๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslam Peygamberi => Konuyu başlatan: Hadice üzerinde 13 Ocak 2011, 06:55:17



Konu Başlığı: Resulullah a.s ın tıp anlayışı
Gönderen: Hadice üzerinde 13 Ocak 2011, 06:55:17
Resulullah (AS)’ın Tıp Anlayışı (Tıbb-ı Nebevî)


1313. Müslüman tabipler, meslekten yetişme bir hekim olmasa bile, pekalâ pratisyen bir hekim olan peygamberleriyle gurur duymaktadırlar. Gerçekten de Resulullah (AS), kendisine başvuran hastalar için birçok reçete önerip tedavi yöntemi göstermiştir. Bu konuya daha sonra döneceğiz.

İslâmiyet’ten Önce Arabistan’da Tıbbın Durumu

1314. Adı “büyük tabip” ile eşanlamlı hale gelen efsanevî şahıs Nitâsî (İbn Hizyâm)224 hakkında elimizde fazla bir bilgi bulunmamaktadır. İslâmî döneme yaklaştıkça, birçok ünlü isim karşımıza çıkmaktadır. Şöyle ki:

1315. El-Hâris ibn Kelede es-Sakafî, aslen Tâ’ifli olup, tıp eğitimini İran’ın Cundeysâbur şehrinde yapmış ve giderek uluslararası bir üne kavuşmuştu. Bu nedenle, Zendâverd şehrinin Nûşcân adındaki satrap’ının (vali), İranlı tabiplerden ümidini kesmesi üzerine, tedavisi için onu getirtmesine şaşmamalıyız. Bu satrap, iyileştikten sonra, el-Hâris’e, kendisinden ödül olarak ne dilediğini sormuş, el-Hâris de, cevaben, doğduğu şehir olan Tâ’if’i surlarla takviye etmek üzere bir mühendis gönderilmesini talep etmiş ve Nûşcân da bunu kabul etmişti. Surların inşâ edilmesinden sonra, Vacc vadisindeki bu savunmasız şehir, gerçek Tâ’if (sur) haline gelmiştir. Nûşcân ayrıca kendisine bazı kıymetli hediyelerin yanı sıra, Belazurî’ye göre (Ensâb, I, 489) Bâmîh225 (Türkçe’de yaygın bir kadın adı olan Pamuk; acaba buradan, onun Türk asıllı olduğu anlamı çıkarılabilir mi) adında genç ve güzel bir câriye hediye etmiştir. Daha sonra Mekke’ye gelen bu kız Sümeyye adını almış ve İslâm’ın ilk dönemlerinde Ebû Cehil, Müslüman olması üzerine, karnına bir mızrak saplayarak onu katletmiştir. El-Hâris adlı bu tabip, Mekke’de de pek aranırdı. Hatta İbn Ebî Usaybia’nın Tabakâtu’l-etibbâ adlı biyografik sözlüğünde verdiği bilgiye göre kendisi, sağlık bilgisi (hijyen) konusunda da bir kitap yazmış olup, bu eserden alınan bir takım uzun alıntılar el-Gazûlî’nin Metaliu’l-Budûr (II, 101-103) adlı eserinde günümüze kadar ulaşmıştır. Ayrıca, el-Kıftî’nin tıp tarihi ile ilgili eserinde beyan ettiğine göre, el-Hâris, bir zamanlar Resulullah (AS)’ı bile tedavi etmişti. Anlaşıldığına göre kendisi onun tedavisinden çok memnun kalmıştır; zira, İbn Hacer’in el-İsâbe adlı eserinde (bk. “el-Hâris” maddesi) naklettiğine göre, Sa’d ibn Ebî Vakkas hastalandığında, Resulullah kendisini ziyarete gitmiş ve kendisini el-Hâris’e tedavi ettirmesini salık vermiştir. Kaynaklar, el-Hâris’in Iran imparatoru Kisrâ’nın huzuruna da kabul edildiğini ve Kisrâ’nın, acınacak durumdaki Bedevilerin bu temsilcisinin sahip olduğu akıl ve zekâ karşısında çok etkilendiğini ve görüşmeleri sırasında aralarında geçen konuşmaların hatırasının dilden dile dolaşarak muhafaza edildiğini doğrulamaktadırlar (Kaynakların referansları için, yukarıda geçmiş olan Hevâzin ve Tâif kabileleriyle ilgili bölüme bakınız). Bu tabibin oğlu en-Nadr ibn el-Hâris de, babasından öğrenmiş olduğu basit bilgiler sayesinde, şifâ dağıtan bir hekim sıfatıyla ün yapmıştır. Kendisi aynı zamanda bir müzisyen ve bir tarihçi olarak da bilinirdi. (Ayrıntılı bilgi için bk. İbn Hişâm, s. 191.) Ancak, Resûlullah’ın yakın bir akrabası (yani teyzesinin oğlu) olmasına rağmen, sadece İslâm’a karşı değil, aynı zamanda Resulullah (AS)’ın şahsına karşı da körü körüne saldırmış (bk. İbn Ebî Useybia, I, 113), ancak bunun hesabını daha sonra ödemek zorunda kalmıştır.

1316. Aynı dönemde, Tâ’if yakınlarında yaşayan Hıristiyan bir papaz vardı. Bu papaz da, Resulullah (AS)’ın küçük yaşta iken yakalandığı bir göz hastalığını (muhtemelen çapak ya da göz iltihabı) tedavi etmişti (bk. el-Halebî, İnsânu’l-‘Uyûn, I, 149).

1317. Arabistan’ın güney-doğu bölgesinde yaşayan Damâd el-Ezdî de akıl hastalıklarını iyileştirme konusunda ün yapmıştı. Bir defasında Mekke’yi ziyaret ettiğinde (muhtemelen İslâm öncesindeki Hac dönemlerinden biri esnasında), oralarda Allah’ın Resulü olduğunu söyleyen bir mecnûnun bulunduğundan kendisine bahsetmişler ve o da merak ederek Resulullah (AS)’ın yanına varmış, ve sokak çocuklarının onun peşine takıldığını görmüştü. Damâd ona tıbbî bir tedavi uygulamayı önermiş, ancak yaptıkları sohbetten sonra, İslâm toplumu, Mekkeli olmayan ilk Müslümanlardan birini daha kazanmıştı (bk. Muslim, Sahîh, ilgili bölümde; İbn Hanbel, I, 302).

1318. Doğu Arabistan’da yaşayan Teymu’r-Rebâb kabilesine mensup Ebû Rimse et-Teymî’nin hikâyesi de oldukça ilginçtir. Kendisi İslâm’ı kabul etmek üzere Medine’ye gelmişti. Hekim olması dolayısıyla duyduğu merak, kendisini, Allah Resulünü ayırt etmede bir işaret olarak bilinen ve Resûlullah’ın omuzunda bulunan güvercin yumurtası büyüklüğündeki mührü, bir tür tümör olabileceği düşüncesiyle incelemeye ve ameliyatla onu bulunduğu yerden çıkarmaya sevk etmişti. İbn Hanbel (II, 227, 228 vs.) ve İbn Sa’d (I/II, s. 132-133), Ebû Rimse’nin Resulullah (AS)’a şöyle söylediğini naklederler:

           “Ben tabipler ailesine mensup bir doktorum; benim babam da çok ünlü bir hekimdi. Vallahi insan vücudundaki hiçbir kan damarı ve kemik bizim için meçhul değildir. Omuzundaki şu hastalığı bana bir göster: eğer çıkıntılı bir yumru (sal’a) söz konusu ise onu kesip yerinden çıkarır ve ilâçla tedavi ederim.”

           Tabii ki Resûlullah bu ameliyata razı olmamıştır. Ancak burada anlatılan olay, Arabistan’da tıp ilminin seviyesini göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Benû Âmir kabilesine mensup ve Etabbu’l-‘Arab (Araplar nezdinde en büyük doktor) lâkabıyla anılan bir başka tabip de aynı “tümör” ile ilgilenmiştir (bk. Taberî, Târîh, I, 1146).

1319. Resulullah (AS) bir gün, anlaşıldığı kadarıyla Medine’de yaralı bir kimseyi ziyaret ederek şöyle söylemişti:

           “Filân kabilenin tabibini çağırınız.”

           Tabip geldiğinde ona şöyle sordu:

           “Ey Allah’ın Resulü, ilâç bir işe yarar mı?”

           (Tabibin bu soruyla, Allah’ın her şeye kadir olduğunu ve ilâç kullanma ve tedaviye başvurmanın Allah’a tevekkülle bağdaşmayacağını söylemek istiyordu). Resulullah (AS) şöyle cevap verdi:

           “Sübhânallah! Acaba Allah şu yeryüzünde dermanını vermediği herhangi bir hastalık yaratmış mıdır?”

           İbn Hanbel tarafından nakledilen (V, 371) bu hadiste başka bir ayrıntıya yer verilmemektedir.

1320. Mâlik tarafından (Muvatta, ‘Ayn 50/12) ) nakledilen şu hadiste de keza fazla bir ayrıntı yoktur: Bir gün Benû Enmâr kabilesinden iki tabip, Resûlullah’ın huzuruna gelmişler ve o da onlara şöyle sormuştu: “İkiniz arasından hanginiz daha iyi tabipsiniz?” Ancak hadisin bundan sonraki bölümünde, tedavi ve bakımın, en iyi ve en nitelikli uzmanlara yaptırılması öğütlenmektedir.

1321. Kadın tabibeler konusunda da elimizde bazı bilgiler bulunmaktadır. İbn Hanbel’in naklettiğine göre (VI, 67), Ayşe’nin yeğeni Urve, bir gün kendisine şöyle sormuştu:

           “(Resulullah’ın hanımı olduğun için) senin fıkıh konusunda çok şey bilmene hayret etmiyorum; ve yine (bu konularda büyük bir uzman olarak bilinen Ebû Bekir’in kızı olduğu için) İslâm Öncesi Arap şiiri ve tarihi konusundaki birikimin de beni şaşırtmıyor. Ama sen aynı zamanda tıp ilmine de vakıfsın, bu bilgi nereden geliyor?”

           Ayşe şöyle cevap vermiştir:

           “Ey Urve’ciğim! Resûlullah ömrünün son dönemlerinde kendisini pek iyi hissetmiyordu. O sıralarda Arabistan’ın her köşesinden kendisini ziyarete bir takım heyetler gelirdi; Resulullah (AS)’ın rahatsızlığını öğrenince, her biri değişik reçeteler önerdi ve ben de bu reçetelere göre kendisini tedavi ettim. Bilgim buradan gelmektedir.”

1322. Bedeviler arasında efsane haline gelmiş bir kadın doktor daha vardı. Şâir Ebû Simâk el-Esedî şiirlerinde bu kadının yeteneklerini dile getirmekte ve şöyle yakınmaktadır:

           “Benû Evd’in uzaklardaki tabibesi Zeyneb’e kendimi gösteremedim diye ölmem mi gerek?”

           Bu kadın çok uzun bir ömür sürmüş olmalıdır, zira kendisi daha sonra aynı şairin yeğenini tedavi etmiş ve onun gözlerine antimon sürerek, ilâcın nüfuz etmesi için bir süre sırtüstü yatmasını istemişti (bk. el-Isfahânî, el-Ağânî, XIII, 114). İbn Ebî Usaybia da, tabiplerle ilgili biyografik sözlüğünde, bize coşkulu bir biçimde şu bilgiyi vermektedir:

           “Bu kadın, bütün tıbbî uygulamalardan haberdardı ve kendisini tedavi konusunda yetiştirmiş, göz hastalıkları ve yaraların iyileştirilmesinde uzmanlaşmıştı; ve bu yüzden Araplar arasında büyük bir üne kavuşmuştur.”

Resulullah (AS)’ın Tıp Konusundaki Genel Tutumu

1323. Allah’ın takdirine tevekkül etmenin faziletleri üzerinde durmakla beraber, dinler genellikle, bizzat Allah’ın içinde bulunduğumuz şu fani alemi bir “sebepler ve sonuçlar dünyası” olarak takdir ettiği gerçeğini görmezlikten gelirler ve mensuplarına, yakalandıkları hastalıkları tedavi ettirmekten çok, sabır ve tahammül göstermelerini salık verirler. Resulullah Muhammed (AS)’in öğretisi şunu ortaya koymuştur ki, İslâm, Allah’ın Kâdir-i Mutlak sıfatının gerçek anlamını pek güzel kavramıştır. Örneğin, bir gün bir tabibin kuşkusuz zühd ve takvası nedeniyle Resulullah’a “İlaç ve tedavi bir işe yarar mı?” diye sorması üzerine, o derhal şöyle buyurmuştur:

           “Sübhânallah! Acaba Allah şu yeryüzünde dermanını vermediği herhangi bir hastalık yaratmış mıdır? Onu bilen bilir, bilmeyen bilmez... Eğer sen hastalığı kesinlikle iyileştiren ilâcı bulmuşsan, Allah’ın takdir ve emriyle hasta iyileşir.” (İbn Hanbel, V, 371)

           Şüphesiz herşeyi takdir eden Allah’tır, ancak O, bunları sebepler ve vasıtalarla gerçekleştirmektedir, ve Allah, istenilen sonuçları elde etmek için insanın çaba göstermesini ve sebeplere sarılmasını bizzat istemiştir.

1324. İbn Hanbel (IV, 278) de bize şöyle bir hadis nakletmektedir: Bir gün bazı Bedeviler Resûlullah’ın huzuruna girmişler ve konuşma sırasında kendisine şöyle bir soru yöneltmişlerdi:

           “İslâm’da ilâç kullanmak suretiyle tedavi olmak meşru mudur?”

           Resûlullah, gayet anlaşılır bir biçimde şöyle cevap vermiştir:

           “Elbette! Zira, Allah, ihtiyarlık dışında, çare ve dermanını vermediği hiçbir hastalık yaratmamıştır.”

Kur’ân’da Tıp İlmi

1325. Kur’ân’da geçen şu ayet, Müslüman tıp adamlarını ziyadesiyle hayran bırakmıştır:

           “Yiyiniz ve içiniz, ancak aşırıya kaçmayınız! Gerçekten O (Allah), aşırıya kaçanları sevmez.” (A’râf: 7/31)

           Koruyucu hekimlik konusunda bundan daha iyi bir öğüt verilemez.

1326. Balın yararlarından bahseden şu ayetler de son derece ilginçtir:

           “Rabbin bal arısına: “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir” diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.” (Nahl: 16/68-69)

           Balın her biri farklı özelliklere sahip çeşitli çiçeklerden meydana geldiğini gören tıbbî tedavi uzmanları, çeşitli bal türlerini ya da bunların karışımlarını esas alan ayrı bir bilim dalı geliştirmişlerdir. Ancak bu, son dönemlerde ortaya çıkmış, yani modern bir yöntemdir. Oysa, Resulullah (AS), çeşitli hastalıkların tedavisi için balı tavsiye etmiş ve rivayetlerden de anlaşıldığına göre, bu tedavi yöntemi başarılı sonuçlar vermiştir.

1327. Kur’an’da Eyyûb Peygamber’le ilgili olarak anlatılan kıssada (Sâd: 38/42) kaplıca suyu ile tedaviden söz edilmektedir. Müfessir Taberî’ye göre tedavi edici iki ayrı su kaynağı mevcuttu: Eyyûb (AS), bunlardan birinde duş alarak yıkandı ve hastalığı iyileşti; diğerinden ise içme suyu olarak yararlandı.

1328. Kur’ân’da embriyon oluşumu ile ilgili tasvirler (Mü’minûn: 23/14; Hac: 22/5), gerek içerdikleri açık ve net ifadeler ve gerekse diğer uygarlıkların tıbbî tedavi konusunda bile pek bilmedikleri şeyler olması bakımından oldukça ilginç ve etkileyicidirler. Bu ayetlerden biri aşağıda verilmiştir:

           “Andolsun ki biz, insanı çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe haline getirdik. Sonra nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden alakayı bir parçacık et haline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir.” (Mü’minûn: 23/12-14)

1329. Kur’ân’da geçen Ya’kûb ve Yûsuf peygamberlerin kıssaları (Yûsuf: 12/84-96), bize göz hastalıkları ile ilgili bir olaydan bahsetmektedir: Ya’kûb Peygamber sevgili oğlu Yûsuf’u kaybetmiş ve üzüntü ve kederinden ağlaya ağlaya gözlerine perde inmişti. Daha sonra kendisine oğlu Yûsuf’un bulunduğu haberi getirilip, Yûsuf’un gömleğinin yüzüne sürülmesi üzerine, Ya’kûb Peygamber öylesine heyecanlandı ki, cerrahî bir müdahaleye gerek kalmadan gözleri iyileşti ve yeniden görmeye başladı. Mekke’de kendisine işkence yapılan Zinnîre’nin başından geçenler de aynı olaya bir başka örnektir (bk. İbn Hişâm): Bu kadını o derece dövdüler ki, sonunda gözleri görmez oldu. Ancak onun için gerçekte dayanılmaz olan şey, alay ve hakaret amacıyla, terk ettiği putların ceza olarak kendisini kör ettiğini söylemeleri idi. Hüzün ve keder içinde ağlayıp, bütün zühd ve takvasını toplayarak öylesine bir dua etti ki, ertesi gün kendisine işkence edenlerin şaşkın bakışları arasında tekrar görmeye başladı. Daha sonra Ebû Bekir onu satın alarak azât etmiştir.

1330. Kur’ân’ın şer’î hükümleri arasında yer alan oruç (Bakara: 2/183) üzerinde özellikle durulması gerekmektedir: Orucun tıbbî bakımdan sağladığı yararlar günümüzde giderek daha iyi anlaşılmaktadır. Öyle ki, Fransa, Almanya ve İsviçre gibi birçok ülkede özellikle bazı kronik rahatsızlıkların, her biri muhtelif süreleri kapsayan oruç tedavisiyle iyileştirildiği başlı başına bir tedavi ekolü bulunmaktadır. Oruç tutan kimselerin mide hastalıklarına pek az yakalandığı kuşkusuzdur. Orucun askeri, manevî vb. yönden sağladığı faydalar ise buradaki konumuzun dışında kalmaktadır.

Sağlık Teşkilatı

1331. Devlet Başkanı olması dolayısıyla Resulullah (AS), tebeasının sağlık işleriyle yakından ilgilenmek zorundaydı. Onun hikmet dolu talimat ve emirlerinden birkaçına değinelim:

1332. İbn Mâce ve Nesâ’î’nin naklettiklerine göre, Resulullah, tıp ve hekimlik bilgisine sahip olmayan kimselerin, hastaların tedavisiyle uğraşmalarını resmen yasaklamış ve bu hastalara verecekleri her türlü zarardan kendilerinin sorumlu olacaklarını açıklamıştır. Ebû Dâvûd da, Resulullah (AS)’ın, tabibe ödenecek tedavi ücretinin meşru olduğunu açıkladığını nakleder.

1333. Buhârî226 ve diğer hadis kitabı sahipleri, Resulullah (AS)’ın, “Veba görülen bir yerde oturanların bulundukları yeri terk edemeyecekleri, başka bölgelerde oturanların da onları ziyaret edemeyecekleri” talimatını verdiğini naklederler. Modern karantina yönteminin ta kendisi olan, bulaşıcı hastalıkların önüne geçmek için bundan daha iyi ne gibi bir çözüm olabilirdi ki!

1334. Askerî seferlere çıkıldığında, Resulullah (AS)’ın karargâhında her zaman kadın hastabakıcılar da bulunurdu. Medine’de de, bu konuyla ilgili olarak sık sık “Rufeyde’nin çadırı”ndan söz edilir. Hattâ bu çadır bazen Medine’deki büyük mescide kurulur ve yaralılar buraya taşınırdı. Her halde Rufeyde’nin sıradan bir hastabakıcı olmaktan başka özellikleri de olması gerekir. İbn Hişâm’ın ifadesine göre, bu hanım Eslem kabilesine mensup olup, hem yaralıların bakımıyla ilgilenir, hem de gönüllü olarak, sahipsiz Müslümanların hizmetine koşardı.

Resulullah (AS)’ın Tabipliği

1335. Anlaşıldığı kadarıyla Resulullah (AS)’ın yeterli derecede tıbbî bilgisi bulunmaktaydı. Gençliğinde birçok ülkeye yolculuk yapmış, Filistin’de, Yemen’de ve Güney Doğu Arabistan’daki Umân’da bulunmuştu. Kur’an’ın denize, denizciliğe ve fırtınalı havalardaki gemilerin tasvirlerine sık sık göndermede bulunmasına bakarak, kimi müfessirler, Resulullah (AS)’ın ticaret amacıyla muhtemelen Habeşistan’a gitmek için deniz yolculuğuna çıkmış olabileceğine dair görüşler ileri sürmüşlerdir. Yeğeni Ca’fer, Mekke’de uygulanan işkence ve zulümden kaçmak için Habeşistan’a sığınma isteğini ilettiğinde, Resulullah (AS) kendisine, Necâşî’ye hitaben yazdığı ve onunla bizzat tanıştığı izlenimi uyandıran bir tavsiye ve takdim mektubu vermişti. Sonuç ne olursa olsun, Resulullah (AS)’ın tıbbî konularda birçok tavsiye, öğüt ve reçeteleri bulunmaktadır. Bu hususta ciltler dolusu eserler kaleme alınmıştır. Bir yandan Buhârî, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mâce gibi büyük hadis bilginlerinin eserleri Resulullah (AS)’ın tıp anlayışıyla ilgili uzun bölümler içerirken; öte yandan, daha ilk dönemlerden itibaren İslâm Peygamberinin tabiplik ve hekimliği konusunda, çeşitli yazarlar, onu anlatan özel kitaplar kaleme almışlardır.

1336. Bildiğim kadarıyla, bu türe ait en eski derleme, H. 120’de vefat eden Abdu’l-Melik İbn Habîb’e ait olsa gerektir. İbn Hacer, İsâbe adlı eserinde onun bu konudaki çalışmasından bahseder. Brockelman (GAL) ve Kâtip Çelebi (Keşfü’z-Zünûn), Tıbbu’n-Nebî adını taşıyan ondan fazla Arapça kitap bulunduğuna işaret ederler. Bu konuda, Farsça, Türkçe, Urduca vs. gibi diğer dillerde yazılmış eserler de vardır. Bu tür eserlerin içeriğinin incelenmesi, bir tarihçiden çok bir tıp adamını ilgilendirmektedir. Bununla beraber, dikkat çeken bazı genel noktalara işaret edelim:

1337. İbn Hanbel (III, 453), bir tabibin Resulullah (AS)’a kurbağanın bünyesinde ilaç özelliği taşıyan bir maddenin bulunduğunu söylediğini, ancak Resûlullah’ın, kurbağaların öldürülmesini ve onların ilaç yapımında kullanılmasını yasakladığını nakleder.

1338. Aynı yazar,227 Târık ibn Suveyd el-Hadramî’nin durumuyla ilgili bir hadisten de bahseder (IV, 311, V, 293): Adı geçen sahabe Resulullah (AS)’a:

           “Ey Allah’ın Elçisi! bizim memleketimizde yetişen üzümlerden şarap imâl ediyoruz; bunu içebilir miyiz?”

           diye sormuş, o da bunu yasaklamıştı. Fakat Târık, emin olmak için ısrar etti:

           “Ama biz (bu şarapla) hastalarımızı tedavi ediyoruz!.”

           Resulullah (AS), alkollü içkilerle tedavi yapılamayacağını, hatta bu içkilerin bizzat hastalığa yol açtıkları cevabını vermiştir.

1339. Bu arada, her vakit namazından önce abdest alınması gerektiğini de unutmamamız gerekir. Kur’an, bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurur:

           “Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi, başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alın. Hasta, yahut yolculuk halinde bulunuyorsanız, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadınlara dokunmuşsanız (cinsel birleşme yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamışsanız temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister; umulur ki şükredersiniz.” (Mâide: 5/6)

1340. Bu arada belirtelim ki, -ister erkek isterse kadın için- sadece cinsel birleşmeden sonra değil, aynı zamanda uyku halinde iken ihtilâm olunduğunda da boy abdesti (gusül) almak gereklidir. Bunların dışında, kadınların hayız (aybaşı, regl) hallerinin sona ermesinden ve çocuk doğurduktan sonra nifâs (loğusalık) hallerinin bitmesinden sonra da gusül abdesti almaları gerekir. Cuma namazı öncesinde, bir cenazeyi defnetmek amacıyla onu gasletmeden önce, ve sâir teçhiz işlerini tamamladıktan sonra cenazeyi yıkayan kimsenin gusül abdesti alması, farz derecesinde kuvvetle emredilmiştir.

1340. Kendim bizzat görüp inceleme fırsatı bulamamakla birlikte, E. Enke’nin Die Medizin im Koran (Stuttgart, 1906, 92 s.) adlı Almanca eserine de burada işaret etmek isterim.

1342. Resulullah (AS)’ın sağlık konusunda vermiş olduğu genel talimatlara ait bazı parçaları okuyucuyla paylaşmak isterim: İbn Abd Rabbih (el-‘Ikd, VI, 271), Resulullah (AS)’ın bir hadisinde, sağlığı bozulan kimselere hava değişimini tavsiye ettiğini bildirmektedir. Yine birçok yazar, Resulullah (AS)’ın dişlerin gün içinde sık sık fırçalanması gerektiği üzerinde durduğunu belirtmektedirler. Aynı şekilde tırnakların ve saçların kesilmesi ve vücûdun mahrem yerlerindeki tüylerin temizlenmesi de hadislerde emredilmiştir. Ayrıca, her yemekten önce ve sonra ellerin yıkanması gerektiğine de işaret edilmiştir. Temizliğe teşvik konusunu Müslim, Tirmizî ve İbn Hanbel’in naklettikleri:

           “Temizlik imanın yarısıdır”

           hadisiyle bitirelim. Ayrıca, Resulullah (AS)’ın İbn Mâce’den nakledilen şu hadisinde, insanın ruhsal yapısına verilen önem de göze çarpmaktadır (bk. Nº 1438):

           “Bir hastayı ziyaret ettiğinizde ona uzun bir ömür ümidi telkin ediniz; bu onun alın yazısını değiştirmez ama hastanın sevinmesini sağlar.”

Resulullah (AS) Döneminde Görülen Bazı Hastalıklar

1343. Hadis kitaplarını karıştırırken, bazı hastalıkların isimleriyle karşılaştım. Liste tam olmamakla birlikte, o dönemde Arabistan’da rastlanan tropikal hastalıklar hakkında bir fikir verecektir:

           Beyaz cüzam (bars-): Deride beyaz lekelere yol açan bir hastalık.

           Kara cüzam (Cuzâm-): Parmakların dökülmesine yol açan cüzam.

           Karın ağrısı (batn- ): Bir tür mide rahatsızlığı.

           Migren (şakîka- ): Bir tür baş ağrısı.

           Akciğer iltihabı: (Zâtülcenb- )

           Kızıl (hasba- ): Kırmızı döküntülü bir cilt hastalığı.

           Ateş (humma- ): Şiddetli ateşin görüldüğü bir hastalık.

           Çiçek (cudrî- ): Deride çiçek şeklinde iz bırakan bir hastalık.

           Akıl hastalığı: (cünûn- )

           İshal: (meşî-)

           Göz çapaklanması: (ramd- )

           Baş ağrısı: (sudâ’- )

           Boğaz ağrısı (‘uzra- )

           Yumurtalık yangısı (udre- ) vs.

1344. Aynı kaynaklarda, ilâç olarak kullanılan çok sayıda ot adı geçmektedir. Ayrıca bu kitaplarda, bu ilâçların nasıl hazırlanıp uygulanacağı hakkında da çeşitli bilgiler yer almaktadır: Boğazdan, burundan, şayet hastanın ağzını açamadığı durumlarda dişlerin arasından vs. gibi.

1345. Tedavi amacıyla, Kur’an’daki bazı özel ayetlerin usulüne uygun bir biçimde okunmasının meşruluğu da Resulullah (AS)’tan naklen gelen hadislerde gösterilmiştir. Kur’ân tilâvetinin mümin üzerinde en azından ruhî-manevî bir yumuşama etkisi yaptığı inkâr edilemez. Ben, “kara büyü” denen belâya uğramış bir çok kimse üzerinde bunun olumlu etkilerine bizzat tanık oldum.

Bazı Tuhaf Olaylar

1346. İbn Hişâm’ın naklettiğine göre (s. 1006), Resûlullah, hasta olduğu bir gün, “yedi ayrı kuyudan alınmış bir su karışımı” ile yıkanmıştı.

1347. Yine Resûlullah, Buhârî (76/19) ve İbn Hanbel’in (2/443) naklettikleri bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:

           “Cüzamlıdan bir kaplandan kaçar gibi kaçınız.”

           Ne gariptir ki, Hansen denilen cüzam mikrobunun şekli bir kaplanı andırmaktadır. Medine’ye gelen Sakîf heyeti içinde cüzamlı biri de vardı; Resûlullah ona şöyle bir haber gönderdi:

           “Senin biat yeminini kabul ettik; (beni şahsen görmeden) ülkene dönebilirsin!” (bkz. İbn Mâce, Nº 3544; Muslim, Nº 2231).

           Halkın arasında iken böyle davranmıştı ama, bir başka defa da, Cüzamlı birini özel olarak yemeğe davet etmiş ve onunla birlikte aynı kaptan yemek yiyerek, bu hastaya şöyle demişti:

           “Allah’a güvenerek yemeğini ye!”(bkz. İbn Mâce, No. 3542).

1348. Bir defasında, çok zayıf düşmüş bazı Bedeviler Medine’ye gelmişlerdi. Resulullah (AS) bunlara deve sütünün yanı sıra idrarını da içmelerini salık verdi ve bu iş için bizzat kendisine ait olan deve sürülerinden yararlanmalarına izin verdi. Bir süre sonra bu Bedeviler, eski sağlıklarına kavuşup semirince, sürü çobanını öldürerek develeri kaçırdılar; daha sonra bunlar yakalanarak gerekli cezaya çarptırılmışlardır (Buhârî, 4: 66; Müslim 28 Nº 9, 10 vs.).

1349. Buhârî, İbn Hanbel vs. gibi muteber hadisçiler,228 günümüz tıbbını güç durumda bırakan Resulullah (AS)’ın şu hadisini naklederler:

           “Eğer bir sinek yemek tabağının içine düşer de, sadece bir tek kanadı yemeğe batacak olursa, sineği çıkarıp atmadan önce diğer kanadını da yemeğe daldırmak gerekir; zira sineğin bir kanadında hastalık, diğerinde ise bunun ilâcı vardır.”

           Acaba burada, özel bir sinek türü mü söz konusudur, yoksa sineklerin bugünkünden daha az mikrop taşıdıkları bir devir veya bölge mi söz konusudur? Muhammed (AS)’in bu talimatını folklorik ya da batıl inanca dayanan bir bilgi olarak değerlendirmeden önce, biyolog ya da tabiblerin meseleyi derinlemesine ele alarak incelemeleri çok yerinde bir hareket olacaktır. Resulullah (AS)’ın şu hadisinde ne kadar büyük bir hikmet bulunduğunu kim bilebilirdi:

           “Şayet bir köpek ağzını bir kaba daldıracak olursa, insanlar tarafından bu kap kullanılmadan önce, ilki ince temiz toprak ile olmak üzere yedi defa su ile ovulup çalkalanması lâzımdır.”

           Tıbbî imkânların bulunmadığı bir yerde, köpekteki kuduz mikrobuna karşı temiz kilden daha basit bir antiseptik olabilir mi?

1350.  Tıp ilimlerini himâyesi altına almak ve bunların teşvik etmek suretiyle Resulullah (AS)’ın izlediği bu politika çok mutlu sonuçlara yol açmıştır. Kendisi H. 11 yılında vefat etmiş ve daha H. 14. yılda, Halife Ömer (RA), Kadisiye meydan savaşı sırasında, askerlerin tıbbî ihtiyaçlarını karşılamak üzere, İslâm Ordusunun yanı sıra birçok doktor (etıbba) göndermişti (bk. Taberî, I, 2225-6).


224 A.g.e., s. 246; Buhârî, 63/45/8.

225 Belâzurî’ye (Ensâb, I, § 364-365) ve İbn Kesîr’e (Bidâyet, VII, 311) göre dünyada ilk örnekti.