๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslam Peygamberi => Konuyu başlatan: Hadice üzerinde 13 Ocak 2011, 08:07:38



Konu Başlığı: Muhammed a.s in öğretisinin kuşaklara aktarılması
Gönderen: Hadice üzerinde 13 Ocak 2011, 08:07:38
Muhammed (AS)’in Öğretisi’nin Korunarak Sonraki Kuşaklara Aktarılması


1125. Muhammed (AS)’in öğretisiyle ilgili belli başlı ayrıntıları ele almadan önce, öyle görünüyor ki, günümüzde Resulullah (AS)’a ait olduğu ileri sürülen şeylerin doğruluk ve gerçeğe uygunluğuyla ilgili birkaç söz söylememiz yararlı olacaktır. Bu konu, eski peygamberlerle ilgili tarihsel verilerin, az çok karanlık ya da zayıf oluşundan çok daha önemlidir. Bilindiği gibi, Muhammed (AS) hakkında bütün bildiklerimiz, yani onun hayatı, fiil ve hareketleri, sözleri, onun genel davranış biçimi ve etrafındakilere öğrettikleri ile ilgili her şey, esas itibariyle yazı ile tespit edilmiş olan şu iki kaynakta toplanmış durumdadır: Bu kaynaklar, Kur’an ve Hadis (Sünnet)’tir. Aşağıda bu kaynaklarla ilgili bazı açıklamalar verilmeye çalışılmıştır.

İslâm’da Kölelik

1120. Çok şükür ki kölelik kurumu bugün artık dünyanın hiçbir yerinde mevcut değildir. İslâm’ın bu konuya yaklaşımını bir kaç kelimeyle belirtmekte yarar vardır. İlk Müslümanlar, bütün dünyaya yayılmış olan bu uygulamayı kendileri icat etmemiş, aksine önceki kuşaklardan devralmışlardı. İslâm’a göre kölelik, ne bir cezalandırma yolu ve çaresi, ne de bir takım ekonomik kaygılarla kendisinden yararlanılmaya çalışılan bir savaş ganimetidir. Bu kölelik müessesesi esas itibariyle –ki tek başıma da olsam benim görüşüm budur- insanlığa hizmet amacı güden, âcizlerin barındırılıp hallerinin düzeltildiği bir “ıslah evi” gibi bir şeydir. Bu durumda olanların halleri düzeltilir, entelektüel ve maddî anlamda kendilerini yetiştirip geliştirmeleri için her türlü imkân kendilerine sağlanır, daha sonra da onları özgürlüklerine kavuşturması için bu defa köle sahibine bazı yükümlülükler getirilir; kanunun öngördüğü belli kültür ve bilgi seviyesine ulaşmış olmaları koşuluyla köleler, isterlerse özgürlüklerini satın alabilirler. Bu, işin bir yanıdır; öte yandan Kur’an, kölelerin serbest bırakılması için sadece öğüt ve tavsiyelerde bulunmakla kalmamış, aynı zamanda İslâm Hükümetlerine, her yıl devlet bütçesine kölelerin azat edilmesi için ödenek ve fonlar koyma zorunluluğunu da getirmiştir (bk. Tevbe: 9/60). Ayrıca Kur’an, kölelerle ilgili olarak şu “zorunlu azat etme” kuralını da getirmiştir:

           “…Sağ elleriniz altında bulunanlardan (köle ve cariyelerden) kölelikten azat edilme sözleşmesi (mükâtebe) yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir hayır (yetenek ve güvenilirlik) görüyorsanız, hemen mükatebe yapın. ALLAH’ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin…” (Nûr: 24/33)

1121. Hiç şüphe yok ki bir kölenin İslâm’ı kabul etmesi, hâkimin bu köleyi azat etmesi için sahibine bir yükümlülük getirmesinde en kuvvetli sebeptir. Bu durumda köleye bir meslek icra edip kazanç sağlama imkânı sağlanacağı için, takdir edilen uygun bedeli sahibine ödeyebilmek ve böylece özgürlüğünü satın alabilmek için para biriktirmeye başlar. Kur’an, Müslümanları köle azat etmeleri konusunda teşvik etmektedir (Beled: 90/13; Bakara: 2/177). Diğer ayetlerde de,39 bazı durumlarda Müslümanların nakdî bir ceza (sadaka) ödeme ya da bir köle azat etme hakkına sahip oldukları beyan edilmektedir. Son olarak bir başka ayet de,40 savaşta düşmana esir düşen Müslüman ve gayrı müslim yurttaşların fidyelerinin yanı sıra, İslâm Devletinde kölelerin azat edilmesi ile ilgili ödemelerin de, Devletin zorunlu harcamaları arasında sayıldığına işaret etmektedir. Daha evvelce de belirttiğimiz gibi, savaş sırasında düşman safları arasında esir olarak bulunan kimseler de, İslâm ordusuna sığınıp teslim oldukları ve İslâm’ı kabul ettikleri takdirde, kendiliklerinden özgürlüklerini elde etmiş sayılmışlardır. İbn Sa’d’e göre, Muhammed (AS), Ramazan ayı geldiğinde, elinde ne kadar esir varsa, bir sadaka ve bir iyilik olmak üzere, hepsini azat ederdi (bk. Yukarıda § 459).

1122. Köleliğin temelinde savaş ve onun doğurduğu sonuçlar yatmaktadır. Kur’an’a, Resulullah (AS)’ın sünnetine ve İslâm fıkıhçılarının oybirliğiyle ortaya koydukları görüşlere göre, İslâm Ordusu’nun başkomutanı, -uluslararası, karşılıklı iki ülke arası ya da evrensel nitelikli bir anlaşmanın bulunmaması durumunda-,

           (1) karşılıksız olarak serbest bırakma,

           (2) kurtulmalık (fidye) karşılığı yahut savaş esirlerinin mübadelesi şeklinde,

           (3) ya da onları köle statüsüne sokma gibi, savaş esirlerinin kaderini tayin etmekte mutlak bir yetkiye sahiptir.

           Komutanın yetki sınırları içindeki bu üç seçeneği sınırlandırmak için, İslâm, uluslararası bir uzlaşmanın imkân ve meşruiyetine de imkân tanımıştır. Artık bugün bu kölelik kurumunun yeryüzünde mevcut olmadığını, ancak İslâm hukuku çerçevesinde böyle bir uygulamanın meşru sayılmasının da gerçek bir insanî ihtiyaca cevap vereceğini burada sevinerek tekrar etmek istiyorum: Her şeyden önce, kendisi ile savaş halinde bulunulan ve bu kölelik kurumuna henüz son vermemiş bir millete karşı, kalkıp da köleliği tek taraflı olarak yürürlükten kaldırdığını ilan etmek anlaşılmaz bir şey olurdu. Öte yandan, köleler, genellikle her şeyini, ailesini, evini barkını, geçim kaynaklarını kaybetmiş, bir tür “yerlerinden, yurtlarından olmuş insanlar” topluluğunu oluşturuyorlardı. Kendilerine bir çatı altı temin edecek ve maddî bakımlarını üstlenecek olan, onların Müslüman sahibi idi. Dahası, benim kanaatime göre, kendi kendilerini ıslah etmeyi reddeden ve insanlık dışı alışkanlık ve gelenekleri sürdürmekte ısrar eden topluluklar, günümüzde de vardır. Acaba bu topluluklara, hatalı ve yanlış tutumlarını yavaş yavaş görmelerine olanak sağlayacak, daha güvenli ve daha gelişmiş bir ortam ve çevre sağlamak suretiyle, biraz zorla da olsa onları doğru yola sevk etmek gerekmez mi? Bu tür toplumlarda zulüm ve kana susamışlığın başını alıp gitmesi, kimi insanların doğuştan sahip oldukları bazı özellikleri nedeniyle hor görülerek körü körüne “dokunulmaz” ilan edilmesi, bazı insanların sadece derilerinin rengi yüzünden linç edilmesi ya da açıkça haksızlığa maruz kalması vb. gibi insan haklarına tecâvüz kapsamına giren birçok fiil, halledilmesi gereken sorunlar yumağı olarak ortada durmaktadır. Hatta, eğer yer yüzünde hâlâ bu tür akıl almaz ve insanlık dışı uygulamalar varsa, bunlara karşı uluslar arası kuruluşların gözetiminde bir kölelik kurumunun oluşturulmasını düşünüyorum.

1123. Biz tekrar konumuza dönelim: Bir kadın köle (cariye) açık ve kesin bir nikâh akdi olmaksızın, sadece efendisinin emir ve hizmetine bağlıdır. Çünkü, evlilik (nikâh) durumunda erkek hanımının vücudu üzerinde sadece bir yararlanma hakkına sahip iken, kadın kölenin sahibi, cariyesinin şahsı üzerinde de bir mülkiyet hakkına sahiptir. Diğer bütün insanlar, hattâ efendinin kendi oğlu bile bu câriye ile cinsel ilişkiye girmekten kesinlikle men edilmişlerdir. Bir efendi, kendisinden çocuk dünyaya getirmemiş olan bir câriyeyi satabilir. Efendi, cariyenin bir başka erkekle nikâh akdi yapmasına da izin verebilir; ancak bu durumda efendi, bu cariye ile bir daha karı-koca hayatı yaşayamaz. Eğer nikahlanan her iki taraf da köle ise, doğan çocuk da köle olur. Sadece kocanın köle olması halinde, çocuklar hür kimseler olarak anaya tâbi olurlar; sadece annenin köle olması durumunda, doğacak çocukların o câriye kadının efendisine ait olmayacağı konusunda efendi ile önceden anlaşmış olmak gerekir. Câriye bir kadının kendi efendisinden olan çocukları hür olarak doğarlar ve bu kadın artık “çocuklu anne” sıfatını alır. Hukuken bu, efendinin bundan sonra o cariyesini satamayacağı ve ne şekilde olursa olsun, onu her hangi bir erkeğe veremeyeceği, hatta efendisi onu hayatta iken azat etmemişse, onun ölümüyle birlikte cariyenin kendiliğinden hürriyetine kavuşacağı anlamına gelmektedir. İslâm hukukunda nikâhlı hür bir zevce ile bir câriye arasındaki en temel fark, cariyenin efendisi konumundaki kocasından, nikâhlı hür bir eş gibi miras alma hakkına sahip olmamasında görülür.41

1124. Yukarıda gördüğümüz gibi, Resûlullah’ın da birkaç kölesi vardı. Erkek kölelerin hemen tamamını azat etmişti.42 Kadınlar konusunda ise, Umm Eymen adlı bir cariyesi olduğunu ve onu, kendi kölelerinden Zeyd’le nikâhladığını biliyoruz. Reyhâne ve Mâriye ile ilgili olarak da gerekli açıklamalarda bulunduk.43 Buraya kadar verdiğimiz bilgiler, biyografik yönden yeterli olsa gerektir.

Sağ elinin sahip olduğu

1116. Bu deyimle kastedilen genellikle kölelerdir. Onların İslâm’daki hukukî statülerinden bahsetmeden önce, Muhammed (AS)’in (Kur’an’ın izniyle) sahip olduğu kadın kölelerden (cariyelerden) bahsedelim.35

1117. (a) Reyhâne: Medine’deki Yahudi Kurayza kabilesine mensup bir hanımdır. Bu kabile ile yapılan bir savaş sonunda, Muhammed (AS)’in payına ganîmet olarak düşmüştür. Bazı tereddütlerden sonra İslâm’ı kabul etmiştir. Bunun üzerine Muhammed (AS) ona nikâhlanma önerisinde bulunmuş ve böylece özgürlüğüne kavuşacağını söylemiş, o ise şu cevabı vermişti:

           “Beni nikâhlamaktansa cariyen olarak al! Ben bir câriye kadın olarak kalmayı yeğlerim, zira hür müslüman kadınlar gibi başıma örtü ve yüzüme peçe takmak istemiyorum.”36

           Muhammed (AS) de buna rızâ göstermiş ve böylece o, eski evinde oturmaya devam ederek, Medine şehrine bile gelip yerleşmemiştir. Resulullah (AS) Veda Haccı’ndan döndükten kısa bir süre sonra, H. 10. yılında da vefat etmiştir (bk. Samhûdî, II. bs., s. 309).

1118. (b) Mâriye: Mısırlı Hıristiyan bir hanımdı. (Bazı yazarların belirttiği gibi o, belki de Kopt soyundan, kız kardeşi Şirin’in adından yola çıkarak da yine muhtemelen İran asıllı idi. Diğer kaynaklar ise annesinin Grek olduğundan bahsederler.37 Muhtemelen babası, Mısır, İranlılar tarafından fethedildiğinde, Hıristiyan bir Grek kadın ile evlenmiş bir İranlı idi.) H. 7 yılında Mısır’daki “Koptların Büyük Başkanı,” Resulullah (AS)’ın gönderdiği İslâm’a davet mektubuna bir yazı ile cevap vermiş ve aralarında bu köle kadının da bulunduğu bir çok hediye göndermişti. Resulullah (AS) bu hediyeleri kabul etmiş, Mâriye de daha sonra İslâm’a geçmişti. Kaynaklar, bu sırada bir nikâh teklifinin yapılıp yapılmadığından söz etmezler. Mariye, ilk hanımı Hatice (yukarıda No: I) dışında, Resulullah (AS)’a bir erkek evlat (İbrahim) doğuran tek kadındır; ancak bu çocuk küçük yaşta vefat etmiştir. Bu birliktelik, diğer bütün cariyeler için de bir nimet teşkil etmiştir; zira Resulullah (AS)’ın şöyle bir açıklamada bulunmuştu:

           “Şayet bir cariye, sahibinden bir çocuk dünyaya getirirse, sahibi onu daha önce azat etmemiş olsa bile, onun vefat etmesiyle birlikte o kadın kendiliğinden azatlı (hür) hale gelir.”38

           Kendisinden sonraki İslâm toplumu için bir örnek oluşturmak üzere, Resulullah (AS)’ın böyle bir “cariye ile evlilik” hayatı da sürmesi gerekmiştir.

1119.  Resulullah (AS)’ın hayatını anlatan ilk kaynaklarda belirtilen cariyeler sadece bunlardır. Reyhâne hakkında fazla bir bilgi verilmemekle birlikte, bir çocuk dünyaya getirmesi nedeniyle Mâriye, efendisi Resulullah (AS)’ın vefatı üzerine kendiliğinden hür bir hanım haline gelmiştir:



36 İbn Hişâm, s. 75.

37 Belâzurî, Ensâb, I, 102. paragraf

38 İbn Kuteybe, Ma’ârif, s. 313 (Avrupa nüshası)

39 Belâzurî’ye göre (Ensâb, I, § 116), Kusayy, şehre içme su sağlamak için el-’Acûl adıyla bir kuyu da kazdırmıştı.

40 Kur’an’ın 106. (Kureyş) suresini, Nizamu’d-Din el-Kummî’nin Garâ’ibu’l-Kur’ân adlı tefsiri ile birlikte değerlendiriniz; İbn Sa’d, Tabakât, I/I, s. 42-76; Ya’kûbî, Tarih, I, 280-282, vs.

41 İbn Hişâm, s. 88.

42 İbn Hişâm, s. 71 vd.

43 Belâzurî, Ensâb, I, § 125.