๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslam Peygamberi => Konuyu başlatan: Hadice üzerinde 10 Ocak 2011, 15:42:06



Konu Başlığı: Dünya hayatına veda
Gönderen: Hadice üzerinde 10 Ocak 2011, 15:42:06

Son: Dünya Hayatına Veda


1898. Muhammed (AS)’ın ilâhî davetle üstlendiği peygamberlik görevi zor olmakla birlikte, o bunu kendisinden önce gelip geçmiş herhangi bir Nebî’den çok daha mükemmel bir biçimde tamamlama mutluluğuna erişmiştir. Muhammed (AS)’in ilk vahyini aldığı Nûr Dağı’ndaki (Cebel-i Nûr) bir mağarada elçilik görevinin nasıl başlamış olduğunu daha önce görmüştük. Muhammed (AS) ve Ebû Bekir yeni bir hayata başlamak üzere, Medine yolu üzerindeki bir başka dağın, Sevr dağının Hirâ mağarasına sığındıkları zaman, kendisine karşı gösterilen muhalefetin karanlıklarından sonra doğan şafak hatırlardadır; ve nihayet onbinlerce hacının kendisini dinlemek üzere geldiği Arafat’taki Rahmet dağının (Cebelu’r-Rahme) tepesinden H. 10. yılda söylediği ve hükümdardan en basit kula kadar her insan için gerekli asgarî toplumsal görevleri özetlediği Veda Hutbesi ile bu ilâhî vazifesinin eriştiği olgunluk noktası da hepimizin zihnindedir. O, kendisine inananlara sadece insanın Yaratıcısı ile olan ilişkilerini düzenlemek için bir “din” getirmekle kalmamış, aynı zamanda, her devirde ve dünyanın her bölgesinde günlük hayatımızla ilgili her türlü ihtiyaca cevap verebilecek ve bütün zamanların ve koşulların gereklerine uyarlanabilecek bir kurallar manzumesi de sunmuştur.

1899. Ancak o, eserini hayata geçirirken çok büyük zorluklarla karşılaşmıştır. Son nefesini verinceye kadar, bedenen ve ruhen, elindeki bütün imkânlarla ve kendisini bu davaya tam manasıyla adayarak, hiçbir şekilde gevşeklik ve ihmalkârlıkta bulunmadan mücâdele etmek zorunda kaldı. Ama sonunda, Rahmet Dağı’nda Veda Hutbesi’ni söylediği gün, kendisini dinlemeye gelen onbinlerce Müslüman’a teblîğ ettiği şu ilâhî vahyi almış olması, hem kendisi ve hem de müminler için büyük bir mutluluk kaynağı olmuştur:

           “Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı (verip ondan) hoşnut oldum.”(Mâide: 5/3)

1900. Bundan önceki sayfalar, herhalde bu konuda hiç bir mübalâğa olmadığını göstermiştir; zira gerçekten de Muhammed (AS), tebliğ ettiği kuralların somut örneklerini hem öğreterek, hem de kendi şahsında uygulayarak, görevini yerine getirmiştir. Konuyu tamamlamak için sözü başkalarına bırakıyorum:

           “Hiç bir insan, isteyerek veya istemeyerek bundan daha ulvî bir gaye ortaya koymamıştır; zira bu gaye insanüstü idi, şöyle ki: Yaratan ile yarattıkları arasına sokuşturulan hurafeleri kökünden temizlemek, doğrudan doğruya Allah’ı insana, insanı Allah’a tevdî etmek, putperestliğin uydurma ve maddî ilâhlarından oluşan bu kargaşa ortamında kutsal ve mâkul Ulûhiyet düşüncesini tekrar canlandırmak.

           “Hiç bir insan, bu kadar zayıf imkân ve araçlarla, insan gücüyle üstesinden gelinmesi imkânsız bir eser ortaya koymaya kalkışmamıştır. Çünkü, bu kadar büyük bir gayenin anlaşılabilmesi ve gerçekleştirilmesi için, kendisi dışında başvurabileceği tek araç ve yardımcı, çölün bir köşesindeki bir avuç câhil Bedeviden başkası değildi.

           “Nihayet hiç bir insan, yeryüzünde daha az zamanda bu kadar muazzam ve bu kadar devamlı bir inkılâbı gerçekleştirememiştir; zira tebliğinin üzerinden henüz iki yüzyıl [20 yıl olarak okuyunuz727] geçmeden İslâmiyet, gerek tebliğ ve gerekse silah zoruyla, Arabistan’ın üç ayrı istikametinde hüküm sürüyor, İran’ı, Horasan’ı, Mâverâu’n-nehir’i, Batı Hindistan’ı, Suriye’yi, Mısır’ı, Habeşistan’ı, Kuzey Afrika olarak bilinen bölgeleri, Akdeniz’deki birçok adaları, İspanya’yı ve Galya’nın bir bölümünü Allah’ın birliği anlayışı içinde bir araya getirmeye çalışıyordu.

           “Gayenin büyüklüğü, imkânların küçüklüğü ve alınan sonucun büyüklüğü insan dehâsının üç ölçüsü olarak kabul edilecek olursa, insanî değerler açısından modern tarihin önde gelen bir şahsiyetini Muhammed ile karşılaştırmaya kim cüret edebilir! Bunların en ünlülerinin yaptığı şey, sadece silâhları, yasaları, imparatorlukları harekete geçirmek olmuştur; Tabii, bunun sonucunda ortaya bir şey koyabilmişlerse, bunlar da genellikle kendilerinden önce yıkılıp giden maddi güçler olmuştur. Oysa O (AS), orduları, yasama erklerini, İmparatorlukları, kavimleri, hanedanları ve yeryüzünün meskûn kısımlarının üçte birlik bölümünde yaşamakta olan milyonlarca insanı harekete geçirdi; ama o bunun yanı sıra tapınakları, ilâhları, dinleri düşünce sistemlerini, inançları ve, ruhları da harekete geçirdi; her harfi kanun olan bir Kitap üzerine, her dilden ve ırktan insan topluluklarını kapsayan manevî bir milliyet tesis etti; ve bu Müslüman milliyetinin silinmez karakteri olarak, sahte ilâhlardan nefret etmeyi ve maddeden münezzeh bir Allah sevgisini aşıladı. Manevi değerleri çiğneyenlerden intikam almayı amaç edinen bu anlayış, Muhammed’in izinden gidenlerin fazileti oldu; yeryüzünün üçte birlik bölümünde onun getirdiği hükümlerin egemen olması onun bir mucizesi idi; daha doğrusu bu, bir insanın değil, aklın mucizesi idi. Uydurma ilâh anlayışlarının artık bıkkınlık verdiği bir sırada ilan edilen Allah’ın birliği düşüncesi, bizatihi öyle bir erdem taşımaktaydı ki, bu düşünce, daha onun dudaklarından dökülürken, eski putlara ait bütün mabetleri yaktı ve kendi nuruyla dünyanın üçte birini aydınlattı.

           “Bu adam sahtekârın biri miydi? Onun hayatı boyunca yaptıklarını iyice tetkik ettikten sonra biz öyle olduğuna inanmıyoruz. Sahtekârlık, görüş ve kanaatlerin ortaya konulmasında ikiyüzlülük demektir. Yalanın asla doğruluk özelliği olmayacağı gibi, ikiyüzlülüğün de ikna etme gücü ve kudreti yoktur.

           “Mekanikte projeksiyon (yansıtma) gücünün itme gücünün tam ölçüsü olması gibi, aynı şekilde eylem ve faaliyet de, tarihte ilham gücünün ölçüsü demektir. Bu kadar yükseğe, ileriye ve uzun zamana hitap eden bir düşünce, gerçekten güçlü bir düşünce demektir; bu kadar güçlü olabilmek için ise, tamamen samimi ve kendi davasına inanmış olmak gerekir…

           “Fakat onun hayatı, eseri, ülkesindeki batıl inançlara karşı kahramanca mücâdelesi, putperestlerin öfkeleri karşısındaki gözü pekliği, onlara Mekke’de 15 [13 olacak] yıl dayanmakta gösterdiği sebatı, toplumda infial uyandıran görevinde ısrar etmesi ve neredeyse hemşehrileri tarafından öldürülecek noktaya gelmesi ve nihayet Hicret edişi, insanlara sürekli olarak öğüt ve nasihatlerde bulunması, benzersiz savaşları, başarılara olan güveni, terslikler ve sıkıntılar karşısında bile kendisine olan güveni, zaferde âlicenaplığı, asla baskıcı olmayan düşünce yapısı, sonsuz duası, Allah’la yaptığı gizemli konuşmaları, vefatı ve kabre konulduktan sonra gerçekleşen zaferi, ortada sahtekârlıktan ziyâde mutlak bir inancın olduğunu kanıtlamaktadır. Ona bir dogma (düşünce sistemi) kurma kudretini işte bu inanç vermiştir. Bu dogma iki yönlü idi: Allah’ın birliği ve Allah’ın maddi bir varlık olmaktan uzak oluşu; biri Allah’ın ne olduğunu, diğeri ne olmadığını söylüyordu: Birisi kılıçla sahte ilâhları deviriyor, diğeri ise söz sayesinde bir düşünceyi başlatıyordu.

           “Filozof, hatip, havari, kanun koyucu, savaşçı, düşünceleri fetheden, mâkul ve mantıklı dogmalar ve sûretsiz bir din tesis eden, yeryüzünde yirmi imparatorluğun ve tüm gönüllerde ise bir tek imparatorluğun kurucusu: İşte Muhammed!

           “Beşerî büyüklüğün hesaplandığı her türlü ölçüye vurulduğunda, hangi insan daha büyüktür?”

           (Alphonse de Lamartine, Histoire de la Turquie, I, 276-280).

Hastalık ve Sonsuzluk Alemine Göç

1901. Mütevazı gücümüzün elverdiği kadarıyla, O’nun hayatını ve yaptığı faaliyetleri böylece anlatmaya çalıştıktan sonra, bu hikâyeyi, insanlık tarihiyle ilgili bu bölümü, kendisini tamamen insanlığa adayan bu yüce insanın vefatının hüzünlü anlatımıyla bitirelim.

1902. Hayatının son yıllarında, Muhammed (AS) genellikle rahatsızdı. Elden geldiği kadar kendisine özen gösteriliyordu. Altmış üç yaşında idi. H. 11. yılın ikinci ayının son haftasında, bir gece kalktı, yatağını terk etti ve şehrin mezarlığına gitti. Orada daha önce ölmüş olan ve ilâhi görevinin başarıya ulaştırılmasında kendisi ile birlik olup hayatını feda edenler için uzun uzun dua etti. Sonra evine döndü ve hanımının baş ağrısından şikâyet ettiğini duyunca ona şöyle dedi: “Esas başı ağrıyan benim!” Ertesi günü durumu ağırlaştı, ancak her gecesini sırayla hanımlarından birinin yanında geçirmeye devam etti. Artık buna da takati kalmayınca, hepsi birden, kendisine aynı yerde, yani hanımı Ayşe’nin yanında kalmasını söylediler. İki yeğeni, Ali ve el-Fadl ibn Abbâs’ın omuzlarına dayanarak Ayşe’nin odasına girdi. Rahatsızlığı daha da artmıştı. Bir gün ailesine, kendisine şehrin yedi ayrı kuyusundan çekilen yedi tulum su getirmelerini ve başına dökmelerini söyledi. Ülkede pek yaygın olan bu tedavi kendisini o kadar rahatlattı ki, yatağından çıkıp Mescid’e gitti ve sahabeleri arasındaki yerini alarak, onlara, birçok hadis ravisinin özet halinde muhafaza etmiş olduğu bir hutbe irat etti:

1903. İbn Hişâm728 bize şöyle naklediyor: Resulullah başında bir sargıyla evinden çıktı ve camiye gelip minbere oturdu; sonra Uhud savaşında şehit olanlar için dua ederek hutbesine başladı; uzun bir süre böyle devam etti. Daha sonra şöyle dedi:

           “Allah’ın bir kulu vardı; Allah ona bu fani dünya ile kendi yüce katı arasında bir tercihte bulunma imkânı verdi; bu kul da Allah’ın yüce katını tercih etti.”

           Ebû Bekir bunun mânasını derhal anladı ve Muhammed (AS)’in kendi şahsından bahsettiğini fark etti; ağlamaya başlayıp şöyle dedi: “Ya Muhammed! Canımız ve ana-babamız sana fedâ olsun!” Muhammed (AS) şöyle karşılık verdi:

           “Sus, ey Ebû Bekir!”

           Sonra şöyle devam etti:

           “Bakınız, kapıları Mescid’in avlusuna açılan bunca ev var. Ebû Bekir’in kapısı dışında hepsini kapayınız; zira davamda bana ondan daha çok yararlı hiç kimseyi tanımadım; gerçekten, insanlar arasında bir dost edinecek olsaydım, bu Ebû Bekir olurdu. Allah bizi kendi katında buluşturuncaya kadar, o benim sahabem ve iman kardeşimdir. Ey insanlar! Usâme’yi (Müslüman bir elçinin katledildiği Suriye’ye doğru) sefere çıkarınız. Yeminim olsun! (Her ne kadar genç olsa da) Onun komutanlığına bir itirazınız var mı? Siz daha önce onun (azât edilmiş bir köle olan) babasının komutan seçilmesine de karşı çıkmıştınız. Gerçekten o, tıpkı babası gibi komutan olmaya lâyıktır.”

           Sonra minberden indi ve evine girdi.

1904.  Aynı kaynak,729 Ensar’dan yetkili bir ağıza dayanarak, bize bu konuşmadan başka bölümler de nakletmektedir: Allah’ın Uhud şehitlerine rahmetini esirgememesi için dua ve niyazda bulunduktan sonra, Resulullah şöyle buyurdu:

           “Ey Muhâcirler (Medine’ye göç eden Mekkeliler)! Size, Ensâr’a karşı iyi davranmanızı vasiyet ederim; zira insanlar çoğalacak, Ensâr ise aynı durumda kalacaktır. Aralarında sığınacak bir yuva bulduğum bu insanlar, gerçekten benim güvenimi kazanmışlardır. Öyleyse onlar arasından iyilikte bulunanlara siz de iyilikte bulunun, kötülükte bulunanları ise bağışlayın!”

1905.  Yeğeni el-Fadl ibn Abbâs730 da aynı hutbeden alınmış olan şu bölümü naklediyor:

           “Ey insanlar! Belki aranızda benden hak iddiasında bulunan kişiler çıkabilir. Kimin sırtına vurduysam, işte sırtım, gelsin vursun!. Kime hakaret etmiş ya da onurunu incitmişsem, işte şerefim, gelsin intikamını alsın. Kimin malını almışsam, işte malım, alsın ve benden bir itiraz gelecek diye asla çekinmesin, zira bu benim sünnetime sığmaz. Gerçekten, benim yanımda sizin en değerli olanınız, hakkını istemeyi bilen ya da ondan vazgeçendir. Böylece Rabbimin huzuruna yüzüm ak olarak çıkabileceğim.”

           O zaman cemaatten biri ayağa kalkıp, kendisine bir miktar -Taberî’ye göre 3 dirhem- borcu olduğunu söylemiş ve bu para derhal kendisine ödenmiştir.

1906. Taberî’nin naklettiği bir başka rivayete göre, Resulullah, kendisini dinleyenlerden, eğer borcu varsa kendisinden istemelerini söylediğinde kimse kıpırdamamış ve o zaman Muhammed (AS) şöyle demiştir:

           “Herhalde yeterince açık ifade edemedim. Bu konuyu tekrar ele almam gerekiyor.”

           Böyle söyledikten sonra konuşmasını bitirdi, kürsüden indi ve öğle namazını kıldırdı. Bir süre sonra tekrar kürsüye çıkıp önerisini tekrarladı. İşte o sırada birisi kalkıp, kendisine üç dirhem borcu olduğunu söyledi. Daha sonra Resulullah başka bir konuya geçti:

           “Ey insanlar! Eğer içinizden birinizin başkasına borcu varsa onu versin, aşağılanma korkusu onu bundan alıkoymasın, zira bu dünyadaki utanma, ahirettekine göre daha hafif kalır!

           [Bu sırada birisi ayağa kalktı ve şöyle dedi:

           “Bir askerî sefer sırasında elime üç dirhem geçmişti, onları sakladım ve ganimetleri toplayan görevliye vermedim.”

           Muhammed (AS) sordu:

           “Niçin böyle yaptın?”

           Adam şöyle cevap verdi:

           “Âcil bir ihtiyacım vardı.”

           O zaman Resulullah bu paranın tahsil edilmesini emretti. Sonra konuşmasını sürdürdü:]

           “Ey insanlar! İçinizden biri işlediği günahlardan korkuyorsa, benden istesin, onun için Allah’a dua edeyim.”

           [Birisi kalktı ve bazı ahlâkî kusurlarından bahsetti; dinleyiciler buna şaşırdılar; ama Resulullah (AS) uyardı:

           “Bu her zaman Hesap Gününe kalmaktan daha iyidir.”]

           Sonra Resulullah evine döndü.

1907.  Buhari, Müslim, Mâlik vb. diğer kaynaklar bu konuşmanın daha sonraki bölümlerini şöyle naklederler:

           “Allah, peygamberlerinin kabirlerini tapınılacak yerlere dönüştürenlere lanet etti. Sakın benden sonra, kabrimi tapınılacak put haline getirmeyin! Size, Ensâr’a iyi davranmanızı emrediyorum. Onlar vücûdumun giysileri gibiydiler ve en çok güvendiğim insanlardı; onlar kendilerine düşen bütün görevlerini yerine getirdiler, geriye ise sadece hakları kalıyor. Eğer iyilik yaparlarsa siz de onlara iyi davranınız, içlerinden fenalık yapanları ise bağışlayınız.”

1908.  Ertesi gün durumu ağırlaştı ve bir kaç gün sürecek olan can çekişme haline girdi. Buhari’ye göre,731 Resulullah can çekişir vaziyette iken, bir gün evinde bulunanlardan şu istekte bulundu:

           “Bana bir yazı yazmam için kâğıt getirin, sonra yolunuzu şaşırmayasınız.”

           İçlerinden bazıları şöyle dediler:

           “Resulullah çok acı çekiyor. Hem elinizde Kur’ân var; o bize yeter.”

           Ailenin bütün üyeleri aynı görüşte değildiler; bazıları şöyle dedi:

           “Size bir yazı bırakması ve daha sonra yolunuzu şaşırmamanız için kâğıt getirin.”

           diğerleri bir başka şey söylediler. Her kafadan bir ses çıkmaya başlayınca, Resulullah:

           “Buradan çıkın gidin!”

           dedi.

1909. Aynı gün birkaç saat sonra, Muhammed (AS) şifahen üç şey emretti:

           “Yahudi ve Hıristiyanları Arabistan’dan çıkarın; gelen yabancı heyetlere, benim âdet haline getirdiğim gibi, hediyeler verin.”

           Râvî İbn Abbâs, “üçüncüyü unuttum” diyor. Bu ayrıntılı bilgiyi bize Buhârî vermekte ve Resulullah’ın diğer bir sahabesi Abdullah ibn Ebî Evfâ’dan naklen, Resulullah’ın bu şifahî vasiyetinde, Kur’ân’a sıkı sıkıya yapışılmasını emrettiğini eklemektedir (krş. yukarıda § 1486 vd. “Gayrimüslimler” bölümü).

1910. Hastalığının başlangıcında Muhammed (AS) namaz kıldırmak için mescide çıkmaya devam ediyordu; daha sonra artık takatten kesilince, kendi yerine geçmesi için Ebû Bekir’i görevlendirdi. Birinci defasında Ebû Bekir bulunamadığı için, haberci, namazı Ömer’in kıldırmasını söyledi. Fakat Ömer’in sesini tâ odasından duyan Resulullah:

           “Hayır, benim yerime Ebû Bekir’in geçmesi gerekir.”

           dedi. Tekrar Ebû Bekir’i aramaya gittiler. Ve bundan böyle Muhammed (AS)’in hastalığı boyunca namazla Ebû Bekir görevlendirilmiş oldu. Bir gün, Muhammed (AS) kendisini daha iyi hissedip namazı kıldırmak üzere dışarı çıktı. Ebû Bekir namaza başlamıştı; ama Resulullah’ı görünce cemaatin arasına karışmak üzere geri çekiliyordu ki, Peygamber yerinden kıpırdamaması için işaret etti ve gidip yanına oturdu; Ebû Bekir, namazı bitirmek için ayakta kaldı. Vefatının arifesinde olsa gerek, bir gün Resulullah kendisini birden iyileşmiş hissetti -fakat bu, hastanın son iyilik halinden başka bir şey değildi- ve evinin kapısına kadar geldi. Bitişikteki camide sabah namazını kılan insanlar bir kaç gün ortalıktan kaybolduktan sonra onu ilk kez görünce sevinçten çılgına döndüler. Ama hiçbiri de yerini terk edip namazını bozmadı. Resulullah bu disiplinden çok memnun oldu, gülümsedi ve gidip tekrar yattı.

1911. Ebû Bekir, o zaman Resulullah’ın yanına gelip, geçmiş olsun dedi ve şehir dışında bulunan (Resulullah’ın hastalığı nedeniyle günlerden beri göremediği) ailesinin yanına gitmek için oradan ayrılma izni istedi. O buna izin verdi, ama birkaç saat sonra, Ebû Bekir bu ayrılışına çok üzüldü.

1912. Resulullah’ın ne kölesi, ne de sürü hayvanı vardı. Sadece beyaz bir katırı, silahları (kılıç vs.) ve bir miktar arazisi vardı. Bu arazilerin gelirinin ailesi için harcanmasını ve kalanının Devlet hazinesine devredilmesini emretti. Demek ki miras bırakabileceği hemen hiçbir şeyi yoktu. Kılıcının damadı Ali’de kaldığı anlaşılıyor. Sahip olduğu eşyalar hakkında bu şekilde karar verdikten sonra, Muhammed (AS), hanımı Ayşe’ye, elindeki (tamamı 7 dinar) parayı ne yaptığını sordu. O, parayı çıkardı ve Resulullah: “Sahip olduğu bu parayla Allah’ın huzuruna çıkmaktan utanacağını” söyleyerek, derhal fakirlere verilmesini emretti. Kendisine ait bir zırh, şehirde bir Yahudi tüccara 30 ölçek (sâ’; yani yaklaşık 40 kilo) arpa karşılığında rehin bırakılmıştı. Muhtemelen bu zırh, daha sonra ailesi tarafından geri alınmıştır; ancak kaynaklar bize bu konuda fazla bir şey söylemiyorlar.

1913. Bazı hadisçilerin naklettiğine göre, Resulullah (AS), son günlerinde “Hayber’in fethi sırasında bir kadının kendisine ikram ettiği zehirli bir yemek sebebiyle ölmek üzere olduğunu” söylemiştir. Resulullah’ ın durumu fark ettiğini ve çiğnemekte olduğu eti ağzından çıkarıp attığını, aynı etin diğer bir parçasını çiğneyip yutan bir başka Müslümanın ise oracıkta öldüğünü hatırlatalım. Muhammed (AS), hastalığı hakkında şöyle diyordu:

           “Zaman zaman bu zehirden çok çektim; şimdi ise beni şah damarımdan vurdu.”732

1914. Birkaç saat sonra hastalık tekrar şiddetlendi. Kaynakların ifadesine göre, bir pazartesi sabahıydı. Resulullah artık konuşamıyor, hatta bir şeyler yiyip içmek için bile ağzını açamıyordu. Ailesinden bazı kimseler ona ağzının kenarından, dişlerinin arasından bir ilâç içirilmesini önerdiler. Muhammed (AS) bunu yapmamalarım işaret etti. Sadece bıkkınlığını belirtmek istediğini sanıp, yine de ilâcı verdiler. Daha sonra, Resulullah kendine gelip de etrafındakilere ne yaptıklarını sorunca, onlar şöyle cevap verdiler: “Habeşistan’da zatülcenpten rahatsız olup ağzını açamayan hastalara bu ilâcın verildiğini görmüştük.” Muhammed (AS) sinirlenip şöyle dedi: “Allah bana aslâ bu iğrenç hastalığı vermeyecek.” Sonra aynı ilâcın aynı şekilde (ağızlarının kenarlarından ve dişleri arasından), amcası dışında oradaki herkese verilmesini emretti. Hastaya hürmeten, o gün oruçlu olan Resulullah’ın hanımlarından biri de dahil olmak üzere, bu emir herkese uygulandı.733

1915. Biraz sonra Muhammed (AS) tekrar kendisini çok kötü hissetti ve konuşamaz oldu. O sırada kayınbiraderi (Ebû Bekir’in oğlu) elinde bir misvakla odaya girdi. Muhammed (AS) arzuyla misvaka baktı. Zevcesi Ayşe kendisini anlayıp, Resulullah’ın dişlerini fırçaladı. O buna çok memnun oldu. Sonra Resulullah’ın başını alıp kollarına ve dizleri üzerine dayadı. Bundan sonra ne olup bittiğini onun ağzından öğrenelim:

           “Son olarak Resulullah, alçak sesle ara sıra: “Lâ ilahe illallah; ruhunu teslim etmek ne zor şeymiş!” diyordu. Güçlükle duyulan son sözü şu oldu: “Yüce Dost’la birlikteyim (Me’ar-Refikı’l-A’lâ); sanki iki şık arasından bir seçim yapıyor gibiydi.”

           Ayşe şöyle devam ediyor:

           “Gençtim, hiç bir şey anlamıyordum; şaşkınlığım arasında Resulullah kollarımda son nefesini vermiş ve benim hiç haberim olmamıştı! Odadaki diğer hanımlar ağlamaya başlayınca, başımıza neyin geldiğini anladım; Resulullah (AS)’ın başını yastığa koydum, ayağa kalktım ve ben de diğerleri gibi yüzüme vurmaya başladım.”

1916.  Son böyle oldu...

1917. İlk asır Müslüman tarihçilerine göre, Muhammed (AS)’in sırtında, hayat hikâyesinde birçok kez sözü edilen bir tür et beni vardı.734 Ölümünden sonra, kendisini son kez yıkayanlar, bu beni artık bulamadılar. Bunun “Risâlet Mührü” olduğuna inanılmıştır; vefatı üzerine peygamberlik görevi sona erdiği için, bu mühür geri alınmıştır.735


727 A.g.e., s. 314, 317.

728 A.g.e., s. 265.

729 El-Vesâ’iku’s-Siyasiyye, Nº 65.

730 A.g.e., s. 67.

731 A.g.e., s. 54.

732 İbn Hanbel, Müsned, IV, 206-207.

733 Belazurî, Fütûh, s. 79; bk. İbn Esîr, Kâmil, 175.

734 Vesâ’ik, Nº 56.

735 Muhabbar, s. 77.