๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslam Peygamberi => Konuyu başlatan: Hadice üzerinde 13 Ocak 2011, 07:24:57



Konu Başlığı: Eğitim ve öğretim
Gönderen: Hadice üzerinde 13 Ocak 2011, 07:24:57
Eğitim ve Öğretim

1219. Toplumsal yapıda reformlar yapabilmek için eğitim sisteminin yeni bir anlayışla düzenlenmesi gerekiyordu. Resulullah (AS) hep şöyle derdi:

           “Allah beni bir muallim (öğretmen) olarak gönderdi.”159

           Kur’ân, bu konuyu ele aldığı birçok ayetinde, Muhammed (AS)’ın ilâhî tebliğ görevinin bir eğitim-öğretim işi (yu’allim, ta’lim)160 olduğunu açıklamaktadır. Kuşkusuz bu öğretimin konusu İslâm’dır; ancak İslâm hem maddî ve hem de rûhî-mânevî olmak üzere hayatın her safhasını içine alan bir kurallar bütününden başka bir şey olmadığından, Resûlullah’ın göstermiş olduğu çaba ve gayretleri sadece rûhî-mânevî olarak nitelendirmek mümkün değildir.

1220. Muhammed (AS)’ın ifadesi ile, onun döneminde yaşayan Araplar:

           “Ne okuyup yazmayı ve ne de hesap yapmayı bilen bir câhiller topluluğu”161

           idi. Ancak iki yüzyıla kalmadan, Arap dili o dönemdeki bütün bilim dallarında uluslar arası bir dil haline geldi. Böyle bir sonuca yol açan nedenlerin araştırılıp ortaya çıkarılması gerekir.

1221. Arabistan’ın en güney bölgelerinde, Roma ve hattâ Atina şehirlerinin kurulmasından da önce, bir çok gelişmiş uygarlık gün ışığına çıkmıştı. Ma’în ve Sebe’de yapılan kazılarda ortaya çıkarılan kitabeler, yasaların yazılı olarak yayınlanması amacıyla anıtlar dikildiğini göstermektedir. Ancak bu uygarlıklar, İslâm’ın ortaya çıkışından çok önceleri yitip gitmişlerdir. Ayrıca, İslâm’ın doğup kök saldığı Kuzey ve Orta Arabistan bölgeleri, Güneyli Araplarca “uygar” olarak görülmemekteydi. Zaten, eski Yemen’de konuşulup yazılan dil de Arapça değildi. Mekkeli Arapların konuştukları dil ve kullandıkları yazı ise tamamen farklı idi.

1222. Bugün elimizde, İslâm’dan önce hatta bazıları M. 1. yüzyıl başlarında Hicaz, Yemen, Necd ve Arap Yarımadası’nın diğer bölgelerindeki şairlerce kaleme alınmış çok sayıda şiir ya da küçük nazım parçaları bulunmaktadır. Bunların hepsinde aynı dil, aynı dil kuralları ve aynı ölçüler (vezin) göze çarpar. Aynı şekilde, elimizde İslâmî dönem öncesine ait atasözleri, meşhur kitabe ve nutuklardan cümleler, bazı kâhin ve hakemlerin söylemiş oldukları cümleler, çocuk ninnileri, kabilelerin yeni meralar ve su kaynakları aramak üzere gönderdikleri keşifçi ya da öncülerin (ra’îd) dolaştıkları bölgeleri tariflerinden ibaret anlatımlar ve daha birçok diğer konuyla ilgili düzyazı metinler içeren anıtlar da bulunmaktadır. Bu düzyazı parçalarda kullanılan dil, şiir şeklinde yazılanlardan kesinlikle farklı değildir. İşin daha da tuhaf yanı, Kur’ân’da karşılaştığımız dil özellikleri bunlardakiyle tamamen aynıdır. Bu da, henüz İslâm ortaya çıkmadan önce, Arap Yarımadası’nın bütün bölgelerindeki insanların, dilbilimsel açıdan tek bir ulus olduğu anlamına gelmektedir.

1223. Bu dilin bizâtihi sahip olduğu kurallar aslında o denli sabit ve yerleşik bir hal almıştır ki, Kur’ân’ın derlenmesinin üzerinden 14 yüzyıllık bir süre geçmesine rağmen, bu kurallarda hiçbir değişiklik olmamıştır. Çoğu dillerde göremediğimiz eklemeli özelliği ile sözcüklerin başına ve sonuna ekler getirerek yeni sözcükler türetmeye imkân vermesi ve böylece olası gelişmelere açık olmasının yanı sıra, Arapça daha o devirde oldukça zengin, açık ve anlaşılır bir kelime hazinesine sahipti. Hatta bu ulusun kendisine taktığı arab sözcüğü bile “düşüncelerini açık ve net bir biçimde ifade eden kimse” mânasına gelmektedir; aynı ad, “göçebe” anlamını da taşır. Arap olana göre kendisinin dışındaki bütün uluslar acem, yani “dilsiz,” “konuşamayan”dır. Bu, yabancılara Greklerin barbar, Brahman Hinduların ‘mileç’ demelerinden kesinlikle çok daha kibar bir adlandırmadır.

1224. Bununla birlikte, Arabistan’daki ilk dönem edebiyat faaliyetleri konusunda geniş bir birikime sahip olan Hammâd er-Râviye’nin bize vermiş olduğu şu bilgileri biraz tereddütle karşılamak gerektiğine inanıyoruz:

           “Hîre Hükümdarı Nu’mân, Arapların şiirlerinin bir kitap halinde toplatılarak kendisine getirilmesini emretti. Sonra bu şiirleri Beyaz Sarayında toprağa gömdürdü. (İslâmî dönemde) Muhtâr ibn Ebî Ubeyd bu bölgeye vali olarak atandığında, söylentilere göre bu Sarayın bir yerlerinde gömülü bir hazinenin bulunduğu kendisine söylendi. O da bunun araştırılmasını emretti ve kazı çalışmaları sonunda bu şiirler ortaya çıkarıldı. Hîre’nin temelleri üzerine yeniden inşâ edilen Kûfe şehrinin halkı bu nedenle eski Arap şiirini, rakipleri olan Basralılardan çok daha iyi bilirler.”162

1225. İslâm Öncesi Arabistan’ında yazının pek nâdir kullanıldığı muhakkaktır. Klasik İslâm tarihçileri daha da ileri giderek, İslâm’ın henüz ortaya çıkmakta olduğu bir sırada, o zamanın en gelişmiş şehri olan Mekke’de onbeş yirmi kişiden başka kimsenin yazmayı bilmediğini ısrarla belirtmişlerdir. Ancak bu iddiayı aynen kabul etmemiz gerekmez. O sırada Mekke’de yazmayı bilen kadınlar da yok değildi. Ömer (RA)’in aile mensupları özellikle bu konuda diğerlerinden ayrı bir üstünlüğe sahipti. Yakın akrabalarından biri olan Şifâ, Ömer’in kızı Hafsa’ya yazmayı öğretmişti.163 Ömer’in kız kardeşinin de yazmayı bilmemesi imkânsızdır, zira kendisi Hicretten önce henüz Mekke’de otururken, üzerinde Kur’ân’ın bazı sûrelerinin yazılı bulunduğu yapraklara sahipti.164 Huzeyl kabilesi –ki bunun Lihyân adlı kolu kitâbeleriyle ünlüdür-, çok sayıda şairiyle ve bunların şiirlerinin yer aldığı divanlarıyla ayrı bir yere sahipti. Bu kabile Mekke yakınlarında otururdu. İbn Kuteybe’nin eserinde yer alan şaşırtıcı bir bilgiye göre,165 İslâm öncesi dönemde bu kabileye mensup Zilme adlı bir fahişe, henüz küçük bir kız iken kabilenin okuluna gitmekte ve burada, öğrencilerin kalemleri ve mürekkep hokkalarıyla oynamaktaydı. Herhalde o da, ne derece ilkel olursa olsun, zamanı gelince bu okula gitmiştir. Bu arada yeri gelmişken belirtelim ki, Mekkelilere atalarından miras kalan ve Resulullah (AS)’ın da inen Kur’ân ayetlerini tespit ettirmekte kullandığı yazı biçimi, ihtiyaçları tam anlamıyla karşılamaya yetmiyordu (bk. San’atu’l-kitâbe fî ‘Ahdi’r-Rasûl ve’s-Sahâbe adlı makalem, Fikrun ve Fen dergisi, Hamburg, Nº 3, 1964, s. 21-27). O sırada, Arapça’daki 28 sese karşılık, alfabede 22 harf bulunuyordu ve bunların karşılığı olarak da topu topuna 15 şekil vardı. Üstelik kısa sesli harfler yazıda belirtilmiyor ve etken (malûm) ve edilgen (meçhul), geçişli (müte’addî) ve geçişsiz (lâzım) fiillerin tespiti vs. tamamen okuyucunun tahminine kalıyordu. Diğer alfabeleri taklit yoluna başvurarak Arap dilinin kimliğini ve kendisine özgü yönlerini yok etmek yerine, Resûlullah, mevcut olan yazı tarzının geliştirilmesi ile bizzat ilgilendi. Benzer harf işaretlerini noktalama (rakş) ile birbirinden ayıran ve anlaşıldığı kadarıyla bir takım özel işaretler kullanarak harflerin seslendirilmesini, en azından nunlama (tenvin) yöntemini düşünen de kendisi olmuştur; bu çalışmaların izlerini bugün Kur’ân’ın resmî imlâsıyla yazılı Mısır nüshalarında görmekteyiz. Bu nüshalarda:     şeklinde yazılmaktadır. Arap alfabesi çok geçmeden kusursuz bir alfabe haline gelmiştir. Estetik bakımdan ise, Alman doğu bilimci Helmut Ritter’in ifadesiyle bu yazı biçimi “Dünyadaki yazıların kraliçesi” olup, aynı zamanda, tam olarak yani günümüzde kullanılmakta olan hareke işaretleriyle yazıldığında en açık seçik, hiçbir karışıklığa yer vermeyecek nitelikte bir yazıdır. Bugün bazı kimseler bu yazıyı, zaman ve yer tasarrufunda bulunmak amacıyla stenografi olarak kullanmakta ve hiç zorlanmadan anlayabilmektedirler. En iyisi olduğu öne sürülen diğer yazı sistemlerinin hiçbiri hakkında aynı şeyi söylemek mümkün değildir. En basitinden, Latin harfleriyle bir tek yazım şekli olan Hamid sözcüğünün Arapça’da dört farklı yazım şekli vardır:

                                                                                                                       

           Hamd                Hâmid            Hamîd            Hâmîd

           (Bunun nedeni, Latin alfabesinde sesleri uzatmaya yarayan herhangi bir harf veya işaret bulunmamasıdır.)

1226. Mekke yakınlarında her yıl kurulmakta olan Ukâz fuarı, neredeyse Arapları bir araya getiren (Pan-Arap) edebî bir kongre niteliği taşıyordu. Bu durumda fuarın, en yakın komşuları olan Mekkeli ve Tâ’iflilerin etkisinde kalması çok doğaldır; ancak onun gerçekten Araplar arası bir özelliğe sahip olduğunu gösteren nokta, Batı Arabistan’da kurulan bu fuarda, hukukî ihtilâfları çözme görevinin kalıtsal olarak Temîm kabilesine bırakılmış olmasıydı.166 Bu kabile, Yarımadanın Doğu ucunda, Basra körfezi kıyılarında oturmaktaydı. Arabistan’ın en Güneyinde hüküm süren Kinde hükümdarları bu fuara ticarî emtia gönderirken,167 Kuzey ucundaki Hîre hükümdarları da kendi ülkelerinde çıkan ürünleri buraya göndermek suretiyle bu imkândan en az onlar kadar yararlanıyorlardı.168 En ünlü hatipler ve şairler, kendi değerlerine bir de “uluslararası” nitelik kazandırabilmek için, buraya gelen halk yığınlarına nutuklar atarak kendilerini göstermeye çalışıyorlardı. Büyük kadın şair Hansa buraya düzenli olarak gelirdi. Ukâz’ın İslâm Öncesi edebî etkinliklere olan katkısı, benim burada ondan söz etmeme gerek bırakmayacak kadar yaygın ve bilinen bir gerçektir. Mekke ve Ukâz arasındaki yakın ilişkiler konusunda bir fikir verebilmek için, Ukâz’da okunan ve en mükemmel olarak kabul edilen şiirlerin (tarihi kaynaklar bunların sayısının yedi olduğunu belirtirler) yapraklar üzerine yazılarak Mekke’deki Kâbe’nin içine asıldığını söylememiz yeterlidir. Muhtemelen Ukâz fuarının açık olduğu günlerde, Tâ’ifli Gaylan ibn Seleme, vaktinin bir bölümünü hukukî anlaşmazlıkları çözmeye ve öte yandan kendi huzurunda okunan şiirleri değerlendirmeye ayırırdı.169

1227. Mekke şehrine gelince: En ileri fikrî-edebi faaliyetleri burada görmekteyiz. Resulullah (AS)’ın ilk hanımı Hatice’nin yeğeni Varaka ibn Nevfel, Mekke’de İncil’i Arapçaya tercüme etmekle meşguldü (bk. Buhârî, 65: Alak ve Şems surelerinin tefsiri). Kız kardeşi Kutayle de “Kutsal Kitapları okurdu.”170 Kadınlar o dönemde kültürel bakımdan bu derece ilerde iseler, erkeklerin onlardan daha geri kalmamaları gerekirdi.

1228. El-Hâris ibn Kelede, Mekke’de hekimlik yapardı; hatta halk sağlığı üzerine bir kitap yazdığı da söylenir171 ki bu esere ait uzun parçalar günümüze kadar koruna gelmiştir.172 Bu Arap tabip, bir valiyi tedavi etmesi için İran gibi uzak bir ülkeden bile çağrılmıştı.173

1229. Yazı araçlarına gereksinim duymadan da bir edebiyat gelişebilir. Mekkelilerin gerek meslekten gerekse amatör bir takım “anlatıcıları” vardı ki bunlar, hikâye ve masallar anlatarak halkı geceleri eğlendirirlerdi. Müsâmere denilen bu eğlentiler, Kâbe mabedinin tam karşısında bulunan Dâru’n-Nedve adındaki Şehir Meclisi’nde yapılırdı. Tabii daha mütevâzı başka benzer toplantılar da olurdu; bunlar özellikle havanın güzel olduğu mehtaplı gecelerde, kabilelerin Nâdî adı verilen toplantı yerlerinde yapılırdı. Bazen bu toplantılara yabancı ülkelerdeki gezilerinden henüz dönmüş kimseler de katılır ve ziyaret ettikleri ülkelerle ilgili ayrıntılı bilgileri naklederler, böylece genel bilgilerin ülkede yaygınlaşmasına katkıda bulunurlardı. Mekke’ye yolu düşen yabancıların ve özellikle de tüccarların bu konudaki katkıları göz ardı edilemez. Bunlar mallarını satmak ve ticarî hesaplarını ayarlamak üzere bir süre burada kalırlar ve doğal olarak kendilerine de açık olan bu gece toplantılarında, ahbap ve müşterileriyle gevezelik etme imkânı bulurlardı.

1230. Bugün elimizde Yahudi ve Hıristiyanlar tarafından yazılmış Arapça şiir antolojileri bulunmaktadır. Bu şiirler ne dil ve ne de içerik bakımından, “putperest” Araplarınkine göre pek hissedilebilir bir farklılık göstermezler. Arabistan’da İbranî alfabesi kullanılarak kaleme alınmış Yahudi edebiyatının durumu ise tamamen ayrıdır. Medine gibi büyük merkezlerde, içinde Yahudilerin hem adlî-hukukî işlerinin, hem de öğretim faaliyetlerinin sürdürüldüğü Beytu’l-Midrâs adlı kurumları vardı. Önceki bölümlerde, örneğin Mesih’in yeryüzüne geleceği ile ilgili Yahudilere özgü bir takım inanışların putperest Araplar arasında nasıl yayıldığını ve Medine, Yemen ve daha başka bölgelerdeki Araplar arasında Yahudilerin nasıl kendi dinlerini yayma girişiminde bulunduklarını açıklama fırsatı bulmuştuk. Yarımadada İncil öğretimi, yani misyonerlik de çok yaygındı; Arap toplumunu yönlendirmek üzere o günlerde dışardan gelmiş olan bir takım papazların durumu hakkında da elimizde bilgiler bulunmaktadır.

1231. Bununla beraber dil ve edebiyatla ilgili (filolojik) incelemeler, İslâm Öncesi Arapça’sında yazı sanatı ve yazıyla ilgili çok sayıda terim bulunduğunu bize açıkça göstermektedir. Sadece Kur’ân’da bile şu kelime ve terimlere rastlamaktayız:

           Kırtâs ve Karâtîs: Karton gibi, üzerine yazı yazılan sert ve kalın düz şey veya papirüs.

           Rakk: Parşömen, üzerine yazı yazılan özel deri.

           Esfar, zübür, kütüb, suhuf vs.: Kitaplar, yapraklar, isim belirtmeksizin İncil, Tevrat, Zebur, Elvâh gibi kutsal kitaplar.

           Kalem, aklâm: Kamış ya da divit şeklinde kalem.

           Nûn : Mürekkep hokkası (bazı müfessirlere göre).

           Midâd: Mürekkep.

           Ketebe, neseha (nestensih, nushatihâ), rakam, hatta (tehuttuhû), emlâ (tumlâ), emele (yümlil): Hepsi de yazma, yazdırma ve nüsha (kopya) çıkarma anlamına gelen fiillerdir.

           Sefere, Katip: Yazıcı.

           Sicil: Bir mektubu mühürleyen kimse, mühürdar.

           Hâtem: Mühürlemek anlamına gelen fiilden türemiş bir isim.

1232. Ayrıca Muhammed (AS)’ın hadislerinde ve İslâm Öncesi Arapça şiirlerde yazmak, kitap vs. gibi kavramlarla ilgili daha birçok kelime yer almaktadır.

1233. Son bir nokta: Muhammed (AS), Arabistan’ın hemen hemen bütün bölgelerine İslâm’a davet mektupları göndermişti ki bu, aynı alfabeyi okuyabilen insanların Arabistan’ın bütün bölgelerinde bulunduğunu kanıtlamaktadır. İşte İslâm, Arabistan’daki düşünce ve inanç sistemini bu temeller üzerine oturtarak, hepimizin bildiği sonuçları elde etmek için bilimsel ve edebî faaliyetleri teşvik etmiştir.

1234. Muhammed (AS)’in göstermiş olduğu çabaları daha iyi anlayıp değerlendirmek üzere, elimizde bilgileri iki bölüme ayıracağız: Hicretten Önce ve Hicretten Sonra.


173 Buhârî, 25/17, 26/10.

174 Buhârî, 64/56, No 5.

175 İbn Hanbel, 1/34; Tirmizî, bk. Tefsir, Sure: 23/1.

176 İbn Hanbel, 1/464.

177 Buhârî, 97/3.

178 İbn Hanbel, 1/318.