayanmak üzere sol elinde bir asa, bazen bir mızrak ve bazen de bir kılıç bulundururdu. Hutbe’nin birinci bölümü bitince, dinlenmek için bir süre oturur, sonra ikinci bölüme geçerdi. Yine bu bölümün başında Allah’a hamd ve senaların yanı sıra, zâhidâne dualarda bulunurdu. İlk yıllarda hutbesini, bir hurma kütüğünün yanında ayakta okurdu. Ancak daha sonraları bu iş için bir kaç basamakla üzerine çıkılan ağaçtan bir minber inşa edilmiştir. Hutbe’nin her iki bölümü de tamamlanınca, sıra cemaatle namaz kılmaya gelirdi. Cemaatten bazı kimseler imâma (müezzin sıfatıyla) yardım ederlerdi. Namaz esnasında kesinlikle ne bir müzik âleti çalınır, ne de koro halinde müzik icra edilirdi. Sadece imam yüksek sesle 7 ayetten oluşan Fâtiha suresini okur, daha sonra diğer surelerden seçtiği birkaç ayeti okuduktan sonra bütün cemaat, rükû, secde, kâ’de vb. namazla ilgili bütün hareketlerinde imamı takip ederdi. Hicretin başlangıç yıllarında camilerin kıblesi, Medine’nin kuzeyinde bulunan Kudüs’e (Jerusalem) doğru idi. Aradan onyedi aylık bir süre geçtikten sonra nazil olan bir ayetle, kıble yönü bu defa Ka’be’ye, yani Medine’nin güneyindeki Mekke’ye çevrildi. Bugün bölgede, bu değişikliğin anısına Mescidu’l-Kıbleteyn adı verilen cami halen varlığını sürdürmekte ve içinde, halen kullanılmakta olan mihrâbın tam karşısında önceki mihrâp göze çarpmaktadır. Camiler her zaman sade olup, her tür resim, suret ve heykelden arındırılmışlardır. Camilerin zemini hasır ya da halı, kilim gibi örtülerle kaplanırdı. Ayrıca, namaz kılmak için mutlaka bir caminin olması gerekmez: Evde, açık arazide vb. (temiz olması şartıyla) nerede olursa olsun namaz kılınabilir. Resulullah, gerektiğinde binek hayvanının sırtında bile namaz kılardı. Müezzin, cemaati namaz kılmaya davet etmek için, yüksek sesle ezan okurdu; zira ilke olarak, İslâm’da çan vs. çağrı araçlarına izin verilmemiştir. Resulullah’ın müezzini, sesini en uzak noktalara kadar duyurabilmek için, Mescid-i Nebevî’nin hemen yanındaki evin damına çıkardı. Daha sonraları bu iş için minareler inşa edilmiştir. Günümüzde hoparlörler de kullanılmaktadır.

1883.  Müslümanların kutladıkları bayramların, hem dînî ve hem de sosyal yönleri vardır: Muhammed (AS) bize bunlardan sadece ikisini bırakmıştır ki biri, oruç ayı olan Ramazan’ın sonunda, diğeri ise Kurban Bayramı olarak kutlanır. Bayramların H. 3. yıldan itibaren başladığını sanıyoruz. Zira, Ramazan orucu ilk olarak H. 2. yılda farz kılınmıştı; ayrıca, Resulullah’ın Bedir’den Medine’ye Ramazan Bayramı esnasında dönüp dönmediğini de bilmiyoruz; ikinci olarak, İbn Şebbe’nin ifadesine göre (Samhûdî’den naklen, 2. bs., s. 779), Kurban Bayramı ilk kez Benû Kaynukâ savaşından sonra kutlanmıştır. Esasen hanımlar adet ve loğusalık durumlarında camilere giremezler. Ancak Resulullah, bu iki dinî bayramda bir ayrıcalık tanıyarak, onların bu gibi hallerde bile, namaz kılamasalar da cemaate katılmalarına izin vermiştir.718 Öte yandan, yılda bir kez kılınan bayram namazları, prensip olarak cami içinde değil de, açıklık bir alanda ve sabah erken vakitte kılınır. Namazdan sonra, toplumun değişik kesimleri, kendi zevk ve kişisel imkânları ölçüsünde neşe ve sevinç gösterilerinde bulunurlar. Ancak alkollü içki kullanılması ve ayrıca kadın-erkek karışık şenlikler ve festivaller yasaklandığından, neşe ve sevincin kalabalık insan yığınları içinde yozlaşıp çığırından çıkmasına fırsat verilmemiş olur.

1884.  Muhammed (AS) sadece bu iki dini bayramı kurumsallaştırmış, ancak daha sonraları Müslümanlar, herkesin kolayca anlayabileceği nedenlerle, bunlara başka gün ve geceleri de ilave etmişlerdir. Bunların başında Muhammed (AS)’in doğum gününün kutlandığı, Rebî’ul-Evvel ayındaki Mevlit Kandili ve daha sonra da Resulullah (AS)’ın ilk vahyi aldığı (ve Kur’an’da bin aydan veya otuz bin geceden daha hayırlı olduğu ifade edilen) ve adetâ İslâm’ın başlangıcının yıl dönümü demek olan ve Ramazan ayının içinde kutlanan Kadir Gecesi gelir. Bunların dışında, iki kutlama günü (ya da gecesi) daha vardır: Resulullah’ın Mirac’a çıkışının yıl dönümü olan ve Receb ayında kutlanan Miraç Kandili ve yine Resulullah (AS)’ın vefat etmiş akraba, dost vs. Müslümanların kabirlerini ziyaret etmeyi adet haline getirdiği, Şaban ayında kutlanan Berat Kandili’dir. Dikkat edilecek olursa, mevsim değişiklikleri (örneğin ilkbaharın başlangıcındaki nevruz gibi) ya da yılbaşı gibi günler bayram olarak değerlendirilmemiştir. Burada yeri gelmişken takvim konusuna değinmek istiyoruz:

1885. Ay ekleme (nesiy) yöntemine dayanan Kameri-Şemsî takvim, hemen hemen bütün Arabistan’da uygulanan Kâ’be’nin haccedilmesi ve aynı zamanda Kureyşlilerin egemenliği altındaki uluslar arası ticaret sayesinde bütün Arap Yarımadasında benimsenmişti. Ancak Araplar zaman hesaplaması yaparken, bulundukları ülkeye özgü, daha kesin sonuçları olan ve Arapların bağımsızlık anlayışına daha uygun düşen başka bir takvim sistemi daha kullanıyorlardı. Buna göre yıl, yağmur yıldızlarından her birinin (nev’)719 doğuş sırasına göre 28 eşit parçaya bölünüyordu (28 rakamı, aynı zamanda Arap alfabesindeki harflerin sayısını göstermektedir).

1886. Takvim başlangıcı ya da “milât” diye bir olay mevcut değildi. Olaylar kıtlık, savaş, önemli bir kişinin ölümü,720 Hılfu’l-Fudûl’ün kurulması721 gibi akılda kalacak çeşitli olaylar esas alınarak tarihlendiriliyordu. Kuşkusuz başlangıç olayları bölge ya da devirlere göre değişmekteydi. Buna göre Müslümanların Hicret’i esas alarak tarihlendirme sürecini Resulullah henüz hayatta iken –ve kimilerine göre bizzat Resulullah’ın talimatıyla (bk. Samhûdî, 2. bs., s. 248)- başlattıklarını, ancak resmî ve evrensel anlamda kabulünün Halife Ömer zamanında alınan bir kararla gerçekleştiğine inanmak daha yerinde olacaktır.

1887.  Kamerî takvimdeki gün sayısı 29 ile 30 arasında değişiyor ve ayın ilk günü, batı ufku üzerinde güneş battıktan hemen sonra ilk hilâlin görülmesi ile başlıyordu. Günün başlangıcı olarak güneşin batması esas alınmaktaydı. Üçer günden oluşan her bir grubun özel bir adı vardı. En meşhur grup, eyyâmu’l-bîd (ak günler) adı verilen “dolunay” evresi idi.722


714 İbn Sa’d, I/11, s. 16.

715 Ebû Yûsuf, Harâc, (Bulak baskısı), s. 28.

716 İbn Kesîr, Bidâye, IV, 164.

717 Taberî, I, 1990.

718 Tirmizî, “Kabûlü’l-Hedâyâ” Bölümü.

719 Taberî, I, 2163.

720 Gerçekten, Resulullah (AS)’in vefatından kısa bir süre sonra Bahreyn (bugünkü el-Ahsâ) İran istilasına uğramış, Cuvâsâ (bugünkü el-Hufûf) da aynı kuvvetlerce kuşatma altına alınmıştı. Halife Ebû Bekir, Abdu’l-Kays kabilesini (bk. § 667 vd.) oluşturan bu gayretli Müslümanların yardımına koşmak zorunda kaldı. Bölgesel savunma savaşı olarak başlayan harekât yıldırım hızıyla yayılarak, Sasani İmparatorluğunu İslam Devleti’nin sıradan bir eyaleti olmasıyla sonuçlanan topyekün bir savaşa dönüştü.

721 Örneğin, her ikisi de İstanbul’da çıkan Cumhuriyet (10 Mayıs 1963) ve Yeni İstiklâl (21 Haziran 1963) gazeteleri.

722 Biz 1964’de bu belgeyi incelediğimizde, -herhalde Sayın Munecced’in tavsiyesiyle- artık bu kumaştan eser kalmamıştı. Ama iki cam arasına yerleştirilmişti.