๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslam Peygamberi => Konuyu başlatan: Hadice üzerinde 14 Ocak 2011, 14:17:06



Konu Başlığı: Medine dışındaki yahudiler
Gönderen: Hadice üzerinde 14 Ocak 2011, 14:17:06
Medine Dışındaki Yahudiler


Hayber

960. Hayber, Medine’nin kuzeyinde yer alır. Burasını arkadaşlarımla ziyaret ettiğimde, arabamızın kilometre sayacı Medine’de 36949, Hayber’de ise 37133’ü gösteriyordu ki, bu yaklaşık 184 km.lik bir mesafe olduğu anlamına gelir. Hayber, volkanik ovalarla çevrili geniş bir vahadır. Vadiler ve bölgenin yağışlı iklimi burada sulama kanallarının inşasına imkân sağlarken, derelerden çağlayan kaynak suları da burada çiftçilerin imdadına yetişmektedir. İslâm’ın yayılmaya başladığı sıralarda, Hayber 20.000 savaşçı çıkaracak bereketli bir yer idi. Biraz ilerde de göreceğimiz gibi, burada yedi sekiz tane müstahkem kale bulunmaktaydı. Bunlar arasında Kamus adını taşıyan ve Merhab ibn el-Hâris’e ait olduğu bildirilen bir kale Hısnu Merhab adıyla bugün hala ayaktadır ve buradaki Suudî Arabistan valisi tarafından lojman olarak kullanılmaktadır.

961. Hayber’in tarihsel kökeni hakkında elimizde herhangi bir bilgi mevcut değildir. Bugüne kadar ele geçen en eski belge Harran’da bulunmuş olan ve MS 568 yılına ait bir kitabe olup, üzerinde, Hayber kalesinin yıkılmasından bir yıl sonra yazıldığı bilgisi yer almaktadır.1276 Bildiğimiz kadarıyla bu yıkım işi Gassan hükümdarı el-Hâris ibn Ebî Şamir Cebele’nin düzenlediği bir sefer sırasında gerçekleşmiştir.1277 Bizans’ın koruması altındaki bu hükümdarın Hayber’e neden böyle bir sefer düzenlediği ise bizce meçhuldür. Bu olaydan altmış yıl sonra burada sadece Yahudiler yaşamaktaydı. Yoksa burada oturan Arap nüfus el-Hâris tarafından tamamen saf dışı mı bırakılmıştı? İslam’dan önce Hayber zengin bir ticaret merkezi olarak bilinmekteydi: Örneğin, Mekkeliler düğün törenleri için büyük ziyafet tencerelerini ve kadınların mücevher ve takılarını kira yoluyla Hayberlilerden sağlarlardı. Bir defasında mücevherler kaybolmuş ve Hayberlilere onbin altın dinar tutarında tazminat ödemek zorunda kalmışlardır.1278

962. Hayber bölgesi nemli bir yer olduğundan burada sıtma hastalığı yaygındı. Eski insanlar bu bulaşıcı hastalıktan nasıl kurtulacaklarını bilmedikleri için, yabancılar bu bölgeye seyahat etmeye çekinirlerdi. Bu yörede oturan Yahudilere kötü iklime rağmen sağlıklı olmalarının sırrı sorulduğunda, onlar alaylı bir biçimde, şehre girerken durup on kere eşek gibi anırmak gerektiği cevabını verirlerdi. Saf yürekli Bedeviler onların sözüne inanır ve Hayberlileri büyük bir zevke gark eden bu sihirli sesleri çıkartırlardı. Buna ta’şîr (onlama) denilirdi. Ancak ünlü Arap şairi ‘Urve es-Sa’âlik bir istisna teşkil etmiş ve eşek gibi anırarak gülünç duruma düşmektense sıtmaya yakalanarak ölmeyi tercih ettiğini belirten dizeler kaleme almıştır.1279

963. Bu konuyla ilgili bir başka hikaye de şudur: En büyük salgın hastalıklar, Araplara göre Süreyya takım yıldızının batışı ile doğuşu arasına rastlayan dönemdir. Onların “ulusal doktoru” (tabîbu’l-’Arab) şöyle diyordu: “Bana Süreyya takım yıldızının batışı ile doğuşu arasını emniyetli kılın, ben de size yılın geri kalan kısmını sağlıklı kılayım.” Hayberli Yahudilere “Hayber’de sağlığınızı nasıl koruyorsunuz?” diye sorulduğunda, onlar: “Şarap içerek, sarımsak yiyerek, yüksek yerlerde oturarak, alçak ve basık vadilerden uzak durarak ve Süreyya takım yıldızının batışından doğuşuna kadar Hayber’den dışarı çıkarak” diye karşılık verirlerdi.1280

964. Şu anlatım ise daha az önem taşımaktadır: Bir gün, Resulullah (AS)’ın sahabesinden Ebû Hureyre, arkadaşlarını yeni moda olmuş giysiler içinde görünce onları şöyle uyardı: Siz bugün bu taylasân’larla Hayberli Yahudilere benzemişsiniz.1281

965. Rivayete göre1282, Resulullah (AS)’ın büyük dedelerinden Hâşim, Hayberli bir Yahudi kızıyla evlenmiş ve ondan iki oğlu dünyaya gelmişti: Seyfî ve Ebû Seyfî. Bu hanım Hâşim’in kardeşi Abdu’l-Muttalib’le de evlenmiş (ancak yazar bunun önce mi sonra mı olduğunu açıklamaz) ve ondan da Mahrama adında bir oğlu olmuştur. Mahrama da Dâse adında bir başka Hayberli Yahudi kızıyla evlenmiş ve ondan Kays adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. Aynı yazar, İslam’dan önce Mekkelilerce nikahlanan Medineli Yahudi kadınların durumu hakkında da bilgi vermektedir.

966. Abdu’l-Muttalib’in, şayet Allah kendisine on erkek çocuk verirse bunlardan birini kurban edeceğine dair adağıyla ilgili hikayeyi biliyoruz. O bu konuda kâh Medine’de kâh Hayber’de oturan bir kahin kadına başvurmuştu.1283

967. Medineli Benu’n-Nadîrlerin buraya göçmesiyle, Hayber’deki Yahudi nüfusu hem sayıca artmış, hem de servetçe daha zenginleşmiş oldu. Bu yeni gelenlerin Hendek Savaşını çıkararak İslam Devleti’ni yok etme girişimleri boşa çıktıktan sonra bile, halkın sahip olduğu güç ve kudret etkisini hiç kaybetmedi. Klasik İslam Tarihçisi Sarahsî, bu konuda şöyle derin bir tespitte bulunmaktadır:

        “Mekkelilerle Hayberliler arasında bir uzlaşma vardı: Şayet Muhammed (AS) bu iki topluluktan birisi üzerine yürüyecek olursa, diğeri Medine’ye hücum edecekti. O zaman Resulullah (AS), Hayber üzerine yürüyeceği sırada, bu cepheyi güven altına almak için, Mekkelilerle bir barış anlaşması (Hudeybiye) imzaladı.”


        Medine’nin, Mekke ile Hayber’in tam arasında yer aldığını biliyoruz. Hudeybiye Anlaşmasından hemen sonra, Müslümanlar bu sürekli ve görünür tehditten kurtulmak için Hayber’e karşı savaş hazırlıklarına başladılar (H. 7 yılı Muharrem ayı).

968. Müslümanlar yolda Gatafânlıların arazisinden geçtiler. Bunlar Hayberlilerle müttefik oldukları için, Resulullah (AS) kendilerine, tarafsız kalmaları karşılığında bir miktar Medine hurması vermeyi önerdi. Ancak onlar bunu reddedip, Hayber’i savunmak üzere kuvvetli bir askerî birliği yola çıkardılar. Bunun üzerine Resulullah (AS) güzergâhını değiştirip, Gatafânlıların oturduğu bölgenin tam merkezine yöneldi. Askerî güçler Hayber’e gönderildiği için burada geriye sadece kolay bir ganimet olabilecek durumdaki kadınlar, çocuklar ve sürü hayvanları kalmıştı. Haberi öğrenen Gatafânlı birlik derhal Hayber’den kendi memleketine döndü ve harekat tamamlanıncaya kadar da yerinden hiç kıpırdamadı.1284 (Olaylar daha sonra şöyle gelişti: Hayber’in fethinden sonra, Resulullah (AS) dönüş yolu üzerinde bulunan Gatafânlıların arazisinden geçtiği sırada, onlar kendisine bir heyet göndererek, Hayber Savaşında tarafsız kalmaları karşılığında vermeyi vaat ettiği hurmaları ondan istediler. Onların bu şekilde zoraki hareketsiz kalmış olmalarının gönüllü bir tarafsızlık anlamına gelip gelmediğini bilmiyoruz ama, Siyer kitabı yazarı Şe’mî’nin bildirdiği gibi Resulullah (AS)’ın gönderilen heyeti huzurundan kovmuş olduğuna da şaşmıyoruz.

969. Kuşatmacılara karşı kendilerini savunabilmek için ellerinin altında mancınıklar da bulunan Hayberli 20.000 savaşçının,1285 bu seferde Muhammed (AS)’ın komuta ettiği İslam Ordusu karşısında tutunamamış olması gerçekten şaşırtıcıdır. Müstahkem kaleler birbiri arkasına teslim oldular.1286 Ele geçen ganimetler arasında Müslümanların yararlandığı tahıl ürünü stokları da bulunuyordu. Bir gün, bu hisarlardan birinden 20-30 kadar eşek çıktı ve Müslümanların eline geçti. Herhalde ortalığı kasıp kavuran açlık nedeniyle bunları kesip pişirme hazırlıklarına giriştiler. Oradan geçmekte olan Resulullah (AS), onların bu halini görünce, her türlü işte kullanılan ehlî bir eşeğin etini yemenin İslam’da haram olduğunu belirterek, içindekilerle birlikte tencerelerin devrilmesini emretti (Makrîzî, I, 317). Kalelerin Hayberliler tarafından teslimi sırasında yapılan görüşmelerde, Resulullah (AS) şu konularda uzlaştı:

        “Canları bağışlanacak, aileleri hiçbir şekilde incitilmeyecek, üzerinde taşıdıkları dışında bütün giysilerini, arazilerini, paralarını, silahlarını ve kumaşlarını Resulullah (AS)’ın yararlanmasına bırakarak çıkıp gidebilecekler ve ondan hiçbir şeyi gizlemeyecekler.”1287

        Ebû Dâvûd’da geçen metin ise bazı küçük farklılıklar içerir:


        “Hayber seferi sırasında Resulullah hurmalıkları ve tarlaları ele geçirip kaleleri kuşatınca, burada oturanlar, altın, gümüş ve silahların Resulullah (AS)’a bırakılması, bunun yanı sıra Hayberlilerin, hiçbir şeyi gizleyip saklamaksızın, yük hayvanlarının taşıyabileceği her şeyi beraberlerinde götürebilecekleri, aksi takdirde her türlü himaye ve güvenceyi kaybedeceklerini kabul ettiler.”

970. Durum ne olursa olsun, bölgenin tamamen İslam idaresine geçmesi üzerine, vahanın bakımsızlıktan bir çöle dönüşmemesi için yeni bir tüzük yürürlüğe konuldu. Çünkü, Ebû Dâvûd’un da belirttiği gibi, Müslümanlar arasında çiftçilikle uğraşan pek kimse yoktu. Buna göre, yerli halk, yeni ve kesin bir karar alınıncaya kadar, ziraî gelirlerinin yarısını her yıl İslam hükümetine vermek koşuluyla, yerlerinde bırakıldı.1288 Daha sonra hasat sırasında ürünleri paylaştırmak için Medine’den bir memur gönderilmiş, yerli çiftçiler bu memuru boş yere yanıltmaya çalışmışlardır. Tahsildarın izlediği adaletli yöntemden memnun kalan çiftçiler şöyle söylemişlerdir:

        “İşte bu yüzden gökler yere düşmüyor!”1289

971. Hayber Anlaşmasının imzalanmasından kısa bir süre sonra, yenilgiye uğrayan halk tüm medenî haklarını elde etmeye başlamıştır. Tarihi belgelerde okuduğumuza göre, bazı Müslüman askerler hala bahçe ve hurmalıklara girerek, hiçbir ödemede bulunmaksızın ürünlerden yemeyi sürdürüyorlardı. Yahudilerin şikâyeti üzerine Muhammed (AS) adamlarına, derhal bölge ahalisine ait olan hiçbir şeye kesinlikle el sürmemelerini emretmiştir.1290

972. Aynı şekilde, ganimet olarak ele geçirilen Tevrat nüshaları Yahudilere geri verilmiştir.1291

973. Kuşatma sırasında Hayberli bir köle-çoban İslam ordugâhına sığınarak, İslam’ı kabul etti. Resulullah (AS) ondan, efendisine ihanet etmemesini ve beraberinde getirdiği hayvan sürüsünü yerine teslim ettikten sonra karargâha geri dönmesini emretti.1292 Makrîzî’nin yazdığına göre (bk. İmtâ’, I, 312-313), bu çoban geri döndükten sonra, Yahudilere karşı başlatılmış olan savaşa katılmış ve şehit düşmüştür.

974. Bu sefer sırasında bazı Müslüman askerleri (belki de Yahudi kadınlarla ?) belirli süreler için (mut’a) nikâh akdi yapmışlardı. Bunun üzerine Resulullah (AS), kiminle olursa olsun geçici nikâh (mut’a) yapılmasını yasakladı.1293 Muhammed (AS) bu arada Yahudi-Müslüman ilişkilerini düzeltmek için etkili bir çareye başvurdu ve Hayberli genç bir dul olan Safiye’yi kendisine nikâhladı. Bu kadın sürekli olarak kendi gayrı müslim akrabalarına yardım etmeye devam etmiş, hatta tarihçilerin ifadesine göre,1294 ölümü halinde, 100.000 dirhem tutarındaki servetinin üçte birinin o sırada hala Yahudi dini üzerinde bulunan yeğenine verilmesini vasiyet etmiştir.

975. Hayber bölgesine tam bir özerklik tanınmıştır. Bununla birlikte, Hakem ibn Sa’îd’in, diğer bölgelerin yanı sıra1295 aralarında Hayber1296 ve Fedek’in de bulunduğu Kurâ Arabiyye1297 bölgesine Müslüman vali olarak atandığına işaret edilmektedir. İbn Sa’d’e göre Hayber bölgenin en güzel şehriydi. Burada yetiştirilen ürünler atasözlerine bile geçmiştir.1298 İbn Hanbel’in verdiği bilgiye göre (5/244), Resulullah (AS) bir defasında buraya, elde edilen ürünün üçte biri ya da dörtte biri oranındaki hazzu’l-arz adlı arazi vergisini tahsil etmek üzere Mu’âz ibn Cebel’i –muhtemelen ilk vergi tahsildarı ‘Abdullah b. Revâha’nın vefatından sonra- de göndermiştir. Genç Mu’âz, aşırı cömertliği nedeniyle iflas etmiş ve Resulullah (AS), evine varınca dek onun her şeyini satmak zorunda kalmıştır. Bunun üzerine Resulullah (AS) kendisini Suffe’ye yerleştirmiş ve onu, burada toplanan yoksulların (demek ki Mu’az da yoksuldu) günlük ihtiyaçlarında kullanmaları amacıyla hayırseverlerin sadaka olarak getirip Mescid-i Nebevî’nin duvarlarına astıkları hurma salkımlarının korunması ve bakımı işiyle görevlendirmiştir (Samhudî, 2. bs., s. 1265). Mu’az’ın böyle yeni bir muhafızlık görevine getirilmesi, kendisinin yeniden doğru düzgün bir hayata başlamasını temin etme amacına yönelikti. Nitekim Resulullah (AS), Hayber’den sonra onu Yemen’e vali olarak gönderecektir.

976. Öyle görünüyor ki, bazı Yahudiler, bu bölgede Ömer’e ait bazı arazilerin çıkardığı sorunlar yüzünden, bütün taşınmaz mallarını satıp bu toprakları terk etmeyi yeğlemişlerdir. Bizzat Resulullah (AS)’ın sahip olduğu araziler ise1299 muhtemelen, İslam hukuku çerçevesinde sahipsiz topraklar kapsamına girmişlerdir.

977. Müslüman bir tüccar, Hayber’de bulunduğu sırada faili meçhul bir cinayete kurban gitmişti. Resulullah (AS) yöre sakinlerine mektup göndererek, kan diyetinin ortaklaşa ödenmesini emretmiş, ancak onlar suçsuz olduklarına yemin edince, sonunda Resulullah (AS) kurbanın yakınlarına Devlet hazinesinden ödeme yapmak durumunda kalmıştır.1300

Vâdi’l-Kurâ


978. Hayber’e pek fazla uzakta bulunmayan Vâdi’1-Kurâ, Arap ve Yahudilerin yanı sıra birçok kabile tarafından iskân edilmiş durumdaydı. Belazurî’nin verdiği bilgiye bakılırsa,1301 Resulullah (AS), Hayber’den ayrıldıktan sonra Vâdi’l-Kurâ üzerine yürümüştür. Özellikle sığınmış oldukları müstahkem kalelerde (utûm) gösterdikleri bir günlük bir direnişin ardından (bk. Samhûdî, II. bs, s. 1328), bölgedeki Yahudiler, Hayber halkının kabul ettiği aynı koşullara boyun eğmişlerdir: Buna göre toprak mahsullerinin yarısının (% 50) vergi olarak İslâm Hükümetine ödenmesi gerekiyordu. Resulullah (AS) buraya vali olarak ‘Amr ibn Sa’îd’i tayin etmiştir.1302 Hayber halkının başına gelenler, civar bölgelerdeki diğer Yahudi ahalinin de aynı koşullara bağlı olması sonucunu doğurdu. Benû Uzre Yahudileri buna bir örnektir.1303 Resulullah (AS), Uzre kabilesinden Hamza’ya, İslam’a girdiğinde tımar olarak Vâdi’1-Kurâ’da geniş araziler bağışlamıştır.1304 Yine H. 9 yılında, aynı bölgede geniş arazilere sahip bir hanımdan bahsedilir.1305

Fedek

979.  Vâkıdî, Medine ile Hayber arasındaki bölgede yaşayan ve özellikle atların koşum takımlarını yapmakla ün yapmış (Samhûdî, II. neşir s. 1245) Fedekli Yahudilerin, Hayberlilerin yardımına koşmak üzere toplanıp bir araya geldiklerini; bunun üzerine Resulullah (AS)’ın H. 6 yılı Şa’bân ayında onlara karşı Ali’nin komutasında bir askerî birlik gönderdiğini nakleder.1306 Oysa Hayber savaşı bu tarihten beş ay sonra, yani H. 7 yılının Muharrem ayında cereyan etmiştir. Acaba yine bu yazarda daha önce sıkça karşılaştığımız bir hesaplama yöntemi farklılığı mı söz konusudur? İbn Hişâm’a göre,1307 Fedek halkı Hayberlilerle aynı koşulları içeren bir barış anlaşması yapmak üzere Resulullah (AS) nezdinde bir heyet göndermişlerdir. Bu bölgeden elde edilen gelirler, diğer bazı devlet giderleri de dahil olmak üzere, daha sonra Muhammed (AS)’ın aile fertlerinin harcamalarına tahsis edilmiştir. Sadece Ebû Dâvûd’da yer alan bir anlatımda (Sünen, 19: 33-35, “Gayrı Müslimlerin sunduğu hediyeler” Bölümü), bir gün Fedekli Başkanın Resulullah (AS)’a hediye olarak kumaş ve tahıl yüklü dört deve gönderdiği, Resulullah (AS)’ın da bu hediyeleri kabul ettiği belirtilmekte ve başka bir bilgi verilmemektedir.

Teymâ


980. Arabistan’ın en kuzeyinde bulunan Teymâ. şehri, M. VI. yüzyılın neredeyse tamamını kapsayan Arap edebiyatında bir çok hatıra ve olaylara sahne olmuş bir yerdir. Arkeolojik kazı ve araştırmalardan çıkarılan ve Hıristiyanlık öncesi antik döneme ait bilgiler ise burada hiç bir şekilde bir Yahudi tesir ve izinin bulunmadığını göstermektedir.

981. İkinci Asur İmparatorluğunun kurucusu III. Tiglath-Pileser (M.Ö. 745-727) Kuzey Arabistan’ı istilâ etmişti. İmparatorluk tarihiyle ilgili yıllıklarda (sâlnâme), M.Ö. 728 yılında bu hükümdarın Temai (Teymâ) şehri ile Mas’ai ve Seb’ai kabilelerinden vergi olarak altın, deve ve baharat tahsil ettiği belirtilmektedir.1308 Bundan iki yüzyıl sonra, son Kalde kralı Nabonidus (M.Ö. 559-539) burada bir eyalet konağı inşâ ettirdiği zaman, bu şehir yeniden önem kazanmıştır. Çivi yazısı ile yazılmış bir kitabeye göre, tahta çıkışının üçüncü yılında Nabonidus, Têmâ (Teymâ) hükümdarını öldürüp bu kez kendisi aynı vâhaya yerleşti.1309 (Bu konu ile ilgili bir diğer kitabe için bu bölümün sonuna bakınız).

982. Pierre de Taimâ (Teymâ kitabesi) adıyla günümüzde Louvre/Paris) Müzesi’nde sergilenen M.Ö. V. yüzyıla ait bu kitabede gerçekten de çarpıcı ifadeler yer almaktadır. Arâm dilinde çiviyazısı ile yazılan bu kitabede, bir dîn adamı tarafından Hacem’li Selem adında bir putun Teymâ’ya nasıl getirildiği ve bundan sonra kurduğu tapınağa nasıl bağışlar yapıp burada babadan oğula geçen dîn hizmetleri ihdas ettiği anlatılmaktadır.1310

983. Teymâ’daki Yahudi nüfuz ve tesiri muhtemelen M.S. VI. yüzyıla kadar dayanır. Arapça başvuru kaynaklarımızda, Samuel ibn ‘Adiyâ adında, Teymâ’da büyük üne sahip bir müstahkem konakta oturan Yahudi bir hükümdardan bahsedilir. Bu Samuel sadece Arapça bilirdi ve onun kaleme aldığı şiirler bir divan (antoloji) halinde toplanarak Beyrut’ta yayınlanmıştır. Gerek dil ve gerekse düşünce bakımından bu şiirlerde onu bir Araptan ayırt etmek mümkün değildir. Belki de kendisi İsrail Oğullarından olmayıp Yahudileşmiş bir Araptı. O dönemlerde Araplar, temeli animizme dayanan bir dini bırakıp Allah inancına dayanan başka bir dine geçmek istiyorlardı. (Zû Nuvâs da bu dönemde Yahudiliğe girmişti. Sonuç itibarıyla, Samuel (Samev’el) Arapçada “Samuel’den daha sâdık” deyiminin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Nitekim, aşağıda da göreceğimiz gibi o bunu gerçekten hak etmişti:

984. Onun oturmakta olduğu müstahkem konağa el-Ablak (alaca)1311 ve bazen de el-Ablak’ul-Ferd (yegâne alaca) adı veriliyordu. Belki de burası çeşitli renkte taşlarla inşa edilmiş bir saraydı. Teymâ, Medine’ye 7 günlük uzaklıkta, etrafı surlarla çevrili ve el-’Ukayra gölü üzerine kurulmuş bir şehir olup, içinde çok sayıda hurma, incir ve asma bahçeleri bulunuyordu. Tarihçi el-Bekrî’nin verdiği ek bilgiye göre,1312 buradaki konak Süleyman Peygamber (Salomon) tarafından inşâ edilmişti. Bu konuda kendisini desteklemek üzere büyük şair el-A’şâ’dan bir şiir de nakleder. Arap şâirlerinin en meşhuru İmru’ul-Kays, Samuel’in çağdaşıdır. Bir gün bu şâir Teymâ’ya gelerek bütün taşınabilir eşyalarını, özellikle de silâhlarını Samuel’e emanet etmiş ve 540 yılında Bizans İmparatoruyla buluşmak üzere Ankara’ya doğru yola çıkmıştır. Kendisi bu şehirde öldürülmüş olup, kabri bugün bile Ankara’da gösterilmektedir). Bunun üzerine Gassân Hükümdarı el-Hâris el-A’rec, kendi kıskançlığı yüzünden öldürülen İmru’ul-Kays’ın eşyalarını kendisine teslim etmesini Samuel’den istemiş, onun bunu reddetmesi üzerine de Teymâ’yı kuşatmıştır. Kötü bir talih sonucu, Samuel’in oğlu o sırada bu müstahkem konağın dışında bulunuyordu ve el-Hâris tarafından esir alındı. El-Hâris, bir kez daha Samuel’den İmru’ul-Kays’ın eşyalarını kendisine teslim etmesini, aksi halde oğlunu öldüreceğini bildirdi. Ancak Samuel, bunu da reddetti; hattâ kendisi konağının kulelerinden birinden baktığı sırada oğlu gözleri önünde boğazlandı. El-Ablak şatosu bir kuşatmaya karşı koyacak kadar güçlü olduğundan, düşman boş yere onu ele geçirmek üzere uğraştıktan sonra geri dönüp gitmiştir.

985. Kaynaklarımız, Resulullah (AS)’ın ordusu karşısında Teymâ’nın tam olarak ne zaman teslim olduğunu açıklamamakla birlikte, o sırada Teymâ’da Benû Âdiyâ adlı bir Yahudi hanedanının iktidarda bulunduğunda görüş birliği içindedirler (Âdiyâ, Samuel’in babasıydı). Belâzurî’nin açıkladığına göre,1313 Hayber ve Vâdi’1-Kurâ seferlerinden bir süre sonra (Yıllık 7), Teymâlı bir heyet Muhammed (AS)’ın huzuruna çıkıp, cizye vergisini ödemeye razı olduklarını, buna göre bir barış anlaşması yapmak istediklerini beyan etmişler, Resulullah (AS) da bu öneriyi kabul etmiştir. Burada sözü edilen heyet H. 9 yılında ziyarete gelmiş olmalıdır. Gerçekten de Resulullah (AS) H. 9 yılında kudretli ve 30.000 kişilik büyük ordusuyla Tebûk üzerine yürüdüğü zaman, daha önce Teymâ’ya uğraması gerekiyordu. Başka bir yazardan öğrendiğimize göre, Resulullah (AS) buraya Yezid ibn Ebû Sufyân’ı vali olarak atamıştır.1314 Elimizde o döneme ait diplomatik yazışma tarzına güzel bir örnek teşkil eden, Teymâ Barış Anlaşması’nın metni bulunmaktadır:

        “Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!

        Bu, Allah’ın Elçisi Muhammed’den Benû Âdiyâ’ya yazılmış bir yazıdır: Cizye vergisine mukabil onların himaye ve korunma hakları vardır. Onlara hiçbir şekilde baskı ve şiddet uygulanmayacaktır! Gece uzasın, Gündüz sıkı ve sağlam olsun... Hâlid ibn Sa’îd tarafından yazılmıştır.”1315

        (Burada Gece uzunluğa, Gündüz ise sağlamlık ve kararlılığa işaret etmektedir. Aynı zamanda uzun kış gecelerine ve aşırı sıcak nedeniyle zor geçen yaz günlerine de bir gönderme söz konusudur.)

986. Anlaşma metninde, hüküm süren Benû Âdiyâ hanedanının zikredilmiş olması, bizce burada söz konusu edilen anlaşma hükümlerinin sadece Teymâ şehrinde değil, onların eli altındaki bütün topraklarda da geçerli olduğunu göstermektedir. İbn Sa’d neşrinde bu hanedanın adı Benû Gâdiyâ olarak geçmektedir ki başka yerlerde bu ada hiç rastlanmamıştır. Ancak diğer kaynaklar bunu açıkça Âdiyâ olarak vermektedirler. [Her iki kelime arasında sadece bir nokta farkı vardır: Âdiyâ  ve Ğâdiyâ ] Bu anlaşma metninden bir cümle aktaran İbn Manzûr1316 şu açıklamada bulunmaktadır: “Bu, Teymâ ile yapılan barış anlaşmasından alınmıştır.” Buradan, Teymâ’da sadece Benû Âdiyâ hanedanının hâkim olduğu sonucu çıkarılabilir.1317 Üstelik, metinde cizye vergisinin zikredilmesi de anlaşmanın yapıldığı tarihe işaret eder: Bildiğimiz kadarıyla Resulullah (AS), gayrı müslimlerle yaptığı anlaşmalara bu cizye şartını ancak H. 9 yılından itibaren koymuştur. H. 7 yılındaki Hayber seferi sırasında da ziraî ürünlerin paylaşımıyla ilgili bir maddeye rastlamaktayız: Ayrıca Makrîzî1318 de açıkça “Tebûk seferi sırasında Teymâlar korkuya kapıldılar” ifadesini kullanmaktadır.

987. Kendi köy ve kasabalarından geçen Müslümanlara yaptıkları ardı arkası kesilmeyen suikast ve saldırılar nedeniyle,1319 Halîfe Ömer, Arabistan’daki Yahudi tebeaları, yine İslâm Devletinin diğer bölgelerine sürgüne yolladı. Bununla beraber İbn’ul-Kayyım’ın ilave ettiğine göre, Teymâ’da ve hattâ Yemen’de oturan Yahudilerden hiç birine dokunulmadı. Ancak bu durum, hiç kuşku yok ki sadece onların, Yemenli Hıristiyanlar örneğinde olduğu gibi, diğer topluluklardan daha iyi davranmalarından kaynaklanmış ve özellikle bu Yemenli Hıristiyanlar Ömer’in emriyle Necrân’dan alınıp Irak bölgesine yerleştirilmişlerdir.

Maknâ


988. Kudretli İslâm Ordusunun Tebûk’e varması üzerine, bütün komşu bölgelerde yaşayan insan toplulukları, ister istemez Resulullah (AS)’a boyun eğdiler. Tebûk’ün batısındaki Akabe Körfezi kıyısında, Yahudi balıkçılara ait Maknâ adlı bir köy vardı. O sırada burası içinde hurma bahçeleri ve yün dokuma atölyeleri bulunan bayındır bir vaha idi. Öyle anlaşılıyor ki buradaki huzur ve refah, aynı körfezin daha kuzeyinde bulunan Eyle adındaki büyük liman şehrinde Bizans’a tabi olarak yaşayan Hıristiyan ahalinin hırs ve tamahla gözlerini buraya dikmelerine neden oluyordu. Muhtemelen Heraklius’un emri üzerine Yahudiler aleyhine başlatılan işkence ve eziyetler sırasında, Maknâ ahalisini buradan sürüp çıkardılar. Bu durumda, Maknâ’dan sürülen bu insanların Tebûk seferi sırasında Resûlullah’ın huzuruna çıkmış olmalarına ve onunla, müşterek düşmanları Bizans’a karşı bir dostluk ve karşılıklı yardım anlaşması imzalamış olmalarına hiç şaşmıyoruz. Tebûk’ten hareket eden çok sayıdaki askerî birlikten biri, Eyle limanına girip buranın piskoposuna Resulullah (AS)’ın bir mektubunu vermiş ve ondan ya İslâm’a girmesini, ya da cizye vergisi ödemek suretiyle İslâm Devleti’nın tebaası olmayı kabul etmesini istemişti. Bu yazılı ültimatomun sonunda şöyle bir cümle yer almaktaydı:

        “O halde, Maknâ ahalisini, tam donanımlı olarak kendi ülkesine gönderiniz” (Biraz yukarıda, Eyle piskoposunun Tebûk’e kadar gelip Resulullah (AS) ile bir anlaşma yaptığını belirtmiştik).

        İslâm kaynaklarında herhangi bir açıklama bulunmamakla birlikte, Eyle’yi temsil etmek üzere gelmiş bulunan bu heyetin, Tebûk’te İslâm Ordusunu görüp, o güne kadar himayesi altında hayatlarını sürdürdükleri Bizanslı kuvvetlerden de hiç bir ses ve seda çıkmaması karşısında muhakkak dehşete düştüklerini ve ültimatom’da Maknâ ile ilgili bu isteğin kabul edilmiş olduğunu düşünmemiz gerekmektedir. Yine rahatlıkla inanıyorum ki Maknâ’lı Yahudiler, Resulullah (AS)’a Eyle üzerine bir harekâtta bulunmasını da tavsiye etmişler ve hatta kuvvetlerin buraya sevk edilmesinde onlara yardım etmişlerdir.

989. Ancak böyle bir sonucu çıkarırken, sadece Resûlullah ile Yahudiler arasında varılan ve az sonra vereceğimiz anlaşma metnindeki muhtevadan değil, aynı zamanda bu anlaşmanın iki ayrı metni arasında göze çarpan büyük farklılıklardan doğan zorluklarla da karşılaşmaktayız. Ayrıca, elimize son zamanlarda yayınlanan Maknâ ile ilgili yeni bir belge geçmiş olup, bizden önce bu konuyu tartışan yazarlar bundan habersiz idiler. Konunun halledilmesi gerçekten zordur, zira kaynaklarımız Maknâ’nın hangi koşullar altında boyun eğdiğine bir açıklık getirememişlerdir; ne tarihi, ne sebebi, ne de tarzı bilinmeyip, söylenebilecek her şey sadece tahmin ve varsayımlara dayanmaktadır.

990. Az önce bahsettiğimiz yeni bulunup yayınlanan belge ile söze başlayalım:

        “Nihayet ‘Ubeyd ibn Yâsir ibn Numeyr ve keza Cüzam kabilesinden bir adam, Tebûk’e gelerek İslam’ı kabul ettiler. Resulullah (AS) bu iki adama Maknâ’da denizden ve hurmalıklardan elde edilen mahsulün dörtte birini ve yine eğrilen yünün dörtte birini bağışladı ve ‘Ubeyd ibn Yâsir’e yüz örme giysi, yani manto bağışladı. Çünkü o atlı, Cüzamlılar ise yaya idiler. Sonra her ikisi de Maknâ’ya geldiler. Burada onun atıyla ilgilenen Yahudiler bulunuyordu. Ve o (?) ona (?) atının (?) altmış balyasını bağışladı. Ve ‘Ubeyd, Resulullah (AS)’a Murâvih cinsi, yarış kazandığını söylediği saf kan bir at hediye etti. Resulullah (AS) Tebûk’te bir at yarışı düzenledi ve o at, yarışı kazandı. Daha sonra Resulullah (AS) bu atı Mikdâd ibn ‘Amr’e hediye etti.”1320

991. Görüldüğü gibi, muhtemelen bir tek elyazmasına dayanarak yayınlanan bu metnin bazı bölümleri karışık ve müphemdir. Muhtemelen 60 balya yaya olan Cuzâmlılara bağışlanmıştı –ki bu balyalardan 100’ü Ubeyd’in süvari birliğine aitti- ve bu balyalar at üzerinde nakledilmişlerdi. Ancak bizim en çok dikkatimizi çeken, Resulullah (AS)’ın Maknâ’da elde edilen mahsullerin dörtte birini bu komşu kabilelerden iki başkana bağışladığını belirten metnin gayet açık ve anlaşılır olmasıdır. Acaba Maknâ şehri eski Yahudi sakinleriyle bütünleşmek suretiyle zaten boyun eğmiş miydi, yoksa bu bağış in eventum (belli bir olayın gerçekleşmesine bağlı) bir armağan mıydı? (Resulullah’ın konu ile ilgili şu talimatına bakınız: “Maknâ’yı benim adıma fethediniz ve hem masraflarınıza karşılık ve hem de bir ödül olarak dörtte birini alınız”). İşin ilginç yanı, Maknâlılarla imzalanan ve aşağıdaki sayfalarda verdiğimiz anlaşma metninde, gerçekten de hurma, balık ve dokuma mahsullerinin dörtte birinin İslâm Devletine teslim edileceği belirtilmektedir.

992. Anlaşma metniyle ilgili en eski kaynak, İbn Sa’d’ın eseridir; ancak elimizdeki, bu yazardan kısa bir müddet sonra yaşamış ve İslâm Halifeliğinin resmî yazışma ve arşiv dairesinde görevli Belâzurî tarafından da nakledilen bir metin daha vardır. Bu zat, eserinde söz konusu belgeyi şehrin yerlilerinin elinde görüp orijinal metni kendi eserine aktardığını ifade etmektedir. İki farklı yoldan nakledilen bu belgedeki metin farklılıklarını okuyuculara daha iyi gösterebilmek için yan yana sütunlar halinde vermeyi uygun gördük. Çizgili yerler (-) her iki kaynakta da metnin aynı olduğuna, üç nokta (…) ile gösterilen yerler ise, eksik cümlelere işaret etmektedir. Şimdi her iki metni birlikte görelim:

        …   …

        Benû Cenbe’lere (diğer bir yazmada Benû Hayne’lere) ve Maknâ ahalisine: Şehrinize dönmekte olan sizin temsilci heyetinizi kabul ettim.

        Mektubum size varır varmaz siz emniyet ve selâmet içinde olacaksınız. Allah’ın himayesi ve Resulünün koruması sizlere tanınmış olacaktır.

        Ve onun Resulü, sizin yaptığınız bütün kötülük ve kusurları bağışlıyor; ve Allah’ın himayesi ve Resulünün koruması sizlere tanınmış olacaktır

        …   …

        …   …

        Size ne bir tecavüz, ne de bir zulüm uygulanacaktır.

        Ve Allah’ın Elçisi bunlara karşı hem kendisinin hem de sizin savunucunuzdur.

        Resulullah’ın ya da onun görevlendirdiği bir başka elçinin muaf tuttukları dışında, dokumalarınız, elinizin altında bulunan köleler, binek hayvanlarınız ve silâhlarınız Resulullah’a aittir. Ayrıca, hurmalıklardan elde ettiklerinizin dörtte biri, küçük sandallarla tuttuğunuz balıkların dörtte biri ve kadınlarınızın dokuduklarının dörtte birini ödemekle yükümlüsünüz.

        Bundan sonra her türlü cizye ve angarya vergisinden muafsınız.

        Buna göre, eğer kulak verip itaat ederseniz, Resulullah da sizin aranızdan şerefli kimseleri onurlandıracak ve aranızda suç işlemiş olan kimseleri bağışlayacaktır.

        Şimdi ben, müminlerin ve müslümanların yararına şunu ilâve ederim: Kim Maknâ ahalisine iyi muamele gösterirse bu onun lehine, kim onlara kötü davranırsa bu da onun aleyhine bir durum doğuracaktır.

        Üzerinizde Başkan olarak kendi aranızdan veya Resûlullah’ın hemen yakınında bulunanlardan (ehl) seçilmiş birine sahip olacaksınız.

        …   …

        …   …
    “Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!

        Allah’ın Elçisi Muhammed’den Benû Habîbe’lere:

        __  __

        Selâmet içinde olunuz. Bana sizin kendi şehrinize döneceğiniz vahy edildi.

        __  __

        __  __

        __  __

        Ve Allah’ın Resulü sizin kusurlarınızı, güttüğünüz bütün kan davalarınızı affetmiştir.

        …   …

        …   …

        Şehrinizde Resulullah’tan yahut Resulullah’ın gönderdiği elçiden başka hiçbir kimseye (idareye) katılma hakkı tanımayacaksınız.

        Ve hiçbir __  __

        tecavüzde bulunulmayacaktır.

        __  __

        O kendisini korur.

        __  __

        __  __

        köleleriniz

        __  __

        __  __

        __  __

        __  __

        __  __

        Bundan sonra muafsınız ve Resulullah sizi her türlü cizye ve angarya vergisinden bağışık tutuyor.

        __  __

        __  __

        __  __

        Müslümanlardan kim olursa olsun (herkes), Benû Habîbelere ve Maknâlılara iyi muamele gösterilmesini sağlayıp bu tavsiyede bulunacaktır.

        __  __ Aile üyeleri(ehli beyt) __ 

        __  __

        __  __

        ‘Alî ibn Ebû (aynen böyle) Tâlib tarafından H. 9 yılında yazılmıştır.1321
993. Ancak hiçbir tarihçi, Maknâlıların Resûlullah ile bir çatışmaya girdiklerini beyan etmemektedir. - Gerçekten de otuz bin askeriyle Tebûk’e gelmiş olan İslâm Ordusu’na nasıl karşı gelebileceklerdi?- Bununla birlikte, Maknâlılar, imzalandığı öne sürülen bu anlaşma metnine göre, Resûlullah’a silâhlarını, kölelerini, hayvan sürülerini ve dokudukları kumaşları, ayrıca çıkardıkları ziraî mahsullerin, ürettikleri sınaî malların, sandala binerek tuttukları balıkların dörtte birini ödemek zorunda kaldılar. Buna karşılık, baş vergisi şeklindeki bütün angaryalardan ve keza, haraç ya da imece vergisi denebilecek suhre vergisinden de muaf tutuldular. (Sanki bu vergi Resulullah (AS) zamanında mevcuttu! Belki de bununla kastedilen, Bizans hâkimiyeti altında iken onlar tarafından konulmuş ve suhre (angarya) adı altında boğaz tokluğuna çalıştırmak olan bir uygulamadır); Kendilerini suçlu duruma düşüren bütün kusurlu hareketleri bağışlanarak tatlıya bağlanmaktadır. Resulullah (AS) bu yazı ile onların asil ve soylularını onurlandırarak suçlarını bağışlamaktadır. Başkanları ise, ya onlar arasından ya da sadece Resûlullah’ın yakınları arasından seçilecektir (bu madde sadece İbn Sa’d’in naklettiği metinde yer almaktadır). M. 845’de vefat eden İbn Sa’d’den kısa bir süre sonra, Belazurî (öl. 892), bu anlaşma metnini (kırmızı deri üzerindeki yazıları neredeyse kaybolmaya yüz tutan) asıl belgeyi bizzat görmek suretiyle kopya eden bir Mısırlıdan elde ettiğini söylemektedir. Belazurî’nin alıntı yaptığı bu nüsha bir takım önemli ekler ve katıştırmalar taşımaktadır: Heyet mensuplarının sıradan bir şekilde karşılandıktan sonra şehirlerine dönüşleri, vahye dayanan bir öngörüye dönüştürülmektedir; dökülen bütün kanlar bağışlanmaktadır; Resulullah ya da onun temsilcisi, yönetim ya da mülkiyette kasabalarının ortağı yapılmaktadır (Ne büyük bir şeref!). “Resulullah’ın veya onun gönderdiği elçinin istisna kıldıkları dışında” silâhların teslim edileceği kuralı getirilmektedir. Şehrin valisi olarak “Resulullah’ın hemen yakınında bulunan kimselerden biri” ifadesi, Belazurî’nin metninde “Resulullah’ın Ehli Beytinden bir kimse”ye dönüşmüştür. (Bu durum, özellikle Şiîlerin gözünde büyük bir şeref demektir); Metni yazan kâtip olarak (Şiî’lerce çok özel bir hürmet ve yüceltmeye tabi tutulan) Ali’nin adının verilmesinde aynı düşünce yatmaktadır; Nihayet belgenin 9. yıl olarak tarihlendirilmesi kesinlikle kabul edilemez; zira Resûlullah’ın sağlığında Hicret olayının tarih ve takvim başlangıcı olarak kullanılmasına henüz başlanmamıştı; Bu uygulamaya ancak Ömer’in Halifeliği ile birlikte, yani H. 16 yılından itibaren geçilmiştir.

994. Bu konuda kesin bir yargıya varmadan önce, aynı anlaşmanın bir üçüncü nüshası üzerinde de duralım. Bu belge, şimdi İngiltere’deki Cambridge Üniversitesi’nde muhafaza edilen ve Kahire Kenizesi’nden alınıp götürülmüş bir Yahudi elyazması içinde bulunuyordu. Arapça olan metnin yanında ibranca çevirisi de bulunmaktadır. Birçok imlâ ve gramer yanlışlarıyla dolu bu uzun vesikanın1322 tam bir tercümesini vermek yerine, İbn Sa’d ve Belazurî’ye ait en eski nakillerde görülen ana konularla yetineceğiz:

        Kenize’deki bu yazı, Maknâ ahalisinin yanı sıra Hayberlilere ve onların soyundan gelenlere, Kıyamet kopuncaya kadar hükümleri devam etmek üzere gönderilmiştir.

        Yapılan bir takım bağışların gerçek nedeni olarak, Resulullah (AS’ın Hayberli Safîye ile nikâhlanması gösterilmektedir.

        Söz konusu Yahudiler, ne silâhlarını, ne kölelerini, ne paralarını ve ne de hayvan sürülerini teslim edeceklerdir. Bu konuda bir ayrıcalık tanınmamıştır. Tüm bu sayılanların onların elinde kalacağı açıkça belirtilmiştir.

        Zaman sırası tutarsızlıkları (anakronizm) arasında, her çeşit vergiden (rüsum) muafiyet, Yahudilere özgü ayırıcı bir takım elbiselerin giyilmesi, alâmetlerin takınılması gibi istisnalar gösterilebilir. Aksine, kıymetli elbiseler giyilmesi, her çeşit silâh takınılması ve ata binme imkânı açıkça belirtilmektedir.

        Bir Yahudinin kasıtlı olarak bir Müslümanı öldürmesi halinde, Müsİümanlarla eşit hukukî işleme tâbi tutulması.

        Öteki gayrı müslim tebaalara karşı Yahudilere öncelik tanınması..

        Mescitlere girebilmeleri; mal ve hayvan kervanlarını ana yollardan geçirebilme imkânı (Burada şunu hatırlatalım ki burada henüz hiç bir Müslümanın oturmadığı, tamamen yeni fethedilmiş yerler söz konusuydu. Bu gibi bölgelerde mescitlerin olmayacağı bellidir).

        İçlerinden biri İslâm’ı kabul ettiği takdirde Resulullah (AS)’ın aile fertleri arasına karışması.

        Burada büyük bir dil hatası yapılmıştır; şöyle ki: “Kim bu anlaşma hükümlerine uymazsa, ben (Muhammed), Allah’ın huzurunda onun şefaatinin ve himayesinin dışında olacağım.” Burada söylenmek istenen sadece şudur: “Böyle biri, benim himâyemden ve şefaatimden mahrum olacaktır.”

        Bu belge 3 Ramazan Hicrî 5 tarihini taşımaktadır (Oysa Maknâ’nın fethi H. 9 yılına rastlar).

        Son olarak şunu ifade edelim ki belgede şahit yerinde görülen üç isim de Şiîler nezdinde velî sayılan sahabelerdir: yani, ‘Ammâr, Selmân ve Ebû Zer.

995. Bu belgenin sahte ve uydurma olduğu hakkında daha fazla bir şey söylemeye gerek yoktur sanırız. Oysa Hirschfeld ve Leszynsky1323 gibi Yahudi bilginler, bu belgenin tam bir sıhhat ve doğruluk içinde olduğunu göstermek için bütün hüner ve marifetlerini ortaya dökmüşlerdir. Sperber ise, bu belgenin sahte ve uydurma olduğunu ileri sürmüş,1324 ayrıca bunun, Belazurî’deki rivayetten yola çıkılarak uydurulduğuna işaret etmiştir ki esasen kendisi bu belgenin de doğruluğunu kabul etmemekte, ancak İbn Sa’d’ın rivayet ettiği belgenin doğruluğunu kabul etmektedir. Yazar, bizim değindiğimiz zaman sırasındaki tutarsızlıklar (anakronizm) ve istisnaî hükümlerle ilgili noktaları ise hiç tartışma konusu yapmaz..

996. Biz ise okuyucunun dikkatini silâhlar, dokuma kumaşların, vb. eşyanın teslimi ile ilgili maddelere çekeceğiz. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Resulullah (AS)’ın H. 7 yılında Hayber’i fethetmesinin ardından buradaki Yahudilere önerdiği hükümler burada da yer almaktadır. Daha sonra Resulullah (AS) kendilerine Hayber bölgesinde, ancak İslâm Hükümetinin uygun görüp izin verdiği sürece oturabileceklerine dair bir izin çıkarmıştır. İşte bu şartlı izine dayanarak, -sadece- Hayber ahalisi, Ömer’in Halifeliği zamanında Suriye taraflarına hicret ve iskân ettirilmiştir. Çünkü bunlar, bize göre, Hayberlilerin Resulullah (AS)’la yaptıkları anlaşma haberini sızdırarak bu olayı Maknâ Yahudilerine de duyurmuşlardır. Halife Harun Reşîd 807 yılında çıkardığı bir ferman ile gayrı müslimleri bir takım haklardan mahrum edip yetkilerini ellerinden alınca,1325 muhtemelen buradaki Yahudiler, İbn Sa’d’ın (öl. 845) eserine iktibas ettiği anlaşma metnini uydurmuşlardır. Daha sonra işbaşına gelen Halife Mütevekkil, 850 ve 854 yılında, Yahudilere karşı aldığı bir çok diğer önlemin yanı sıra, gayet sert fermanlar çıkardığı zaman,1326 yine bu Yahudiler Belazurî’de kayıtlı olan sözde anlaşma metnini uydurmayı akıl etmiş olabilirler. Bir başka ihtimale göre ise, dengesiz bir kişiliğe sahip olan Fatımî hükümdarı el-Hâkim’in (996-1021) yaptığı eziyet ve zulüm hareketleri, bu kez Kahire Kenizesi’nden kaynaklanan sözde anlaşma metninin uydurulup ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu uydurmanın asıl hedef ve gayesi ise, bağnaz tutumlardan kaynaklanan duyguları ortadan kaldırmak ve böylece Şiî’lerin Mısır’da kalkıştıkları zulüm ve işkence hareketlerini önlemekti.1327

997. Daha sonraki dönemlerde bu belgenin başına gelen tuhaf olaylarla ilgili birkaç söz daha söyleyelim.

998. M. XIV. Yüzyılda İran’ın Kazvîn bölgesinde Benû Zâkân adında, Arap asıllı bir kabile bulunuyordu (Ünlü şâir ‘Ubeyd Zâkânî bunlardandır). Hamdullah Mustevfî’nin 730/1330 M. Yılında yazdığı Te’rih Güzide adlı eser, Kazvîn’de oturan kabilelerin çoğunun Arap asıllı olduğunu belirterek (bk. s. 843) ve şöyle söylemektedir (bk.s.845-6):

999. “Zâkânîler, kökleri itibariyle Benû Hafâce Araplarının soyundan gelmektedir. Bunların elinde bizzat Ali’nin kendi elinden çıkmış Resûlullah’a ait bir ferman bulunmaktaydı ki metni şöyledir:

        “Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!

        Benim huzurumda İslâm’ı kabul etmelerinden sonra Resûlullah Muhammed’in Benû Zâkânlara yazdığı yazıdır. Ben size kendisinden başka bir tanrı bulunmayan Allah’ın övgülerini gönderiyorum. Sizin tekrar ülkenize, sığınaklarınıza ve evlerinize döneceğiniz bana vahy edildi. Allah’a ve Resulüne olan yakınlığınız nedeniyle size hiç bir kötülük dokunmayacaktır. O (Resûlullah), sizin suçlarınızı ve kusurlarınızı bağışlayacaktır. Resûlullah ona(?), bizzat kendisine verdiği aynı yetenek ve imkânı verecektir. Onun Resulünün himaye ve koruması sizin üzerinizedir. Gerçekten Allah sizin kusurlarınızı sizler mümin kimseler olduğunuz ve (nas’sı) kabul ettiğiniz için, affetti ve yakarışlarınıza kulak verdi. Size tanınmış olan hiçbir hak, sizler Allah’ın Resulünü dinleyip ona itaat ettiğiniz sürece yürürlükten kaldırılmayacaktır. Sizler otuz adet zırhlı gömlek ve kırk adet deve ödünç vermekle mükellefsiniz. Resulullah Yemen’i fethettiğinde bu ödünçler sizlere geri verilecektir. Buna karşılık sizler, kendi canlarınız, mallarınız ve çocuklarınız için Allah’ın ve O’nun Resulünün himayesine nail olacaksınız. Sizler cizye vergisine ya da angaryaya tabi tutulmayacaksınız. Doğru bildiğiniz yolda aranızda yardımlaşınız, zaten doğru olan da budur.

        Onlara kim iyi davranırsa, hayırlı bir iş yapmanın sevabına kavuşacaktır; kim onlara eziyet ederse kötü bir iş yapmanın getireceği şerefsizliğe uğrayacaktır. Kadın-erkek her mümin, kadın-erkek her Müslüman, bu yazıda yer alan hükümleri yerine getirmekle yükümlüdür... (Daha sonra, yayınlanan metinde hiç anlamı olmayan şöyle bir cümle yer almaktadır: “O kadının ağladığı yerde, size bırakıldı ve bu yazıda bu ikisinden başka”).

        Şahitlik edenler: Ömer ibn’ul-Hattâb, Ebû Bekir es-Sıddîk, Selmân el-Fârisî, Sakîf’li el-Muğîre ibn Şu’be, Cerîr ibn Abdillah el-Becîlî ve Mâlik ibn ‘Avf.

        Ali ibn Ebî Tâlib tarafından 7 Muharrem’de yazılmıştır,

        Mühür ( el-Vesâ’ik adlı kitabımdaki Ek VI’ya bakınız)

 


 

1000. Oysa ne Benû Zâkân ve ne de Benû Hafâce kabileleri, Muhammed (AS)’ın hayat hikayesiyle ilgili eserlerde hiç geçmezler. Aslında İbn Hişâm’da1328 Hafâce adlı birinden şu sözlerle bahsedilir: Rivayete göre, Resulullah (AS)’ın sahabelerinden Sa’d ibn Mu’âz’a ok atan kimsenin adı Hafâce ibn Âsım ibn Hibbân olarak verilmekte ve daha sonra bir daha kendisinden hiç bahsedilmemektedir. Bununla birlikte, Samhudi’de (II. bs., s. 1193-94) yer alan müphem kayda göre, Medine’nin güney banliyösündeki Zu’l-Huleyfe’de bulunan içme suyunun mülkiyeti, Benû Cuşem ve Benû Hafâce arasında paylaşılmış durumdaydı. Yukarıda zikredilen mektup metni, içinde Arapça metinlerin de bulunduğu Farsça yazılmış bir eserden alınmıştır. Ancak metin çok sayıda müstensih hatasıyla doludur ve klasik Sîret yazarlarınca hiç bilinmemektedir. Farsça yazılan bu eser, belirtildiği gibi yedi yüzyıl sonra kaleme alınmıştır. Eserde geçen Arapça mektup metni, oldukça belirgin bir biçimde, Maknâ Yahudileriyle imzalandığı iddia edilen anlaşma metnine benzerlik arz etmekte, ayrıca zırhlı gömlek ve develerin ödünç verilmesiyle ilgili cümle, Necrânlı Hıristiyanlarla varılan anlaşma metninde de yer almaktadır.1329 Gerçekte hiç değişmeyen bir uygulamaya göre, Muhammed (AS), bu tip silâhları sadece gayrı müslimlerden almıştı. Müslüman olan kimselerin silâhları zaten İslâm lehine kazanılmış durumdaydı. Belgede belirtildiği gibi, şayet Benû Zâkân İslâm’ı kabul etmişse, onların silâhlarının ödünç olarak alınması hâdiselerin gerçek yüzüne uygun düşmemektedir. Benû Zâkân ahalisinin eskiden oturdukları yerlere döneceğinin vahye dayanılarak mucizevî bir biçimde haber verilişi, Maknâ Yahudileriyle varılan anlaşma metninde de görülmektedir; ancak Benû Zâkân’ın döneceği yerler mağara olarak gösterilmektedir. İnsanların bir mağarada oturması için onların dinlerinden dolayı eziyet ve işkenceye tabi tutulmaları gerekirdi. Bu ise Arabistan’da pek bilinen bir şey değildir. Acaba buradaki mağara kelimesi ile, son zamanlarda meşhur hale gelen Mağâriyye (Essen’li, mağarada oturan) adlı Yahudi mezhebine göndermede mi bulunulmaktadır?1330 Burada hemen hatırlatalım ki, son zamanlarda Filistin’deki Ölü Deniz yakınlarındaki mağaralarda bulunan bazı el yazması metinlerin muhtevasına bakacak olursak, bu Mağâriyye Yahudileri, diğer Yahudilerden ayrı inanış ve yaşayış özelliklerine sahiptiler. Tomar halindeki bu el yazmaları incelendiğinde, bunlarda verilen bilgilerin, halen Yahudi ve Hıristiyan topluluklar arasında okunan resmî dîn kitaplarına aykırı düştüğü görülür. Doğubilimci Profesör Kahle bu mağarayı, yine Ölü Deniz kıyılarında bulunan ve el yazması eski Tevrat metinlerinin bulunduğu mağara ile aynı saymaktadır.

1001. Öte yandan, bu mektubun muhatapları şayet İslâm’ı kabul etmiş kimseler idiyse, imece vergisinden muaf tutulmaları onların Müslüman olmadıkları anlamına gelir ki bu çok tuhaf bir şey olur. Zira Benû Zâkân örneğinde olduğu gibi, İslâmî bir hükümet kural gereği Müslümanlar üzerine herhangi bir imece vergisi yükleyemez ki, onları da bundan muaf tutmuş olsun. Ayrıca, bildiğimiz kadarıyla Resulullah (AS) zamanında imece (suhre) uygulaması yoktu. “7 Muharrem” tarihinin ise hangi yıla ait olduğu belirsizdir. Hemen ifade edelim ki Resulullah (AS)’ın Hayber Yahudileri üzerine düzenlediği sefer (H. 7 yılının) Muharrem ayının başlarına rastlamıştı. Belgedeki Arapça’ya gelince bu, taşıdığı dil özellikleri bakımından insanı tatmin etmemekte ve sanki bir yabancı kalem kokusu hissedilmektedir.

Cerbâ ve Ezruh

1002. Bunlar, her birinde sadece yüz kadar insanın yaşadığı iki ayrı köydür. Elimizdeki bazı verilere göre bunlar Yahudi idiler ve aynı zamanda Eyle’ye tâbi olarak yaşıyorlardı. Makrîzî’ye göre1331 bu iki köyün temsilcileri, Eyle piskoposu Tebûk’te Muhammed (AS)’ın huzuruna çıktığında kendisine eşlik etmekteydiler. Buradan hareketle, bu üç mahallin birbirine komşu oldukları sonucu çıkarılabilir (Bugün Ma’ân’ın biraz ötesinde Ezruh adını taşıyan bir demiryolu istasyonu vardır). Her iki köy de Resulullah (AS)’tan yılda ortalama 100 dinar karşılığında onun yazılı teminat ve himâyesini almıştı.1332 Ezruh’a gönderilen yazıdaki şu cümle oldukça karanlıktır:

           “Allah, Müslümanlara karşı ve Müslümanlar arasından, cezalandırılacakları ve tehlikeye düşecekleri korkusuyla onların yanına sığınacak kimselere karşı gösterecekleri iyi tutum ve davranışların kefilidir. Ve onlar (Ezruh ahalisi), Muhammed yola koyulmadan önce kendilerini haberdar edinceye kadar emniyet içinde olacaklardır.”

           Bu durumda bu köyün, istilâcıların sığınacakları bir yer, eziyet görmüş Müslümanların kolayca girebilecekleri bir merkez olması gerekirdi (Ma’ân valisinin ölüme mahkûm edilmesini göz önünde bulundurursak, o devirde onlar Bizans İmparatorluğu içinde de aynı sıkıntıları çekiyorlardı).

Tâ’if

1003. Tâ’if’te1333 aralarında şâir Umeyye ibn Ebî’s-Salt’ın da bulunduğu çok sayıda Yahudi bulunmaktaydı.1334 Bu şehirdeki İsrâil Oğulları hakkında hiç bir bilgiye sahip olmamakla birlikte, bu bölgenin iktisadî hayatı üzerinde bunların önemli bir etkileri olduğundan bahsetmek mümkündür. Tâ’if şehri H. 9 yılında İslam’a katılmıştı. Elimizdeki belgeler, buradaki Yahudiler konusuna açıkça değinmemektedirler Fakat Tâ’iflilerle yapılan anlaşma metninin 13. maddesi, muhtemelen Yahudilerle ilgilidir:

           “Sakîflilerin bütün müttefikleri ve tüccarları, Sakîf’lilere gösterilenle aynı muameleye tâbi tutulacaklardır.”

           (Bu konu ile ilgili olarak Tâif şehri ve Sakîf’lilerle ilgili bölümlere bakınız; § 822.) Aynı şekilde faizle ödünç alma hakkındaki maddeler de Yahudileri ilgilendirmektedir; en azından, daha çok onların durumunu yansıtan bir hükümdür. Geçmiş ve gelecek bütün faizlerin ortadan kaldırılması, normal ya da mâkul ölçüler dışında büyük bir etki ve nüfuza sahip olan bir avuç kapitalistin cesaretini herhalde kırmış olmalıdır.

Güney ve Doğu Arabistan Yahudileri

1004. Yemen, Bahreyn ve ‘Uman’da da Yahudiler vardı. Bu bölgelerin İslâmlaşması sırasında onlar, gayrı müslim yurttaşların tâbi olduğu hukukî statüye girmişlerdir.

1005. ‘Umân’da1335 özellikle de el-Mazûn limanında geçimini denizcilikten sağlayan birçok Yahudi bulunuyordu. Bahreyn vâlisinin (Münzir ibn Sâvâ) sorduğu bir soruya karşılık gönderdiği cevabî yazısında Resûlullah:

           “Dinlerini terk etmek istemeyen Yahudiler”

           için mükemmel bir dini hoşgörü vaat etmişti (bk. daha yukarıda “Bahreyn” Bölümü).

1006. Tarihçi İbn Habîb’in naklettiğine göre,1336 Resulullah (AS), Cerîr ibn Abdillah el-Becîlî’yi, Yemenli başkanlar Zu’1-Kalâ’ve Zû ‘Amr nezdinde kendilerini İslam’a davet etmek üzere acele olarak göndermişti. Üstelik Zû ‘Amr Yahudi idi; Gelen elçiye şöyle söyledi:

           “Eğer seni gönderen kimse doğru söylüyorsa onun tam bugün ölmesi gerekir; zîra bizim Kitaplarımızda son Peygamberin şu şu tarihte öleceği yazılıdır.”

           Yazarımız İbn Habîb, Zû ‘Amr’ın söylediği bu tarihin bir kenara kaydedildiğini ve gerçekten de bir süre geçtikten sonra, Muhammed (AS)’ın vefat ettiği haberinin bölgeye ulaştığını, ayrıca her iki Yemenli başkanın da İslam’a geçtiklerini eklemektedir.

Çeşitli Olaylar

1007. Tevrat ve İsrail Oğullarıyla ilgili tarihi eserlerde, sadece Musa peygamberden sonra gelmiş Yahudi krallarından bahsedilir. Kur’ân’da yer alan şu âyetler (bkz. 5/20-21) bizce zikredilmeye değer:

           “Bir zamanlar Musa, kavmine şöyle demişti: ‘— Ey kavmim! Allah’ın size (lütfettiği) nimetini hatırlayın; zîra o, içinizden peygamberler çıkardı ve sizi hükümdarlar kıldı... Ey kavmim! Allah’ın size (vatan olarak) yazdığı kutsal toprağa girin...”

           Bu âyetlerde, Mısır’dan “Çıkış” sonrasında Musa Peygamberin Sina Yarımadasında İsraillilerin hükümdarı olduğu döneme işaret edilmektedir. Kur’ân’ın aynı sûresi, gayrı müslim tebaaya tanınan özerklikle ilgili kuralları düzenlemektedir. Bu âyette Yahudilerle ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır:

           “Gerçekten de biz içinde doğruya rehberlik ve nur bulunan Tevrat’ı indirdik. Kendilerini (Allah’a) vermiş peygamberler onunla Yahudilere hükmederlerdi. Allah’ın Kitab’ını korumaları kendilerinden istendiği için Rablerine teslim olmuş zahitler ve bilginler de (onunla hükmederlerdi). Hepsi ona (hak olduğuna) tanık idiler. Şu halde (Ey Yahudiler ve hakimler!) İnsanlardan korkmayın, benden korkun. Ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Mâide: 5/44)

1008. Daha sonraki ayette ise Kur’ân, Tevrat’ın Levililerle ilgili Yahudi yasalarında ifadesini bulan (24/17, 19/20, 25/18) kısas konusuna değinmektedir

1009. Bu hukukî ve kültürel özerklik, yaşanan bir realite olarak kaldı. Birçok olay bize bunu kanıtlamaktadır. Kimi durumlarda ise Yahudiler kendi aralarında çıkan ihtilâfları çözmesi için Resulullah (AS)’a başvurmuşlar, o da Benû Kurayza ile Benû’n-Nadîr arasında çıkan adam öldürme olayında olduğu gibi Yahudi yasalarını uygulamıştır. Bir başka sefer ise, Resûlullah’a, her iki tarafın da Yahudi olduğu bir zina olayında hüküm vermesi için müracaat olunmuştur. Resûlullah onlara, bu konuda kendi yasalarının neyi emrettiğini sormuş, onlar da suçluların suratlarını kara boya ile boyamak ve her ikisini de sokaklarda alenen dolaştırıp teşhir etmek olduğunu söylemişlerdir. Muhammed (AS) onlara inanmayarak Tevrat’ı getirtmiş ve ilgili bölümü okutmuştur. Daha sonra kitapta okunan hüküm doğrultusunda her ikisinin de recm edilmesini (taşlanarak öldürülmesini) emretmiştir.1337 Şurası dikkati çekicidir ki, elimizdeki Tevrat’ın ilk beş kitabında (Pentatök) (bk. Levililer, 20:10-11; ayrıca bakınız 19: 20, 21: 9; Tesniye, 22: 21 ve 24), Yuhanna İncili’ndeki hükmün aynısı yer almaktadır (bk. 8: 3-5).

           “Yazıcılar ve Ferisi’ler zina (yaparken) yakalanmış bir kadın getirip ortaya atarak, İsa’ya şöyle dediler: Efendim! Bu kadın zina yaparken suçüstü yakalandı. Musa, kendi şeriatında bize bu gibilerin taşlanmasını emretmişti; sen ne buyurursun?”

           Bu yasa ile ilgili bir başka kanıtı ise Journal Asiatique dergisinde Dr. B.R. Sanguinetti tarafından çevrilip yayınlanan Les préceptes de l’Ancien Testament” adlı makalede yer alan Arapça metinde görmek mümkündür.1338

1010. Taraflardan sadece birinin Yahudi olması halinde, öyle anlaşılıyor ki suçlamaya maruz kalan davalının tabi olduğu hukuk sistemi Resûlullah tarafından davanın çözümünde kullanılmıştır. Bir Yahudinin, Müslüman bir kadını, başını iki taşın arasında ezerek öldürmesi olayında da böyle olmuş ve Resûlullah, katilin de aynı şekilde, yani başının iki taş arasında ezilerek (kısas) öldürülmesini emretmiştir.1339

1011. Kur’ân’da çok özel bir hukuki önem taşıyan Yahudi tarihi ile ilgili bir kıssaya göndermede bulunulur. Gerçekten de Kur’ân’daki bu âyetlerde İsrail Oğulları, kendi peygamberleri olan Samuel’in huzuruna girip, kendilerine bir hükümdar seçmesini istemişler ve o da hükümdar (yani Talût) olarak Saül’ü tayin etmiştir:

           “Kuşkusuz Allah sizin üzerinize onu seçip gönderdi, ilim ve bedende ona üstünlük verdi.”1340

           Bilindiği gibi Musa Peygamber, cismanî ve ruhanî olmak üzere her iki gücü kendi elinde toplamıştı. Allah’ın bir Peygamberi yanına onunla rekabet edercesine bir de hükümdar getirilmesi, o güne kadar aynı elde toplanmış bu iki iktidarın birbirinden ayrılması sonucuna yol açmıştır. Bu durumda ortaya şöyle bir prensip çıkmaktadır: Şayet bir tek başkan, devletle ilgili bütün fonksiyon ve görevleri yerine getirmekte aciz kalırsa, hiç şüphesiz her biri kendine tahsis edilen alanda ilâhî hukuk düzenini sürdürecek olan bir çok kimse arasında bu otoritenin taksim edilip bölünmesi gayet meşru bir şey olacaktır.

1012. En azından nazil olduğu dönemde, Kur’ân’da İsrailliler aleyhine yer alan itham ve suçlamalar arasında öyle biri vardır ki bu, bir çok tartışmaya yol açmıştır. Kur’an’da şöyle denilmektedir:

           “Yahudiler ‘Uzeyr, Allah’ın Oğludur’ dediler. Hıristiyanlar da Mesih (İsâ) Allah’ın Oğludur’ dediler.”1341

           Kur’ân’ı Fransızcaya tercüme eden doğubilimci Blachère bu âyeti açıklarken1342, Hell’e atıfta bulunarak, “şayet Uzeyr Esdras’la aynı kişi ise, Esdras’ın IV. Kitabının başlığı altında verilen ve Milâdî birinci yüzyıldaki Apocalyps’e çağrışım yapılmaktadır” demektedir.

1013. Ancak burada Tevrat’ın Tekvin Kitabında “Allah’ın oğulları” ifadesinin geçtiği bir bölümü (6/2) hatıra getirmek de mümkündür. Zira, Yahudi hahamlarının dediklerine göre, bu “Oğullar” bazen “Uzael” olarak da anılmaktadır. Blachère, bu “Uzael” adının Arapça’da Uzeyr’e dönüştüğünü ifade etmektedir.

Çivi Yazısıyla Yazılmış Bir Kitâbe


1014. Nihayet, bilgi vermek amacıyla, 1956 yılında Harran’da bir çivi yazısı kitabenin ortaya çıkartıldığını ekleyelim. Bu kitabede, kıral Nabuna’id’in (Nabonidus, M.Ö. 556-539) Arabistan’a bir yolculuk yaptığı ve Teymâ’da “Babil gibi bir şehir” inşâ ettirdiği sırada Hayber, Fedek, vb. yerlerden geçerek Yesrib’i ziyaret ettiği belirtilmektedir. Bu, Medine şehriyle ilgili elimizdeki en eski tarihî kayıttır.1343


1343 Daha fazla bilgi için bk. D.S. Rice, Excavations in Harran’s Great Mosque, Illustrated London News, 21 Sept. 1957, s. 466-469. Münih’te toplanan Uluslararası Doğubilimciler Kongresi zabıtlarında konu ile ilgili ayrıntılı bilgi bulmak mümkündür. bk s. 132 vd.

1344 Bk. İbn Hişâm, s. 143 (Varaka), 260 (Cebr); Suheyli, I, 123 (Addâs), 130 (Mısırlı Kıptî Bâkûm); Belâzurî, I, § 744 (İkrime adlı bir Grek köle). Diğer bir Grek köle de Tâ’if’li el-Azrak er-Rûmî’dir (bkz. aynı eser, § 342 ve 989). Bu zâtın aslında muhtemelen bir Hıristiyan olması gerekir.

1345 Ibn Hişâm, s. 259

1346 Vesâ’ik, Nº 43.

1347 Müslim, Sahîh, 52, Nº 119-122.

1348 Journal of Pakistan Historical Society (Karachi) adlı dergide çıkan makaleme bakınız: 1959, VII/4, s. 231-40.

1349 Bürûc: 85/4 vd.

1350  Hz. İsâ’da sadece bir tek tabiat, bir tek bünye olduğunu gören akîde?

1351 The Book of the Himyarites, Moberg yay.

1352 İbn Hişâm, s. 401

1353 Vesâ’ik, Nº 78-80; bk. İbn Sa’d, 2/1, s. 122.

1354 Ebû ‘Ubeyd, 67.

1355 İbn Hişâm, s. 380-81, 401-11.

1356 Vesâ’ik, Nº 94.

1357 Cahşiyârî, Vüzerâ, Viyana bs., 179b.

1358 Vesâ’ik, Nº 95.

1359 Vesâ’ik, Nº 96, 97; ayrıca bk. PO, XIII, 600-618.

1360 Bekri, s. 9.

1361 Vesâ’ik, Nº 79-80; İbn Sa’d, 2/1, s. 122.

1362 A.g.e., Nº 105. Fransızca çevirisi için bk. Documents adlı kitabım, II, Nº 86.

1363 A.g.e., s. Nº 81, 85, 86, 87, 90; Heyet üyelerinin adları için bk. İbn Hişâm, s. 960.

1364 Vesâ’ik, Nº 82, 83, 84, 88.

1365 İbn Hişâm, s. 960; Taberî, I, 1826.

1366 Suhaylî, II, 347.

1367 Vesâ’ik, Nº 90.

1368 A.g.e., Nº 87.

1369 A.g.e., Nº 82.

1370 Taberî, I, 1852-53, 1983

1371 Makrîzî, I, 502-504.

1372 Vesâ’ik, Nº 107-108, Söz konusu mektup ve ona verilen cevapla ilgili olarak bu kaynağa bakınız.

1373 A.g.e., özellikle Nº 109’a bakınız.