๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslam Peygamberi => Konuyu başlatan: Hadice üzerinde 10 Ocak 2011, 15:50:58



Konu Başlığı: Dînî uygulamalarla ilgili diğer bilgiler
Gönderen: Hadice üzerinde 10 Ocak 2011, 15:50:58


Dînî Uygulamalarla İlgili Diğer Bilgiler


1888. Bayram namazlarının kılındığı ve Musallâ denilen açık alanlar da dahil olmak üzere, cami ya da mescit şeklindeki yapılar dışında, İslâm’da herhangi bir dînî yapı mevcut değildir. Veli ya da aziz olarak bilinen kişilerin kabirlerinin veya bunlardan arta kalan eşyaların kutsal sayılması, bunlara tapılması İslâm’da yasak olup, Müslümanlar bu tür şeyleri bilmezler. Toplum için yapmış oldukları güzel işler dolayısıyla velilere saygı duyulması ve onların minnet ve şükranla anılmaları normaldir. Ancak, en azından gerçek İslâmî çevrelerde, tapınma şeklinde davranışlarda bulunulmaz. Muhammed (AS), var gücüyle yıldız falcılığına (astroloji) ve eskiden beri süregelen büyü, sihir, kuşların uçuşuna bakarak kehânette bulunma gibi her türlü hurafe ve bâtıl inanca karşı çıkmıştır.

1889. Nezir ve yemin, çok eskiden beri bütün insanların başvurduğu âdetlerdendir. Araplar da bu konuda diğer toplumlardan geri kalmamışlardır. İnsanın, başka zamanlarda yapılması zorunlu olmayan bir şeyi kendisi için zorunlu hale getirmesine nezir (adak) denir. Normal olarak yapılmasına izin verilen bir şeyi insanın kendi kendisine yasaklaması ise yemin’dir. İslâm bunları da bir düzenlemeye tabi tutmuştur. Allah’ın dışında herhangi bir şey üzerine, bilhassa bir takım putlar ve fetişler üzerine yemin etmek kesinlikle yasaklanmıştır. Bir kimse nezir ya da yemininin güvencesi olarak Allah’ın adını anmışsa, artık onu mutlak surette yerine getirmesi gerekir (bk. Nahl: 16/91; Hac: 22/91). Ne yapılması imkânsız ya da çok zor bir iş için, ne de herhangi bir basit ve kolay iş için yemin edilir (bk. Bakara: 2/224). Ağzını sıkı tutmayıp olur olmaz her şeye yemin etmek bağışlanabilir; ama içinden gelerek yapılan bir yemin veya nezirin yerine getirilmemesi kefâreti gerektirir:

           “Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da kefareti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakiri doyurmak, yahut onları giydirmek, yahut da bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefareti budur. Yeminlerinizi yerine getirin!”

           Başka birinin başına bir zarar ya da belâ gelmesi halinde sadaka vereceğine dair yemin etmek hükümsüzdür. Yine, günah teşkil eden bir istek ya da amaç uğruna edilen yemin de öyledir. Bir gün sahabeden biri, suçlu birini, burnuna bir halka geçirip, bir deveymiş gibi Kâ’be’nin etrafında tavaf edercesine çekip dolaştırarak cezalandıracağına yemin etmişti. Resulullah bu durumu görünce hemen müdahale ederek kendi eliyle ipi kesti ve o adamın sadece elinden tutup çekmek suretiyle yeminini yerine getirmesini emretti (Buhârî, 83: 31, Nº 4). Sahabeden bir kadın ise, Resulullah’ın çıktığı çok zor ve tehlikeli geçeceği önceden belli olan bir savaştan sağ salim dönmesi halinde, onun huzurunda müzik çalarak kendisini eğlendireceğine yemin etmişti. O, bu yeminin yerine getirilmesine izin vermiştir (Ebû Dâvûd, 21: 22; Tirmizî, 46: 17; İbn Hanbel, V, 353, 356).

1890. Resulullah (AS), kendilerine herhangi bir dinî önem vermemekle birlikte, rüyaların değerine ve bunların bir anlam ifade ettiklerine inanıyordu. O bunları iki sınıfa ayırmıştı:

           1. Edğâsu Ahlâm (Hiç bir değeri olmayan, kâbus şeklindeki rüyâlar),

           2. Ru’ya-yı sâliha (Doğru ve gerçeklik ifade eden rüyalar).

           Kur’an da rüyâ konusuna yer vererek, İbrahim (AS)’in gördüğü sâlih bir rüyâda, Allah’tan oğlu İsmail’i kurban etmesi emrini aldığına işaret eder. Yine Kur’an’da, Hükümdar Yûsuf (AS)’un rüyâları yorumlama konusunda sahip olduğu ilahi kudretten bahsedilmektedir. Nitekim kendisi, Kur’an’daki kıssaya göre, önce hapishanedeki iki arkadaşının rüyalarını yorumlamış, daha sonra da Mısır’daki Firavun’unkini yorumlayarak, ona, başlarına gelecek olan bir felâketin zararlarını azaltmanın çareleriyle ilgili bazı önerilerde bulunmuştur: Bu felâket, ülkede yedi yıl art arda yaşanacak olan bir kıtlık-kuraklık devresiydi. Bu arada, Resulullah’ın Uhud savaşında Müslümanların başlarına gelecek olan büyük felâketi önceden gördüğü rüyâyı da hatırlatalım. Rüyâların yorumlanması, daha o zamanlarda bile Müslümanların ilgisini çekmekteydi. Bazen sabah erkenden gelip, Muhammed (AS)’e o gece rüyalarında ne gördüklerini anlatıyorlardı: O da bazen çevresindeki insanlara kendi gördüğü rüyaları anlatıp, bunların ne anlama geldiklerini bizzat açıklıyordu.

1891. Müslümanlar arasında ne gaibden haber veren kâhinler, ne de geleceği okuyan falcılar vardı. Ancak Muhammed (AS), putperestlik ve büyücülükle ilgili bazı formüllere başvurulmaması koşuluyla, hastalara “okunmasına” ses çıkarmıyordu. Kimi insanların, sahip oldukları sağlam ve derin inançları sayesinde, rahatsızlık duyulan bazı hastalıklara karşı etkili oldukları görülmektedir. Böyle bir zaafı olan herkesi tedavi etme imkânı yoktur. Ancak, insanlığa yakışmayan bazı özelliklerin bu gibi kimselerden giderilmesi ile, bu psişik etkinin izlerini gidermek mümkün olabilir. Bu konuyla ilgili şu iki olayı zikredelim: Bir gün çölde oturan bir bedevîyi akrep ya da yılan sokmuş ve o sırada oradan geçmekte olan seyahat halindeki bazı Müslümanlardan bu talihsiz insanın iyileştirilmesi için ona okumaları rica edildi. İçlerinden biri şöyle dedi:

           “Az önce sizden, bize yakınlık ve misafirperverlik göstermenizi istediğimizde reddetmiştiniz. Şimdi biz de karşılıksız sizin hastanızı okumak istemiyoruz.”

           O zaman kendisine bir bahşiş vaat edildi; o da kalkıp Bedevi üzerine Kur’ân’ın ilk suresi olan Fâtiha’yı okuyarak yılanın soktuğu yere tükürdü. Hasta iyileşti; bunun üzerine Bedeviler mükâfat olarak çok sayıda koyun hediye ettiler. Müslümanlar yolculukları bitip de Medine’ye varınca, alınan bu ödülün meşru olup olmadığını Resulullah’a sordular. O da, bu Müslümanların sadece Kur’an ayetlerini okumuş olduklarından emin olunca çok memnun kaldı ve şaka yollu şöyle buyurdu:

           “Bu kazancınızı bölüşünüz ve ondan bana da bir pay ayırınız.”

           Başka bir gün, Temim kabilesinden bir Müslüman bazı Bedevilerle karşılaştı; bunlar, ancak zincire vurularak zapt edilebilen bir akıl hastasının tedavisi için “okuyacak” birini arıyorlardı. Temîmli Müslüman, sabah ve akşam olmak üzere günde iki kez Fâtiha’yı okuyup hastanın üzerine üfürdü. Bu okuma işi art arda üç gün devam etti. Hasta gerçekten iyileşti ve bunun üzerine bu Temimliyi ödüllendirmek istediler. O tereddüt etti ise de, sonunda çekinerek kabul etti. Medine’ye dönünce, hemen Resulullah’ın huzuruna varıp bu konudaki görüşünün ne olduğunu sordu. Resulullah, bu tür bir “okuma”nın uygun olduğunu söyleyerek, alınan mükâfatın meşru olduğunu bildirdi.723

1892. Bunun dışında Muhammed (AS), sahabelerine geceleyin yatmadan önce şu duayı okumalarını tavsiye etmiştir:

           “Allah’ın yarattığı varlıklardan gelebilecek kötülük ve felâketlere karşı, O’nun en güvenilir âyetlerinin korumasını niyaz ederim!”

           Ayrıca şöyle ilâve ediyordu:

           “Bu dua sayesinde Allah sizi bütün kötülüklerden koruyacaktır.”

1893. Nazar veya göz değmesi denilen şeye de inanılıyordu: Yaratılışları gereği olağanüstü güçlere sahip bazı insanların, kendilerinin de sahip olmayı istedikleri bir şeyi görüp de bunu elde edemedikleri takdirde, bakışları (nazarları) ile o şeyi mahvedip yok edeceklerine inanılırdı. Resulullah (AS), böyle nazarı değen kimselerin ibadet maksadıyla abdest almasını ve abdest alınan bu sudan, nazar değen o insana yahut eşyaya zâhidane bir şekilde serpilmesini tavsiye etmiştir.724

1894. Resulullah, kuşkusuz sahabelerini teşvik etmek için, olayları hayra yorma ve uğurlu saymayı sünnet haline getirmişti. Örneğin bir askerî sefere çıktıklarında “Muzaffer” adında bir kabilenin topraklarından geçiyorlarsa, bunu hemen “Muzaffer olacağız” şeklinde yorumluyordu. Aynı şekilde bazı yerleşim birimlerinin, dağların vs. adlarına bakıp, sürekli olarak bunları uğurlu sayma ve iyiye yorma yoluna gidiyordu. Bazı kuşların uçuşlarına ve daha başka olaylara bakarak, yani fal bakmak suretiyle bir şeyin hayırlı (uğurlu) ya da hayırsız (uğursuz) olacağına hükmetmeyi ise kesinlikle yasaklamıştı.

1895. Kara büyü (sihir) denilen şeyin varlığına da inanılıyordu: Bu gibi durumlarda tedavi amacıyla Kur’an’ın bazı âyetlerinin (örneğin Felak ve Nâs sureleri) okunması tavsiye ediliyordu. Kara büyü denilen bu iğrenç şeyin öğrenilmesi ve uygulanması bütün Müslümanlara yasaklanmıştır.

1896. Belli bir kutsallık taşıyan mezarlıklardan da bahsederek bu konuyu bitirelim. Kabristanlarda temizlik ve düzene çok özen gösterilmesini isteyen Resulullah, ister defin sırasında, isterse anma törenlerinde her çeşit israfı yasaklamıştı. Kefen bezi konusunda şu açıklamada bulunmuştu:

           “Diriler buna ölülerden daha çok ihtiyaç duyarlar.”725

           Kabirlerin üzerine türbe ya da anıt gibi pahalıya mal olan eklentilerin yapımını da yasaklamıştır.726 Hayatta iken sevilip sayılan kimselerin kabirlerine saygı göstermek, doğal bir duygudur. Resulullah, kendi annesinin kabri de dahil, bütün kabristanları ziyaret eder ve Müslümanlar arasından vefat edip gidenler için hayır duada bulunurdu. Ama bizatihi kabir ya da kabristanlara karşı saygı gösterip, bir bakıma kabrin kendisine tapınma anlamına gelecek davranışlarda bulunmayı, örneğin peygamberlerin kabirleri önünde secdeye kapanmak gibi hareketleri yasaklamıştı. O, çevresindekilere daima şunu öğretmeye çalışmıştı: Her şeyin yegâne sahibi ve Rabbi ancak Allah’ tır: Yaratılmış olanlardan hiç biri, O’nun ilahi irâdesini değiştiremez. Üzüntü ve sıkıntı anında, doğrudan doğruya ve sadece Allah’a yönelmek gereklidir. Şefaat kesinlikle reddedilmiş değildir: Ancak bu kavramın yeni bir anlayışla yorumlanması gerekmektedir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulur:

           “O’nun katında, Onun takdiri ve izni dışında kim şefaat edici olabilir?”

           Ancak burada söz konusu olan, Kıyamet ve Hesap Günü yapılacak olan şefaattir. Daha sonraki yıllarda göreceğimiz gibi, Halife Ömer, saygıyı hak edenlerle hak etmeyenler arasında bir ayrım yapmıştır: Hudeybiye’de Resulullah’ın bağlılık yemini (biat) alırken altına oturup gölgesine sığındığı ağacın kutsal bir özelliği vardı ve buraya tedavi edilmek üzere bir takım hastalar gelirdi. Ömer derhal bu ağacın kesilmesini emretmiştir. Ancak aynı Ömer, bir kuraklık esnasında Abbâs’ı yanı başına çağırarak şöyle dua etmiştir:

           “Yâ Rabbi! İşte aramızda Senin Resulünün amcası da bulunuyor: O da susuz kalmış durumda…. Sen rahmetinle bize yağmur gönder...”

           Ağacın kesilmesi olayında, o ağacın kuvvet ve kudret sahibi olduğuna inanılması, ikincisinde ise, Resulullah’ın amcasına en ufak bir kuvvet ve kudret yakıştırılmaksızın Allah’a sığınıp yakarma söz konusudur.

1897. Sözün kısası, Resulullah daima insan unsuruna yeni ve dinî bir istikamet kazandırmaya çalışıyor ve yaratılmış olan şeylerin önemini bizzat bunları yaratan Allah’a nispet ederek azaltmaya çalışıyordu. O, doğrudan doğruya putperest ve müşrik inançları yasaklıyordu. İnsanların küçük zaaflarına ise hiç müdahale etmiyor, sadece Hayy (Diri), Kadîr (Her şeye gücü yeten) ve her yerde hâzır ve nazır olan Allah’a karşı güven ve teslimiyet duygusunu pekiştirmekle yetiniyordu. Yemek yemeden ve su içmeden önce Allah’ın adını anıyor, bunları yaptıktan sonra da Allah’a hamd ve şükürler ediyordu. İslâm Öncesi Arabistan’ında ziraatla uğraşanlar ve çobanlıkla geçinenler, belli mevsimlerde elde ettikleri ürünün bir bölümünü putları için bir tarafa ayırırlardı. İslâm, bunun yerini almak üzere ve kamu erkinin denetiminde, Âhirette İlâhî bir mükâfata kavuşulacağını vaat ederek, örgütlenmiş bir sadaka (zekât) kurumu getirmiştir. Muhammed (AS)’in sahabelerini, içinde hiç bir hurafe ve bâtıl inancın bulunmadığı bir konuma doğru olgunlaşmaya yöneltmekteydi: Ama o, bu yönelişi gerçekleştirirken herkese aynı şekilde davranmıyordu: Ruhî-manevî yapısı kuvvetli olan sahabelerine Allah’a mutlak anlamda güven demek olan tevekkül’ü ve Allah’dan gelen her şeyi kabullenme demek olan rıza’yı öğretiyordu. Bu durum, başa gelen felâket ve kötülükler karşısında Allah’a şikâyet ve sızlanmada bulunmayıp, sadece O’ndan af ve mağfiret dileme halidir. Ruhî-manevî yapıları fazla güçlü olmayan kimselere gelince: O, bunları Tektanrı düşüncesi içerisinde toparlayabilmek için dünyevî-maddî hurafe ve bâtıl inançlardan uzak tutmakla yetiniyordu. Böyle bir durumda insan, her konuda ve her şey için sadece Allah’a yönelecektir. Allah, Diri ve mutlak Kudret sahibi olduğu için, her şeyi takdir edip kararlaştıracak olan da O’dur; ancak, takdir ettiği, olmasını istediği şeyden O’nu döndürecek olan da yine kendisidir. Mutlak merhamet ve şefkatiyle olmasını istediği o şeye ait kararını değiştirecek olursa, artık hiç bir yaratık O’nu bu ilâhî dileğinden döndüremez. İşte bu da vasat insanın Tektanrı anlayışıdır.


723 Kuşkusuz Sayın Munecced burada benim Some Arabic Inscriptions of Medinah of the Early Years of Hijrah (Islamic Culture, Hyderabad Deccan. Ekim 1939, s. 427-439) adlı makaleme göndermede bulunmaktadır. Ayrıca Sayın Munecced iki ayrı kitabenin içeriğini birbirine karıştırmaktadır. Zira bunlardan birinde Ebû Bekir ve Ömer’in adları varken, Ali’nin adı bir başka kitabede bulunmaktadır. Ben bunları Hendek Savaşı’nın yapıldığı H. 5 yılına tarihlendirdim. Bu arada yeri gelmişken belirteyim ki, söz konusu makalede (s. 436), kendi çektiğim fotoğraflara dayanarak, kitabede “Ali ibn Ebû (metin aynen böyle) Tâlib” şeklinde yazıldığını göstermiştim. Fakat 1946 yılında bölgeyi tekrar ziyaretim sırasında, fotoğraf çekerken ışığın oyununa geldiğimi ve kayalıklara kazınmış olan metnin aslında “Ali ibn Ebî Tâlib” olduğunu gördüm.

724 Vesâ’iku’s-Siyasiyye adlı kitabımızın 6. baskısında (Beyrut. 1987, Nº 53) işaret ettiğimiz gibi, mektubun tam metnini veren ana kaynaklar şunlardır: Taberî, Tarih, I, 1571-72, iki farklı rivayet şeklinde; Kalkaşandî, Subh, VI, 296, Ebû Hilâl el-Askerî’nin Sına’ateyn’inden naklen, ayrıca bk 378; İbn Tûlûn, İ’lâm, Nº 3/a; Kastallânî, Mevâhib, I, 291; Ya’kûbî, Tarih, II, 83; Zeyla’î, Neşru’r-Râye, Nº 9; Kazvînî, Mufîd el-Ulûm, II, 17; Ebû Nu’aym, Delâ’ilu’n-Nübüvve, II, 122; Ömeru’l-Mevsılî, VIII, 27b; Halebî, İnsânu’l-‘Uyûn, III, 242; Bâkıllânî, İ’câzu’l-Kur’ân, s. 203-204; Makrızî, İmtâ’ el-Esmâ’ (Köprülü elyazması), s. 1017; vs.

725 Rothstein, s. 33131 vd.

726 Muhabbar, s. 265.