๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslam Peygamberi => Konuyu başlatan: Hadice üzerinde 10 Ocak 2011, 16:13:20



Konu Başlığı: O dönemdeki toplumsal hayat
Gönderen: Hadice üzerinde 10 Ocak 2011, 16:13:20
O Dönemdeki Toplumsal Haya


1825.  Göçebelerle yerleşik hayat süren toplulukların yaşayış tarzları birbiriyle aynı değildi. Uçsuz bucaksız Arap Yarımadası’nın çeşitli bölgeleri arasında daha başka farklılıkların da bulunması gerekiyordu. Ancak bu bölümün sınırları, bizi sadece bir Müslümanın hayatını ana çizgileriyle göstermekle yetinmeye zorlamaktadır.

Doğum ve Hayatın Henüz Başlangıcındaki Törenler


1826. Her kabilenin, her bölgenin içinde bulunan yaşlı kadınlar, aynı zamanda ebelik görevini de yerine getirirlerdi. Bir çocuk doğar doğmaz, -hadislerden edindiğimiz bilgilere göre,- ailenin bir ferdi, kimi zaman da bizzat Resulullah, çocuğun her iki kulağına da hafif bir sesle, müezzinlerin her vakit namaza davet için okuduğu ezanı okurdu. Ezan, bilindiği gibi, Allah’ın ululanıp yüceltilmesini, Allah’ın Tek ve Biricik olduğunu ve Muhammed’in O’nun Elçisi olarak gönderildiğini ifade eden ve Allah’a itaate ve sonuç itibarıyla da mutluluk ve kurtuluşa çağıran ve sonunda Allah’ın Tek ve Biricik olduğunu yineleyen cümleleri kapsayan bir çağrı idi.

1827. Anne yeni doğan çocuğunu emzirmeye başlamadan önce, bebeğe, ezilmiş hurma ve bazen de bal gibi yiyecek bir şey verilirdi.670

1828. Daha sonra çocuğa bir isim koyma törenine sıra gelirdi. Çocuğa doğduğu sırada verilmiş olan bu adın, muhakkak onun insanlar arasında çağırılırken kullanılan bir ad olması gerekmiyordu. Bir kimseye seslenilirken onun kendi adı ya da lâkabı kullanıldığı gibi, “Ey filâncanın oğlu –ya da kızı” şeklinde de hitap edilmekte ve sadece babanın adı (pek seyrek olarak da annenin adı) zikredilmekte, ama hiçbir zaman her ikisinin adı aynı anda kullanılmamaktaydı. Küçük yaşlardan itibaren çocuğun, ilerde sahip olabileceği çocuğunun adı ile de zikredilerek, “Ey filâncanın babası –ya da annesi” şeklinde adlandırıldığı da olurdu ki Araplar buna “künye” demektedirler. Eğer hitap edilen kimsenin adı bilinmiyorsa, kendisine “Ey filân kabilenin kardeşi –ya da kız kardeşi” diye seslenilir; mensup olduğu kabilenin adı bilinmiyorsa sadece “Ey Arapların kardeşi –ya da kız kardeşi” denilirdi. Şunu belirtelim ki, “Filân kabilenin kardeşi” diye seslenirken kastedilen, filânın kardeşinin sülalesi değil, bizzat o kabileye adını veren kimsenin sülalesi demektir. İster yerleşik isterse göçebe olsun, her kabile bir birliktir. Her türlü resmi adlandırmalarda “Filân kabileden falanca kimsenin oğlu –ya da kızı” formülü kullanılmaktaydı. Kabile genişleyip nüfus arttıkça, yahut kabilenin içinden çok ünlü ve önemli kimselerin çıkması halinde, yaşlı ve kıdemli kabileler yeni kollara ve kabilelere ayrılmaya başlardı.

1829. İnsanlara övgü ve yergi ifade eden takma ad ve lakaplar ve daha başka yaygın isimler de verilirdi. Yukarıda belirttiğimiz gibi, bir kimseye daha küçük yaşlarda, “filânın babası” şeklinde bir künye takıldığı da olurdu. Ancak bu kimsenin ilerde gerçekten bir çocuğu olduğunda, bu çocuğa, babasının kendi çocukluğundan beri künye olarak taşıdığı ismin dışında bir ad verilir ve bu durumda baba otomatik olarak bir başka künyeye sahip olurdu. O devirde tek adı olan bir Arab’a rastlanması pek nadir idi: En az üç adı olurdu:

           1. Özel adı,

           2. Filâncanın oğlu şeklinde bir lâkabı,

           3. Filâncanın babası olduğunu gösteren künyesi.

           İnsanların bu üç gruptan başka isimlerle çağrıldıkları da olurdu. Aynı şey köleler için de söz konusudur. Kronolojik sıraya dizilmiş de olsalar hadisleri ve tarihi belgeleri incelerken, herhangi bir şahsı tanıyabilmek için, o şahısla ilgili bütün lâkap ve künyeleri bilmemiz gerekir. Zira aynı hadiste geçen bir ifadede bir şahıs bazen özel adı ile, bazen de künyesi ya da lâkabı ile anılmaktadır.

1830. Arapların İslâmiyet’e geçtikten sonra aldıkları isimler öncekilerle aynı idi. İstisnai olarak, putperestlikle ilgili adlar kesinlikle terkedilmiş ve insanı rahatsız eden ve edepsizlik ifâde eden isimlerden de kaçınılmıştır. Resulullah da, rastladığı bu tür isimlerin daha güzelleriyle değiştirilmesi için bizzat girişimlerde bulunurdu. Hattâ bazı yer adlarının bile değiştirilmesi yoluna gidilmiştir. Bir sahabenin adı Ğâvî (yanılan, hata içinde olan) idi. Resulullah ona Râşid (doğru yolda olan) adını koymuştur. Curaş dağına Keşer (yangın nedeniyle büzüşmüş, bk. İbn Hişâm) deniliyordu; Resulullah bunu, Şeker (Teşekkür eden) olarak değiştirmiştir. Daha başka olayları saymak da mümkündür.

1831.  Yaygın olan isimler arasında, taş, bitki, hayvan, renk, meyve ya da herhangi bir nitelikle ilgili adlara da rastlanmaktaydı: Hacer (Taş) bunlar arasında en yaygın olanıydı. İbn Dureyd, Arapça’da kullanılmakta olan sözcüklerin kökenlerini açıklamak için, Kitâbu’l-İştikâk adıyla başlı başına bir kitap yazmıştır. Resulullah’ın sahabeleri arasında Alkame, Evsece, Talha, Samure, Sumâme, Harmele gibi değişik bitki adları taşıyanların yanı sıra; Esed, Leys, Bekr, Sa’lebe, Sibâ, Erkam gibi çoğunlukla yırtıcı hayvan isimlerini kullananlar da bulunmaktaydı. Bir niteliği ifade eden isimlerin başında Muhammed’in “övülen, yüceltilen ve müjdelenen”, Ömer’in “insanları bir yere toplayıp orasını canlandıran”, Ali’nin “yüksek”, Ayşe’nin “yaşayan, hayat dolu”, Fâtıma’nın “süt emzirmeyi kesen”, Rukiyye’nin “küçük olduğu halde yukarı çıkmaya, yükselmeye çalışan” anlamlarına geldiğini hatırlatalım. “Kul, köle” ya da “tapınan” anlamına gelen “Abd” sözcüğü, daha çok isim tamlamalarında ön ek olarak kullanılıyordu. Önceleri bu “tamlayan” bir put ya da bir cin adının önünde yer alıyordu (‘Abd Menât, ‘Abd el-Cin gibi). Ancak İslâm’la birlikte bu kelime, Abdullah (Allah’a tapan) şeklinde ya da Allah’ın güzel isimlerinden biri ile birlikte sıfat tamlaması oluşturacak şekilde kullanılmaya başlanmıştır: Abdu’l-Hâlık (Yaradana tapan), Abd’ul-Gafûr (Affı bol olana tapan), Abdu’r-Rahmân (Çok bağışlayana tapan) vs. gibi.

1832. Çocuğun doğumunun üzerinden birkaç gün ya da birkaç hafta geçtikten sonra bir şenlik düzenlenir, bu sırada (kız ya da erkek ayrımı gözetmeksizin) çocuğun ilk kez başı tıraş edilirdi. Bu tören sırasında özellikle bir koyun kurban edilerek, bir kısmı fakirlere dağıtılır, bir kısmını da kurbanı kesenler yerlerdi. Başı ilk kez tıraş edilen çocuğun saçının ağırlığınca gümüş de yine fakirlere dağıtılırdı. Bu kutlama törenlerinin genellikle çocuğun doğumu üzerinden yedi gün geçtikten sonra yapılmasında Resulullah’ın sünneti esas alınmış ve Müslümanlara da böyle yapmaları tavsiye edilmiştir. İslâm’dan önce Araplar, kurban edilen hayvanın kanı ile çocuğun tıraş edilmiş başını ovarlardı. Resulullah bunu yasaklamış ve kan yerine safranlı suyu ikame etmiştir.671 İbn el-Cevzî’ye göre (Vefa, s. 655), Resulullah’ın ilk eşi olan Hatice validemiz, çocuğun başı ilk kez tıraş edilirken, erkek için iki, kız için bir koyun kurban ederdi.

1833. İslâm’dan önce pek eski çağlara kadar dayanan bir diğer tören de, çocuğun “sünnet” edilmesi idi. Muhammed (AS) bu uygulamayı da benimseyerek devam ettirmiştir. Bununla birlikte, Müslümanlar bu işleme Yahudilerden daha az önem vermektedirler. İslâm’da bu uygulama, Yahudilerde olduğu gibi Allah ile yapılan bir anlaşmadan çok, sağlığı koruma (hijyen) ile ilgili bir sorundur. En azından, Araplar, İslâm’dan önceki dönemlerde sahip olmakla birlikte, bu tür eski kavram ve anlayışları tamamen kaybetmişlerdir.

1834. Aile içinde kutlanan iki ayrı tören daha vardır ki, bunlar Resulullah (AS)’dan sonraki dönemlerde ortaya çıkmış olup, biri çocuğun Kur’an öğrenmeye başladığı gün, diğeri de ilk Ramazan orucunu tuttuğu gün yapılır. Kur’an okumaya yeni başlayan çocuğa önce, şükretmeye ve hayırlı duaya vesile olmak üzere, Muhammed (AS)’e ilk olarak nazil olmuş olan ve ilim öğrenmekte kalemin yararlarını açık bir dille ifade eden ayetler (Alak: 1-5) törensel bir ortamda tekrar ettirilir.

1835.  Bir toplumun hayatında evlilik daima büyük bir öneme sahip olmuştur. Bir kıza evlenme teklifi, ana-babası (ya da velisi) aracılığıyla yapılırdı. Onlar da, nişan ya da söz kesilmesine rızalarını belirtmeden önce kızla istişare ederlerdi. Resulullah (AS)’a, bir kadınla evlenmek isteyip ne yapması gerektiğini soran Muğîre ibn Şu’be’nin başından geçen olayı hatırlatalım: Resulullah ona:

           “-Kızı gördün mü?”

           diye sorunca, o da

           “-Hayır!”

           diye karşılık vermiş, bunun üzerine Resulullah (AS) şu tavsiyede bulunmuştu:

           “-Nikâhlamadan önce kızı gör! Daha sonra pişman olmaman için, böyle yapman daha ihtiyatlı bir yaklaşım olur.”672

           Câbir adlı bir başka sahabe de, evlenmek istediği kızı daha önce gizlice ve onun haberi olmadan gördüğünü ve daha sonra o kızla nikâhlandığını anlatmıştır.673 Resulullah (AS)’ın güzel bir öğüdü daha vardır:

           “Bir kadınla ya güzelliği, ya asaleti ya da zenginliğinden dolayı evlenilir. Ama siz daha çok onun dindarlığını arayınız” (bk. Ebû Dâvûd, 12/2).

1836.  Düğün töreni sırasında şarkı söyleyen kadınlar ve musikî âletleri (tef ve davul) çalan müzisyenler bulunurdu.674 Bir gün şarkıcı bir kadın:

           “Aramızda yarın ne olacağını bilen bir Resul var”

           şeklinde sözleri olan bir şarkıyı okumaya başlayınca, Resulullah onun şarkı söylemesini engelleyerek, kendisine şöyle buyurmuştur:

           “Deminki gibi, bir savaş hikâyesini ve kahramanların değerini dile getiren şarkını söyle!”

           Öyle görünüyor ki düğün gecesi genellikle “meşale alayları” düzenlenir, kimi zaman da bu tür törenlerin yapılmasından vazgeçilirdi.675 Bir gün Resulullah, akrabalarından birinin nikâh töreninden dönen hanımı Ayşe’ye hayret ve şaşkınlık içinde şöyle söylemişti:

           “- Ey Ayşe! Sizin düğününüzde ne musikî vardı ne de eğlence. Oysa Medineliler bu tür şeyleri severler.”676

           Tabii ki gelini süsleyip püslerler, saçlarını özenle tararlar ve güzel kokular sürerlerdi.677 Dîneverî’nin678 bahsettiği dârim adlı bitkinin Resulullah (AS) zamanında Mekke’de ya da Medine’de kullanıp kullanılmadığını bilmiyorum. Ancak daha sonraları kadınların siyah bir ağacın dallarını, dişlerini ovalamakta kullandıklarından, -zira bu ağacın dudakları kıpkırmızı yapan bir boya salgılamaktaydı- söz edilmektedir. Damat da, kendi nikâh töreninde pek tabiîdir ki kokusu olan sarı renkli bir tür merhem sürünürdü.679 Törene çok sayıda kimse katılırdı.680 Kaynaklar incelendiğinde, nikâhın camide icra edilmeyip, kız evine gidilerek aşağıda belirtilen şekilde kıyıldığı açıkça görülmektedir: Mahallenin hatırlı kişilerinden biri, -Medine’de kıyılan nikâhlarda Resulullah (AS)’ın bizzat kendisi- kısa bir hutbe okur ve Allah’a hamd ve senalarda bulunduktan sonra, her iki eşin birbirlerine karşı görev ve sorumluluklarından ve sahip oldukları haklardan bahseder, bu nikâh anlaşmasının tam ve mükemmel olması ve beraberliklerinin sonsuza dek sürmesi, aralarında asla zorluk ve huzursuzluk çıkmaması ve evlilik esnasında doğacak çocuklar için hayır duada bulunur ve daha sonra yeni evliler tebrik edilirdi. Törende gelinin kendisi bizzat bulunmaz, ama gerek kendisiyle evlenecek olan adam ve gerekse nikâhın koşulları ve kocanın karısına vermesi gereken mihir miktarı konusundaki muvafakati genellikle yakın akrabası olan iki şahit aracılığıyla alınıp, nikâhı kıyan kimseye bildirilirdi. Her iki tarafın da rıza ve muvafakatleri alındıktan sonra, nikâhı kıyan kimse, akdin tamamlandığını orada hazır bulunanlara ilân ederdi. Bunun üzerine, damadın başına ve çevresine kuru hurmalar ve daha başka kuru yemişler saçılır ve herkes bunları “kapışıp” neşe içinde yerlerdi. Nikâh törenine davet edilenlere düğün yemeği ikram edilirdi. Gelini evine götüren damat da, ertesi gün, kendi dostlarını ve mahallenin fakir-fukarasını velîme denilen özel bir ziyafet sofrasına davet ederdi. Resulullah (AS), bu geleneğin yaşatılmasını ısrarla tavsiye etmiştir.681 Damat, nikâhtan sonra gelini alıp yaşayacakları eve götürdüğü zaman, eşler yalnız ve tek başlarına bırakılmadan önce, kendilerine evin kapısına kadar eşlik edenlerin katılımıyla küçük bir tören daha yapılır, ailenin en yaşlı üyesi, birkaç damla temiz suyu damat ve gelinin üzerine serper ve Allah’ın onları her türlü kötülüklerden muhafaza etmesi için dua ederdi.

1837. Halife Ömer’in anlattığı şu küçük hikâyeyi hatırlatalım:

           “Biz Mekkeli Kureyşlilerin, kadınlarımıza sahip çıkıp onlar üzerinde egemen olma gibi bir âdetimiz vardı. Medine’ye hicret ettiğimiz zaman, Ensâr (Medine’nin yerlisi olan Müslümanları) topluluğu içinde ise kadınların erkeklere egemen olduğu bazı insanlar gördük. Kadınlarımız bundan etkilenmeye ve Medineli kadınların âdetlerini benimsemeye başladılar. Bir gün karıma sert bir şekilde bağırınca, o da bana aynı şekilde cevap verdi. Şaşırıp kalmıştım, çünkü ben böyle bir şeyi kesinlikle sevmezdim. O zaman bana şöyle dedi: “Benim böyle karşılık verdiğime niçin hayret ediyorsun? Yemin ederim ki, Resulullah’ın hanımları bile ona böyle karşılık veriyorlar!”682

1838. Dünyanın her tarafında olduğu gibi, kişilere ve onların mizaç ve yaratılışlarına bağlı olarak, aile hayatında mutluluğa da geçimsizliklere de rastlanmaktadır. Zengin ve varlıklı kimselerin ellerinin altında köle ya da hizmetçileri vardı; fakir ve yoksul kimseler ise her işlerini kendileri görürlerdi. Hadislerde, Medineli kadınların yün eğirdikleri öreke’den sık sık bahsedilmektedir. Bu kadınlardan bazıları, sokaklardan topladıkları hurma çekirdeklerini başkalarına satarlar veya kendi hayvanlarına (özellikle develere) yedirirlerdi. Kadınlar, evlerinin ihtiyaçlarını görmek üzere çarşı ve pazarlara çıkarlardı. Örtünme âyeti nazil olduktan sonra, kadınların örtüleriyle de olsa dışarı çıkma gelenekleri devam etmiştir. Kadınlar, camilerde cemaatle kılınan namazlara katılırlar, arkadaşlarını ziyaret ederler ve gerekli gördükleri herşeyi yaparlardı. Resulullah’ın hanımları da, dost ve akrabalarını kendi evlerine davet edip onlarla görüşürlerdi. O dönemde Kur’an ayetleri dışında okunacak fazla bir şey bulunmuyordu. Buna karşılık, şiir okuma, çeşitli konularda tarihî hikâyeler anlatma şeklinde eğlenceli toplantılar düzenlenmekteydi.

1839. Çocukların doğumu birtakım neş’eli ve eğlenceli olaylar için fırsat doğuruyordu. Onlara çeşitli oyuncaklar hediye edilirdi. Resulullah bir gün, genç hanımı Ayşe’nin eşyaları arasında kanatlı oyuncak atlar görünce, gülümseyerek “hiç atların kanadı olur mu?” deyince, Ayşe şöyle cevap vermişti:

           “Nasıl? Sen bir Resul olduğun halde, Süleyman Peygamber’in atlarının kanadı olduğunu bilmiyor musun?”

           Bu anlatım, daha o dönemde oyuncak bebek vs. yapmak üzere küçük bir seramik sanayiinin olduğunu göstermektedir. Oğlan çocuklarına ise oyuncak olarak, uçlarında sivri demiri bulunmayan ve cumme denilen ok ve yaylar hediye ediliyordu.

1840.  Aile çatısı altında, karı-koca ve çocuklarının, kocanın anne-babasının veya yakın akrabasının ve kölelerin yanı sıra, yöresel farklılıklara göre kendilerine mevlâ, halîf ya da dahîl denilen korunuklar ya da anlaşmalı kardeşler yer alırlardı. İslâm, kölelerin içinde bulunduğu koşulları ıslah etmiş ve Şeriat, köleyi efendilerin kötü muamele ve istismarlarına karşı koruma altına almıştır. Buna göre, azat edilen kölenin bile eski efendisinin aile mensupları ile belli bir hukukî bağı bulunmaktaydı. Mirasçı bırakmaksızın vefat etme durumunda, eski efendisi azat ettiği kölesinin mallarını tevarüs ederdi (aynı şekilde, köle de, eski efendisinin yasal mirasçı bırakmadan vefat etmesi halinde, terekesine mirasçı olurdu).

1841. Ölüm, ölen kişiye karşı toplumun son görevlerini yerine getirmek için bir takım törenlerin yapılmasına vesile olurdu: Ölüm döşeğindeki kimseye “Allah’ın Birliği”, “Muhammed’in O’nun Elçisi” olduğuna dair belli iman cümleleri tekrar ettirilirdi. Cihat ederken şehit olanlara normal defin işlemleri yapılmazdı: Bu gibilerin cenazeleri, Allah’ın huzuruna aynen bu şekilde çıkabilmeleri için, yıkanıp kefenlenmeksizin defnedilirdi. Normal olarak, ölen kişinin cesedi yıkanır, kefen denilen kat kat bezlere sarılır, cenaze namazı kılınır ve şu şekilde mezara yerleştirilirdi: İslâm’ın henüz başlangıç yıllarında, en azından Medine’deki uygulamaya göre, kabir kuzey-güney yönünde kazılırdı. Namazda yöneldiğimiz kıble yönü olarak Kâ’be’nin belirlenmesiyle birlikte, mezarlar, ölünün başını sağ tarafa çevirdiğinde Ka’be’yi görecek şekilde kazılmaya başlandı. Aynı şekilde, diğer yerlerdeki Müslümanlar da, bölgelerinin yeryüzündeki konumuna göre muhtemel yönlere doğru mezarlarını kazarlar. Mekke’deki mezarlarla Medine’deki mezarlar arasında bir fark vardı (bunlara sırasıyla darîh ve lahd denilmektedir683). Cenaze mezara indirilirken, sürekli olarak “Bismillâhi âlâ dini Resulihi” (Allah’ın adıyla ve O’nun Elçisinin dini üzere) cümlesi söylenirdi. Ölü tabut içinde defnedilmezdi. Kefene sarılmış olan cenaze toprak üzerine uzatılarak, önce başının örtüsü açılıp sağ tarafa çevrilir ve sağ yanağı toprağa konulur, daha sonra sol yanak ve baş kısmı dışarıdan bakıldığında tamamen örtülecek ve sağ yanak doğrudan doğruya toprağa temas edecek şekilde kefen beziyle kapatılırdı. Resulullah’ın nâşı ise, kabirin zeminine serilen kırmızı kadifeden684 bir örtü üzerine yerleştirilmiş ve mezarın içine kazıda çıkan topraklar yeniden yerleştirilip kabir tekrar kapatılmadan önce, atılacak topraklar Resulullah’ın mübarek naşına temas etmemesi için, kabrin enine olmak üzere kalın tahtalar ve kapak biçiminde özel taşlar yerleştirilmişti. Mezarın üzerine yeşil bir ağaç dalı dikilir ve cemaat dağılıp gitmeden önce iman ile ilgili şu cümleler yüksek sesle tekrarlanırdı:

           “Sana “Rabbin kim, Resulün kim, dinin nedir, imanın şartları nelerdir gibi sorular yöneltildiğinde sakın korkma ve şöyle cevap ver: “Rabbim Allah’tır, Resulüm Muhammed’dir, dinim İslâm’dır, Kâ’be kıldığım namazlarda yöneldiğim kıbledir. Âhiret Günü’ne, tekrar diriltileceğime, hesaba çekileceğime, Cennet ve Cehennem’e inandım, iman ettim.”

           Daha sonra, kabristandan çıkıp gitmeden önce, cenazenin ardından hayır dualarda bulunulurdu.

1842. Birkaç yıl sonra Medine’de ve Mekke’de cenazeleri gömecek yer kalmayınca, önceki mezarlar yeniden açılarak cenazeler buralara yerleştirilmeye başlanmış ve bu sayede, bu iki kutsal şehrin mezarlıklarının daha da genişleyerek meskûn mahallere kadar taşmaları önlenmiştir.

1843. Resulullah’ın tavsiyesi üzerine, evlerinden cenaze çıktığı için yasa gömülmüş bulunan ailenin komşuları, geleneğe göre, bu aileyi yaslı günlerinde mutfağın can sıkıcı işlerinden uzak tutmak için, üç gün boyunca onlara yemek hazırlarlardı.

1844. Fakirlere dağıtılan sadakalar dışında, ölünün ruhunu şad etmenin bir başka yolu da arkasından hayır dua etmekti. Resulullah, yılda bir kez olmak üzere (Şa’bân ayının 15. günü), kabirleri ziyaret edip oralarda yatan ölüler için dua etmeyi âdet edinmişti.

Oturulan Evler ve Yaşayış Tarzları

1845.  Henüz Resulullah (AS) hayatta iken, Mekke’de olduğu gibi Medine’deki evlerin de en azından bir üst katı bulunmaktaydı. Resulullah (AS)’ın müstakbel karısı Hatîce, evinin bu üst katlarından birine çıkarak, idaresi altındaki kervanla Suriye’den Mekke’ye dönmekte olan müstakbel kocası Muhammed (AS)’i uzaktan gözlerdi. Resulullah, Medine’ye ilk geldiği günlerde, ziyaretçilerinin çokluğu dolayısıyla, Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evinin alt katına yerleşmişti. Hattâ ev sahibi bir gün, yukarda bir su kabını devirmiş ve suların Resulullah’ın üzerine dökülmemesi için kendi yatağının örtüsü ile suyu kurulamıştı. Mekke’de kerevet yahut divan tarzında yataklar kullanılırdı. Medine’de ise odanın tabanına şilte serilirdi. Öte yandan, zengin bir Medinelinin bir gün Resulullah’a yatması için kendi kerevetini gönderdiği de kaynaklarda belirtilmektedir.685 Resulullah’ın daha sonraları ailesi mensupları için inşa ettirdiği evin üst katları yoktu; evin içinde sade bir biçimde hazırlanmış yatak odaları ile birkaç koyunun beslendiği küçük bir avlu yer alıyordu. Resulullah’ın evindeki avlunun dış duvarı, hurma ağaçlarının dallarından yapılmış olup, meraklı bakışların içerde olup bitenleri görmemeleri için, ayrıca deri ile kaplanmıştı.686 Örneğin Ayşe annemizin dairesinin kapısı bir tek parçadan yapılmıştı (Samhûdî, 2. bs., s. 458). Gecenin karanlığında kadınların tabiî ihtiyaçlarını gidermeleri için, her bir kabileye ait boş ve ıssız arazi parçaları bulunduğundan da bahsedilir. İçinde oturulan evlerde de tuvalet ihtiyacını gidermek için ayrı odalar bulunurdu. Ancak, anlaşıldığı kadarıyla, kullanıldıktan sonra hizmetçilerin boş araziye boşalttıkları oturaklar da kullanılmaktaydı.

1845/1. Samhûdî’ye göre (2. bs., s. 256), Medine’ye gelişinden yaklaşık beş ay sonra Resulullah, Medine’nin yerlileri olan Ensâr ile Mekkeli Muhacirler arasında meşhur kardeşlik anlaşmasını gerçekleştirdi: Bu olaydan sonra da kendisi, Ebû Eyyûb’un evinden ayrılarak, kendisi için Mescid-i Nebevî’nin hemen yanı başında inşa edilmiş dairelere ailesi mensupları ile birlikte yerleşti. Başlangıçta (bk. Samhûdî, a.g.e., s. 344), biri hanımı Sevde’ye ve diğeri ise henüz zifafa girmediği nikâhlı eşi Ayşe’ye ait olmak üzere sadece iki daire olduğundan söz edilir. Ama gerçekte üçüncü bir dairenin de bulunduğunu ve buralarda henüz evlenmemiş iki kızının, yani Ümmü Gülsüm ve Fâtıma’nın oturduğunu da hatırlatmak gerekir. Gerçekten de Samhûdî (s. 466) bu olaydan dolaylı olarak bahseder ve Resulullah’ın kızı Fâtıma’nın dairesi ile hanımı Ayşe’ninki arasında pencereli bir duvarın bulunduğunu ve Resulullah’ın buradan kızlarıyla sürekli olarak görüşüp konuşabildiğini belirtmektedir. Bedir savaşından kısa bir süre sonra Ümmü Gülsüm, bu daireyi boşaltıp kocası Osman’ın yanına gitmiştir. Fâtıma, Ali ile evlendikten sonra burada ikinci çocuğu Hüseyin’in doğumuna kadar (H. 4) oturabildiğine göre, burada yeterli miktarda kalacak yer bulunmakta idi. Kaynukalıların, Medine’den ayrılmalarından sonra, Resulullah, bunların boşalttığı ve Sûk Benû Kaynuka mahallesinde bulunan, kendi evine beş yüz metre uzaklıktaki evlerden birini onlara vermiş, Ali de ailesiyle birlikte buraya taşınmıştır. Buhârî’de geçen birçok hadiste (34/46/5, vs.), Resulullah’ın, torunlarını ve kızı ile damadını ziyaret etmek için bu eve geldiği belirtilmektedir. Fâtıma’nın boşalttığı dâire, daha sonra Resulullah’ın misafir odası (Zevr) haline getirilmiştir. Muhtemelen burasını Ayşe’nin dâiresinden ayıran duvar da yıktırılmıştır.

1845/2. Resulullah’ın inşâ edilen yeni dâirelerine geçmesinden 10 ay kadar sonra, kıble yönü Kudüs’ten Mekke’ye, yani kuzeyden güneye döndürülmüştür (İbn el-Cevzî, Vefâ, s. 260). Bizzat Ayşe’den gelen bilgilere göre (bk. Samhûdî, 2. bs., s. 463), Resulullah’ın Ayşe ile zifafı, Kıble yönünün değiştirilmesinden önce ve Resulullah’ın öldüğünde defnedildiği odada gerçekleşmişti. Yani, Kıble değişikliği sırasında sadece Mescid-i Nevebî’nin duvarında değişiklik yapılmış, başlangıçta Mescid’in sağ tarafında ve arka tarafında bulunan dairelere dokunulmamıştır. Kıble değişikliğinden sonra ise bu daireler otomatik olarak Mescid’in soluna ve ön tarafına geçmişlerdir. Önceleri Resulullah (AS), mihraba varabilmek için Mescid’in avlusundan boydan boya geçmek ve hutbeyi dinleyecek olan cemaatin saflarının önünden geçmek zorunda kalıyordu. Yeni düzenlemeye göre ise, cemaate imamlık yapmak üzere Ayşe’nin dairesinden çıkıp hemen birinci safın önünden doğruca mihraba varıyordu. Yeni evlilikler nedeniyle, Resulullah’ın dairelerinin sayısının artırılması gerekmişti. Samhûdî (a.g.e., s. 402) ve İbn Cevzî’ye (a.g.e., s. 257) göre, Ensar’dan Hârise ibn en-Numân adında cömert ve fedakâr bir sahabe, Mescid’in hemen bitişiğinde sahip olduğu arsadan gereken miktarda bir parçayı yeni dairelerin inşası için bağışlamıştı. Bilindiği gibi Resulullah’ın dokuz hanımı ve iki cariyesi vardı. Bu iki cariye, Kuba taraflarında biraz uzakça bir semtte, ama ayrı ayrı otururlardı. Hanımlarından Safiyye, Dâru Usâme’de otururdu (Samhûdî, a.g.e., s. 460). Bu durumda, sekiz hanımı için ve bir de ziyaretçi ve misafirler için kullandığı dokuz dâire bulunuyordu. Dairelerin hepsi de bitişik ve Mescid’in sol tarafında idiler. Ayrıca, üzerinde ikinci bir kat bulunan başka bir dâireden bahsedilir. Burası, aynı zamanda içinde gıda maddeleri, silâh vb. eşyanın saklandığı, Devlet Hazinesi (Beytu’l-Mâl) olarak da kullanılan meşhur Meşrebe (alîye, ‘Ulliye, Gurfe, Hızâne) idi. Buranın korunmasından ve yönetilmesinden Bilâl Habeşî sorumlu idi. Bir defasında Resulullah, bütün hanımları ağız birliği etmişçesine, kendilerine verilen istihkakın artırılması talebinde bulununca, onların yanından ayrılmış ve bir ay boyunca bu Meşrebe’de kalmıştı. Buraya hurma kütüğünden oyularak açılmış basamakları olan portatif bir merdivenle çıkılırdı. Yeri tam olarak belirlenebilmiş değildir. Görünüşe bakılırsa, yeni kıblenin tam tersi istikametteki eski kıblenin bulunduğu yerde ve Resulullah (AS)’ın hanımlarının oturduğu dairelerin arkasına bitişik bir konumda idi.

1845/3. Mescid-i Nebevî, başlangıçta kare şeklinde, eni ve boyu birbirine eşit olarak tasarlanmıştı. Sağ, sol ve son cemaat mahallinde olmak üzere üç kapısı vardı. Bu sonuncu kapının yeri, Kıble yönünün Mekke’ye çevrilmesi sırasında değiştirilmek zorunda kalınmıştı. En büyük ve ana kapı, batı tarafında olup, herhalde Ka’be’nin ana giriş kapısını hatırlatması için buraya Bâbu’s-Selâm (Esenlik Kapısı) adı verilmiştir. Bu kapı Medine’nin büyük çarşısına açılıyordu. Ebû Bekir’in evi Bâbu’s-Selâm’ın bitişiğinde bulunuyordu. Osman’ın evi güneyde, Ömer’inki ise, rivayete göre, Mescid-i Nebevî’nin kuzey tarafında idi. Resulullah’ın hanımlarından Safiyye’nin kaldığı Dâru Usâme adı verilen ev de, görünüşe bakılırsa aynı yönde bulunuyordu. Mescid’in doğuya bakan kapısı, Resulullah’ın hanımlarının oturduğu daireleri ikiye ayırmaktaydı. Gerçekten de kaynaklarda belirtildiğine göre (İbn Zebâle, Samhûdî, 2. bs., s. 543’den naklen), Ayşe ve Hafsa’nın daireleri arasında bir geçit bulunmaktaydı.

1845/4. Resulullah’ın bütün dairelerinin kapıları doğrudan doğruya Mescid’e açılıyordu ve başka bir yerden dışarıya çıkış imkânı yoktu. Kıble değişikliğinden önce, içinde oturulan bu daireler, en azından eşi Sevde ile kızları Ümmü Gülsüm-Fâtıma’ya ve Ayşe’ye ait olanlar Mescidin arka tarafında kalıyor ve kapıları da avluya bakıyordu. Kıble yönünün değişmesinden sonra bu kapılar, doğrudan doğruya içinde namaz kılınan salona bakmaya başladılar. Anlatılmaya çalışılan bu arka plana bakarak, İbn Hanbel (2/26, 4/369), Tirmizî (50/70) gibi hadis yazarlarının şu anlatımına bir göz atalım: “Bir gün Resulullah, Ali’nin (ve tabii Resulullah AS’ın hanımlarının da) oturduğu daireninki dışında, Mescidin içine açılan bütün kapıların kapatılmasını emretti. Böylece, Resulullah için olduğu kadar, Ali için de “Mescid”e gusül abdesti almaksızın girmesine izin verilmiş oldu (Tirmizî, 50/72). Bunun sebebini anlamak kolaydır: Halkın Mescid’e ön taraftan girmemesi gerekiyordu, zira bu durum, cemaatle namaza durmuş olan insanları rahatsız edecekti. Ali ise, Resulullah’ın damadı olarak, Resulullah (AS)’a ait dairelerden birinde, eşi Fâtıma ile birlikte, kendilerine ayrılan dairelerden birinde oturmaktaydı. Kendisinin gusül abdesti almak vb. ihtiyaçlarını gidermek için, Mescidin cemaatle namaz kılınan kısmından başka dışarı çıkabileceği bir kapı yoktu. Aynı şey Resulullah için de geçerli idi. (Bütün bu “karmaşık durumlar”, Kıble yönü değiştirildikten sonra ortaya çıkmıştı.) Ancak Ali, kısa bir süre sonra eşini ve çocuklarını alıp Sûk Benû Kaynukâ’daki yeni evlerine taşınacaktır.

1845/5. Resulullah’ın sahip olduğu erkek ya da kadın köleler meselesi birçok kez gündeme gelmiştir. Resulullah (AS) azat ettikten sonra bile, bunlar azatlı köle (mevlâ) olarak onun ailesi ile birlikte yaşamaya devam ediyorlardı. Peki bunlar, nerede ve hangi koşullarda yaşıyorlardı? Bunların dışında, Enes ibn Mâlik gibi esasen hür olan yardımcılar da vardı. Resulullah’ın Medine’ye Hicret etmesi üzerine, ailesi henüz on yaşında bir çocuk olan Enes’i Peygamberimize takdim ederek şöyle demişlerdi:

           “Çocuğumuz (Enes), okumayı da yazmayı da bilir; onu şahsî hizmetlerin için kabul ederek bizi onurlandır.”

           Enes şöyle buyuruyor:

           “Ben vefatına kadar, gece-gündüz, Resulullah’ın yanında kaldım.”

           Başka bir anlatımda ise, çıkılan yolculuk ve askerî seferler sırasında Resulullah (AS)’ın ailesini konaklayacakları yere yerleştirmekle ve binek hayvanlarına bindirip indirmekle görevli başka bir mevlâ’dan daha bahsedilmektedir. Bir de meşhur kadın sahabe Ümmü Eymen gerçeği vardır (bkz. İbn ‘Abd el-Berr, İstî’âb, “Bereket ve kadın maddeleri” Nº 26): Bu hanım sahabenin geceleyin bile Resulullah’ın yatak odasına serbestçe girmesi için izin verilmişti. Yine aynı hanım, Resulullah’ın geceleyin idrarını yaptığı (ağaçtan veya topraktan yapılmış) bir kabı götürüp boş araziye boşaltıyordu. Aynı şekilde, Resulullah’ın hanımı Ayşe’nin de Berîre adlı azatlı bir kölesi vardı. Bu arada, Resulullah (AS)’ın yatağa düştüğü son hastalığı sırasında, gecenin geç bir vaktinde çağırıp kabristana kadar kendisine eşlik etmesini istediği Ebû Muveyhibe’den de söz etmek icap eder: Bu çıkışları sırasında Resulullah (AS), daha önce kaybettiği sevgili sahabeleri için Allah’tan af ve mağfiret talebinde bulunmuştur. Belâzurî’nin Ensâbu’l-Eşrâf adlı eserinde, Resulullah’ın köleleriyle ilgili ayrı bir bölüm vardır. Bunlar sürekli olarak Resulullah’ın hizmetini görürlerdi. Peki bunlar geceyi nerede geçirirlerdi? Resulullah (AS)’ın mütevazı dairelerinde hizmetçilere ait odaların bulunduğuna dair bir bilgi yoktur. Belki de barınacak yeri olmayan erkek köleler ve mevlalar, geceyi Mescid-i Nebevî’nin Suffe kısmında geçiriyorlardı. Kadın hizmetliler için ise, Resulullah (AS)’ın bizzat geceyi yanında geçirmediği hanımlarından birinin odasında bir köşeye sığınarak uyuma imkânları vardı. Ya da Resulullah’ın dairelerinin hemen yanı başında bu hizmetliler için ayrılmış mütevazı barakalar bulunmaktaydı? Kaynaklarda bölme bir durumdan hiç söz edilmemektedir.

1846. Yemekler, hurma dal ve yapraklarından örülmüş hasırlar üzerinde ve yer sofrasında yenirdi. Çoğunlukla ağaçtan yapılmış sandıklar, tabaklar, maşrapa ve diğer mutfak eşyaları bilinip kullanılmaktaydı.. Parmaklarla yemek yenirdi; ayrıca Resulullah’ın yemeğini yiyip ellerini yıkadıktan sonra bir havluyla kurulandığından bahsedilmektedir.687

1847. Yenilecek şeylerle ilgili sınırlamalar aşağıdaki ayetle belirlenmişti:

           “Ölmüş hayvanların etleri, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar –ölmeden yetişip kestikleriniz dışında- dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çıkmaktır…”688

           Bütün bu yasaklar, Arapların İslâm’dan önceki dönemlerde tüketmekte oldukları yiyecekler üzerine konulmuştu. Daha önce de hiç yemedikleri yırtıcı hayvanlar, leş yiyen kuşlar, yılanlar, köpekler, kediler, kurbağalar vs. gibi hayvanlar ve zehir gibi sağlığa zararlı diğer bütün şeyler âyetlerde hiç belirtilmemektedir. Araplar deve eti yerlerdi ve Resulullah bununla ilgili değişik bir hüküm getirmemiştir.

1848. O dönemin yemek çeşitleri arasında, öncelikle Resulullah’ın çok sevdiği serit (tirit)’i sayabiliriz. Arapça sözlüklerin açıklamasına göre bu, muhtemelen et suyu ile yapılan bir tür çorba içinde kaynatılmış ekmekten oluşan bir yemek idi. Muhammed (AS)’in sevgili hanımı Ayşe ile ilgili şöyle bir sözü nakledilir:

           “Tıpkı serid’in diğer bütün yemek çeşitlerinden üstün olması gibi, Â’işe de diğer bütün hanımlara baskın çıkar.”

           Mekke şehri, Tâ’if gibi verimli ve bitek bir yaylanın hemen yanı başında kurulu olmak gibi bir üstünlüğe sahipti. Medine de oldukça bereketli ve sulak bir ovadır ve burada bol miktarda sebze, meyve ve diğer ziraî ürünlerin yanı sıra, özellikle daha Resulullah zamanında bile çok sayıda çeşidi bulunan hurma yetiştirilmektedir. Hanımı Ayşe’nin belirttiğine göre, Resulullah tatlıyı (helva) ve balı da çok severdi (bk. Buhârî, 70/32, 74/40/2). Yine Ayşe’nin naklettiğine göre (İbn el-Cevzi, Vefa, s. 601), karpuzu henüz sarımtırak renkteki hurma ile birlikte, salatalığı da üzerine tuz ekerek yerdi. Koyun ve deve eti başta olmak üzere, kızartılmış ya da haşlanmış et de çok tüketilirdi. Yumurtadan da bahsedilmektedir. Bir defasında Resulullah (AS), bir askerî sefer sırasında, o dönemde Arabistan çöllerinde hala rastlanan bir hayvan olan devekuşunun yumurtasını yemiştir. Bazı bölgelerde bol miktarda rastlanan yaban eşeği avına da çıkılırdı. Ancak Resulullah, ehlî eşek etinin yenilmesini yasaklamıştır. Samhûdî’nin ifadesine göre (2. bs., s. 1248), Medine civarındaki göl ve su birikintilerinde bol miktarda güzel balık türleri bulunmaktaydı; ancak bu durumun Resulullah döneminde de böyle olup olmadığı açıkça belirtilmemektedir. Buhârî (64/65, 72/12) ve Müslim (34/17, 18, nº 1935) ve diğer kaynaklarda anlatıldığına göre, bir sefer sırasında, yiyecek sıkıntısı yaşayan İslâm Ordusu, deniz kıyısında bir anber (balina?) balığı bularak onsekiz gün boyunca bunun etiyle beslenmiş ve döndüklerinde bu etten bir parça da Resulullah’a ikram etmişerdi. Bu balık o kadar büyüktü ki, devesi üstünde bir insan, balığın kaburga kemikleri arasından rahatça geçebiliyordu.

1849.  Resulullah’ın hanımı Ayşe, daha sonraki yıllarda şöyle bir hadis nakletmektedir:

           “Resulullah’ın sağlığında eleğimiz yoktu; değirmenden çıkan unun kepeğini ayırmak için üzerine üfler, sonra ekmek yapardık.”689

           Demek ki insanlar o dönemde has ekmek tüketiyorlardı

1850. Giysilere gelince: Kadınlar, genellikle üzerlerine geniş bir kaftanla birlikte uzun bir üstlük (pardösü) giyerlerdi. Sokağa çıktıklarında, yüzlerini bir peçe ile ya da kaftanlarının kenarlarıyla örtüyorlardı. Kuşkusuz bunlar imkânları doğrultusunda altın ya da gümüş takılar takınmayı da çok seviyorlardı; bu takılar, hemen oralarda bulunan Benû Kaynukâlı Yahudi sanatkârlar tarafından yapılır ya da Suriye, Irak, Mısır gibi komşu ülkelerden ithal edilirlerdi. Erkekler ise, genellikle başlarına sarık sararlar, bellerini ise topuklarına kadar uzanan ve genellikle dikişsiz bir tür peştamal ile sararlardı. Gömleğin yanı sıra, nadir de olsa pantolon giyerlerdi. Çünkü Resulullah, namaz sırasında rükû ve secdeye varıldığında vücudu daha iyi örttüğü için, sahabelerine bu tür dikişli elbiseler giymelerini hararetle tavsiye etmiştir. Erkekler ise sokağa çıktıklarında ya da törenlere katılmak için üzerlerine genellikle yensiz üstlük ya da manto türünden şeyler alırlardı.

1851. Yıkanmayı çok severlerdi. Ancak o devirde yıkanma işi umûma açık halk hamamlarında değil, evlerde yapılırdı. Resulullah (AS), günde beş vakit namaz öncesinde abdest almayı, Cuma namazından önce de gusül (boy) abdesti alınmasını emretmiştir. Resulullah (AS) şöyle buyurmuştur:

           “Temizlik din’in yarısıdır.”690

1852. Güneş doğmadan önce cemaatle kılınacak olan sabah namazına yetişebilmek için erkenden kalkılırdı. Öğleyin, yemekten sonra hafif bir şekerleme (kaylûle) yapılırdı ki bunun Arapların adetlerinden biri olduğuna Kur’an’da da işaret edilir.691

1853. Araplar koku sürünmeyi çok severlerdi. Evlerin güzel kokması için buhur ve günlük ağacı yakılırdı. Resulullah’ın evinde misk, kâfur, amber, ûd (öd) gibi ağaçların yongaları yakılır ve çıkan güzel kokulu dumanlarla ev tütsülenirdi.692 Muhammed (AS)’in şu meşhur hadisini hepimiz biliriz:

           “Şu dünya hayatından bana (iki şey) hoş gösterildi: Kadınlar ve güzel koku; Ancak namaz, benim gözümün nûrudur (benim için en hoş olanıdır).”693

           O döneme ait edebî eserlerde birçok parfüm türünün adına yer verilmektedir. Bunlardan en çok bilineni, safranla yapılan halûk’dur. Aden bölgesi, bu sanayinin en büyük merkeziydi ve hatta dış ülkelere ihracat bile yapmaktaydı. Muhtemelen ticaret kervanları ve gezginler komşu ülkelerde üretilen birçok kokular da getiriyorlardı. Birçok içkiye, hatta içme suyuna bile koku veren maddeler katıyorlardı. Kur’an’ın bir ayetinde:

           “Cennetteki şarabın içine kâfur katılmış ve şarap şişesinin mührü de misk olacaktır.”694

           buyurulmakta ve Araplarca çok iyi bilinen görkemli bir yaşantıya mecaz yoluyla işaret edilmektedir [Bu arada, İslâm’ın her türlü alkollü içkiyi açık ve kesin bir dille yasakladığını da hatırlatalım. Resulullah’ın sağlığında, Müslümanlar bu ilâhî kurala genellikle uyuyorlardı. İhlâl edenlere pek az rastlanırdı. Bunları cezalandırmak için, Resulullah nalını695 ile kamçılanmaları (had vurulması) yoluna giderdi]. Bizzat Kur’an, Allah’ın kullarına, üzerinde “meyvelerin ve salkımlı hurma ağaçlarının, yapraklı dânelerin ve hoş kokulu bitkilerin”696 bulunduğu toprak da dahil olmak üzere bağışladığı onca nimetten bahsederken, güzel kokuya da değinmiştir. Aynı zamanda Kur’an, yakut, rengârenk değerli taşlar, inciler, mercanlar ve diğer lüks eşyalardan, örneğin altın, gümüş ve değişik türde ipeklilerden (harîr, sundus, istibrak) de bahsetmektedir.

1854.  Kadınlar ellerini boyamak için bol miktarda kına ve gözleri için de özellikle ismid cinsi sürme kullanırlardı. Erkekler de sürmeyi ilâç olarak kullanırlardı. Resulullah’tan şöyle bir hadis nakledilir:

           “İsmid (sürme) kullanınız! Zira o, kirpikleri güçlendirir ve görme yeteneğini artırır.”697

           Diş temizliğine de çok dikkat edilir ve bu amaçla bazı bitkilerin dal ya da köklerinin fırça haline getirilmesiyle elde edilen misvaktan yararlanılırdı.

1855.   Yaşlıların saçlarını boyamaları da pek yaygındı. Resulullah’ın dedesi, Yemenli bir prensin kendisine hediye etmiş olduğu bu tür bir boyayı getirtmiş, ancak siyaha boyanmış saçlarıyla, doğup büyüdüğü şehirde bile kimse kendisini tanıyamamıştı. Ancak genellikle Araplar, saç ve hattâ sakallarını siyaha boyamaktan çok, kızıllaştırmak için kına kullanırlardı.698


670 İbn Sa’d, 2/i, s. 77.

671 İbn Hişâm, s. 758, 761; İbn Hanbel, III, 102.

672 Buhârî, I: 6, vs.

673 Théophane, I, 504, (Niebuhr baskısı)

674 Nicéphore, s. 13, Paris baskısı. Ayrıca bk. G. Weil, Muhammed der Prophet, Stuttgart, 1843, s. 198-200, n. 309; Sprenger, Das leben u. D. Lehre des Mohammed, III, 261, n. 1.

675 İbn Hişâm, s. 971-2.

676 Vesâ’ik, Nº 26, vs.

677 İbn Hanbel, III, 113; Belazurî, Fütûh, s. 461.

678 Kenzu’l-Ummâl, V, 5685.

679 Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, “Dihye” maddesi (Topkapı Saray Ktp. Elyazması).

680 İbn Hişâm, s. 975.

681 Zonaras, Epitomae Historiarum, Epit. XIV, 17: 12-27, s. 214-216.

682 Suheylî, II, 321.

683 Aynî, Umde, I, 116; İbn Hacer, Feth (Buhârî hk), I: 6; Kastallânî, Mevâhib, II, 291.

684 İbn Ebî Zer, er-Ravdu’l-Kırtâs, Fas baskısı, 1305, s. 167-9.

685 İbn Fazlullah, et-Ta’rîf, s. 62.

686 Kettânî, et-Terâtîb, I, 156-68.

687 Bk. Arabica dergisinde konu ile ilgili yayınlanan makalem, II/1, 1955, s. 97-110, ayrıca bk. Resulullah (AS)’ın Altı Orijinal Diplomatik Mektubu adlı kitabımın 167. paragrafı (Türkçe Çev. Dr. Mehmet Yazgan, Beyan Yayınları, 1990).

688 Muhabber, s.458-61.

689 Christensen, Sassanides, s. 87.

690 A.g.e., s. 101.

691 Tenbîh, s. 186.

692 Christensen, s. 274 vd.

693 Muhabber, s. 369.

694 Lisân, bk. “Tı-Nûn-Cim” maddesi.

695 Isfahanî, Egânî, XII, 48-49.

696 Ayrıntılar için bk. Muhabber, s. 195-196.

697 Makrızî, İmtâ’, (Köprülü elyazması), s. 1665; Ya’kubî, II, 47.