๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslam Peygamberi => Konuyu başlatan: Hadice üzerinde 14 Ocak 2011, 15:42:30



Konu Başlığı: Bahreyn el hasâ
Gönderen: Hadice üzerinde 14 Ocak 2011, 15:42:30
Bahreyn (el-Hasâ)


628. Günümüzde el-Hasa (el-Ahsâ) denilen Doğu Arabistan’ın sahil şehri, ilgilendiğimiz dönemde Bahreyn olarak adlandırılıyordu (Bugünkü Bahreyn adasının adı da o zamanlar Uvâl idi). Tarih içinde çok geriye gitmeksizin burada hatırlatalım ki, Bahreyn eyaleti Şâpûr II’den (310-379) beri İran İmparatorluğunun bir parçasıydı. Buranın valisi, Hire kralı tarafından atanmış bir Arap kabile başkanı idi. Ama bu valinin yanında, en azından Sasanilerin son dönemlerinde, soylu bir İranlı bulunuyordu.725 Acaba buradan, imparatorluktan herhangi bir yardım almaksızın ve idari yapıda daha etkili olabilmek amacıyla Lahmîlerin Bahreyn’i kendi topraklarına kattıkları sonucunu mu çıkarmak gerekir?

629. Bu bölgede iki önemli yer ismine rastlamaktayız: Müşekker ve Hacer. Kaynaklarımıza göre İranlı ilbay Merzuban Hacer’de oturmakta, yıllık büyük fuar da Müşekker’de kurulmaktaydı.726 Kelime anlamı olarak Hacer “şehir”, “en üstün şehir” demektir. Müşekker ise kırmızı ya da kızarmış anlamına gelmektedir. Her halde müstahkem kale Hacer’de bulunuyor ve kervanlar sadece şehrin dışındaki Müşekker’de konaklıyorlardı. Eski Hacer şehri günümüzde el-Husuf adını almıştır.

630. Temim ve Abdu’l-Kays kabileleri bu bölgede otururlardı. İbn Habîb’in727 naklettiğine göre, Abdu’l-Kaosların Müşekker’de Zu’l-Laba dedikleri bir putları vardı. Bu putun sapık hizmetkarı olan insanlar Benû Amir sopundan geliyorlardı. Yazarımız, Zu’l-Laba’yı ziyarete gelenlerin şöyle bir ifade kullandıklarını ekler:

        “Buyur (Lebbeyk) tanrım, buyur, işte huzuruna geldik. Buyur, tanrım! Mudarlıları bizden uzak kıl, bu yolculuğu bizim için güvenli kıl ve bizi koru. Ey tanrım bizi Hacer’in efendilerinden koru!”

        Dua cümlesindeki ifadelere bakılırsa, Hacer’deki her halde İranlı olan valilerden çok korkuyorlardı.

631. İslam’ın ortaya çıkmasına az bir süre kala bu bölgedeki idari yapılanma hakkında elimizde net ve kesin bir bilgi yoktur. İbn Habîb’in ifadesine göre,728 İran İmparatorları Bayreyn valilerini, aşağıda adı geçen Münzir ibn Sâve’nin de mensup olduğu Temim kabilesinin Abdullah ibn Zeyd’in sopundan seçiyorlardı. Elimizde, Resulullah (AS)’ın Bahreyn valiliği yapan Usaybuht729 adında bir İranlıyla ve yine Bahreyn Sâhibi olarak geçen el-Hilâl730 adlı bir Arapla yapmış olduğu yazışmalar bulunmaktadır. Resulullah (AS)’ın Hurmuzan731 adında unvanı belirtilmeyen bir İranlıya yazmış olduğu mektubu ise burada değerlendirmeye almayacağız. Ancak şu kadarını belirtelim ki, Resulullah (AS)’ın Münzir ibn Sâve’ye gönderdiği mektuplarda onun göreviyle ilgili bir açıklamaya yer verilmemiştir. Acaba Münzir o sırada, başka birçok Arap memur gibi, İmparatorun kaprisli tutumu yüzünden zorla görevden mi alınmıştı?

632. Ne olursa olsun, İslam Devleti ile Münzir arasındaki diplomatik ilişkiler oldukça eskiye dayanmaktadır. Büyük hadis bilgini ve mezhep kurucusu Ahmed ibn Hanbel’in naklettiği bir hadise göre,732 Muhammed (AS) gençliğinde bu bölgeyi ziyaret etmişti ve buraları çok iyi biliyordu. Belazurî,733 Resulullah (AS)’ın, Münzir’e ilk siyasi mektubu H. 6’da gönderdiğini belirtmekle birlikte, söz konusu mektubun metnini vermez. Acaba bu mektup H. 7 yılı başlarında değişik yöneticilere gönderilenlerden önce mi kaleme alınmıştı? Bugün elimizde, Resulullah (AS) tarafından bizzat Münzir’e gönderilen sekiz mektubun yanı sıra, Temim, Abd el-Kays vs. gibi diğer kabilelere gönderilenlerin metinleri de bulunmaktadır. Bunlardan ilki aşağıda verilmiştir:

        “Allah’ın Elçisi Muhammed’den Münzir ibn Sâve’ye:

        Selam hakikat yolunu izleyenlerin üzerine olsun. O halde ben seni İslam’a davet ediyorum. İslam’a boyun eğersen sonunda esenliğe kavuşursun ve Allah şu anda iki elinin (iktidarı) arasında sahip olduğun şeyleri gerçekten sana bağışlayıp, senin yapar. Şunu da bil ki benim dinim (güç ve iktidarım) yumuşak tabanı üzerine basan develerle tek tırnaklı atların erişebileceği sınırlara dek uzanan ülkelerde, çok yakın bir zamanda muzaffer olacaktır.”

Mühür: Allah

Resûl

Muhammed734

633. Mektubu götürmekle görevli el-Alâ ibn el-Hadramî Mekke’de oturan bir kimseydi.735 Kendisine, Münzir’in İslam’ı kabul etmesi halinde Bahreyn’de kalıp oradaki Müslümanların hükümet işleriyle ilgilenmesi ve zenginlerden alınacak olan vergilerle yoksullara yardım etmesi görevi de verilmişti.736 Mektubu teslim amacıyla gelen elçi el-Alâ şöyle dedi:

        “Ey Münzir! Sen bu dünya işlerinin görülmesinde büyük bir bilgi sahibi kimse olarak ün yapmışsın. Bu durumda, öte dünyayı daha az biliyor olman düşünülemez. Şu Mecûsilik dinlerin en kötüsüdür: Onda ne Arabın şeref ve haysiyeti, ne de Ehl-i Kitab’ın (Yahudi ve Hıristiyanların) bilgi ve hikmeti bulunmaktadır. Bu din, çok utanç verici aile içi evliliklere izin vermekte ve Kıyamet Günü kendilerini yakıp kavuracak olan ateşe tapmayı emretmektedir. Sen zekâ ve hikmetten yoksun biri değilsin. Öyleyse söyle bana: Hayatında hiç yalan söylememiş bir kimseyi yalanlamak, hayatında hiç ihanet etmemiş bir kimseden kuşkulanmak ve hayatında asla sözünden dönmemiş birine inanmamak ne derece doğru olur? Bu saydığım nitelikler kendisinde bulunan kişinin bir ümmi Peygamber (asil, İsrail’e mensup olmayan) olması gerekir. Allah’a yemin ederim ki hiç kimse kalkıp da onun yapılmasını emrettiği şeylerin yasaklanması gerektiğini, ya da yasakladığı şeylerin yapılmasının daha yerinde olacağını söyleyemez. Aynı şekilde, akıl ve hikmet sahibi hiçbir insan onun uyguladığı cezalarda daha hoşgörülü ya da affettiği şeylerde daha sert ve katı olması gerektiğini söyleyemez.”

        Bu açıklama karşısında Münzir şöyle cevap verdi:

        “Sizin dininizin en çok hoşlandığım tarafı sadece bu dünya ya da sadece ahiretle sınırlı olmayıp, her iki dünyanın da saadetini kendi içinde bir araya getirmiş olmasıdır. Öyleyse niçin onu kabul etmeyecekmişim?”737

634. Münzir’in Resulullah (AS)’a gönderdiği cevap mektubu kaynaklarda geçmemekle birlikte, her halde düşmanca bir ifade taşımıyordu. Ancak bu mektupta muhtemelen yanına gönderilen Müslüman vali ile kendisi arasındaki yetki paylaşımı konusunda bazı açıklamalar istediği için, Resulullah (AS)’ın ertesi cevabı738 şöyle olmuştur:

        “Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın adıyla!

        Allah’ın Elçisi Muhammed’den Münzir ibn Sâve’ye:

        Selam senin üzerine olsun! O halde ben, kendisinden başka tapınılacak bir tanrı bulunmayan Allah’ın hamd ve senasını iletir ve beyan ve ikrar ederim ki, Allah’tan başka tanrı yoktur. Muhammed onun Kulu ve Elçisidir. Ayrıca sana sonsuz güç ve kudret sahibi olan yüce Allah’ı hatırlatırım. Zira, iyi ve güzel bir öğüdü tutan kişi kendi menfaatine çalışmış olur. Benim gönderdiğim elçilere itaat eden ve onların emirlerine uygun hareket eden kimse de bana itaat etmiş olur. Ayrıca, kim onlara saygı ve ilgi gösterirse, bizzat bana saygı ve ilgi göstermiş olur. Gerçekten, gönderdiğim elçiler senden bana övgüyle söz ettiler. Ben de halkının nazarında sana şefaatçi olmayı kabul ettim. O halde sen de İslamiyet’e girdikleri sırada Müslümanların sahip olduğu malları onların elinde bırak. Ben suçluları bağışlayan bir kimseyim. Öyleyse sen de (onların af isteklerini) kabul et. Sen iyi ve güzel davrandığın sürece biz de seni üstlendiğin görevlerinden alıkoymayız. Aksine, kim Yahudiliğinde ya da Mecusiliğinde ısrar ederse bu durumda Cizye ödemeye tabi tutulur.

Mühür: Allah

Resûl

Muhammed”

635. Bu belgenin aslı yeniden bulunmuş olup, bundan sonraki bölümde ayrıntılı olarak üzerinde duracağız. Metinde geçen selamlama ifadeleri Münzir’in İslam’ı kabul ettiğini göstermektedir. Zira Resulullah (AS)’ın Müslüman olmayanlara gönderdiği davet mektuplarında kullandığı değişmez selam ifadesi “Allah’ın selamı hakikat yolundan gidenlerin üzerine olsun!” şeklinde idi. Bu mektupta kullandığı “Kim gönderdiğim elçilere itaat eder…” ve .”..biz de seni üstlendiğin görevlerinden alıkoymayız” cümleleri, Bahreyn “eyaletinde” Müslüman vali ile yerel yönetici arasında, mülkî ve idarî görevlerde bir yetki paylaşımına gidildiğini göstermektedir. Muhtemelen, İslam’ı kabul eden kişilerin yönetilmesi, zekat ve fitrelerin tahsili, İslam’ın öğretilmesi ve yaygınlaştırılması vb. görevler Müslüman valinin yetki alanı içine sokulmakta, öte yandan, gayrimüslim halkın yönetimi Münzir’in elinde bırakılmaktaydı. Daha sonra neler olduğunu Ebû Ya’lâ’dan (İbn Hâcer’den naklen, Metâlib’ Nº 3867) okuyalım: “Bahreyn’in (bugünkü el-Ahsâ) başkanı, Resulullah (AS)’a, muhtemelen kolye yapımında kullanılan deniz kabuklularından yapılmış süs eşyalarını hediye olarak göndermişti. Resulullah (AS), bu süs eşyalarından iki avuç dolusunu, sahabenin önde gelen kadınlarından biri olan er-Rubeyyi’ bint Mu’avviz’e gönderdi.” Onun bu bağışı yapmasındaki amaç, herhalde bu genç kadının hemşire olarak askerî seferlere çok faal biçimde katılmış olmasıydı (Buhârî, 56/67, 68; İbn Hâcer, İsâbe, “Kadınlar” bölümü Nº 415). Bu izlenimimiz muhtemelen H. 9 yılına ait olan ve Tebûk Seferi hazırlıkları sırasında kaleme alınan bir başka belgeyle739 daha da güçlenmiştir:

        “el-‘Alâ ibn el-Hadramî’ye:

        İmdi ben, cizye olarak toplayabildiği şeyleri kendisinden alıp getirmesi için el-Münzir ibn Sâve’ye birini gönderdim. Onu bu konuda sıkıştır ve aynı zamanda sadaka ve öşür olarak toplayabildiklerini de gönder. Selam üzerine olsun. Kâtip Ubey tarafından yazılmıştır.”

636. Kaynaklarda sözü edilen 80.000 dirhemin gönderilmesi de aynı döneme rastlamaktadır.

637. Müslüman valinin her şeyden önce, İran etkisi nedeniyle Mecusiliğin Araplar arasında taraftar bulduğu bölgede İslam’ın yayılmasıyla ilgilendiğine hiç kuşku yoktu. Araplar arasında tabii ki Yahudiler ve putperestler de vardı. Ancak belgeler, bu bölgede Hıristiyanların bulunduğunu belirtmezler. Putperestler arasında, atlara tapan ve kendilerine asbâz denilen kimselere de rastlanmaktaydı (Asp sözcüğünün Farsça kökenli olduğu düşünülürse, bu topluluğun da İran kökenli olduğu düşünülebilir mi? Bk. § 693). Bu toplulukla ilgili olarak elimizde değirmenlerden, vergilerden ve İslam’ı kabul ettikten sonra bir cemaatin sahip olabileceği kamu mallarından söz eden bir beyanname de bulunmaktadır:

        “Resulullah Muhammed’den, Allah’ın kulları Asbazîlere, Umân hükümdarlarına ve bunlar arasında Bahreyn’de bulunan kimselere!

        Bunların hepsi, iman ettikleri, namazlarını kıldıkları, zekâtlarını verdikleri, Allah’a ve Resûlüne itaat ettikleri, Resulullah’a karşı görevlerini yerine getirdikleri ve Müslümanların izlediği Hakikat yolundan gittikleri takdirde, tam bir himâye ve koruma içinde bulunacaklardır. Ve herhalde, Allah’a ve Resûlüne geri verilecek olan Ateş Tapınağı’nda saklanan hazine dışında, onların İslam’ı kabul ettikleri sırada ellerinde bulunan her şey yine onlara bırakılacaktır. Meyvelerden alınan öşür (1/10) ve tahıllardan alınan yarım öşür (1/20) bundan böyle sadaka olarak tahsil edilecektir. Onlar yardımlarıyla ve iyi davranışlarıyla Müslümanlara katkıda bulunacaklardır Aynı şekilde Müslümanlar da üzerlerine düşen sorumluluğun gereğini yerine getireceklerdir. Değirmenlerine gelince: Onlar istedikleri şeyleri burada kendi istedikleri biçimde öğüteceklerdir.”740

638. Mecusiler İslamiyeti kabul edince, artık eski Ateş Tapınaklarının varolma nedeni de ortadan kalkmıştı. Burası kuşkusuz başka amaçlarla kullanılmaya başlanmış ve doğal olarak daha önce buraya yapılan dinî bağışlar, kamu malı olarak Devlet’e ait olmuştu. Arabistan’ın tahıl ambarı durumundaki bu bölgede değirmenlerin taşıdığı önem, pek tabii olarak buraların özel bir işleme tabi tutulmasını gerektiriyordu. Ama ne yazık ki bu konuyla ilgili elimizde ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır.

639. Tarihî kaynaklar bu bölgede İslamî otoriteye karşı bir ayaklanmadan pek söz etmezler. Ancak bir başka genel beyannamenin satır aralarında şunları okuyabilmekteyiz:

        “Resulullah Muhammed’den Hacer bölgesinde oturanlara:

        Barış ve özgürlük içinde olun! Ben size, kendisinden başka hiçbir tanrı olmayan Allah’ın övgülerini gönderiyorum. Ayrıca, Allah’ın adına ve sizin nefisleriniz adına, doğru yola erdirildikten sonra bu yoldan asla sapmamanızı ve hakikat yolunda iken asla sapkınlığa düşmemenizi size tavsiye ediyorum. Öte yandan, sizin elçiniz bana geldi ve ben kendisine hoş gelmeyecek hiç bir davranışta bulunmadım. Oysa, eğer ben üzerime düşen haklarımın gereğini sonuna dek yerine getirseydim, sizi Hacer’den çıkarırdım. Ama ben, aranızda bulunmayanlara karşı af yetkisi ve aranızda bulunanlara karşı da cömertliğimi kullanıyorum. Öyleyse siz de Allah’ın üzerinizdeki nimet ve lutfunu görmezden gelmeyin. Sizin yaptığınız bazı şeylerin haberinin bana geldiğini de ekleyeyim. Sonuç olarak, aranızda iyi davranışlarda bulunanlar, asla suçluların kusurundan sorumlu değildir. Öyleyse, valilerim sizin yanınıza gelir gelmez onlara itaat edin ve Allah uğruna ve O’nun gösterdiği yolda onlara yardım edin. Zira, aranızdan güzel bir iş yapan kim olursa olsun, ne Allah katında ne de benim yanımda bir şey kaybetmiş olmaz.”741

640. Herhalde bu beyannamede hitap edilen kimseler, vergilerini ödemekten kaçınmışlar ya da Medine’den gelen bir başkana itaat etmeyi reddetmişlerdi. Akla gelen daha mantıklı bir açıklama ise, bunların Münzir’e karşı ülkedeki bir başka soylu kimsenin yanında yer almaya çalışmalarıdır. Gerçekten, yukarıdaki mektubun sonunda, İbn Sa’d’in rivayet ettiği metinde, şöyle bir cümle yer almaktadır:

        “el-Münzir ibn Sâve’ye:

        Gönderdiğim elçiler bana seni övdüler. (Sonuç olarak), sen iyi ve doğru hareket ettiğin sürece ben de sana karşı iyi davranır ve seni ödüllendiririm. Sen de Allah’a ve Resûlüne karşı samimi kalırsın. Selâm üzerine olsun!”

641. Elimizde, bir öncekine cevap niteliğinde başka bir mektup daha bulunmaktadır. Kaynaklarımızın bildirdiğine göre, bu mektup Münzir tarafından yazılmıştır:

        “O halde ey Allah’ın Resûlü! Senin Bahreyn halkına gönderdiğin mektubunu okudum. Onu dinledikten sonra İslam’ı seven, İslam’ın kendilerine huzur verdiği ve sonuçta onu kabul eden insanlar oldu. İslam’ın hoşlarına gitmediği kimseler de oldu. Ayrıca, benim ülkemde birçok Mecusi ve Yahudi de bulunuyor. Bu konu ile ilgili isteklerini bana ilet.”742

642. Muhammed (AS)’ın Münzir’e yazdığı diğer mektupların yanı sıra, bu mektuba gönderdiği cevap da günümüze kadar muhafaza edilmiştir. Bütün bu mektupların içeriğini geniş olarak (in extenso) sunmak yerine, Resulullah (AS)’ın, günlük namazlar gibi İslam’ın ana ilkelerini Münzir’in anlayacağı şekilde açıkladığını ve asker olmayan kimselere karşı İran yasalarının gerekli değişiklikler yapılarak (mutatis mutandis), yani ülkedeki Yahudi ve Mecusi halka bir cizye vergisi konularak aynen sürdürülmesini söylediğini belirtmekle yetineceğiz. Bu arada gayrı müslimlere uygulanan bu cizye vergisinin sadece teknik bir ayrım olduğunu hatırlatalım. Müslümanlar zekat vergilerini altın ve gümüş ile hayvan sürüleri üzerinden ödüyorlardı. Gayrı müslimler ise bu vergiden tamamen muaftı. Üzerinde ziraat yaptıkları topraklar üzerinden, Müslümanlar elde ettikleri ürünün onda birini öşür olarak ödüyorlardı. Gayrı müslimler ise, çoğunlukla fetih sırasında belirlenip öngörülen özel hükümler çerçevesinde, haraç adı altında ziraî vergiler ödüyorlardı. İki vergilendirme yöntemi birbirinden farklı olduğu için, hangisinin daha ağır bir yük getirdiğini söylemek her zaman için mümkün değildir. Gayrı müslim tebaa askerlikle yükümlü değildi, ama bu görevi yerine getirdikleri takdirde, o yılki cizyeyi vermekten muaf tutuluyorlardı. Resulullah (AS), Münzir’e gönderdiği mektuplarından birinde, toprağı olmayan yani geçimini zanaatkârlık ya da ticaret gibi diğer imkânlarla sağlayan herkesin yılda 4 dirhem ve bir elbise (abâ’a) parası ödeyeceğini bildiriyordu.743

643. Son olarak, Resulullah (AS)’ın Mecusilerle ilgili olarak Münzir’e gönderdiği bildirilen bir belgeye değineceğiz:

        “Eğer İslam’a tabi olurlarsa bizimle aynı haklara ve aynı sorumluluklara sahip olacaklardır. Reddeden kimseleri ise, onların kestiği hayvanların etini yememek ve onların kadınlarını nikâhlamamak koşuluyla, cizyeye bağlayacaksın.”744

644. Kur’an’da Müslümanların Yahudi ve Hıristiyanlarca kesilen hayvanları yemelerine izin verilmiştir.745 Boğazlayan kimse Zerdüşt dinine mensup olması halinde ise, o hayvanın Müslümanlarca yenmesi yasaktır. Muhtemelen onların hayvanları kesiş biçimi insan sağlığı açısından pek uygun değildi. Zerdüşt dininden kadınların nikahlanması da yasaklanmıştı. Genellikle bütün dinler, zaman içinde kendileri lehine din değiştirme olasılığını göz önünde bulundurarak, başka dine mensup bir kadınla evlenilmesine izin vermiştir. Kur’an, yukarıda anılan ayette Müslümanların “Ehl-i Kitap” (burada genellikle Yahudi ve Hıristiyanlar kastedilmektedir) kadınlarla evlenmelerine izin verirken, bir başka ayette ise putperest bir kadınla evlenmeyi açıkça yasaklamıştır.746 Burada bir başka neden daha olduğu kanısındayız: İslam kan bağının saflığına büyük bir önem vermektedir. Mecusiler ise, her türlü nesep bağının ortadan kalktığı huvezvagdas’ı (öz kızkardeş, öz kızı gibi çok yakın akrabayla evliliği) normal sayıyorlardı.

645. Münzir’in dışında bölgedeki öteki başkanlarla olan ilişkilerden söz etmeden önce, Resulullah (AS)’ın Münzir’e gönderdiği ve bir asır kadar önce ortaya çıkan mektuplardan birinin orijinali ile ilgili bazı özellikler üzerinde durmak istiyoruz.
Münzir’e Gönderilen Mektubun Aslı

 

 

 

 

 

 

646. Almanca ZDMG747 dergisinde yayınlanan bir makalede, Resulullah (AS)’ın Münzir’e gönderdiği mektuplardan birinin orijinalinin ortaya çıktığı bildirilmişti. Aşağıda, söz konusu makaleden bazı kesitler sunuyoruz: İstanbul’daki Prusya Kraliyet Elçiliğinde ataşe olarak çalışan Busch, Prof. Brockhaus’a şu mektubu yazdı:

        “Geçen sonbahar burada, Muhammed’in mektuplarından birinin orijinalini elinde bulundurduğunu iddia eden bir İtalyanla karşılaştım. Bu zat, geçen yaz, Müslüman kılığında –ve iddia ettiğine göre Müslüman olarak- gittiği Şam’da, bu mektupla birlikte kûfi yazılı dört Kur’an parçası aldığını da söylüyordu. Kur’an parçacıkları gibi koyu kahverengi ve çok ince bir parşömen üzerine yazılmış sözüm ona orijinal mektubu bana gösterdi. Bu mektuba iliştirilen fotoğraf, mührün üzerinde çok belirgin bir biçimde kuşku uyandıran iziyle, orijinalinden farklılık gösteren bir taklide aitti. Uzun ve dikkatli bir okumadan sonra, orijinal mektuptaki mührün üzerinde hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde, aynı harf işaretlerini taşıdığına kanaat getirdim. Yalnız, insan okuyacağı şeyi önceden bilince kendisini göz yanılmalarına kaptırması ne kadar kolay! Dindar kesimin büyük ilgi göstermesine rağmen, bu yazı parçasının Türk hükümetine –tabii yüksek bir meblağ karşılığında- satılması girişimleri, öğrendiğime göre sonuçsuz kalmıştır.”

ZDMG Yazı Kurulunun Notu

        Görüldüğü kadarıyla olay, Doğu ülkelerinde bile büyük ilgi uyandırdı, ve henüz kimse bunun bir sahtekârlık olduğunu ortaya çıkaramadığı için, burada, yukarıda zikredilen fotoğrafın bir tıpkıbasımını veriyoruz. Bu belgenin incelenmesinden sonra hiçbir uzman, bu sözüm ona keşfin gerçeğe uygun olmadığı hakkında bir kanıt istemeyecektir. Burada, adı geçen fotoğrafın gönderilmesi konusunda dostumuz Sayın Prof. Brockhaus’a yazdıklarımı tekrarlamama izin veriniz:

        “Kıymetli belgeyi ilişikte size geri yolluyorum. Eğer bunu uyduran ya da yayan İtalyan, Osmanlı dönemindeki eğitim bakanı Kemal Efendi gibi, gerçekten âlim Müslümanları kandırmayı başarabildiyse, çok şanslı biri olmalı. İnsan, Muhammed (AS)’ın Mısır’lı Yunan valiye gönderdiği (Barthélemy’nin Mısır’da ortaya çıkardığı) mektubu satana bu kadar güzel altın yumurtalar yumurtlayan tavuğun hala yaşayıp yaşamadığını bilmek istiyor. Bu amaçla o kişi, Muhammed (AS)’ın Bahreyn’deki İran valisi Münzir b. Sâve’ye, onu İslam’a davet etmek için yazdığı bir başka mektubu elinde oynatıp duruyor (İbn Hişâm, Wüstenfeld baskısı, C. I, s. 945, 13-14. satırlar; Caussin de Percival, Essai sur l’Histoire des Arabes, III, 265, 6-13. satırlar). Bu mektubun içeriği bildiğim kadarıyla hiçbir yerde ayrıntılı olarak verilmedi. Demek ki Sayın X…in, eğer onu kendisi uydurmamışsa, kolay bir tekzipten korkacağı bir şey yoktu. Oysa, çok mükemmel bir biçimde muhafaza edilen mektubun baş kısmında, kendisini en çok ilgilendiren, okunması ne yazık ki çok güç ve imkânsız birkaç harfe rağmen, akıllılık ederek, kelimeler üzerinde ihtiyatla durmuştur. Özellikle kutsal Allah ve Muhammed sözcükleri zamanın yıkıcı etkisinden kurtulmuşlardır ki öyle olması da gerekirdi.

        (Bunları, deşifre edilen ve çevirileri aşağıda verilmiş olan şu üç satırlık Arapça metin izlemektedir:

        “Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın adıyla! Allah’ın Elçisi Muhammed’den el-Münzir bin Sâve’ye. Selam üzerine olsun. İmdi seni, kendisinden başka ilah olmayan Allah’a hamd etmeye çağırıyorum ve ilan ediyorum ki Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. İlave ederim ki…”

        Bu birkaç satır bizde belgeyi satın alma arzusu uyandırmaya yetmektedir. Ancak tedbirli bir insan rastgele hareket edemez. Mektubun gerisi ise, ince sezgileriyle (Scharfsinn) yoktan bir şeyler yapabilen insanlar için adeta yeniden yazılmıştır. Ancak İslam’ın bu işten eli boş çıkmaması için, metindeki eski püskülük ve haraplıktan, ortaya birden bire, “İslam’ı kabul ettikleri sırada Müslümanlar için” şeklinde bir şart cümlesi çıkmaktadır.

        “Fakat mektubun çok iyi korunan başlangıç kısmında, Muhammed (AS)’ın katibi birçok yerde kendisine özgü bir yanlışa düşmüş ve el-Münzir kelimesindeki peltek ze’yi  Türkçe’deki keskin ze  şeklinde; gayruhu  kelimesini bir yerine iki y  ile  şeklinde; daha sonraki eşhedu  (şehadet ederim ki) kelimesini –herhalde lehçe farklılığından dolayı-  şeklinde; ve çok gariptir, hemze ile yazılması gereken fe’emma  kelimesi de ayın harfi ile fe’ammâ  biçiminde yazmıştır. Umarım konu hakkında yeterli bilgiyi edinmişsinizdir. İmza FL(eischer)”

647. Schwally’nin748 derin bir hayranlıkla “yok edici” (vernichtende Kritik) olarak tanımladığı bu eleştiri şu üç itirazla özetlenmektedir:

1. Kaynaklar, Resulullah (AS)’ın el-Münzir’e gönderilen bir mektubundan bahsediyorlar. Ancak kimse bunun içeriği hakkında bilgi vermiyor.

2. Elimizdeki belgenin hemen baş tarafında, gönderenin ve alıcının adları okunmakta. Ama daha aşağıda sadece Arap yazısıyla taklit edilmiş bazı işaretler göze çarpıyor.

3. Arapça’dan bozma bir yazıyla kaleme alınan bu ikinci kısımda, bir Arap kâtibe mal edilmesi imkansız derecede imla hatalarıyla dolu, Arapça yazılı birkaç sözcük bulunuyor.

648. Bu itirazlardan ilki, araştırma eksikliğinden kaynaklanıyor. Bu mektubun metni Kastallanî, İbn Tûlun, Kalkaşandî, İbnu’l-Kayyım vb. gibi çok güvenilir yazarların eserlerinde bulunmaktadır.749 Doğubilimci Fleischer gibi bir bilgin kaynaklarda böyle bir belgenin bulunduğundan habersiz ise, İtalyan satıcının en azından bunun sahtesini yaptığı olasılığı daha zayıf demektir.

649. İkinci itiraza gelince: biraz fazla çaba gösterirsek, metnin tamamının okunabildiğini görürüz. Bu arada, asıl nüshayı kopya ederken Dr. Busch’un yaptığı hatalar da göze çarpmaktadır. Niçin doğrudan doğruya bu belgenin fotoğrafını çekmediğini bilemiyoruz. Öyle görünüyor ki, mürekkep onüç asırdan sonra yer yer silinmiş ve mektubun kopyası çıkarılırken bazı yanlış yazımlar ortaya çıkmıştır. Herhalde, yukarıda bahsettiğimiz klasik yazarların eserlerinde geçen metin sayesinde, söz konusu asıl belgenin içeriği hakkında bilgi sahibi olabilmekteyiz.

650. Üçüncü itiraz, ikincinin sonucu niteliğindedir. Fleischer burada topu topu dört imla hatasına işaret etmektedir:

        a) Münzir’in adı zal  yerine ze  ile yazılmıştır. Yanlışlık sadece taklit nüshadan kaynaklanmaktadır. Bu ad, fotoğraftaki 2. satırın ilk kelimesi olarak görülmektedir. Eğer bu durum  harfinin bulunduğu bir başka kelimeyle, örneğin 3. satırdaki 2. kelimeyle karşılaştırılacak olursa, kâtibin bu iki harfi arasındaki farkın ne kadar ince olduğu görülecektir. Bu harf ancak 1 mm.lik bir uzunluğa sahiptir. Belki de mürekkep silinmiştir. Bu durumda kusurun, kâtipten daha çok belgenin kopyasını çıkaran Alman bilim adamına yüklenmesi gerekir.

        b) Gayruhu  kelimesinde (3. satırın 5. kelimesi) bir yerine iki ye  kullanıldığı doğrudur. Günümüz imlasına göre bu kullanım yanlış olarak kabul edilmektedir. Ama bu da belgenin eskiliğini kanıtlamaktadır. Modern bir taklitçi bu hatayı yapmazdı. Bu “Yanlış”, belgenin Muhammed (AS)’ın sağlığında yazılmış olabileceğinin de bir kanıtıdır. Zira bu, Resulullah zamanında kullanılan bir yazım biçimiydi. Bunun kanıtı, Kur’an’da bunun bir örneğinin yer almasıdır (bk. Zâriyat: 51/47); aynı kullanım, Resulullah (AS)’ın Necâşî’ye gönderdiği ve yukarıda bahsettiğimiz mektubun orijinalinde de bulunmaktadır. Bu bir hata değil, bazı kitabelerin de tanıklık ettiği gibi, bir süre devam edip yürürlükten kalkan eski bir yazım biçimidir.750 Ne gariptir ki, Mısır baskısı Kuran’larda aksi bir durum söz konusu olduğunu ve bu harfin iki kez yazılması gereken yerde bir kez yazılmış olduğunu da ilave edelim (bk. Enbiya: 21/88’de  nin  şeklinde yazılması gibi).

        c) Üçüncü duruma gelince: burada vav harfini andıran küçük işaret, Fleischer’e göre hâ (Õ) değil de ayn (Ÿ) harfini göstermektedir. Harf, belgenin altı kelimesinde de doğru biçimde kullanılmış ve istisnasız hepsinde, bu işaret bir (Õ) yi temsil etmektedir. Vurgulamak gerekir ki (Õ ) yi belirten bu işaret, Resulullah (AS)’ın Mukavkıs, Necâşî, Kisrâ, Umân melikleri -Ca’fer ve Abd- ve Herakliyus’a gönderdiği diğer beş asıl nüshada da bulunmaktadır. Bunların hepsi elinizdeki kitapta ayrıntılı olarak anlatılmıştır.

        d) Fleischer’e göre (bk. yukarıdaki c maddesi) (Ÿ) harfi bir (Ë) ile gösterilmiştir. Ancak kendisi, bu durumda, ayın harfinin küçük bir kare şeklinde gösterildiğini söylüyor. Ancak bir bilim adamının sık sık fikir değiştirmemesi gerekirdi. Kendisinin işaret ettiği iki kelimede de iki kare işareti vardır; bu durumda Fleischer’in söylediği gibi, kelimeyi fe ‘ammâ  olarak değil fe’a’â  şeklinde okumak gerekir. Oysa ilk kare, önceki kelimenin son hecesidir (yani Rasuluhu kelimesinin luhu kısmıdır).

651. Hulasa, Fleischer’in yürüttüğü muhakeme, bizi bu belgenin uydurma olduğuna inandırmaktan uzaktır. Bizzat inceleme şansımız olmadığı için, tüm söyleyeceğimiz, ZDMG’nin ortaya koyduğu bilgi ve belgelere göre, mektubun gerçek olma ihtimalinin sahte olma ihtimalinden yüksek olduğudur. Bu belge üzerinde yapılmış başka herhangi bir incelemeye de rastlamadık.

652. Türk hükümetinin İtalyan satıcıdan almayı reddetmesinden sonra bu orijinal belgenin başına neler geldiğini bilmiyoruz. Ancak, 1917’de Hace Kemalüddin, bir makalesinde, bu belgeyi Salahattin ailesinin elinde gördüğünü açıkladı.751 Bana söylendiğine göre, 1932’de Kuvvetli ailesinin elindeydi, ama onu bizzat görme imkânım olmadı. 1939’da meslektaşlarımdan Sayın Reich, Şam’dan belgenin bir fotoğrafını bizzat göndererek, bana olayı doğrulayan bir mektup yazmıştı. Bu fotoğraf ZDMG’de yayınlanana benziyordu; ancak bir özelliği, belgenin içeriğinin satır aralarında günümüz Arap harfleriyle haşiye şeklinde verilmiş olmasıydı. 1956 yılında Sayın Selahaddin Muneccid bana bir mektup göndererek, bu belgenin öteden beri Kuvvetli ailesinde bulunduğunu ve bu ailenin İtalyan satıcı olayından haberi olmadığını doğrulamıştır.


725 Rothstein, s. 33131 vd.

726 Muhabbar, s. 265.

727 A.g.e., s. 314, 317.

728 A.g.e., s. 265.

729 El-Vesâ’iku’s-Siyasiyye, Nº 65.

730 A.g.e., s. 67.

731 A.g.e., s. 54.

732 İbn Hanbel, Müsned, IV, 206-207.

733 Belazurî, Fütûh, s. 79; bk. İbn Esîr, Kâmil, 175.

734 Vesâ’ik, Nº 56.

735 Muhabbar, s. 77.

736 Zeyla’î, Nasbu’r-Râye, sonuncu cildin son bölümü; Vesâ’ik, Nº 56.

737 Suheylî, II, 356.

738 Vesâ’ik, Nº 57.

739 A.g.e., s. Nº 64, bk. § 641-643.

740 Vesâ’ik, Nº66; bk § 693.

741 A.y., Nº 60.

742 A.y., Nº 58.

743 A.y., Nº 62.

744 A. y., Nº 61.

745 Mâide: 5/5.

746 Bakara: 2/221.

747 ZDMG, XVII (1863), s. 385-86, metin dışında bir resimle birlikte.

748 Nöldeke-Schwally, Geschichte des Qorans, I, 190, n. 3.

749 Bibliyografya için bk. Vesâ’ik, Nº 57.

750 J. Cantineau, Inventaire des inscriptions de Palmyre, Beyrut, 1932, s. 151.

751 Islamic Review, Woking, 1917.