๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslam Peygamberi => Konuyu başlatan: Hadice üzerinde 13 Ocak 2011, 07:57:41



Konu Başlığı: Dini eğitim öğretim
Gönderen: Hadice üzerinde 13 Ocak 2011, 07:57:41
Dini Eğitim-Öğretim

1153. Muhammed (AS) her şeyden önce, dini alanda yenilikler getiren bir kimseydi. O, sadece kendi ülkesi olan Mekke’ye ya da genel olarak bütün Arabistan’a değil, aynı zamanda bütün dünyaya gönderilmiş olduğunu ve yine kendisinin, Allah’ın, kullarına göndermiş olduğu en son peygamberi olduğunu ve bu durumda, getirdiği ilâhî tebliğin sadece kendi içinde bulunduğu dönemi kapsamayıp sonsuza dek geçerli olduğunu ilan ediyordu. Muhammed (AS)’in, ilâhî bir vahiy ve ebedî gerçeğin yenilenmesi olduğunu belirttiği bu bildirinin özellikleri nelerdi?

1154. İslâm inancının basit ve yalın bir formül olan Kelime-i Tevhid’le özetlendiğini biliyoruz: “La ilahe illallah Muhammed Resulullah” (Allah’tan başka tanrı yoktur ve Muhammed Allah’ın Elçisidir). Muhammed (AS), pek meşhur bir hadisinde71 bu formülün üç farklı boyutunu gün ışığına çıkartmakta ve bunları:

           İman (inanç)

           İslâm (Teslim olma ve ilahî buyrukları yerine getirme)

           İhsan (Maddî, manevî ve ruhsal anlamda güzellik)

           şeklinde adlandırmaktadır. O, İman’ı şöyle tanımlar:

           “Allah’ın bir ve tek olduğuna, melekler arasından görevlendirmiş olduğu Elçilerine, kendi katından insanlara vahy ettiği Kutsal Kitaplarına, insanlar arasından seçtiği Elçilerine (Peygamberlere), (dirilip hesap verilecek gün olan) Âhiret Günü’ne, iyilik ve kötülüğün (hayır ve şerr’in) Allah’tan geldiğine inanmak.”

           “İslâm nedir?” sorusuna ise şu cevabı vermiştir:

           “Allah’tan başka hiçbir tanrı olmadığını ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğunu kabul etmek; namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak ve Mekke’deki Allah’ın evini Hac maksadıyla ziyaret etmek.”

           “İhsan” ile ilgili olarak da şu açıklamada bulunmuştur:

           “Sanki Allah’ı görüyormuşçasına O’na kulluk et! Sen O’nu göremesen bile, O seni mutlaka görmektedir.”

           Yukarıya almış olduğumuz bu hadis, bir bakıma İslâm inancının kısa bir açıklaması niteliğindedir.

1155. Görüldüğü gibi burada inanç, günlük ibadetler ve bunları yaparken içinde bulunulması gereken manevî haller ve bunların yapılış yöntemleri söz konusu edilmektedir. İslâm’ın özünü oluşturan bu üç yönlü öğretimi daha yakından inceleyelim:

1156. Tek Allah İnancı, İslâm öncesi devirlerde de insanlar tarafından bilinmiyor değildi; Muhammed (AS), hiçbir zaman kendisinin yeni bir şey icat etmediğini, ancak ve sadece ezelî gerçeğin ve daha önce defalarca vahiy yoluyla bildirilen ama insanın yine de unuttuğu ilâhî mesajı yenileştirerek gündeme getiren biri olduğunu açıklamıştır. Hattâ günümüzde bile, insan neslinin en çok gelişmiş olduğu bölgelerde görülen büyük dinlerin yanı sıra, ilkel toplumlarda bile az çok belirgin bir biçimde, her şeyin yegâne sahibi olan bir Allah inancı mevcuttur. Böyle bir düşünce tarzını, fetişlere, putlara ve kendisine saygı gösterilen her türlü nesneye tapanların batıl inançlarının derinliklerinde görmek mümkündür. Muhammed (AS)’in eğitim ve öğretim tarzı, saf ve arınmış Tek tanrıcılık inancıyla kendisini gösterir: O, her türlü insanî algılamanın ötesinde olan, varlığı ezelî ve ebedî olan, eşi, çocukları ve ortağı olmayan ve daima her şeyin üzerinde olan Allah’ın resim, suret ve heykellerle temsil edilemeyeceğini ve O’na herhangi bir ortak koşulamayacağını kabul eder: Geçici bir süre için de olsa, ne Allah insan suretine girer, ne de insan Allah olabilir. Muhammed (AS) eşyayı kendi isimleriyle adlandırır ve böyle yapılmasında da ısrar eder. Ona göre Allah, sadece her şeyin yaratıcısı değil, aynı zamanda, göklerde olduğu kadar yeryüzünde de hüküm sürendir ve bütün bu yarattıklarının tek Sahibidir. O’nun izni ve bilgisi olmaksızın hiçbir şey yerinden kımıldayamaz. Resulullah (AS), Allah’ın 99 temel sıfatına karşılık 99 güzel ismi (Esmâu’l-Hüsnâ) olduğunu söylemiştir. Örneğin O, Yaratandır, her şeyin özünü teşkil edendir, Hakîm (Hikmet ve Bilgelik sahibi)dir, Adaleti gözetendir, her an ve her yerde Hâzır ve Nâzırdır, Mutlak Kudret Sahibidir (Herşeye gücü yeter), her şeyi Bilendir, her şeyi Takdir edendir, hayat bağışlamak, öldürmek ve öldükten sonra tekrar diriltmek hep Ona aittir vs. Kur’an’a göre: “Allah, göklerin ve yeryüzünün Nûr’udur.”72 Muhammed (AS)’in bir hadisine göre ise Allah, gündüzleri ve geceleri birbiri arkasına getirdiği için, Zaman’dır (Dehr). 73 Allah aynı zamanda Aşk’tır, Sevgi’dir (Vedûd, bk. Hûd: 11/90 ve Bürûc: 85/14).

1157. Kuşkusuz Allah anlayışı ve düşüncesi kişiden kişiye değişir: Bir filozof O’nu sıradan bir insan gibi açıklayıp ifade etmez. Bizzat Muhammed (AS), alelade insanların imanlarındaki coşku ve heyecanı daima takdir eder, sarsılmaz ve güven dolu bir inanç için genellikle “yaşlı kadınların imanını” örnek gösterirdi. Fil ile körler topluluğunun şu çok hoş hikâyesini hepimiz biliriz: Hikâyede geçen kişiler daha önce hiç filden bahsedildiğini duymamışlardır; körlerden her biri bu tuhaf hayvanın yanına gelir ve içlerinden biri elini hortumuna, bir başkası kulağına, üçüncüsü ayağına, bir başkası kuyruğuna, bir başkası da dişlerine vb. değdirir. Sonunda her biri fili kendi algılama biçimine göre bir sütun, bir kanat, taş gibi sert, yumuşak ya da ince bir şey vb. olarak tarif eder. Bu hikâyedeki körleri, gözle görülemeyen Allah’ı arayan insanların yerine koyacak olursak, onlardan hiç birinin yalancı olmamakla beraber, hiç birinin de gerçeği tam olarak ifade edebilecek, yeterli bilgiye sahip kimseler olmadığını görürüz. İslâm’ın ilk dönemlerinde yetişmiş bazı tasavvuf erbabının haklı olarak söylediği gibi, avamın (sıradan kimselerin) Allah anlayışı ile İslâm’a yeni girenlerin anlayışı ya da Peygamberlere özgü anlayış arasında çok fark vardır. Allah’ın kendi kendisini değerlendirişi ve bunu insanlara ifade edişi ise daha farklıdır. Muhammed (AS)’in getirmiş olduğu basit ve yalın inanç sisteminde, alim ve cahil, zeki ve sıradan, şair, sanatçı, fıkıh bilgini, kelâmcı gibi farklı sınıflara mensup insanların, kendilerine özgü düşünsel ihtiyaçlarını karşılayıp onları gönül huzuruna erdirmeye yeterli bir yumuşaklık ve esneklik vardır. Görüş açısı ve görüş noktası değişebilir. Ancak gözün gördüğü şey olduğu gibi kalır.

1158. Melekler: Allah her türlü fiziksel algılamanın tamamen ötesinde ve görünmez bir varlık olduğu için, ayrıca O’nun, algılanamayan ilâhî bir varlık olarak ve meçhul bir biçimde kalmaması için, insanların Allah’la temas kurmasının bir çıkar yolu olmalıydı. Allah sadece bizim maddî bedenimizin değil, aynı zamanda gelişmeye oldukça elverişli ve çok yönlü zihinsel ve ruhsal yeteneklerimizin de yaratıcısı olduğu için, insan kendisini doğru yola eriştirecek sezgi, bilinç ve diğer imkânlarını da Allah’a borçludur. İnsan ruhu iyi ilhamların yanı sıra kötülerini de alabilir. Avama mensup ancak iyi yaratılışlı insanlar kimi kez kötü ilhamlar alabileceği gibi, sıradan ama kötü insanlar da iyi ilhamlar alabilirler. İslâm, insan ve Allah’ın birbirine karıştırılması olasılığını reddeder: İnsan insandır ve Allah, herhangi bir insanın tabiat ve vücût yapısıyla birleşmez. İnsan, ilâhî bir ilhamı ancak dışardan alır. Allah’ın insanlara gönderdiği çeşitli ilâhî ilhamlar arasında hem nicelik ve hem de nitelik bakımından derece farkları vardır. Ancak herkes bu ilhamları almakla birlikte, aralarından bazıları bunlara kulak asmazlar.

1159. Muhammed (AS)’in bir hadisine dayanan İslâmî bir prensibe göre, “iyi rüyalar” da Allah tarafından ilham edilir ve insanı doğru yola sevk ederler. Muhammed (AS) bu gerçeği bilmesine rağmen bu tür rüyalara pek önem vermemiştir.

1160. Ayrıca, kelime anlamı bir şeyi birine doğru atmak olan ilkâ kavramı vardır ki bu, bir tür kendi kendine telkin, sezgi, içinden çıkılmaz bir durum ya da çözümlenmesi imkânsız ya da zor bir sorun karşısında çıkar bir yol olduğunun insanın içine doğması demektir.

1161. Bir de ilâhî esinlenme olarak ifade edebileceğimiz ilhâm kavramı vardır. Kişisel çıkarlardan ve tutkulardan tamamen sıyrılmış ve kendisini başkalarının iyiliğine adamış bazı insanların gönlüne Allah bazı şeyleri ilham edebilir. Her devirde aziz ve veli olarak bilinen insanlar bu ayrıcalığa nail olmuşlardır. İnsan kendisini tamamen Yaratan’ına verip, maddî varlığından sıyrılarak O’na yöneldiği zaman, öyle bir an gelir ki, bir şimşeğin çakışı gibi kısa süreli bir parıltı kendisini huzur-u ilâhî’ye çeker alır ve o, hiç bir gayret ve çalışma ile anlayamayacağı şeyleri hiçbir çaba göstermeksizin kavrayıp anlar hale gelir. Böylece insanın rûhu (eskilerin ifadesiyle gönlü) aydınlanmış olur ve o kişide tam bir kanaat (yakîn), bir gönül hoşnutluğu (rızâ) ve kendisinde yok oluş (fenâ) hali meydana gelir. Artık ona yol gösteren, düşüncelerinde olduğu kadar fiil ve eylemlerinde de onu kontrol (murâkabe) eden hep Allah’dır. Ancak ne yazık ki böylesine bir îlhama nail olan insan, kendisine bağışlanan bu ayrıcalığı yanlış yorumlayabilir. Tasavvufî düşünce ve yaşayışa sahip hal ehli kimseler, en zâhid ve sofu insanların bile, içlerindeki gizli “ben”leri (Ar. Ene; Fr. Ego) yüzünden, Allah’ın kendilerini sınamayı dilediği Şeytan aracılığıyla gelen kötü ilham ve telkinlerle bazen doğru yoldan sapabileceklerine dikkat çekerler.

1162. İnsanın Yaratıcısı ile hem hâl olup O’nunla buluşmasının en yüksek derecesi, insanla Allah arasında bir iletişim kurmanın en güvenilir ve kesin yolu, Muhammed (AS) tarafından vahy olarak adlandırılmıştır. Bu basit ve sıradan bir esinlenme değil, tanrısal bir ilhamdır. İnsan maddeden yaratılmıştır. Allah ise aksine “rûh”un da ötesindedir; yani O, insan denen yaratık ile doğrudan ve aracısız ilişki kurmanın ötesindedir. Bunun bir sonucu olarak, Allah’ın insanlar arasından seçtiği elçisine, yani peygambere, genellikle insanların istifade ve dikkatlerine sunmak üzere ilâhî tebliği (vahyi) ulaştırmakla yine bir elçi olan melek görevlendirilmiştir. Peygamberlerden başka hiç bir kimse, semavî bir elçi olan melek aracılığıyla gelen böyle bir vahyi alamaz. Burada Melek denilen bu yaratığın kâinattaki maddî varlıklardan tamamen farklı, ruhanî ya da daha başka nitelikte bir varlık olup olmadığını tartışacak değiliz. Kur’an’a göre, Muhammed (AS)’e ilâhî vahyi getiren semavî elçi Cibril adındaki melektir. Kur’an, diğer belli başlı meleklerden biri olarak Mikâil’in74 de adını verir; ayrıca isimlerini ve özel görevlerini belirtmeksizin, Allah’ın emirlerini yerine getiren diğer meleklerin varlığından söz eder. Cibril, Kur’an’da aynı zamanda Rûhu’l-Emîn olarak adlandırılmıştır. Bizzat Muhammed (AS)’in ağzından çıkmış hadislerde, bu semâvî elçinin, yani Cibril’in her zaman aynı şekilde kendisine görünmediği belirtilmektedir: Muhammed (AS) bazen onu gökyüzünde asılı duran bir varlık şeklinde, kimi kez sıradan bir insan olarak, bazen de kanatlı bir varlık vb. biçiminde görmüştür. Vahiy olarak adlandırılan olay, şu şekiller altında meydana geliyordu: Muhammed (AS) kulaklarında bir takım gürültüler duymaya başlıyor, yahut kendisini pek ağır bir yükün altında ezilmiş gibi hissederek, soğuk bir günde bile hararetten kan ter içinde kalıyordu. Vahyin, yani ilâhî tebliğin kendisine bildirilmesi sona erdiğinde, Muhammed (AS) normal durumuna geliyor, ancak bu sırada inen vahiy kalbine (belleğine) nakşedilmiş oluyordu. Muhammed (AS), kendisine vahiy indiği sırada değil de, normal hale döndükten sonra, almış olduğu ilâhî tebliği sahabelerine okuyordu. İnsan ile Yaratıcısı arasında bu tür bir ilişki kurmanın yollarıyla ilgili sırları açığa çıkarmayı uzman ruhbilimcilere ve ilâhiyatçılara bırakıyoruz. Sıradan bir insan için önemli olan ise, bu ilahi tebliğin kendi yararına sunulmak üzere alınıp muhafaza edilmiş olmasıdır.

1163. Vahye dayanan kitaplar: İslâm inancına göre, Allah sadece bizi yaratmakla kalmamıştır; o, aynı zamanda bu dünyada bizim Sahibimiz, yani Rabbimizdir. Bu nedenle hepimizin, onun emir ve buyruklarına göre hareket etmesi ve bunlara uygun davranışlar göstermesi gerekir. Allah, mutlak hâkimdir ve dinî-mânevî olduğu kadar dünyevî her türlü hukuk kuralının da kaynağıdır: Yukarıda vahiyden bahsetmiş ve bununla insana ilâhî buyrukların nasıl bildirildiğini göstermiştik. İşte bu vahiylerin bir araya getirilmesiyle, ilahi buyrukları içeren bir Kitap ortaya çıkmıştır.

1164. Muhammed (AS)’in ortaya koymuş olduğu iman formülünde, tek başına Kur’an’ı kasteden bir kitaptan değil, bütün kutsal kitaplardan söz edilmektedir. Bu hoşgörülü yaklaşım, Muhammed (AS)’in öğretiminin en belirgin özelliğidir. Kur’an, birçok ayette bu gerçeği dile getirir. Örneğin:

           “Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de iman ettiler. Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. ‘Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayrım yapmayız’…”75

           Bir başka ayette ise:

           “Her millet için mutlaka bir uyarıcı (peygamber) bulunmuştur.”76

           Ve yine:

           “Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, durumlarını sana bildirmediğimiz kimseler de var.”77

           Kur’an açık seçik bir biçimde: “İbrâhim’e gönderilen Sahîfeleri,” “Mûsâ’nın Tevrât’ını,” “Dâvut’un Zebûr’unu” ve “İsâ’nın İncil’ini” Allah tarafından gönderilen kitaplar olarak kabul eder. İbrahim (AS)’in Suhuf’undan (sahifeler) artık hiçbir iz kalmadığı bir gerçektir. Musa (AS)’nın Tevrat’ı ise birçok tahrifata maruz kalmış ve daha sonra belleklerde kalan bilgiler doğrultusunda yeniden kaleme alınmaya çalışılmıştır; aynı şey Zebûr için de geçerlidir. İsa (AS)’nın ise, hiçbir zaman insanlara öğütlediği şeyleri toplayıp kaleme alarak bir kitap haline getirme fırsatı olmamıştır. Bugün elimizde bulunan İnciller ise, ya onun öğrencileri (Havâriler) ya da onlardan sonra gelen kuşaklarca, tarihsel gerçeklerin öncesi ve sonrası göz önünde bulundurularak, İsa (AS)’nın hayat hikâyesi doğrultusunda toplanıp bir araya getirilmiş, ona ait sözlerden ibarettir. Öğrencileri, bu sözleri birçok nüsha halinde sonraki kuşaklara aktarmışlar, ancak bunlar birçok Hıristiyan zümreler tarafından sahte veya uydurma olarak değerlendirilmişlerdir. Ne olursa olsun, her Müslümanın, Kur’an’ın yanı sıra, Muhammed (AS)’den önceki devirlerde gönderilmiş olan diğer ilâhi vahiy kitaplarına da inanmaları İslâmî bir inanç kuralıdır. Kur’an kendisinin, insanlar arasında daha önce çıkan kardeş kavgalarında birçok kez kaybolup sonra yeniden gönderilen ilâhî tebliğin en son ve en yeni “baskısı” (muhdes)78 olduğunu açıklamaktadır.

1165. Allah’ın gönderdiği Elçiler: Yukarıda yaptığımız açıklamalar aynı zamanda Allah’ın insanlar arasından seçtiği elçiler için de geçerlidir. Müslümanlar onları hiç bir şekilde birbirinden ayırt etmeksizin, peygamber, resul, nebî, nezîr vb. gibi değişik adlarla anarlar. Bunlar arasından bazıları Kutsal Kitapları Allah’tan bizzat aldıkları için, Kur’an onlardan söz eder. Diğerleri ise kendilerinden önceki Resûl’e gönderilen Kutsal Kitab’ı takip etmekle yetinmişlerdir. İbn Arabî’nin kaynağını belirtmeden naklettiği (bk. Fütûhâtu’l-Mekkiyye, III, 607) bir hadiste, Allah’ın 100.000 ayrı Âdem yarattığından ve bizlerin, bunların en sonuncusu olan Âdem’in soyundan geldiğimizden bahsedilmektedir. Ahmed ibn Hanbel de (Müsned, 5/266), yine Muhammed (AS)’den bir hadis naklederek, Allah’ın Âdem’den sonra 124.000 peygamber gönderdiğini ve bunlardan 315’ine vahiy yoluyla kitaplar indirildiğini belirtmektedir. Bu rakam, İbn Kesîr (Bidâye, II, 15152) ve İbn Hacer (Metâlib, Nº 3023, 3453 ve 3454)79 tarafından da nakledilmektedir.

1166. Âhiret Günü: Muhammed (AS), Âhiret Günü’ne (Kıyamet ya da Hesap günü) de inanılmasını istiyordu. Kur’an’a göre Allah, insanı öldükten sonra diriltecek, bu dünyada yaptıklarının hesabını sorup onu yargılayacak, daha sonra da iyileri ödüllendirip kötüleri cezalandıracaktır. Kur’an ve Hadis, içinde yaşadığımız evrenin bir gün gelip Allah’ın emri ile yok olacağını açıklamaktadırlar. Bundan kısa bir süre sonra da, bizi ilk kez yaratmış olan Allah, bizleri yeniden diriltecektir. Ödül olarak Cennet, ceza olarak da Cehennem, dinsel inançlarımızın doğal bir sonucu olarak benimsediğimiz, ancak şu dünya hayatında tamamen göz ardı ettiğimiz bir durumu açıklayan kavramlardır. Muhammed (AS)’in çok sık nakledilen bir hadisinde şöyle belirtilmektedir:

           “Cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hatta hiçbir insanın gönlünden (hayalinden) asla geçirmediği şeyler vardır.”80

           Bir başka hadiste ise, Cennet ehlinin Allah’ın huzuruna varıp O’nun cemâl’ine (güzelliğine) daldıktan sonra, duydukları gönül hoşnutluğu ile kendilerinden geçecekleri ve artık başka hiç bir şey düşünmeyecekleri ifade edilmektedir.81 Bu açıklamaları yapmakla birlikte, Kur’an ve Hadis, Cennet’in nimetlerini ve orada yaşanacak sevinç ve huzur halini, ayrıca Cehennem’in insanı dehşete salan korkunç gerçeklerini, içinde bulunduğumuz dünyada olup bitenlere en yakın terimlerle tasvir etmekten geri kalmazlar. Örneğin, Cennet’te bahçeler, genç ve güzel kadınlar, halılar, inci ve kıymetli taşlarla süslü giysiler, şaraplar, meyveler, kuşlar ve insanın gönlünün çekebileceği her şey bulunmaktadır. Cehennem’de ise aksine ateş, yılanlar, işkenceler, zincirler, son derece soğuk bölgeler olup, ancak bütün bu işkence ve eziyetlere rağmen ölüm yoktur. Arabistan gibi çöllük bir ülkenin okur-yazar olmayan ve basit köylülerine (Bedevîlerine) bu ilâhî ve göksel kavramları anlatabilmek için başka hangi çare ve yöntemlere başvurulabilirdi ki? Herhalde o dönemde Suriye, düşlerindeki tek ülkeydi. Bu insanlar Suriye’yi, “Altlarından ırmaklar akan bahçelere sahip” bir ülke olarak tanıyorlardı. Şarabı, balı, sütü, kuşların etini seviyorlardı. Başka her yerde olduğu gibi, onlar da bedensel ve cinsel hazlardan hoşlanıyorlardı. Çok güç koşullar altında bir ömür süren hangi insan, en azından öldükten sonra, yukarıda betimlediğimiz gibi içinde sonsuz nimetler ve zevkler bulunan bir Cennet’te yaşamayı istemez? Her insanla, onun kültürel düzeyine göre ve kavrama yeteneğine göre konuşmak gerekir. Bir gün Muhammed (AS) etrafına toplanmış sahabelerine Cennet’ten ve oradaki zevk ve nimetlerden (insan taşımaya mahsus bir takım tahtlar vb.) bahsediyordu ki, o sırada bir Bedevi ayağa kalkarak şu soruyu sordu:

           “Orada develer de olacak mı?”

           Resulullah bu soruya gülümsemekten kendini alamayıp, kibarca şu cevabı verdi:

           “Orada insan istediği her şeye sahip olacaktır.”

1167. Kısacası, bir Müslüman için Cennet, bu dünya hayatında yapmış olduğu iyi işlerden dolayı Allah’ın vaat etmiş bulunduğu bir ödül, Cehennem de bir cezadan başka bir şey değildir. Kur’an’a göre bunun belli bir yer veya belli bir hal olmasının önemi yoktur; aslında her iki durumda da sonuç aynıdır. Kur’an, sadece insanları dürüst bir hayat sürmeye ve doğru yoldan ayrılmamaya ikna etmek için bu konulara değinmektedir.

1168. Hiç kuşku yok ki, Cennet ödülü ve nimeti ebedîdir: İnsan bir kere buna lâyık görülmüşse, artık bundan yoksun kalması söz konusu olmayacaktır. Bazı insanlar oraya bir çırpıda girecekler, kimileri ise, günahları karşılığında az ya da çok bir süre Cehennem azabına maruz kaldıktan sonra Cennet’e girmeyi hak edeceklerdir. Cehennem’in kâfirler yani inanmayanlar için ebedî olup olmadığı da sık sık tartışma konusu edilir. Kelam bilginleri bu konuda fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Bunlardan çoğu, Kur’an ve Hadislerdeki verilere dayanarak, “inkâr ve şirk” (Allah’ın varlığını kabul etmemek ya da O’na ortak koşmak) dışında, Allah’ın bütün günahları affedebileceğini, bunların cezasının ise ebedî olduğunu kabul ve beyan ederler. Bu bilginlerden pek azı ise, bu inkârcılığın gerektirdiği cezanın da bir gün sona ereceğini öne sürmekte delil olarak da Kur’an’daki bazı ayetleri ve Muhammed (AS)’in bazı hadislerini göstermektedirler. Ancak bu tartışmayı daha fazla uzatmanın yerinin burası olmadığı görüşündeyiz.

1169. İlâhî Kazâ-Kader ve İnsanın Özgür İradesi: İman’ın şartları arasında, Muhammed (AS) en son olarak, her türlü iyiliğin (hayır) ve her türlü kötülüğün (şer) Allah’tan geldiğine, yani kadere inanmayı emretmektedir. Acaba bu, insanın başına gelen ve gelecek her şeyin Allah tarafından önceden kararlaştırılıp takdir edildiği anlamına mı gelmektedir? Yoksa, hiç bir şey kendiliğinden iyi yahut kötü olamayacağına ve Allah onun o şekilde olmasını isteyip emrettiği için öyle olduğuna göre, insan bu ilâhî isteğe boyun eğmek zorundadır ve herhangi bir fiilin iyi ya da kötü olarak nitelendirilmesi sadece Allah’a mı aittir? Gerçekten burada ilahiyatçılar açısından bir ikilem söz konusudur: Eğer insan kendi fiillerinden sorumlu ise bu, onun fiil ve davranışlarının önceden takdir edilmesi ilkesi ile pek bağdaşmaz; aynı şekilde eğer insan, fiil ve davranışlarında özgür ise, bu durumda, Allah’ın, herhangi bir kulunun bu dünya hayatında yapacağı şeyler konusunda her şeye gücü yeten (Kâdir-i Mutlak) ve her şeyi bilen (Alîm) bir varlık olmaması ve deyim yerinde ise, en azından Kıyamet Günü’ne kadar devre dışı kalması gerekir. Burada bir güçlüğün olduğu kesindir: İnsan yaptıklarından sorumlu tutulmak istenirken, aynı zamanda da Allah’a her şeyi önceden bilme ve evrende olup bitenler hakkında mutlak bir kudret verilmek istenmektedir. Muhammed (AS), hiç bir sonuç alınamayacak olan bu tür tartışmaları gülünç ve yararsız bulmuş ve şöyle söyleyerek, sahabelerinin böyle tartışmalara girmelerini açıkça yasaklamıştır:

           “Sizden önceki topluluklar bu tür tartışmalar yüzünden sapıtıp doğru yoldan çıktılar.”82

           O bir bakıma bunları “Yumurta mı tavuktan çıkar yoksa tavuk mu yumurtadan?” tarzındaki gülünç tartışma ile aynı seviyede tutmaktadır. Kur’an, bir yandan “insan, iyi ya da kötü bütün yaptıklarının hesabını vereceğini göz önünde bulundurmalıdır”83 diyerek onların yaptıklarından tamamen sorumlu olduklarını bildirirken, öte yandan, evrende olup biten her şeyin ancak Allah’ın kudret ve bilgisi dahilinde meydana geldiğine işaret eder.84 Bu iki açıklama arasında hiç bir çelişki yoktur. Çünkü, Kur’an iki şeyi birbirinden ayırmaktadır. 1. İnsandan bahsederken hiç bir şekilde onu Allah ile ilişkilendirmemekte, 2. Allah’tan bahsederken de O’nu hiç bir şekilde insanla ilişkilendirmemektedir. Bu açıklamanın mantıklı bir yönünün olmadığı söylenebilir. Ancak, Kur’an’a göre,85 Allah mümin kullarını, müminler de Allah’ı severler; aşk ve sevgide mantık aranmaz: Akıllı ve mantıklı kişi, bütün davranışlarından sorumlu tutulacağını kabul eder ve aynı zamanda Allah’ın mutlak kudret sahibi ve herşeyi bilen bir varlık olduğundan emindir. Ne de olsa sorumluluk anlayışı, bu dünyada geçerli olan bir şeydir; oysa her şeyi Allah’ın takdir etmesi ve kaderin onun elinde bulunuşu semâvî bir konudur; bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir.

1170. Bir uyuşukluk ve gevşekliğe yol açmaktan uzak olan bu anlayış, ilk Müslümanların son derece canlı bir faaliyet içine girmelerinde başlıca rolü oynamıştır. Onların askerî alanda olduğu kadar, düşünce ve bilim alanında gerçekleştirdikleri fetihlerin sürat ve büyüklüğünün, insanlık tarihinde bir benzeri yoktur.

1171. Yukarıda, bir Müslümanın inanması gereken şeylerin bir özetini vermiş olduk; ancak İslâm kuru ve yalın bir inanç sisteminden ibaret değildir. Onun ayrıca ruh ile bedeni bir araya getiren uygulama ve eylem yönü bulunmaktadır. Muhammed (AS)’in de bizzat açıkladığı gibi, bu eylemin esas itibarıyla dört boyutu vardır: Namaz, Oruç, Hac, Zekât:


75 Suheylî, I, 179; Belâzurî, I, § 146.

76 Halebî, İnsan, I, 149.

77 Ahbâru’l-Hukemâ, (Uyûnu’l-Enbâ’, 1299 bs.), s. 110; İbn Hacer, İsâbe, No 1471, “Hâris ibn Kalâde” maddesi.

78 Belâzurî, I, § 144.

79 A.g.e.

80 İbn Sa’d, I/I, s. 75; Taberî, I, 1123.

81 Belâzurî, Ensâb, I, § 143; İbn Sa’d, I/I, s. 74.