๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslam Peygamberi => Konuyu başlatan: Hadice üzerinde 14 Ocak 2011, 15:15:28



Konu Başlığı: Diğer arap kabileleri
Gönderen: Hadice üzerinde 14 Ocak 2011, 15:15:28

Diğer Arap Kabileleri[/s
ize]


Huzâ’a Kabilesi


747. Arabistan’ın en kuvvetli kabilelerinden biri olan Huzâ’a, İslam’ın ilk ortaya çıkış dönemlerinde önemli bir rol oynamıştır. Kökü Yemen’e uzanan bu kabile, ünlü Mârib su bendi yıkılınca, aralarında Gassan, Ezd-Şanû’a ve diğerlerinin de bulunduğu birçok kabileyle birlikte topraklarını terk etmiş ve artık kesin olarak yerleşebilecekleri başka bir toprak parçası aramaya çıkmışlardı. İbn Habib’in verdiği bilgiye göre,899 o sırada Roma İmparatoru Desiyus iktidarda idi (ö. 251). Mekke yakınlarına geldiklerinde, Gassanlılar kuzeyde Suriye’ye doğru yol almaya devam ettiler. Ezd-Şanû’alar ise doğuya yönelip sonunda Umân’a vardılar. Aksine, Huzâ’alılar daha fazla ilerlemek istemedi. Başkanları Mekke’ye bir haberci gönderip,900 orada oturan Curhumlulardan, keşif görevlileri uygun bir yer buluncaya kadar bölgede geçici olarak kalabilmeleri için izin istedi. Huzâ’alılar çok kalabalık oldukları için, Curhumlulardan korkup çekinecek bir şeyleri yoktu. Ama onlar bu isteği reddettiler. Bu duruma öfkelenen Huzâ’alılar savaş çıkardılar ve sonunda Curhumlular perişan oldu. Huzâ’alılar böylece Mekke’yi ele geçirdiler ve etraftaki kılıç artığı Curhumluları, hatta savaşta tarafsız kalmış aileleri bile bölgeden kovup çıkardılar. Ancak İsmail (AS) soyundan gelen ve sayıları fazla kabarık olmayan bir kısım şehir ahalisine dokunmadılar.

748. Burada bulunan Ka’be sayesinde, Mekke önceden beri bir Hac yeriydi. Curhumlular, buraya gelen hacılar üzerine ondalık (öşür) vergisi koymuşlar ve bu nedenle bütün ülkenin nefretini üzerlerine çekmişlerdi. Huzâ’alılar, Ka’be’yi ziyaretle ilgili kural ve uygulamaları geliştirip bazı değişiklikler getirdiler. Tarihi kayıtlara göre, putperestliğin Mekke’ye girişi bunlar zamanında gerçekleşmiştir. Huzâ’alı kabile başkanı Rabi’a, Ka’benin çevresine çok sayıda put yerleştirdi. Muhtemelen ticaret amacıyla gittiği Filistin’deki Maob şehrinde oturan Amalikîlerden Hubel adı verilen büyükçe bir putu getirip, Ka’be’nin içine dikti.901 Başkan Rebi’a, her halde Hubel’e nasıl tapılacağını kendilerine öğretmek için, gelen hacıları çok cömert bir biçimde karşılıyor ve Ka’be’nin dış duvarlarını pahalı kumaşlardan yapılmış perdelerle kaplıyordu.902

749. Muhammed (AS)’ın atalarından Kusay, Huzâ’alı başpapazın kızı Hubbâ bint Huleyl ile evlenmişti. Kayınpederi olan papazın ölümü üzerine Kusay, Ka’be’nin anahtarlarını eline geçirdi. Bunun üzerine Huzâ’alılarla, hem Kudâ’a ve hem de Esed kabilelerinden yardım alan Kusay arasında bir savaş başladı.903 Sonunda Huzâ’alılar yenilgiyi kabul edip şehri terk ettiler ve Mekke’nin dışında oturmaya razı oldular. Tek eşli bir aile hayati süren Kusay’ın hanımı, Huzâ’alı olması nedeniyle, bu işi çabucak tatlıya bağlamış görünüyor. Zira Kusay’ın oğlu olan Abd Menâf da Huzâ’alı bir kızla evlenmiştir. Resulullah (AS)’ın hanımı Hatice’nin ve Muhammed (AS)’ın annesi Amine’nin ninelerinden biri de Huzâ’a kabilesindendi. Aynı şekilde Ömer’in ve Kusay soyundan gelen daha birçok kimsenin dede ve nineleri arasında çok sayıda Huzâ’alı bulunmaktaydı.904 İbn Hişâm, Resulullah (AS)’la aynı dönemde yaşayan Huzâ’alı Budeyl ibn Verkâ’nın Mekke’de bir evi olduğundan bahseder.905 İbn Habîb’in belirttiğine göre,906 Kusay’ın soyundan gelen Kureyşliler, Hac işlerinin idaresiyle ilgili bir takım ayrıcalıklara sahiptiler ve bunları Huzâ’alılarla birlikte paylaşıyorlardı. Hatta bu özellikler nedeniyle kendilerine el-Hums (sertlik ve şiddet yanlısı) kabileleri adı verilmişti. Bu arada, Kusay’ın soyu ile Huzâ’alıların bazı kollarının, Ehâbişlerle yaptıkları ittifak anlaşması sayesinde Benû Bekrler’e karşı bir dayanışma içinde olduklarını da hatırlatalım.

750. Bu iki kabile arasındaki dostluk ve dayanışma yüzyıllarca devam etmiş ve dedesi Abdu’l-Muttalib zamanından başlayarak Muhammed (AS)’ın ailesi içinde daha da pekişmiştir. Abdu’l-Muttalib bazı su kuyularının kullanımı konusunda amcası Nevfel’le ihtilafa düştüğünde, Nevfel’in Abdu Şems kolu ile yaptığı ittifak karşısında bir denge unsuru olmak üzere, o da Huzâ’alılarla anlaşmıştır. Bu ittifak anlaşmasının metni şöyledir:

        “Ey Allahım! Senin adınla başlarım! Bu, Abdu’l-Muttalib ibn Hâşim’in Huzâ’a kabilesiyle, bu kabilenin başkanları ve içlerinde güzel önerilerde bulunan kişilerin bulunduğu bir heyet, O’nun huzurunda iken yapılmış bir ittifak anlaşmasıdır. Müzakerelere katılmayanlar, hazır bulunanların aldığı kararları kabul ve tasdik etmek durumundadırlar. Allah’ın güvence ve koruması sizin ve bizim üzerimizedir. Şurası da unutulmamalıdır ki el ve iş (eylem ve hareket) bir bütün oluşturur ve zafer de toplumun tamamına aittir. Bu birlik, Sebir Dağı’nın (güneş ışıkları altında) ışıldadığı, Hira Dağı bulunduğu yerde kaldığı ve deniz bir sûfeyi (istiridye kabuğu ya da bir yün parçasını) ıslatmaya (yetecek suyu kalıncaya) kadar sürecektir. Sonsuza dek sizin ve bizim aramıza bu anlaşmanın yenilenmesinden başka hiçbir şey girmeyecektir.”

        Aynı anlaşmanın son bölümüyle ilgili bir başka rivayet ise şöyledir:

        “Burada parçalara ayırıp bölen değil, toplayıp bir araya getiren bir anlaşma söz konusudur: yaşlılar yaşlılarla, gençler gençlerle, burada bulunanlar bulunmayanlarla beraberdir. Onlar böylece ittifak etmişler ve kendi aralarında sıkı ve güvenilir bir biçimde, hiçbir ayrılık ve kopmaya meydan vermeksizin birbirleriyle anlaşmışlardır. Bu durum, güneş Sebîr Dağı üzerinden doğduğu, bir deve çölde acıdan inlediği, Ahşaban dağının iki tepesi ayakta kaldığı ve insanlar Hac (Umre) için Mekke’ye geldikleri sürece devam edecektir. Bu anlaşmada kabul edilen hükümler zaman akıp durduğu sürece geçerli olacaktır. Öyle ki her güneş batışıyla bu anlaşma daha da pekişecek ve her gecenin karanlığı bu anlaşmanın süresini uzatacaktır! İmdi, Abdu’l-Muttalib, onun oğulları ve onlarla birlikte olan herkes, Huzâ’a kabilesinin insanlarıyla karşılıklı yardımlaşma içinde olacaklar ve birbirleriyle kaynaşıp yardımlaşacaklardır. Abdu’l-Muttalib’in kendisine ve arkadaşlarına düşen görev ise, her türlü saldırgan harekete karşı onlara yardım etmektir. Huzâ’alılara düşen görev ise, ister doğuda ister batıda, ister ovada ister dağda-bayırda, her nerede otururlarsa otursunlar bütün Araplara karşı Abdu’l-Muttalib’e, onun çocuklarına ve onlarla dostluk içinde olan herkese yardım etmektir. İşbu anlaşmanın yürütülmesinde taraflar Allah’ı kefil –hem de ne güzel bir kefil!- olarak kabul ederler.”907

751. Muhammed (AS) Mekke’de İslam dinini tebliğ etmeye başladığı zaman, bizzat kendi hemşehrilerinin ve özellikle bazı Huzâ’alıların çeşitli muhalefet ve itirazıyla karşılaşmıştır. Bu Huzâ’alılar arasında örneğin İbn et-Tulâtile (ki adı bazı kayıtlarda Amr908 ya da el-Hâris909 değil, Mâlik910 olarak geçmektedir), “Kureyşliler arasındaki şeytanlardan biri” olan Ebû Burde el-Eslemî911 ve Adî ibn el-Hamrâ912 adlı isimler sayılabilir. Bunlar aslında Muhammed (AS)’ın ailesi ile ittifak halinde bulunmayan bir takım soplara ait kişilerdi. Hatırlatalım ki, Muhammed (AS) Taif’den döndüğünde, kendisi için bir eman ve himaye hakkı tanıyacak kimse bulması için bir Huzâ’alıyı Mekke’ye göndermişti.913 Hicret yolculuğu sırasında da, yolda rastladığı Huza’alı bir kadın olan Umm Ma’bed’e süt temin etmesi için başvurmuştu. Ancak o sırada bu hanımın elinin altında süt yoktu. Hadislerde anlatıldığı üzere, Resulullah (AS)’ın gösterdiği bir mucize sonucu bu hanım, hasta ve açlıktan bitkin haldeki koyunundan bol bol süt sağmıştır. Yolcular gittikten sonra otlaktan dönen kocası durumu öğrendiğinde, karısı ile birlikte Müslüman olmuştur.914 Burada söz konusu edilen ve Muhammed (AS)’ın Uhud savaşından hemen sonra Kureyşlileri Hamrâ el-Esed’e kadar kovaladığı sırada, yoluna çıkan Kureyşlilere rastladığı takdirde onlara Muhammed (AS)’ın kendilerini büyük bir ordu ile beklemekte olduğunu haber vermesini istediği zat, henüz bir putperest olan Ebû Ma’bed’in oğlu Ma’bed el-Huzâ’î, muhtemelen bu karı-kocanın oğludur.915 Bundan sonrasını ise biliyoruz.

752. Huzâ’alılar, bir savaş çıkması durumunda on bin kadar asker çıkarabiliyorlardı.916 Mekke’nin güney bölgelerinden kuzeydeki Râbiğ’e varıncaya dek onlara rastlamak mümkündü. Huzâ’alıların iki kolu olan ve Muhammed (AS)’ın hayatında önemli bir rol oynayan Eslem ve Musta’lik kabileleri bu liman şehrinin yakınlarında otururlardı.

753. Yapılan ilk ittifak anlaşmalarının hemen hepsinde Eslemlilerin adı geçmektedir.Mekkeli Kurz ibn Câbir’in Medine’ye yaptığı baskınlar ve Resulullah (AS)’ın onu Safavân’a kadar kovalayıp izlediği hatırımızdadır. İşte tam bu bölgede, İbn Habîb’e göre,917 Resulullah (AS) Gıfâr kabilesinin yanı sıra Eslem’lilerle de bir ittifak anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşmalar Bedir Savaşı’ndan bir ay önce (H. 2 yılı Ramazanı) yapılmıştır. Aynı yazarın belirttiğine göre,918 Ku’aybe bint Sa’d adında Eslemli bir kadın, hasta ve yaralıların tedavisiyle meşgul olmak için Medine’deki Mescid-i Nebevî’ye yerleşmişti. Elimizde bazı Eslemlilerin erken dönemde İslam’ı kabul ettiğini gösteren başka kanıtlar da bulunmaktadır. Ayrıca Resulullah (AS)’ın el-Huseyn ibn Evs el-Eslemî’ye hitaben yazdığı ve kendisine el-Furgayn ve Zâtu Ayşâş yörelerini tımar olarak bağışladığını bildiren bir belge de vardır.919 Eslemlilerle ilgili bir başka imtiyaz belgesi ise derinlemesine bir incelemeyi gerektirmektedir:

        “Huzâ’a kabilesinden Eslemliler arasında, Allah’a inanan, namazlarını kılıp zekâtlarını veren ve Allah yolunda samimiyetle iş yapanlar içindir. Aralarından haksız yere saldırıya uğrayanların yardımına koşulacaktır. Bunun karşılığında, Resulullah (AS) kendilerini yardıma çağırdığında derhal yardıma koşmakla yükümlü olacaklardır. Yerlilerine tanınan haklar bunların göçebeleri için de aynen geçerlidir ve nerede bulunursa bulunsunlar (İslam topraklarına) hicret edenler Müslümanlarla aynı hükümlere tabi olacaklardır. Bu belge el-’Alâ ibn el-Hadramî tarafından yazılmış ve kendisi buna şahit olmuştur.”920

754. Bu belgenin tarihini belirleme konusunda kâtibin adı olan el-’Alâ ibn el-Hadramî bize bir ipucu vermemektedir. Zira bu zat, Benû Umeyye’nin mevlası  olarak Mekke’ye yerleşmiş ve erken dönemde, Hicretten önce İslam’ı kabul etmiştir. Belgede geçen zekât kelimesi bize H. 9 yılını düşündürmektedir ki, bu tarihten sonra zekât vergisini ülke genelinde toplamak üzere özel görevliler tayin edilmişti. Ancak aynı belgede Hicret muafiyetinden de söz edilmektedir. Oysa bilindiği gibi Resulullah (AS) Mekke dışından gelip yeni Müslüman olanların kendi memleketlerini terk edip İslam diyarına yerleşmelerini zorunlu tutmuştu ve H. 8 yılında Mekke’nin fethiyle bu uygulamaya son verilmişti. (Bununla beraber, daha önce de gördüğümüz gibi, H. 5 yılında Muzeynelilere böyle bir muafiyet tanınmıştı). Burada şuna işaret etmek gerekir ki, Vâkıdî’nin anlatımında921 Eslemli elçi heyetinin başkanı olarak Bureyde ibn el-Huseyb’in adı geçmekte, görüşmelerin yapıldığı yer olarak da, Mekke’ye üç günlük uzaklıkta, Mekke-Medine yolunun Cidde sapağı ile Usfân arasında bulunan Gadîru’l-Eştât gösterilmektedir.922 Ancak namaz ve zekatla ilgili bir kayda rastlanmamakta, aynı katibin adı zikredilmekte ve benzer cümle ve ifadeler yer almaktadır:

        “Bu belge, onlar arasından Allah rızası için hicret edip, Allah’dan başka tanrı olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna iman eden kimseler içindir. Allah’ın ve Resulünün güvence ve koruması Allah’a bu şekilde inanan kimse üzerinde olacaktır. Gerçekte, bize haksız yere saldıran kimselere karşı sizin ve bizim hedefimiz aynıdır; el ve iş birliğinde ortak olunca zaferde de ortak olunacaktır. Onların göçebeleri yerlileriyle aynı haklara sahip olacaklar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar kendilerine muhâcir işlemi yapılacaktır.”

755. Burada, ilk belgede ele alınandan farklı bir kabile söz konusu edilmeksizin, düşünebiliriz ki, ilk belge, farklı dönemlere ait iki değişik belgenin bir karışımı niteliğindedir: Namaz ve zekâttan bahseden bölüm daha sonraki bir döneme, karşılıklı yardımlaşmadan söz eden bölüm ise çok daha önceki dönemlere, belki H. 5’den önceye kadar gitmektedir.

756. Vâkıdî’ye göre, Eslem heyetinin başkanı dikkatimizi çekmektedir. Hatırlayacağımız gibi bu zat hicret yolu üzerinde iken Resulullah (AS)’la karşılaşmış, bunun üzerine kendisi ve bütün ailesi İslam’ı kabul ederek, Resulullah (AS)’a büyük bir itibar ve saygı göstermişlerdi. Aynı yolculuk sırasında, Evs ibn Hucr adlı bir başka Eslemli de, devesi uzun yol yürümekten dolayı yorgun düşen Resulullah (AS)’a, Mes’ûd ibn Huneyde adlı elçinin güttüğü bir deveyi ödünç vermişti.923

757. Gıfar ve Eslem kabileleri ile aynı anda yapılan ve yukarıda zikrettiğimiz ittifak anlaşması, bu iki kabilenin komşu olduklarını düşündürmektedir. Resulullah (AS)’ın sahabesi Bureyd el-Eslemî’yi hem Eslemlilere hem de Gıfarlılara vergi toplama memuru olarak tayin etmiş olması bu varsayımımızı doğrulamaktadır.924 Ayrıca, Resulullah (AS)’ın şu iki hadisini de hatırlıyoruz:

        1º “Kendilerinden en çok razı olduğum insanlar, Mekkeli Muhacirler, Medineli Ensâr, Gıfarlılar ve Eslemlilerdir.”

        2º (Bir kelime oyunu yaparak) Eslem sâlemehullah, Gıfâr gaferahullah (Allah Eslemlilere selamet versin, Gıfârlılara gufrân nasip etsin).”925

758. Eslemlilerle olan ilişkilerin aksine, Huzâ’alılar’ın bir başka kolu olan Benu’l-Musta’lik’le İslam’ın ilişkileri, belirteceğimiz şu nedenden dolayı, genellikle zorluklar içinde geçmiştir: el-Fur’ mevkiine926 bir günlük uzaklıktaki el-Mureysî kuyusu çevresinde oturan Benu’l-Musta’likler, Kureyşlilerin sadık müttefiki olan Ehâbişlerin bir bölümünü oluşturuyorlardı. H. 5’deki Hendek Savaşı’nda gayrı müslimlerin yapmış olduğu büyük saldırı ittifakı zamanında, kabile başkanının Medine’ye hücum etmek üzere “kendi halkını ve diğer Arapları” bir araya getirmekte olduğu haberi Medine’ye ulaşmıştı. Resulullah (AS), Musta’liklerin başkanı el-Hâris ibn Ebî Dırar’ın akrabası olan Eslemli Bureyde ibn el-Huseyb’i onların arasına gönderip savaş hazırlıkları hakkında kesin bilgi toplamayı başardı. El-Hâris’in Medine’ye gönderdiği keşif eri öldürüldü ve Resulullah (AS) Musta’likleri pusuya düşürdü: On erkek öldürülüp, yüz kadar kadın esir alındı, gerisi ise kaçmayı başardı. Resulullah (AS), kadın tutsaklar arasında bulunan, Musta’liklerin başkanının kızı Cuveyriye’yi serbest bıraktı ve kısa zamanda uzlaşma sağlandı: Musta’likler İslam’ı kabul ettiler. Savaş esirlerinin serbest bırakılması konusunda, kaynaklarımız biraz farklı bilgiler vermektedir: İbn Hişâm’da927 iki anlatım vardır: 1º Resulullah (AS) Cuveyriye’yi nikâhladıktan hemen sonra, savaşa katılan bütün Müslümanlar, ganimet olarak aldıkları esirleri azat ettiler; 2º Savaş esirleri Medine’ye getirildi; el-Hâris de kızının fidyesini verip onu geri almak için geldi ve Müslüman oldu. Bunun üzerine Resulullah (AS) kızını kendisine nikahlamasını istedi, o da rıza gösterdi. İbn Sa’d’e göre ise,928 Resulullah (AS), bu savaş esirlerinin ya tamamını ya da kırk kadarını Cuveyriye’nin mehri olarak serbest bırakmıştır. Son ihtimale göre, geri kalanlardan bir bölümü karşılıksız, bir bölümü ise fidye mukabilinde (bir kadın ya da çocuk başına altı deve) serbest bırakılmıştır. Akrabalığı nedeniyle, Bureyde el-Eslemî’nin tutsaklarla ilgilenmek üzere görevlendirilmesine şaşırmıyoruz.929

759. Bu olayın Şa’ban ayında geçtiği yolunda herkesin görüş birliği içinde olduğunu hatırlatalım. Yıl konusunda ise Musa ibn Ukbe H. 4 (bk. Buhârî), Vâkıdî 5; İbn İshâk ise 6 yılından bahsetmektedir 10.000 kadar savaşçının bir varlık gösteremediği H. 5 yılındaki Hendek Savaşı’ndan sonra, Musta’lıklardan birkaç yüz kişilik bir kuvvet H. 6 yılında Medine’ye tek başlarına yeni bir saldırıyı asla göze alamazdı. Bu durumda biz, İbn Sa’d ve Belazurî’nin kabul ettiği H. 5 yılını tercih ediyoruz. Bu tespitimiz, Hendek Savaşı’nı tertipleyen düşmanın büyük ittifakıyla da uyuşmaktadır.930

760. Yine bu arada hatırlatalım ki, Hendek Savaşı için Mekkelilerin yola çıktığı haberini Resulullah (AS)’a getiren Huzâ’alılar, normal zamanda oniki günde alınan bir yolu sadece 4 günde almışlardı.931

761. Etrafına Ehâbişlerden bazı kimseleri toplayan Huzeyl kabilesi başkanı Sufyân ibn Nubeyh’i öldürmek üzere, Abdullah ibn Uneys el-Kudâ’î’nin yaptığı faaliyetleri de aynı döneme oturtmak gerekir.932 Sufyân, Nahle ya da Urana’da oturmaktaydı ki, her ikisi de Mekke’nin doğusundadır (Bu da, yapılacak işin ne denli tehlikeli olduğunu göstermeye yeter). Görevli memur kendisini bir Huzâ’alı gibi tanıttı ve görevini başarıyla tamamladı.933 Çünkü Kudâ’a  ve Huzâ’a  kelimeleri arasında pek az bir telaffuz farkı vardır ve bu Arap lehçelerinde bile genellikle birbirine karıştırılır. Böylece, Medine’ye düzenlenecek saldırı ittifakına dahil kabilelerden biri daha zararsız hale getirilmiş oldu.

762. Huzâ’a kabilesi ile ilgili en önemli husus, bunların H. 6 yılında Hudeybiye barış anlaşmasında oynadıkları roldür. Onlar bu sırada Müslümanların safında olmak üzere anlaşmada taraf olmuşlardı. Ancak burada sadece bazı kabileler söz konusu idi: Gerçekten de, Huzâ’alı iki başkan, Amr ibn Sâlim ve Busr Resulullah (AS)’a hediye olarak bir miktar deve ve koyun gönderirken (ki Resulullah bu hayvanları İslam ordugâhına getiren çobana bir kaftan hediye etmiş ve ordu da kendisine büyük bir ziyafet çekmişti);934 öte yandan, Budeyl el-Huzâ’î, Kureyşlilerin elçisi olarak Resulullah (AS)’ın huzuruna gelerek Müslümanları tehdit etmiş ve Ebû Bekir’le şiddetli bir tartışma yapmıştır.935Yine iki yıl sonra Mekke’nin fethi sırasında aynı Budeyl, İslam Ordusunun harekâtıyla ilgili haber toplamak üzere Ebû Sufyân’la birlikte bulunuyordu.936

763. Huzâ’alı bu büyük başkanın kişisel özellikleri üzerinde biraz durmak istiyoruz: Hudeybiye barış görüşmelerine kendisi Mekkelilerin temsilcisi sıfatıyla katılmıştı; ancak anlaşmanın imzalanması sırasında, o ve kabilesine mensup üyeler Müslümanların yanında yer aldılar. Aradan bir yıl geçmeden Mekkeliler Huzâ’a kabilesi topraklarına girmek suretiyle anlaşmayı ihlal edince, Budeyl Medine’ye gelmiş ve Resulullah (AS)’dan, onları cezalandırmak üzere bir sefer düzenlenmesini istemiştir. Dönüş yolu üzerinde Ebû Sufyân’a rastlamış, sorması üzerine, ona Medine’den gelmediğini söylemiştir. Bir süre sonra Ebû Sufyân, İslam ordusunun gizlice Mekke yakınlarına kadar geldiğini fark edince, yanında bulunan Budeyl, onu büsbütün şaşırtmak için, kendisine Müslümanlarla değil de, daha çok Huzâ’alılarla ilgilenmesi gerektiğini telkin etmiştir. Bütün bunlardan, kendisinin hem Resulullah (AS)’ın hem de Ebû Sufyân’ın güveninden kendi lehine yararlanma yeteneğine sahip biri olduğu sonucunu çıkarabiliriz.

764. Resulullah (AS)’ın, katıldığı bu son askerî sefer sırasında937 ne Huzâ’alı bir keşif erinin görevlendirilmesine, ne de yanlarında kurbanlık hayvanlar olduğu halde, başkanları Nâciye komutasında bu sefere kuvvetli bir Eslem birliğinin katılmasına938 izin vermemesine şaşırmamalıyız. Zira Resulullah (AS) Mekke’ye Hac niyetiyle gitme niyetinde olduğunu açıklamıştı. Yolculuğun bazı bölümlerinde Resulullah Muhammed (AS)’ın, fazla işlek olmayan sapa yollardan geçerken Eslemli rehberlerden yararlanması gayet doğaldı.939 Ancak başvuru kaynağımız olan Makrîzî’de bize tuhaf gelen bir husus da, Resulullah (AS)’ın Hudeybiye karargâhından Mekke’ye, Ka’be’nin tam karşısındaki Merve tepesinde bu Hac ibadetinin gereği olarak kurban edilmek üzere yirmi kadar deve göndermiş olmasıdır. Hayvanların getirilip boğazlanmasından sorumlu olan Eslemli sahabe, kurban edilen hayvanların etlerini Mekke’li yoksullara dağıtmıştır.940 Bu haber başka kaynaklarda geçmez; zira diğer bütün kaynaklarda Mekkelilerin Müslümanlara sadece şehre girmelerini değil, aynı zamanda Hudeybiye ötesine kurbanlık hayvan göndermelerini de yasakladıkları yazılıdır. Bu konuda, anlaşma maddesi kesindir:

        “Onlar kurbanlarını, şu anda bulundukları yerde (yani Hudeybiye’de) keseceklerdir.”

        Belki de sadece Eslemlilere ait kurbanlıkların şehre sokulmalarına (yine Budeyl el-Huzâ’î’nin aracılığıyla) izin verilmiş, Resulullah (AS) da buna itiraz etmemiştir.

765. Daha önce de gördüğümüz gibi, Resulullah (AS), bu anlaşma ile Mekkelilere tanıdığı “suçluların tek taraflı olarak geri verilmesi” hükmünden kadınları muaf tutmuştur. Tarihçilerin çoğunluğuna göre, Kulsüm bint Ukbe o sırada Resulullah (AS)’ın Hudeybiye’deki karargâhına sığınmıştı. Makrîzî de aynı haberi yinelemekte,941 ancak başka bir anlatımda,942 durum ortaya çıkınca, Huzâ’alı bir rehberin kendisini devesi üzerinde Medine’ye götürdüğünü söylemektedir.

766. Elimizde Resulullah (AS)’ın Huzâ’alılara gönderdiği, ancak hangi koşullarda yazıldığı bilinmeyen bir mektubu vardır. Mektupta şu satırları okuyoruz:

        “Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!

        Allah’ın Elçisi Muhammed’den Budeyl ibn Verkâ’ ve Busr’a, ayrıca Benû Amrların (yani Huzâ’alıların) Başkanlarına:

        İmdi size Allah’ın övgülerini bildiririm: O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur. Hemen ekleyeyim ki ne ben sizin olan bir şeye zarar verdim, ne de sizin tarafınızdan (bana) bir gasp ve tecavüzde bulunuldu. Sizler, Tihâme ahalisi içinde en çok takdir edip beğendiğim ve akrabalık yönünden kendime en yakın bulduğum insanlarsınız. Bu sözlerim size ve sizi izleyen Mutayyibûn (Koku sürünenler) arasında bulunanlaradır.

        Ayrıca, ben kendi adıma sahip olduğum şeyleri, kesinlikle sizin aranızdan çıkan Muhacirler için elde ettim. Yani bulunduğu yerden küçük hac (umre) ya da büyük Hac dışında bir amaçla Mekke’ye hicret eden bir kimse, kesinlikle orada yerleşip kalamaz. İmdi, sizinle barış anlaşması yaptığımdan beri size asla endişe vermedim; sizin de benden yana korkacak bir şeyiniz olmadı ve kendi aranızda da bir karışıklığa düşmediniz.

        Yine ilave edeyim ki, Alkame ibn Ulâse ile birlikte Havza’nın iki oğlu olan ‘Addâ ve Amr, ayrıca Amir ibn İkrime kabilesinden Hâlid ibn Havza’nın iki oğlu İslam’a girip hicret ettiler ve kendilerini izleyenler adına bana biatte (bağlılık yemininde) bulundular. Şimdi bizler helal kılınan şeylerde olduğu gibi haram kılınan şeylerde de aynı durumdayız (Bize helal ve haram kılınanlar aynen size de helal ve haram kılınmıştır). Ben size asla yalan söylemedim.

        Rabbiniz size muhabbet ve şefkatiyle muamelede bulunsun!  (bir diğer okunuşa göre) Rabbiniz sizin ömrünüzü uzun etsin! 943

767. Yukarıda, Budeyl’in ne Hudeybiye anlaşması sırasında ve ne de Mekke’nin fethi sırasında Müslüman olmadığını görmüştük. Belgenin başında “Selamu aleyke  ifadesinin bulunmayışı, onun bu mektubu aldığı sırada İslam’ı kabul ettiğini göstermez. Putperest olmalarına rağmen, Huzâ’alılar, Hudeybiye anlaşması sırasında Müslümanların safında yer almışlardı. Anlaşıldığına göre Mekkeliler Budeyl’e güvenmekle birlikte bu durumdan rahatsız olmuşlardı. Huzâ’alılar ise her iki tarafça, yani Müslümanların yanında yer aldıkları için Mekkelilerce, putperestliklerinde ısrar ettikleri için de Resulullah (AS) tarafından terk edildikleri duygusuna kapılmışlardı. Muhtemelen içinde bulundukları bu sıkıntılı durumu Resulullah (AS)’a bildirmişler, o da bu mektupla kendilerine cevap vererek, onlara duyduğu samimi dostluk konusunda güvence vererek, onları kendisine bağlayan bir takım dünyevî ilişkilere işaret etmişti. Mutayyibûn kelimesini de bu bağlamda kullanmıştır. Bilindiği gibi, Kusay’ın ölümü üzerine oğulları arasında ihtilaf baş göstermiş ve Mekke halkı iki hasım zümreye bölünmüştü: Müttefikûn (Hısımlar ya da Müttefikler) ve Mutayyibûn (Koku sürünenler). İkinci zümreye, ittifak için yemin ettikleri sırada ellerini bir kokuya bandırdıkları için bu ad verilmişti. “Koku sürünenler”, Muhammed (AS)’ın mensup olduğu Haşim Oğullarına bağlı kabileleri (Benû Zuhre, Benû’l-Hâris ibn Fihr, Teym ve Esed) kapsıyordu.944 “Küçük Hac” ve “Büyük Hac” kavramlarına gelince: Ka’be’nin yılda bir kez Hac mevsimi geldiğinde, yani Zilhicce ayında ziyaret edilmesine büyük Hac; bu dönem dışında, özellikle Receb ayında ziyaret edilmesine de küçük Hac (Umre) adı veriliyordu. Mektupta Kilâb kabilesinden Alkame ve Havza’nın oğulları Amirlilerin İslam’a girdiklerinin945 belirtilmesindeki amaç ise, muhtemelen Huzâ’alıları da Müslüman olmaya teşvik ve ikna etmekti.

768. H. 7 yılında gecikmeli olarak yapılan Hac sırasında, Eslemli Nâciye yeniden Resulullah (AS)’a refakat etmiş ve Mekke’de kurban edilecek hayvanlarla ilgilenmek üzere görevlendirilmişti.946 Bu olay sırasında bu kabile ile ilgili belirtilmesi gereken özel bir durum yoktur. Ancak bir süre sonra, anlaşıldığına göre birkaç ay sonra, H. 8 yılı ortalarında bu kabile, aşağıda belirtilen çok ciddi bir olaya karışmıştır:

769. Huzâ’a ve Bekr kabilelerinin kuşaklar boyunca savaş halinde olduğunu biliyoruz. Hudeybiye anlaşması bunların düşmanlıklarına da bir son vermişti. Ancak, üzerinde çalıştığımız bu dönemde, Bekrlilerden birinin çıkıp da Huzâ’alıların huzurunda Resulullah (AS) aleyhinde ağır hakaretlerde bulunması üzerine, Huzâ’alı biri derhal Bekr’linin üstüne atlamış ve onu yaralamıştı.947 Bunun üzerine Bekriler misillemede bulunarak, Mekke’nin güneyindeki Vetîr ovasında, Huzâ’alılara gece baskını düzenlediler. Tarihçilerin ifadesine göre948 bazı Mekkeliler onlara silah ve erzak yardımında bulunmuşlar, hatta gizlice bu yağma olayına bizzat katılmışlardı. Bu suçu işleyenler daha sonra Mekke’ye sığınmışlar ve oradan himaye (eman) elde etmişlerdi. Bunun üzerine Huzâ’alılar da Medine’ye bir heyet göndererek, Resulullah (AS)’dan yardım talep etmişlerdi. Heyet sözcüsü Amr ibn Sâlim doğaçtan (irticalen) şu şiiri okumuştur:

        “Ey Allahım! Ant verdim Muhammed’e (ki hatırlasın)

        Babamızla babası arasında yapılan ittifak anlaşmasını…

        Gerçekten Kureyşliler anlaşmayı bozdular;

        Ve senin görkemli anlaşmanı da!

        Onlar bana Kadâ’da bir pusu kurdular,

        Ve yardıma çağıracak kimsem olmadığını sandılar.

        Bununla birlikte onlar horlanmış ve sayıca daha azdılar.

        Ve bizi öldürdüler, diz üstü ya da secdede iken.”949

770. Bu sonuncu mısra, bu baskında daha önce Müslüman olmuş Huzâ’alı ailelerin de bulunduğu yolundaki izlenimimizi güçlendirmektedir. Daha sonra Mekke’nin fethi sırasında Müslümanların harekâtı ile ilgili bilgi toplamak amacıyla Ebû Sufyân’la birlikte950 keşfe çıkmış olan ve bu kez Budeyl’in başkanlığında bir başka elçi heyeti Medine’ye geldi. 951 Olayın bundan sonrasını biliyoruz. Yalnız, şunu hatırlatalım ki, şehrin fethi sırasında Resulullah (AS) genel af ilan etmiş, ancak Bekrîleri (Benû Nufâse952) bundan muaf tutmuştu. Bunun üzerine Huzâ’alılar onlardan intikam almaya kalktılar. Ancak, bu “af kapsamı dışında tutma” işini yeniden gözden geçiren Resulullah (AS), aşırıya kaçtıkları için Huzâ’alıları azarlayıp uyarmak durumunda kalmıştır.953 Eslemlilerin de doğal olarak bu fetih harekâtına katıldıklarını belirtmeye gerek görmüyoruz. Bunların sayıları o kadar çok idi ki, biri Nâciye’nin, diğeri ise Bureyde’nin elinde olmak üzere her biri özel bir sancağa sahip iki tabur çıkarmışlardı.954

771. Mekke’nin İslam Devleti’ne bağlanmasının ardından, Muhammed (AS), şehrin çevresinde bulunan ve kutsal bölge sınırlarını gösteren işaretleri elden geçirip onarmak üzere Temîm ibn Esed el-Huzâ’î’yi buraya gönderdi.955 Fetih sırasında bir Eslemli Resulullah (AS)’ın huzuruna gelerek kendisine birkaç koyun hediye etmiş, Resulullah da bunları kabul etmişti, daha sonra bütün bir koyun sürüsünü Eslemliye ihsan ederek onu ödüllendirdi.956 Eslemli Bureyde birçok kez Resulullah (AS) tarafından özel işlerde görevlendirilmiştir. H. 9 yılında Muhammed (AS), Tebûk seferi için kabilesi el-Fur’dan çıkabilecek gönüllüleri toplamak üzere onu göndermiştir.957 Yine H. 10 yılında, Resulullah (AS)’ın damadı Ali (RA) Yemen seferine çıktığında, dürüstlüğünden dolayı ganimetleri muhafaza etmesi için Bureyde’yi görevlendirmiştir.958 H. 11 yılında da Usâme, Bizans topraklarına karşı bir sefere komuta ederken, bu birliğin sancaktarlığını Bureyde üstlenmiştir.959

772. Anlaşıldığına göre Huzâ’alılar oldukça cömert insanlardı. Onlar, çevrelerindeki bütün kabilelerin, kurak geçen aylarda gelip kendi arazilerinde oturmalarına izin verirlerdi. Müslüman olmadan önce Huzâ’alıların memleketinde yaşayan ve vergi ödemeyi reddeden Temimlilerden daha önce bahsetmiştik. Daha sonraları Resulullah (AS) yerli halk arasından yeni bir vergi memuru olarak Eslemli Bureyde’yi seçmiş ve onu hem Eslem hem de Gıfâr kabilelerinin vergilerini toplamakla görevlendirmiştir.960 Diğer vergi memurlarıyla birlikte ona da, Resulullah (AS) tarafından vergi tarifelerinin açıklandığı bir mektup gönderilmiştir.961

Benû Suleym Kabilesi

773. Eslemlilerle komşu olan Suleymliler, Medine’nin güneydoğusunda, Orta Arabistan’da otururlardı. Bunların toprakları otlakların, vahaların, altın, gümüş ve demir madenlerinin bulunduğu Hicaz ve Necd bölgeleri üzerinde uzanıp gidiyordu. Savârikiye, Rabaze ve Sufeyne buradaki en parlak ve gelişmiş şehirlerdi. Savaşçı özelliklerle donatılmış olan süvarileri etrafa dehşet saçardı. Arap edebiyatının en büyük kadın şairi olan el-Hansâ962 bunlar arasından çıkmış olup, onun oğlu el-’Abbâs ibn Mirdâs da Arap şiirinde oldukça ün yapmış bir şairdir. Bunların Mekke ile olan ilişkileri çok erken dönemlerde başlamıştı:

774. Mekke ile Ta’if arasındaki Nahle’de, içinde el-’Uzzâ adlı bir put olan tapınak bulunmaktaydı Mekkeliler kadar, Gatafân, Ganî ve Bâhile kabileleri de bu puta çok saygı ve itibar gösterirlerdi. Buranın hizmetkârları kimi zaman Gatafânlılar,963 kimi zaman ise Suleymliler964 arasından çıkardı.

775. Resulullah (AS)’ın şöyle bir hadis söylediği rivayet edilir:965

        “Ben ‘Atikelerin oğluyum (başka bir metne göre966): Suleym kabilesinden ‘Atike ve Fâtıma’lardanım.”

        Gerçekten, Resulullah (AS)’ın annesinin babası Vehb ve yine Resulullah (AS)’ın iki atası Hâşim ve ‘Abd Menâf, ‘Atike adını taşıyan Suleymli annelerden dünyaya gelmişlerdi.967

776. Öte yandan, Resulullah (AS)’ın amcası Ebû Tâlib, Suleymli kabilelerden biriyle ittifak anlaşması yapmıştı.968

777. Ancak ne, her zaman yürürlükte kalmış olan bu ittifak anlaşması, ne de yüzyıllar öncesine dayanan akrabalık bağları, Resulullah (AS)’ın bir işine yaramamış ve Suleymliler onun için birçok sıkıntıya yol açmıştı. Peki bunun sebebi neydi?

778. Hiç kuşkusuz, Suleymlilerin elinde büyük bir itibara sahip ve o sırada Ka’be’nin rakibi durumundaki el-’Uzzâ adlı put bulunmaktaydı. Fakat bu puttan Arabistan’ın hemen her yerinde vardı. Mekkelilerle Kayslıları birçok defa kana boğan Ficâr savaşları bu nedenlerin kendisi ya da birçoklarından biri olabilir. Ama niçin sadece Suleymliler ve Gatafânlılar? Bu iki kabilenin İslam karşıtlığını neredeyse kendi tekellerine alarak sert ve amansız toplumlar haline gelmesi için, ortada maddi ya da psikolojik nitelikli, zincirleme etki ve tepki doğuran bir neden bulunması gerekir. Bunu hala bilmiyoruz.. Bununla birlikte şu önemli olguyu da göz ardı etmeyelim: el-Hâzimî’ye göre,969 Suleymlilerin başına Mâlik ibn Hâlid ibn Sahr ibn Şerîd adında bir başkan geçince, bu kabileyi ihtiraslı ve zaferle sonuçlanan birçok savaşa sürükledi. Bunun üzerine Suleymliler kendisine krallık tacı giydirdiler ve o da Zu’t-Tâc (Tac sahibi) adını aldı. Ancak, giriştiği Burze savaşında talihi yaver gitmemiş, hatta hayatını da kaybetmişti. Bundan kısa bir süre sonra İslam ortaya çıkmış ve Suleymlilerin bütün Arabistan üzerinde egemen olma tutkularına son vermiştir.

779. Muhtemelen yaptıkları kardeş savaşları ile Suleym kabilesi bölünmüş ve bunlardan birinin Müslüman olması otomatik olarak diğerlerinin gözünü korkutmuştur. Böylece el-Hallâc ibn ‘Ilât es-Sulemî, Mekke’ye gelip yerleşmiş, hatta oradan bir kızla evlenmiş,970 üstelik Mekkelileri971 ve tabii ki Suleymlileri de üzüntüye boğacak şekilde İslam’ı kabul etmiştir. Diğer bir Suleymli olan Kays ibn Nuşbe, İslam uğruna o kadar coşkulu ve gayretli işler yapmıştır ki, Resulullah (AS) tarafından kendisine Hayru Benî Suleym (Benû Suleym’in en hayırlısı)972 unvanı verilmiştir. Kaynağımız şöyle ekliyor: “Nuşbe, Kutsal Kitapları okuyup incelemişti.” Acaba bu bilgiye dayanarak, kendisinin Müslüman olmadan önce bir Hıristiyan olduğu söylenebilir mi? Habeşli Ebrehe, Yemen’den hareketle Mekke’ye karşı meşhur Fil seferine giriştiğinde, Suleymli iki kişi, gönüllü (paralı asker?)973 olarak mı Ka’be’nin yıkım işini üstlenmişlerdi. Bu olay, Suleymlilerin Mekkelilere karşı besledikleri ezeli bir kinin göstergesidir. Nitekim cereyan eden olaylar, onların verdikleri şeref sözüne güvenilmeyeceğini göstermiştir. Aşağıya aldığımız küçük olay, bu durumun bir sonucudur: “Medine’li Evs kabilesi Suleymlilerle bir ittifak anlaşması yapmak isteyince, Resulullah (AS) kendilerini şöyle uyarmıştır:

        “İslam’da (gayrı müslimlerle yeniden) yapılabilecek ittifak anlaşması yoktur. Eski anlaşmalara gelince, İslam bunlara daha çok önem verir.”974

        Daha sonra göreceğimiz gibi, bunlar mizaç ve yaratılışları gereği fitne ve karışıklık çıkaran kişilerdi. Biz sadece şunu hatırlatalım ki, İbn Habîb’e göre,975 İslam öncesi Arabistan’ında bazı kabilelere “tencere taşları” (v§U8«)(sac ayağı) denilmekteydi. Bu üç ayaktan birini Hevâzinlilerle birlikte Suleymliler, ikincisini Gatafânlılar, üçüncüsünü de A’surlarla Muhâribler oluşturuyordu.” Bunların soyağacı aşağıda verilmiştir.
    Bu sacayağını oluşturan kabileler, İslam’ı ortak düşman olarak gören bir dayanışma içinde bulunuyordu.

780. Bizi burada en çok ilgilendiren nokta, Suleymlilerin Hicret’ten önce sahneye çıkmış olmalarıdır: el-’Uzzâ tapınağının hizmetkârı olan Eflah es-Sulemî ölüm döşeğine düştüğü zaman, Ebû Leheb ziyaretine gelerek, ondan geleceğe dair bilgiler vermesini istemişti. O da Ebû Leheb’e:

        “Benden sonra el-’Uzzâ yok olup gidecek!”

        diyerek kaygılarını dile getirince, Ebû Leheb onu şöyle teselli etti:

        “Asla! Bu işle bizzat ben ilgileneceğim. Şayet Muhammed muzaffer olursa –ki asla olamayacaktır- o ne de olsa benim yeğenimdir (O’nun el-’Uzzâ’ya bir kötülük yapmasına engel olabilirim); ama el-’Uzzâ bu işten galip çıkacak olursa –ki o galip gelendir!- onun lütuf ve nimetlerine layık olabilmek için el-’Uzzâ’ya bir hizmette bulunmayı çok isterim!”

        Bunun üzerine, Allah, elçisi Muhammed (AS)’e Leheb Sûresi’ni nâzil etmiştir:

        “Kurusun elleri Ebû Leheb’in, ki zaten kurudu da!”

        İbn el-Kelbî’nin verdiği bilgiye göre,976 el-’Uzzâ’nın hizmetkârının adı Dubeyye ibn Haramî es-Sulemî idi. Kısa bir süre sonra, peygamberliğinin 10. yılında (Hicretten 3 yıl önce), Resulullah (AS) Hac mevsimi sırasında kendisiyle yabancılar arasından ittifak anlaşması yapacak kimseler ararken, aralarında Suleymlilerin de bulunduğu onbeş hacı kafilesi ile art arda temaslarda bulunmuştur. Onların, içinde bulundukları putperestliği bırakıp Resulullah (AS)’ın davetine uymayışlarına hiç şaşırmıyoruz (bk. yukarıda § 274).

781. Müslümanların Medine’ye hicret etmesiyle birlikte Mekke ekonomisine karşı girişilen askerî seferlerden ilki, Abdullah ibn Cahş’ın, Suleymlilerin tapınağının bulunduğu Nahle’ye yaptığı seferdir. Bu birlik, Suleymlilerin toprakları üzerindeki Buhrân’dan da geçmişti. Suleymlilerin çıkarlarına bu şekilde zarar verilmiş, ancak Resulullah (AS) bu kabileyi yatıştırmak için bir girişimde bulunmamıştır. Bundan iki ay kadar sonra Bedir Savaşı başladığında Suleymlilerin tepkileri akıl almaz boyutlara varınca, Resulullah (AS) bunlara karşı bir cezalandırma seferi düzenlemek zorunda kalmıştır. Ana başvuru kaynağımız olan İbn Hişâm bu konuda şöyle diyor:

        “Bedir Savaşı’ndan sonra, Resulullah (AS)’ın Medine’ye dönüşünün üzerinden henüz yedi gece geçmişti ki, tekrar ordusunun başına geçip Suleymlilerle savaşmaya çıktı. Onların El-Küdr’deki su kaynağına varıp üç gece düşmanı bekledi. Ancak hiçbir ize rastlayamayınca, Medine’ye geri döndü.”977

        Bu küçük anlatım üzerinde uzun uzun düşünülmesi gerekir. Elimizde daha başka ayrıntılı bilgi olmadığı için, buradan belki de Bedir’deki karşılaşma sırasında Suleymlilerin tavırlarının İslam için bir tehdit unsuru oluşturması nedeniyle böyle bir cezalandırma seferine gerek duyulduğu sonucunu çıkarmak gerekir. İbn Sa’d’deki anlatımda “Suleymlilerle Gatafânlıların bir araya gelişlerinden söz edilmektedir. Acaba bunlar Bedir’deki Kureyşlilerin yardımına gitme hazırlığı içinde miydiler? Bu sefer sırasında ele geçirilen tek savaş esiri Yesâr adlı bir köle çobandı. O da İslam’ı kabul edince Resulullah (AS) kendisini azat edip serbest bırakmıştır.

782. Biraz efsanevî nitelikteki şu anlatım, belki de Ali (RA)’nın İslam sancaktarlığını yaptığı bu askerî seferle ilgilidir: Müslüman coğrafya bilginlerinden İbn Mücâvir’e göre,978 bu kabilenin hurmalığında, üzerinde birçok arı kovanının bulunduğu kutsal bir ağaç vardı. Ne zaman bir düşman bu kabileye saldıracak olsa, bu hurma ağacını tütsülerler ve kovanlarından kızgınlıkla fırlayan arılar gidip düşman askerlerini sokarak onları bozguna uğratırlardı. Resulullah (AS) Suleymlilere karşı savaşmak üzere yola çıkınca, Ali’yi önceden buraya gönderdi. O da müthiş kılıcı Zu’l-Fikar’ın bir darbesiyle bir çırpıda ağacın gövdesini devirdi. Batıl inançlara sahip olan Suleymliler –kutsal ağaca yapılan bu saldırı karşısında tanrının gazabından korkarak- kaçıştılar. Ürkerek kovanlarından dışarı uğrayan arılar ise, Suleymlilerin koşuştuğunu görüp her bir yönden onların peşine düştüler. Suleymliler çok geçmeden gerçek Tanrının kim olduğunu öğrendiler ve İslam’ı kabul etmek üzere Resulullah (AS)’ın huzuruna geldiler. Öte yandan, İbn Habîb’in belirttiğine göre,979 Suleymli temsilci heyeti, kabile olarak İslam’a geçtiklerini açıkladığı zaman, Resulullah (AS) onlara İslamî dönemde de kendisini tasdik etmek üzere, başkanlarının kim olduğunu sordu. Suleymliler, “Bizi her zaman yöneten, Kaçak oğlu kaçak’tır” dediler. Üç kez aynı soruyu tekrarlaması üzerine, bu kişinin Hibbân ibn el-Hakem olduğunu açıkladılar. Aynı kaynağın verdiği bilgiye göre bu kişi, Benû Avf karşısında tutunamayıp kaçtıktan sonra Kaçak lakabını almış ve hayatını sürdürebilmek için bunun en iyi politika olduğuna inandığını böbürlenerek söyleyip durmuştur. Bu kabilenin putperestliği ile ilgili olarak şunu hatırlatalım ki, Tâ’if yakınlarındaki Nahle’de bulunan el-’Uzzâ putunun hizmetkârları, Resulullah (AS)’ın amcası olan Ebû Tâlib’in müttefiki ve aynı zamanda Suleymlilerin sopundan Benû Şeybân kabilesine mensup idiler.980

783/1. Karkaratu’l-Küdr’e karşı düzenlenen bu seferde kesinlikle kan dökülmemiştir. Ancak kaynaklarımız981 beş yüz deve vs. gibi önemli bir ganimetten söz ederler. Bu durum, Suleymlilerle olan ilişkilerin daha da bozulmasına yol açmış olmalıdır. Dolayısıyla, Suleym ve Gatafân kabilelerinin Medine’ye saldırıya geçmek üzere işbirliği hazırlığında olmalarına şaşırmamamız gerekir. Bilgi toplamakla görevli memurları Resulullah (AS)’ı uyarmışlar, o da, bu saldırıyı önlemek amacıyla, Zu’l-Kussa ve Zû Amr istikametine 450 kişilik bir kuvvet göndermiştir ve düşman, canını kurtarmak için çareyi kaçmakta bulmuştur. Bu askerî seferde de görüldüğü gibi, Resulullah (AS)’ın amacı kesinlikle siyasi değildi. Nitekim, yolda bir düşman ele geçirilmiş, Resulullah (AS)’ın kendisine İslam’ı anlatması üzerine o, sadece Müslüman olmakla kalmayıp, aynı zamanda, kendiliğinden düşmanın toplu halde saklandığı yeri açıklamıştır. Saldırının başlayacağı gün yağmur yağmaya başladı. Düşmanın dağılmasından sonra, Resulullah (AS) giysilerini kurutmak üzere bir ağacın dallarına serdi, kendisi de ağacın altına uzandı. Düşmanın önde gelen başkanlarından Du’sûr el-Muhâribî982 onu bir tepenin ardından gözetlemekteydi. Bir fırsatını bulup tepeden aşağı inerek Resulullah (AS)’ın karşısına yalın kılıç dikildi ve şöyle haykırdı:

        “-Şimdi seni elimden kim kurtaracak?”

        Muhammed (AS) uzandığı yerden doğrularak, sükûnetle cevap verdi:

        “-Allah!”

        Koskoca kabile reisi bu cevap karşısında o kadar heyecanlandı ki, kılıcını elinden düşürüp tir tir titremeye başladı. Bu kez Resulullah (AS) kılıcı eline alarak sordu:

        “-Peki, şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?”

        -Vallahi hiç kimse! Kurtaracaksa da ancak Allah kurtarır, ve ben şehadet ederim ki Allah’tan başka tanrı yoktur, ve yine şehadet ederim ki Sen Allah’ın Elçisisin.”

        Bunun üzerine Muhammed (AS) ona kılıcını geri vermiş ve o da bundan böyle İslam’ın yayılması için çalışmıştır.983

783/2 Bu arada, klasik dönem yazarlarının eserlerinde ele aldıkları ayrıntılarda bazı farklılıklar olduğuna da işaret edelim. Şöyle ki:

        a) Resulullah (AS)’ın hayatına karşı düzenlenen bu suikast girişimi, Hicretin 2. mi, 3. mü yoksa 7. yılında mı yapılmıştır?

        b) Bu olay Zû ‘Amr’da mı, Zâtu’r-Rikâ’da mı meydana gelmiştir?

        c) Burada söz konusu olan başkan Du’sûr ibn el-Hâris mi, yoksa onun kardeşi Ğavres midir?

        d) Düşman, kılıcını vurmak üzere kaldırdığında, Resulullah (AS) kılıcı bir ağaca dayalı olarak uyuyor muydu, yoksa uyanıktı da düşmanını kibarca karşılayıp, onun isteği üzerine, nezaketen kılıcını incelemesine izin vermişti?

        Buhârî (bk. 64/31/0, 1, 8 ve 64/32/2) olayın Zâtu’r-Rikâ’da, Gavrat’ın başkanlığında ve H. 7 yılında geçtiği görüşünde olup, Resulullah (AS) o sırada uyuduğunu ve hasmının hücum etmeden önce o devrin savaşçılarına özgü bir nara atarak kendisini uyandırdığını ileri sürer. Olayın H. 2 ya da 3. yılda meydana geldiği rivayetlerine gelince, burada, daha önce açıkladığımız (yukarıda § 759 dipnotu) basit bir takvim başlangıcı meselesi söz konusudur. H. 7 tarihi ise, sadece Buhârî’nin çıkardığı bir hükümdür. Zira onun rivayet ettiği hadiste yer alan ek bilgide, Resulullah (AS)’ın bu askerî sefer sırasında, tehlike nedeniyle özel bir tarzda (korku namazı; bk. Nisâ Sûresi: 4/101-102) namazlarını kıldığı ve kendisine bu hadisi nakleden Ebû Hureyre’nin İslam’ı ancak H. 7 yılında kabul ettiği belirtilmektedir. Ancak bu olay, Resulullah (AS)’ın sadece bir kez değil, durumun gerektirdiği her defasında bu şekilde namaza başvurduğu, ayrıca aynı bölgede uzun yıllar boyunca birçok askerî sefere komuta ettiği gerçeğiyle açıklanabilir. Buhârî, savaşın yapıldığı Zâtu’r-Rikâ (kelime anlamı: Yamalı kimse) ile ilgili olarak, bunun bir yer ismi olmadığını, ordunun geçtiği bölgenin taşlık ve kayalık olması nedeniyle yalın ayaklı bazı askerlerin ayaklarının yaralandığı bir savaşa verilen sıfat olduğu açıklamasında bulunur. Zû ‘Amr konusunda ise bir anlaşmazlık yoktur. Suikasta adı karışan kişinin adının da bu anlatımda hiçbir önemi yoktur. Aynı şekilde, olay sırasında Resulullah (AS)’ın uyanık mı yoksa uyur vaziyette mi olduğu da önemsizdir. Burada daha çok olayı anlatan kişinin izlenimi söz konusudur. Kısacası, her iki anlatım da özü itibarıyla birbirini destekler niteliktedir.

784. Birkaç ay sonra, Muhammed (AS), Suleymlilerin diyarına gitmek üzere tekrar Medine’den ayrıldı. Maden yataklarının bulunduğu el-Fur’ bölgesindeki Buhrân’a geldi ve Rebiu’l-Ahir ve Cumade’l-Ûlâ ayları boyunca orada kaldı.984 Bu süre boyunca herhangi bir olumsuz olay olduğu kaydedilmemiştir. Orada kalış süresinin uzaması, onun bu kabile ile uzlaşma ve onlarla ittifak yapma girişiminde bulunduğunu akla getirse de, kendisi buna muvaffak olamamıştır. (İbn Sa’d, yalnızca on günlük bir kalış süresinden söz eder.)

785. Kısa bir süre sonra, yani H. 4 yılının Sefer ayında, İslam’ı tebliğle görevli 70 sahabenin, Suleymlilerin topraklarında bulunan Bi’ru Maûne kuyuları mevkiinde ‘Amir ibn Tufeyl tarafından pusuya düşürülerek haince kılıçtan geçirildiği o acı olay meydana geldi. (Kuşkusuz Suleymliler, daha önceki aylarda Müslümanların kendi topraklarına yaptığı askerî seferlerden hiç de memnun olmamışlar ve bunun intikamını almak için, doğuracağı sonuçları hiç düşünmeksizin ellerine geçecek ilk fırsattan yararlanmak istemişlerdi. Kaynakların belirttiğine göre, İslam’ın o sırada uğraşmak zorunda kaldığı diğer sıkıntılar nedeniyle, Bi’ru Maûne şehitlerinin kanı yerde kalmış gibi gözüküyor.) Adı geçen ‘Amir’in annesi Kebşe, aynı zamanda meşhur savaşçı ‘Urve er-Rahhâl’in kızı idi. ‘Amir’in şöhreti de tüm Arabistan dışında o denli yaygındı ki, ne zaman bir Arap kabile başkanı Kayser’in (Suriye valisi ya da Bizans İmparatoru?) huzuruna çıksa, bu kişi kendisine: “Senin ‘Amir’le ne gibi bir akrabalığın var?”, diye sorardı. Huzâ’a kabilesinden söz ederken belirtildiği gibi, ‘Amir’in bir akrabası olan ‘Alkame ibn ‘Ulâse bu durumu kıskandı ve aralarında bir gerginlik meydana geldi. Bundan başka, ‘Amir, Resulullah (AS)’ı ziyaret edip yurduna döndükten kısa bir süre sonra985 hıyarcık vebâsından (tâun) öldü. Kabilesi,986 kimsenin bir saygısızlıkta bulunmaması için, mezarının çevresindeki iki kilometre karelik alanı kutsal ilan itti. Burada ne hayvanlar otlayabilir, ne de yolcular yaya veya binekli olarak yakınından geçebilirlerdi.987

786. Bu olaydan bir yıl sonra Medine’de Hendek Savaşı meydana geldi. Saldırı ittifakı için hazırlık yapmakta olan Hayber Yahudileri, bu kabileye de bir heyet gönderdiler. Sonunda bir anlaşma sağlandı ve Suleymlilerden oluşan 700 kişilik bir kuvvet, Medine yolu üzerinde Marru’z-Zahran denilen yerde Mekke ordusuna katıldı.988 Suleymliler bu savaşta pek varlık gösteremediler ve Mekkeliler kuşatmayı kaldırmaya karar verir vermez diğer kabilelerle birlikte çekilip gittiler.

787. Resulullah (AS)’ın, H. 6 yılı Rebiu’l-Ahir ayında Zeyd’in komutasında Suleymlilerin bölgesindeki el-Cemûm’a niçin bir askerî birlik gönderdiği bilinmiyor. Zaten burada hiçbir göçebe kabilesine de rastlanmamıştır.989

788. Öyle anlaşılıyor ki İslam, tüm bunlara rağmen, bu kabile içine yavaş yavaş nüfuz etmeye başlamıştı. H. 7 yılında Resulullah (AS) Hayber üzerine yürüyüşe geçtiğinde, Suleymli şair el-’Abbâs ibn Mirdâs haberi Mekke’ye yetiştirerek, Müslümanların savaşı kaybedeceği kehanetinde bulunmuştu. Hatta birçok kimse sonuç hakkında bahse bile tutuşmuşlardı. Aksine, aynı zamanda tüccar olan el-Hacc ibn ‘İlât adlı bir diğer şair, daha Hayber’de iken İslam’a geçmiş ve Müslümanlarla birlikte savaşa katılmıştı. Daha sonra, İslam’ın muzaffer olduğu haberi henüz oraya ulaşmadan, Mekke’ye dönüp geldi. İslam’a geçmesi dolayısıyla Mekke’deki mallarının yağmalanmasını önlemek için de bir kurnazlık düşündü: Kendisinin Hayber’den geldiğini, Müslümanların orada ağır bir yenilgiye uğradıklarını, Muhammed’in esir alındığını ve Yahudilerin kendisini hediye olarak Mekke’ye yollayacaklarını bildirdi. Ve şöyle ekledi: “Yahudiler ele geçirdikleri ganimetleri satacaklar, ve bu fırsatı değerlendirmek için de bana para lazım.” Böylece Mekke’deki bütün alacaklarını tahsil ettikten sonra çekip gitti. Birkaç gün sonra gerçek haber Mekke’ye ulaştı ve Mekkeliler, hem yenilmekten, hem de oyuna getirilmekten dolayı iki yönlü bir kedere boğuldular.990

789. Olayın üzerinden birkaç ay geçtikten sonra (H. 7 sonları), İbn Ebi’l-Evcâ’ adlı bir Suleymli, İslam’ı tebliğ etmek amacıyla 60 kişilik bir heyetin başında Suleymlilerin yanına gönderildi. Bu insanlar, onu dinlemek yerine, gelen görevlileri ok atarak karşıladılar ve ağır yaralanarak daha sonra Medine’ye götürülen komutanları dışında hepsini öldürdüler.991

790. Fakat ertesi yıl, Mekke’nin fethi sırasında bu kabileden tam donanımlı bir bölüğün Kudeyd’de İslam askerî birliğine katıldığını görmekteyiz.992 Beraberlerinde çok sayıda at da getirmişlerdi; Resulullah (AS) onları Hâlid ibn Velîd’in emrine verdi. Bununla birlikte, içinde bulundukları ruhsal durumun pek de memnuniyet verici olmaması bizi şaşırtmamaktadır. Mekke üzerine düzenlenecek olan seferin hazırlıkları tam bir gizlilik içinde sürdürüldüğü sırada, Ebû Bekir bir gün kızı Ayşe’ye (Resulullah’ın hanımı ve Müminlerin annesi) şöyle sordu:

        “-Resulullah (AS)’ın gitmeye niyetlendiği yer hakkında ne düşünüyorsun?”

        Ayşe şöyle cevap verdi:

        “-Bilmiyorum, belki Suleymlilerin, belki de diğerlerinin üzerine.”993

        Böylece o, Resulullah (AS)’ın kendisine verdiği sırrı gizli tutmak istiyordu. Ancak konuşma sırasında ağzından kaçırdığı Suleymliler sözcüğü, Müslümanların o dönemde genel olarak taşıdıkları duyguları çok iyi yansıtmaktadır. Mekke’nin fethinden sonra Hevâzin kabilesinin takındığı tehditkâr tutum, Resulullah (AS)’ı şehrin dışına çıkmak ve Huneyn’de onlarla savaşmak zorunda bırakmıştı. Makrîzî,994 Suleymli kuvvetlerin bu savaş sırasındaki davranışlarından uzun uzadıya bahseder: İki taraf karşılaştığında, önce Suleymli süvariler kaçışmaya başladılar. Zor kazanılan bir zaferden sonra, Resulullah (AS) düşmanı takip etmelerini emrettiği zaman, kendileri bu emri yerine getirmedikleri gibi, diğerlerinin bunu yapmalarına da engel oldular. Muhammed (AS)’e nispet edilen aşağıdaki meşhur kelime oyunu, muhtemelen o dönemde söylenmiştir:

        “Usayye asat Allah ve Rasûleh.”995

        (Yani, “Suleymlilerin bir kolu olan Usayyeler, Allah’a ve Resûlüne isyan ettiler”, ya da “‘Usayye, Allah ve Resûlünün arslanıdır.”) Resulullah (AS), bu savaşta ele geçirdiği ganimetle Mekkeli Ebû Sufyân, Suleymli el-’Abbâs ibn Mirdâs vb. İslam’a yeni girmiş olan birçok kimseyi ödüllendirmiştir. El-’Abbâs, kendisine tahsis edilen miktardan memnun olmadığı için, Resulullah (AS) aleyhinde bir taşlama (hicviye) dizelemişti.996 Resulullah (AS) ise, ona karşı bir disiplin cezası uygulamak yerine, sadece şairin ödül payının iki katına çıkartılmasını emretti. Birkaç gün sonra, Huneyn’de yenilgiye uğrayan Hevâzinli bir heyet Resulullah (AS)’ın huzuruna girmiş, İslam’a geçtiklerini bildirerek, kendisinden mallarının yanı sıra, esir alınan kadın ve çocuklarının iadesini rica etmişlerdi. Daha önce de gördüğümüz gibi, Resulullah (AS) esir alınan tutsakların azat edilmelerini emretti. Savaşa gönüllü olarak katılan ve aralarında bu şair ‘Abbâs’ın da bulunduğu bazı gruplar böyle yapılmasına karşı çıktılar. Abbâs şöyle diyordu:

        “Ben kabilem adına buna hayır diyorum!”

        Makrîzî’nin verdiği ek bilgiye göre,997 Suleymli diğer savaşçılar, Resulullah (AS)’ın aralarında sütannesinin kabilesinin de bulunduğu esirleri azat etme emrine karşı çıkılmasını bir rezalet olarak değerlendirerek, şöyle haykırdılar:

        “-Hayır! Biz Suleymliler de diğerleri gibi, elimizde bulunan Hevâzinli köleleri azat ediyoruz.”

        ‘Abbâs açıkça bu duruma öfkelenerek, kendisini böyle yalnız bırakıp aşağıladıkları için kabilesi mensuplarına sitem ve serzenişte bulunmuştur.

791. Aynı askerî sefer sırasında Resulullah (AS), bir yandan da Mekke’nin güneyinde, Yelemlem dağının eteklerinde oturan Benû Cezîme kabilesine Hâlid ibn Velîd komutasında bir tebliğ heyeti gönderdi. Bu sefere Suleymli süvariler de katılmıştı. Ancak bir yanlış anlama nedeniyle, komutan, daha önce Müslüman olmuş olan Benû Cezîme kabilesi mensuplarını tutuklayıp, sonra da hepsinin kılıçtan geçirilmesini emretti. Âdet olduğu üzere savaş tutsakları, gözetim altında tutulmaları için birlik üyeleri arasında taksim edilirlerdi. Bu emri sadece Suleymliler yerine getirdiler. Diğerleri, iyi birer Müslüman olduklarına bakarak tutsakların suçsuzluğuna hükmedip, onları serbest bıraktılar. Komutan bu durumdan hiç de hoşnut olmadı. Birlik seferden döndüğünde, Resulullah (AS) komutan Hâlid’i fena halde azarladı ve mağdur kabileye kan bedeli olarak yüklü bir meblağ gönderdi. Dökülen insan kanının yanı sıra, köpeklerin su içtikleri kırık çanakların bedeline varıncaya kadar tüm zararın giderilmesi için de Ali’yi görevlendirdi. Ayrıca “bizim bilmediğimiz daha ne kadar zarar ziyan varsa hepsi için” diyerek fazladan bir tazminat ödenmesini emretti. Bu tavır, mağdur kabilenin yatışması için yeterli oldu.998

792. Ertesi yıl (H. 9), Resulullah (AS), ülke halkını merkezî hükümet yararına düzenli bir vergiye bağlama kararı aldığında, iki komşu kabile olan Suleymliler ve Müzeynelilerden vergi tahsil etmek amacıyla, Medineli ‘Abbâd ibn Bişr el-Eşhalî’yi görevlendirdi.999 Ancak, daha H. 5 yılında Suleym madenlerinden vergi alınmaktaydı. Hatta Selmân-ı Fârisî’nin azat edilmesi için Yahudi efendisine verilmesi gereken parayı, Resulullah (AS), Suleymlilerin işlettiği altın madenlerinden alınan zekatla ödemişti.1000

793. O tarihte henüz Suleymlilerin tamamı İslam’ı kabul etmiş değildi. Temimliler, Huzâ’alıların topraklarında misafir olarak bulunan Müslüman vergi memurlarını tehdit edip kötü davranınca, ev sahibi durumundaki Huzâ’alılar buralardan çekilerek, Suleymlilerin yanına sığınmışlardır.1001

794. Birkaç ay sonra, Resulullah (AS) Tebûk Seferi hazırlıklarına giriştiğinde, şair ‘Abbâs’ı, kendi kabilesinden gönüllü asker toplamakla görevlendirdi.1002 Ancak bu olayla ilgili ayrıntılı bilgi yoktur.

795. Resulullah (AS)’ın Suleymlilere bazı toprakları tımar olarak vermesine, daha doğrusu onların eskiden sahip oldukları mülkiyet haklarını onaylamasına hiç şaşırmamak gerekir. Savârikiye hurmalıklarını içindeki sarayla birlikte Sa’îd ibn Sufyân er-Ri’lî’ye tımar olarak vermesi de böyle olmuştur.1003 Kayıtlarda, Medfû bölgesinin iki ayrı kişiye tımar olarak verildiği gözükmektedir: Seleme ibn Mâlik ve el-’Abbâs ibn Mirdâs.1004 Bir başka belge ile, Seleme ibn Mâlik’e bir kısım toprak daha tımar olarak bağışlanmıştır.1005 Eğer burada sözünü ettiğimiz, yukarıda söz ettiğimiz Seleme ile aynı kişi ise, burada ilk bağışın yerine geçmek üzere siyasal ya da kişisel nedenlerle yenilenen bir işlemden söz etmek mümkündür. El-Cifr’in bölgesinin tamamı, Benû Usayye’nin bir koluna mensup olan Havza ibn Nubeyşe’ye bağışlanmıştı.1006 Kaynaklarda bu konu ile ilgili ondan fazla belgeden söz edilmektedir.1007

796. Bu konuyu bitirirken, Resulullah (AS)’ın Sanâ bint es-Salt adlı Suleymli bir kızla evlenme hazırlığında olduğunu, ancak kızın daha Medine’ye gelmeden yolda vefat ettiğini belirtelim.1008 Yine bu konuda, Resulullah (AS)’ın Kelb kabilesinden evlenmek üzere olduğu iki nişanlısından bahsedilir. Muhtemelen burada tek bir evlilik söz konusu olup, isim karışıklığı nedeniyle sanki birçok evlilik yapıldığı, oysa bu evlilik girişimlerinin hepsinde, nişanlıların daha Medine’ye gelmeden yolda vefat ettikleri için bu yanılgıya düşüldüğü söylenebilir.

Hevâzin Kabilesi ve Tâ’if Şehri

797. Suleymlilerle ittifak halindeki Hevâzinliler, İslam öncesi Arabistan’ında yaşanmakta olan şiddetli kargaşa ortamının sacayaklarından birini oluşturuyorlardı. Bu büyük kabile, Mekke ile Necd arasındaki bölge ile, güneyde Yemen’e kadar uzanan topraklarda yaşıyordu. Bunlar arasında bulunan Sakîfliler Tâ’if şehrinde otururlardı. ‘Amir ibn Sa’sa’alar daha çok göçebe bir hayat sürerlerdi. Yemen’deki Kinde krallığı Hevâzinlileri kendisine tâbi kılmakla birlikte, meşhur en-Nefrevât Günü savaşından sonra bunlar tekrar bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Çok geçmeden kuzeydeki kabilelerle yeni bir savaş başlatmışlar, ancak ‘Abs’larla Zubyânların kudretli birliği onları bir bozguna sürüklemiştir. Mekke’ye çok yakın olan bölgelerde, Haram Aylar’da ve el-Ficâr günlerinde olmak üzere dört kez çatışma yasağını delmişlerdi. Bir defasında, Hevâzinli biri yıllık Ukâz fuarında Kinaneli birine kredili bir satış yapmış, ancak üzerinden yıllar geçtiği halde borç ödenmemişti. (Bu durum savaşa yol açmış ve çatışma yardıma gelen diğer toplulukların müdahalesi sonucu ciddi boyutlara ulaşmadan önlenmişti.) Bir defasında da Hire kralı, bu fuarda satmak istediği mallara Ukâz’a kadar yolda korumalık etmesi için ‘Urve er-Rahhâl adlı bir Hevâzinliyi görevlendirmişti. Kinâneli bir haydut olan el-Berrâd, ‘Urve’yi yolda öldürdü. Bu olay, söylentiye göre Muhammed (AS)’ın de gençliğinde katıldığı yeni bir savaşın çıkmasına yol açtı. Bu ihtilafı çözmeye tek bir çatışma yetmemiş ve savaş birçok kez yeniden başlamış ve her defasında sonuç farklı olmuştu. Burada belirtmek gerekir ki, Mekkeli Kureyşliler bu savaşlarda her defasında Hevâzinlilere karşı Kinânilerin safında yer almışlar, Hevâzinliler de Suleymlilerle ittifak yapmışlardır. Belki de bu “sacayaklarının (tencere taşları)” Kureyşli Resulullah (AS)’a karşı olan düşmanlığının nedenini burada aramak gerekmektedir.

798. Tâ’if, Hevâzinliler için övünç kaynağı olan bir şehirdi. Deniz seviyesinden yüzlerce metre yükseklikte bir yaylaya kurulmuş olan bu şehir, oldum olası çöllük Arabistan’dan çok, bereketli Suriye’nin bir parçası olarak görülmüştür. Birbirlerine eşek sırtında bir, deve sırtında ise iki günlük uzaklıktaki Tâ’if ile Mekke, birbirlerinin ayrılmaz parçası iki şehir durumunda idi. Tâ’ifliler ziraî ürünlerini Mekke’de satarlar, Mekkeliler de yaz mevsiminde Tâ’if ikliminin yumuşaklığını ararlardı. Çoğu Mekkelinin Tâ’if’de arazisi bulunur, aynı şekilde Tâ’if’liler de özellikle ticaret yapmak için Mekke’de otururlardı. Buradaki refah ve işten arta kalan boş zamanların çokluğu Tâ’if’te kültürel etkinliklerin yayılmasını kolaylaştırmış ve insanlarının entelektüel düzeylerini yükseltmişti. Buna birkaç örnek verelim:

799. İslam’ın başlangıcında Arabistan’ın bu bölgesinde tanınan tek tabip olan el-Hâris ibn Kalade, Benû ‘İlâc kabilesinden bir Tâ’if’liydi.1009 Tıp eğitimini İran’daki Cundaysâbûr tıp okulunda yapmış1010 ve tabip olarak ünü Arabistan sınırları dışına taşmıştı. Bir gün, Nûşcân adlı İran’lı bir satrap hastalanmış ve İranlı doktorların tedavisi onu iyileştirememişti. El-Hâris ibn Kalade sayesinde eski sağlığına kavuştu.1011

800. Sakîf kabilesinden biri İran İmparatorunu ziyarete gitmiş ve o da bundan o kadar memnun olmuştu ki, bedevînin bütün arzularını yerine getirmeye söz vermişti. Bu vaadini yerine getirmek için, İranlı bir mühendisi Tâ’if’e göndermiş ve oraya korunaklı bir kale ile surlar inşa ettirmişti.1012 (Sur anlamındaki Tâ’if ismi buradan gelmektedir; eskiden buraya Vac deniliyordu. Tâ’if’in bugün üzerinde kurulu olduğu vadiye de aynı ad verilmektedir.) Bu surlar o kadar önemli idi ki, ilerde de göreceğimiz gibi, Muhammed (AS)’ın H. 8 yılında şehre yaptığı hücumda orayı ele geçirememişti. Halkının entelektüel yaşantısı ile ilgili olarak, Sakif’li Gaylân ibn Seleme’nin, Ukâz fuarında kurulan mahkemenin başkanı olduğunu ve kendisinin orada bir gün mahkeme işleriyle, ikinci gün şiirlerini yazmakla ve üçüncü gün de gelen ziyaretçileri kabul etmekle meşgul olduğunu söyleyebiliriz.1013 Arabistan’ın en meşhur şairlerinden biri olan en-Nâbigatu’l-Ca’dî de aynı kabileye mensuptu. Meşhur Ukâz fuarı da bu bölgede kurulmaktaydı. Aynı bölgede sürdürülen ticaret, spor, “uluslar arası” hakemlik, edebî çalışmalar (şiir ve düzyazı), dinî ve toplumsal reform hareketleri gibi etkinlikler, Tâ’if’i eski Arabistan’ın en ideal merkezi yapmak üzere bir araya gelmiş bulunuyordu.1014 Tâ’if’de çok sayıda Yahudi vardı.1015 Yine burada faizcilerin hummalı çalışmalarına işaret edilmektedir; yıllık % 100 faizle nakit para ya da hububat borç olarak verilirdi. Eğer borçlu, bir yılın sonunda borcunu geri ödeyemezse, aynı koşullar altında sözleşmesini yenilemek zorundaydı. Yani aldığı 100 dirhem borç, bir yıl sonunda 200 dirhem, ikinci yıl sonunda 400 dirhem ilh. oluyordu.1016

801. Arabistan’ın diğer yerlerinde olduğu gibi, Tâ’if’ nüfusu tek bir yapıdan oluşmuyordu. Hevâzinliler’den (Sakîfliler) ve aynı zamanda yabancı müttefiklerden (kaynaklarımızda Ahlâf olarak geçmektedir) başka burada, iki temel grup olan Mekkeliler, Yahudiler ve diğer birçok kabileye mensup mevlalar bulunuyordu. Araplar genellikle putperesttiler. Tâ’if’de, bir kaya üzerine kurulmuş, tanrıça el-Lât’a ait meşhur bir tapınak vardı. Duvarları perdelerle kaplı olan bu tapınakta, babadan oğu