> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > İslam Kültürü > İslam Kültürü K-Z > Vefat anı
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Vefat anı  (Okunma Sayısı 2436 defa)
01 Şubat 2010, 12:32:07
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 01 Şubat 2010, 12:32:07 »



Vefat Anı
Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimle­rinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Sehl-i Tüsterî hak­kında şöyle anlattı: "Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlânın kıy- metli bir kulu vefât edeceği zaman, Azrâil aleyhisselâm gelerek; "Korkma! Erhamürrâhimîne gidiyorsun. Asıl vatanına kavuşuyorsun. Bü­yük bayrama vâsıl oluyorsun. Bu cihan bir konaktır. Bu konak mü´minin zindanıdır. Ödünç olarak sana verilen bu varlık bir bahânedir. Bu sebepten, bu bahâne gider ve uzaklaşır. Hakîkat meydana çıkarak, kişi de­vamlı diri olan Allaha kavuşur." der. O kul için, dünyâda bundan daha tatlı, daha hoş ve daha rahat bir gün olmaz."

Evliyânın meşhurlarından Abdullah bin Menâzil (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtını, Ebû Ali Dekkâk şöyle anlatmıştır: Bir gün Ebû Ali Sekafî ile konuşuyorlardı. Söz arasında Abdullah bin Menâzil, Ebû Ali Sekafî´ye; "Ölüme hazır ol, çünkü ölümden kurtulmanın çâresi yoktur." dedi. Bunun üzerine o zat; "Ey Abdullah sen de hazır ol, şüphe­siz öleceksin." deyince Abdullah bin Menâzil hazretleri kolunu yastık gibi uzattı, başını kolunun üzerine koydu ve; "İşte öldüm." diyerek, kelime-i şehâdeti söyledi ve o anda vefât etti.

Bu durum karşısında Ebû Sekafî hazretleri donakaldı. Söyleyecek bir söz bulamadı. Çünkü Abdullah bin Menâzil´e fiilen mukâbele etmek imkânına sâhip değildi. Ebû Ali Sekafî´yi dünyâya bağlayan bir takım se­bepler vardı. Abdullah bin Menâzil´in ise Allahü teâlâdan başka meşgûli­yeti yoktu. Dünyâ ile alâkasını kesmişti.

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtı yaklaştığı zaman bütün malını fakirlere verdi. Hizmetinde bulunan bir talebesi, "Efendim, mâlûmunuz üç çocu­ğunuz var. Onlara mîras bırakmayacak mısınız?" deyince: "Onları Allahü teâlâya emânet ediyorum. O, en iyi vekildir. Eğer çocuklarım, sâlih olur- sa, cenâb-ı Hak, hiç ummadıkları yerden rızıklandırır. Yok, fâsık olur- larsa, malımın kötü insanlara kalmasını istemem." buyurdular.

Vefâtı ânında gözlerini açtı, güldü ve meâlen; "Amel edenler, bu ebedî nîmete kavuşmak için çalışsınlar." (Sâffât sûresi: 61) âyet-i kerî­mesini okudu.

Abdullah bin Mübârek vefâtı esnâsında, âzâdlı kölesi olan Nasr´a; "Başımı toprağa koy!" dedi. Nasr ağladı. "Niçin ağlıyorsun?" deyince; "Senin iki varlığını, servetini ve şimdi de yoksul olarak ölümünü görüp ağlıyorum." dedi. İbn-i Mübârek; "Ağlama. Zîrâ ben, Allahü teâlâdan zen- ginler gibi yaşamamı ve yoksullar gibi ölmemi istedim. Sonra sen, bana şehâdeti telkîn et ve ben başka bir söz konuşmadıkça da onu terk etme." buyurdu.

On dokuzuncu yüzyılın büyük velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâgî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, yüksek hâl ve kerâmetler sâ­hibi olup, vefâtına yakın buyurdular ki: "Bana Hac mevsiminde Mina´da olduğum gösterildi. Hacca gelenler bütün velîlerin rûhlarıymış. Bu rûhlar benim için Allahü teâlâdan af ve mağfiret dilediler. Allahü teâlânın beni affettiğini ümid ediyorum.

Abdurrahmân Tâgî hazretleri; Vefât etmeden önceki son gecenin seher vaktinde Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) açık- ça kendisine görünerek bal yemeyi ve şerbet içmeyi emrettiğini söyledi.

Bu sözlerinden sonra kendisine; "Aklınızdan yolculuk geçiyor mu?" diye sorulunca; "Evet geçiyor. Eğer aklımdan yolculuk geçmeseydi, Pey­gamber efendimiz açık bir şekilde bana görünmezdi." buyurdu.

O günün ikindi vakti sıralarında yanına gelen zevcesi Seyyide Kad- riye Hanımın eteğinden tutarak şu beyti okudu:



Kâbe hareminin harîmine vâsıl olamazsın

Eğer evlâd-ı Alî´nin eteğine yapışmazsan.



Bu beyti şefâat dilemesi gâyesiyle okuduğu mübârek yüzündeki ifâ­deden açıkça anlaşılıyordu.

Abdurrahmân Tâgî hazretleri son hastalığı sırasında, ağır hastalı­ğına rağmen âilesine ve yakınlarına:

"Allahü teâlâyı ve O´nun Resûlünü sevmeyi, İslâmiyetin emirlerine sıkıca bağlanmayı, yasaklarından şiddetle kaçınmayı ve şeyh Fethullah Verkânîsî´ye itâat etmeyi ve ona tâbi olmayı ihmâl etmeyin." buyurarak, yerine Şeyh Fethullah Verkânîsî´yi halîfe bıraktığını bildirdi.

Gece yarısına doğru çok sevdiği bir âile ferdini çağırdı. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem vefât etmek üzere iken hazret-i Âişe´ye çok yakınlık gösterdiğini, hattâ başını onun göğsü ve çenesi ara­sına dayanarak öyle vefât ettiğini bildiği için son anlarını aynı şekilde ge­çirmek istedi. Vücûdunu âilesinin koluna dayadı, elini eline koydu. Bir süre sonra elini çekerek sağ göğsünün altına gelecek şekilde tuttu. H.1304 senesi Aralık ayının yirmisine rastlayan Perşembe günü kuşluk vaktine doğru saat dokuz civârında vefât etti.

Meşhûr hadîs âlimlerinden Abdülazîz bin Ebû Revvâd (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri başından geçen ibret verici bir hâdi­seyi şöyle anlatmıştır:

Medîne-i münevverede idim. Bir gece Mescid-i Nebî´ye gidiyordum. Bir kadın telaşla yaklaşıp; "Ey efendi! Eğer sevab kazanmak istiyorsan yardıma gel! Şurada bir hasta var can çekişiyor, ölmek üzere. Yanında­kiler hep kadın. Bir erkek yok ki, ona şehâdet kelimesini telkin etsin, söy- letsin!" dedi.

Hemen oraya gittim. Ölmek üzere olan adam, kelime-i şehâdeti söyletmek için ne kadar uğraştıysam bir türlü söyleyemedi!

Birara gözlerini açıp; "Kaç defâdır bunu söyle diyorsun. Fakat ben söyleyemiyorum. Ben bu kelime-i şehâdetten ve İslâm dîninden yüzümü çevirmişim." dedi ve sonra öldü.

Adamın kim olduğunu ve hâlini araştırdım. "Bu adam devamlı şarap içerdi!" dediler. Kendi kendime, Peygamber efendimiz Muhammed aley- hisselâmın; "Şarap içmeyi âdet eden, vesene (puta) tapan gibidir." buyurması elbette doğrudur, dedim.

İstanbul?da yetişen büyük velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir vâz esnâsında, vefâtının yaklaştığına işâret etti. 1650 senesinde bütün derslerine son vererek vâz verme işini de talebelerine bıraktı. Kendisini tamâmen ibâdet ve tâata verdi. Aynı senenin Muhar­rem ayının sonunda biraz rahatsız oldu. Hastalıkları artınca, Sultan Dör­düncü Mehmed Han, Vâlide Sultan, vezîr-i âzam, şeyhülislâm ve diğer sevenleri tarafından gönderilen tabibler bir olup, ilaç vermek istediler, fa­kat kabûl etmedi. Zamânın Lokman Hekîmi diye meşhûr olan Fergâ- nîzâde Süleymân Ağa; "Sultânım, ilâcı bıraktık. Bâri mübârek, ba­şınıza sarığınızı giyin. İnşâallah ilâca muhtaç olmazsınız." deyince, Abdülehad Efendi; "Süleymân Ağa! Siz bizim ahvâlimize vâkıfsınız. Biz dâvet olunduk. Bizi bekliyorlar. Biz âlemlerin Rabbinin huzûrunu tercih ettik." dedi. Hastalığının yedinci günü ikindi vakti vefât etti. Gaslini, der­gâhının câmi imâmı Tatar Ali Efendi yaptı. Ali Efendi ne tarafa çevirmek istediyse Abdülehad Efendinin bedeni kendiliğinden o tarafa döndü.

Evlîyanın büyüklerinden Gavs-ül âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât edeceği sırada, oğullarına buyurdular ki: "Yanımdan ayrılın! Çünkü zâhirde, görünüşte sizinle, bâtında sizden başkasıyla yâni Allahü teâla ile berâberim." Yine o esnâda buyurdular: "Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara edebi gö­zetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın!" Yine; "Aley- küm-üs-selam ve rahmetullahi ve berekâtühü. Allahü teâlâ beni ve sizi magfiret etsin! Allahü teâlâ benim ve sizin tövbelerimizi kabûl etsin!" Bir gün bir gece hep böyle buyurdular.

Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin Oğlu Şeyh Abdürrezzâk anlatır: Gavs-ül âzam, o esnâda, ellerini kaldırıp, uzattı ve; "Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü! Tövbe ediniz!" buyurdu. Vefât ederken iki defâ; "Allahümme refîk al a´lâ." deyip; "Size geliyorum, size geliyorum." buyurdu. Tekrar buyurdu ki: "Durun!" Bunun ardından, ona ölüm ve sekerât hâli geldi. Bu hâlde iken; "Bana kimse bir şey sormasın. Ben, Allahü teâlânın ilminde bir hâlden başka bir hâle geçmekteyim." buyurdu. Son anlarında, oğlu Abdülcebbâr; "Babacığım, bedenin acı duyuyor mu?" diye arz edince; "Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allahü teâlâ iledir." buyurdu. Oğlu Şeyh Abdüla- zîz; "Hastalığınız nasıldır?" diye sorunca; "Benim hastalığımı, in­san, cin ve meleklerden hiçbiri bilmez ve anlayamaz. Allahü teâlânın ilmi, hükmü ile nâkıs olmaz. Hüküm değişir, ilim ise değişmez. Allahü teâlâ, dilediğini siler, dilediğini yazar. Ümm-ül-kitab O´ndadır, O´na yaptı­ğından suâl olunmaz. Kullara ise, yaptıkları sorulur." buyurdu. Daha sonra; "Kudret ile hâkim, kullarına ölüm ile gâlib olan Allahü teâlâ, her ayıp ve kusurdan münezzehdir. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah!" Sonra da; "Allah Allah Allah..." deyip sonra sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp, mübarek rûhunu teslim eyledi.

Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Hadraveyh (rahmetullahi teâlâ aleyh) ölüm döşeğinde iken 95 yaşındaydı. Kendisine bir mesele soru­lunca gözleri yaşardı. "Ey oğlum 95 senedir çaldığım bir kapı vardı. İşte şimdi o kapı bana açılıyor. Benim için saâdetle mi yoksa bahtsızlıkla mı açılıyor, bilmiyorum. Suâle nasıl cevap verebilirim?" diye karşılık verdi.

Buhârâ´da yetişen en büyük velîlerden Alâeddîn-i Attâr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) son hastalıklarında, Behâeddîn-i Buhârî haz­retlerinin rûhâniyeti ile hayli sohbet etti. Buyurdular ki: "Dostlar ve azîzler hep gitti. Bazıları da arkalarından gitmek üzeredir. Elbette o âlem, bu âlemden üs- tündür." Bundan sonra bir ara bahçedeki yeşilliğe gözleri ta­kıldı. Yakınla- rından biri;

"Ne güzel sebzelik." deyince; "Toprak da güzeldir. Bu âleme hiç meylimiz olmamıştır. Dostların gelip bizi bulamayınca, gönülleri kırık dönmelerinden başka kederimiz yoktur." buyurdu. Receb ayının yirmi­sine rastlayan Çarşamba gecesi, son nefesinde "Lâ İlâhe illallah Muham- medün Resûlullah" ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Vefat anı
« Posted on: 28 Mart 2024, 12:37:46 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Vefat anı rüya tabiri,Vefat anı mekke canlı, Vefat anı kabe canlı yayın, Vefat anı Üç boyutlu kuran oku Vefat anı kuran ı kerim, Vefat anı peygamber kıssaları,Vefat anı ilitam ders soruları, Vefat anıönlisans arapça,
Logged
01 Şubat 2010, 12:32:37
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 01 Şubat 2010, 12:32:37 »

Mevlânâ hazretlerinin vefâtı sırasında medresede bulunan bir kedi feryâd etmeye başladı. Bunu hasta yatağında işiten Mevlânâ; "Bu kedi­cik niçin feryâd ediyor biliyor musunuz?" Orada bulunan dostları ve tale­beleri; "Siz bilirsiniz efendim." dediklerinde; "Bu günlerde siz, hakîkî âleme, asıl vatana göç edeceksiniz. Biz çâresizleri yetim bırakacaksı­nız... Bizim hâlimiz ne olacak?.. diyor." buyurdu.

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât edeceği zaman çok üzgündü. Talebeleri korkup; "Efendim! Bizim ümidimiz, sizin şefâatiniz bereketi ile kurtulmaktır. Sizin ise ızdı- raplı ve üzüntülü bir hâliniz var. Bu hâliniz bizim yüreğimizi parçalı­yor." dediler. Bunlara cevâben; "Ey dostlarım! Ben, yetmiş senelik ibâdet ve tâatımdan ve sizlere üstâd olmak ile kazandıklarımın hepsini, bir kıl ile asılmış olduğunu ve rüzgâr esmesi ile bir tüy misâli sallandığını his­sedi- yorum. Bu esen rüzgârın, red rüzgârı mı, yoksa kabûl yeli mi oldu­ğunu bilmiyorum." buyurdu. Biraz sonra; "Allah!" diyerek rûhunu teslim etti. Vefât ettiğinde 91 yaşındaydı.

Evliyânın büyüklerinden Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retlerinin vefâtından bir gün önce kendisini ziyâret eden zât şöyle anlat­mıştır: "Hazret-i Dâvûd´un hastalandığını duydum ve ziyâretine gittim. Hava çok sıcaktı. Evine geldim, yastık yaptığı bir kerpicin üzerine başını koymuş, hem çok ızdırap çekiyor, hem de Kur´ân-ı kerîmden, Cehennem ateşi geçen bir âyet-i kerîmeyi okuyor, onu durmadan tekrar ediyordu. "Açık havaya çıkarayım ister misin?" dedim. Cevâben; "Hayâtımda nef­sim, bana hiç bir isteğini kabûl ettirememiştir. Nefs için, böyle bir şey is­temekten Allahü teâlâya sığınırım. Ben ölünce, şu duvarın arkasına gö­münüz ki beni kimse görmesin. Sağlığımda uzlet ve yalnızlıkta idim, ölünce de öyle, kimsenin görmediği bir yerde yatayım." dedi. Benimle helâllaştı."

Vefât ettiği gece sabaha kadar Kur´ân-ı kerîm okumuş, duâ ve zi­kirde bulunmuş, uzun uzun ağlamıştı. Namaz kılarken uzun rükû ve sec­deler yapmıştı. Secdeden uzun müddet başını kaldırmadığını gören an­nesi merak edip yanına vardığında, rûhunu Hakk´a secdede teslim etmiş olduğunu gördü.

Vefât ettiğinde semâdan bir ses; "Ey insanlar! Dâvûd, Allahü teâlâ- nın rahmetine kavuşmuştur. Allahü teâlâ ondan râzı olmuştur." di­yordu.

Ömrünü İslâm dînini öğrenmek, öğretmek, insanlara anlatıp onların dünyâda ve âhirette kurtuluşa, saâdete ermeleri için çalışan Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mısır´da bulunduğu sırada rahatsız­landı. Hastalığı sırasında başını kız kardeşi Fâtıma´nın dizine koydu. Ö- lüm hâli yaklaşmıştı. Gözlerini açtı ve; "İşte semâların, göklerin kapıları açıldı. Cennetler de süslenmiş. Birisi de şöyle diyor: Ey Ebû Ali! Her ne kadar senin muradın değil idiyse de, işte biz seni en yüksek ve en son rütbeye ulaştırmış bulunuyoruz, buyurdu." Sonra da şu meâldeki şiiri okudu: "Ulûhiyyetine yemin ederek söylüyorum. Seni temâşâ edene ka­dar hiçbir şeye severek bakmadım." Bu sözlerden sonra Kelime-i tevhîd getirerek rûhunu teslim etti ve hakîkî sevgilisine kavuştu.

Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât edeceği zaman talebeleri ve sevdikleri; "Bize nasîhatin ne­dir?" dediler. O; "Konuşmaya tâkatim yok." dedi. Sonra kendinde biraz güç hissedince, önde gelen talebelerinden Ebû Osman Hîrî ona; "Efen­dim! Bir şeyler söyleseniz de sizden yâdigâr olarak nakletsem." dedi. O zaman Ebû Hafs Haddâd hazretleri; "İşlenen kusur ve hatâlara bütün kalbinizle pişman ve üzgün olunuz sözü size nasîhatim olsun." buyurdu­lar.

Hindistan´da yetişen meşhûr velîlerden Ebû Saîd-i Fârûkî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri, hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretle­rinin vefâtı hastalığında Luknov´da bulunuyordu. Abdullah-ı Dehlevî haz­retleri, Ebû Saîd Müceddidî´yi Dehli´ye çağırmak için birkaç mektup yazdı. Mak- satları onu kendi makam ve yerlerine oturtmak idi. Bu mek­tuplardan biri şöyledir:

"Sâhibzâde, nesebi ve hasebi yüksek, Şâh Ebû Saîd Sâhib hazret­leri: Allahü teâlâ size selâmet versin. Esselâmü aleyküm ve rahmetullah! Bugünlerde kaşıntım, zaîfliğim ve nefes darlığım arttı. Oturmak ve kalk­mak çok güçleşti. Ayrıca bel ağrıları da bunlara eklendi. Namazları ayak- ta kılamıyorum. Şu anda ağır hastayım. Oturmaya bile tâkatim yok­tur. Sizin gelmeniz çok uygun olur. Mevlevî Beşâretullah Sâhib, evinde­kiler hasta olduğu için, evine gitti. Gelip gelmeyeceği belli olmaz. Bundan ön- ce, yine sizi buraya çağıran birkaç mektup yazıp göndermiştim. Bu­raya gelmeyi düşünmediğinize hayret ettim. Fakîrin görünüşe göre dü­zelmesi, sıhhat bulması imkânsız gibidir. Çok yazık ki, siz bu kadar geci­kebiliyor- sunuz. Mısra´:

"Bu işte güzeller naza çekerler."

Görüyorum ki, bu yüksek hânedânın makâmına oturmak bizden sonra size verildi. Önceki hastalığım esnâsında sizin, bizim makâmı­mızda oturduğunuzu ve kayyumluğun size verildiğini gördüm. Bu garib teveccühlere kâbiliyetli sizden başka biri yoktur. Bu mektubumu alır al­maz bu tarafa hareket ediniz ve olgun oğlumuz Ahmed Sâîd´i, orada kendi yerinize bırakınız."

Ebû Saîd Fârûkî hazretleri, hocasının bu emri üzerine kendi yerine oğlu Ahmed Saîd Fârûkî´yi bırakıp Delhi´ye gitti. Hocası Abdullah-ı Deh- levî´nin vefâtından sonra yerine geçip irşâd, insanlara hak ve hakikatları bildirme makâmına oturdu. Dokuz yıl kadar tâliblerin irşâd ve hidâyeti ile meşgûl oldu. Güzel yollarının îcâbı olan acıları, şiddetleri, yoksulluk ve darlıkları hep çekti.

Horasan bölgesinin büyük velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Ömrü boyunca Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için gayret etti. Bir yolculuk sırasında Basra sahrasında H.245 senesinde vefât etti. Yanında kimse yoktu.

Vefât ettiği sırada namaz kılıyordu. Bu halde uzun müddet kaldı. Onun vefât ettiğinden kimsenin haberi olmadı. Bir topluluk yoldan geçer­ken kendisini görüp, yanına yaklaştıklarında vefât ettiğini anladılar. O hiçbir şeye yaslanmadan, yüzü kıbleye çevrili bedeni kurumuş bir halde idi. Bu zaman içinde cesedine vahşî hayvanlar ve kuşlar hiç yaklaşma­mış ve vücûduna dokunmamışlardı. Topluluk onu kefenleyip cenâze na­mazını kıldı ve orada defneyledi.

En büyük velîlerden İmâm-ı Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Bişr bin Velîd şöyle anlatır: İmâm-ı Ebû Yûsuf vefâtı hastalağında; "Yâ Rabbî! Nâmahremle, yabancı kadınlarla bir arada bu­lunmadığımı ve bir gümüş bile olsa haram yemediğimi sen bilirsin." bu­yurdu.

Hindistan´da yetişen Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin, Muharrem ayının beşinde durumu ağırlaştı. Yatsı namazından sonra şuûrunu kaybetti. Tekrar kendine geldiğinde, orada bulunanlara; "Yatsı namazını kıldım mı?" diye sordu. Oradakiler kıldığını söylediler. O tekrar abdest alıp; "Belki bir daha namaz kılmaya fırsat bulamam." diyerek nâfile namaz kıldı. Sonra tekrar sekerât hâline geçti. Bir süre bu hâlde kaldıktan sonra, tekrar kendine geldi. Yine abdest alıp nâfile namaz kılmak için namaza durdu. Secdedeyken, duyulacak şekilde; "Yâ Hayyû, yâ Kayyûm." dedi ve H.664 senesinde rûhunu teslim etti. O anda şöyle bir nidâ duyuldu: "Dost, dosta kavuştu." Ferîdüddîn Genc-i Şeker´in vefât haberi Hindis­tan´da büyük bir yangın gibi yayıldı. Cenâzesi çok kalabalık oldu.

Anadolu´da yetişen evliyâdan Fethullah-ı Verkânisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât edeceği günün sabahı ebedî yolculuk için gerekli ha­zırlıkları yaptı. Rabbinin huzûruna temiz çıkmak için gusül (boy) abdesti aldırıldı. Sağ tarafının üzerine kıbleye karşı yatırılmasını istedi. Bir an evvel Allahü teâlâya kavuşmayı arzuluyordu. Zaman zaman diğer yanı üzerine de çevriliyordu. Bâtın hâliyle Allahü teâlâyı zikrediyordu. Yâni sesli olarak herhangi bir tesbih veya kelime söylemiyordu. Vefâtı yaklaş­tığı sırada misvakının yıkanarak kendisine verilmesini söyledi. Misvakını yıkayıp getirdiler. Bir defâ dişlerini misvakladı. Fakat kollarını oynatacak tâkatı kalmadığı için talebelerinden birisi misvakı alıp, onun dişlerini mis- vaklamaya devâm etti. Ayrıca hocasının halîfelerinden Molla Reşîd´e; Yâsîn sûresini okumasını söyledi. Yâsin-i şerîf bitince, Şeyh Fethullah-ı Verkânisî; "Lâ ilâhe illallah." dedi ve yüzünün su ile mesh edilmesini is­te- di. Fethullah-ı Verkânisî Allahü teâlâya kavuşma vaktine yaklaştıkça yü- zü güzelleşiyordu. Nihâyet H.1317 senesi Cemâziyelevvel ayının 21. Salı günü Bitlis´te vefât etti. Defin için gerekli hazırlıklar yapıldı. İnsanlar grup grup cenâze namazını kıldılar. Vasiyeti üzerine evinin yanında def­nedildi.

Evliyânın büyüklerinden ve İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ömrünü İslâmiyetin emir ve ya­saklarını öğrenmek ve öğretmekle geçirmiş olup, H.505 senesi Cemazil-evvel ayının 14. Pazartesi günü, büyük kısmını zikir, tâat ve Kur´ân-ı ke­rîm okumakla geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde, abdest tâzeleyip namazını kıldı, sonra yanındakilerden kefen istedi. Kefeni öpüp yüzüne sürdü, başına koydu: "Ey benim Rabbim, mâlikim! Emrin başım gözüm üzere olsun." dedi. Odasına girdi. İçeride, her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. Bunun üzerine orada bulunanlardan üç kişi içeri girdikle­rinde, İmâm-ı Gazâlî hazretleri kefenini giyip, yüzünü kıbleye dönüp, rû­hunu teslim ettiğini gördüler.

Vefâtı, Tûs´ta ve duyulduğu İslâm ülkelerinde büyük bir acı uyan­dır- dı. İlim, irfan ehli ve halk onu kaybettiklerine günlerce yanıp, ağladılar. Birçok edîb, âlim ve ârif, ölümüne mersiyeler yazdı. Çünkü öyle bir kimse vefât etmişti ki, yerinin doldurulması çok güçtü.

İmâm-ı Gazâlî hazretleri, kendisini mezarın içine Şeyh Ebû Bekr en-Nessâc´ın koymasını vasiyet etmişti. Şeyh, bu vasiyeti yerine getirip me­zardan çıktığında, hâli değişmiş, yüzü kül...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

01 Şubat 2010, 12:33:10
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 01 Şubat 2010, 12:33:10 »

Vefâtından biraz önce, kendinden geçme hâli görüldü. Büyük oğlu, bu kendinden geçme hâlinin çokluğu, hastalığın şiddetinden mi, yoksa istiğrâk (nûrlara gömülme) sebebi ile midir, diye arzetti. Cevâbında; "İs­tiğrak sebebi iledir. Çünkü, bâzı çok yüksek hâller görünüyor. Bunun için onlara teveccüh ediyorum, tâ ki hepsini oldukları gibi görebileyim ve bunlarla her şeyim tamam ve kâmil olsun." buyurdu. Bu derin sırlardan kısaca yüksek oğullarının kulaklarına fısıldadı. Bu kendinden geçme hâ­linden kurtulunca, ciğeri yaralı, kalbi yanık talebelerine elvedâ sözünü hatırlatan, vasiyetlerini söylemeye başladı. Bu vasiyetlerin çoğu; mutâ- beata, Peygamberimize tâbi olmaya teşvik, sünnete yapışma, bid´atten kaçınma, zikr ve murâkabeye devâm etme hakkında idi.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri kendi kabirleri için buyurdukları iki üç yer hakkında, oğullarında bir duraklama, bir dikkat, hattâ bir şaşkınlık gö­rün- ce, tebessüm edip; "Serbestsiniz. Nereyi münâsip görürseniz, oraya def- nediniz." buyurdu. Vefât ettiği Safer ayının yirmi dokuzuncu Salı günü, gece kendine hizmet eden hizmetçilerine; "Çok zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir." buyurdu. Gecenin sonunda: "Bu gece de bitti, sabah oldu." buyurdu. O günün işrâk zamânında; "Bevl edeceğim, bir leğen ge- tirin." buyurdu. Getirdiler, fakat içinde kum yoktu. "İçinde kum olmazsa sıçrama ihtimâli olabilir." buyurdu. O en nâzik zamanda da, en ince hu- suslara dikkat edip, bevl etmedi ve; "Bu leğeni kaldırın, beni de yatağıma yatırın." buyurdu. Dediği gibi yaptılar. Kendilerine biraz sonra, vefât ede- ceksin, abdest almağa vakit bulamayacaksın ilhâmı gelince, abdestini bozmak istemedi ve abdestli olarak rûhunu teslim etmek istedi. Sedirin üzerine yatınca, sünnet üzere sağ elini sağ yanağının altına ko­yup, zikrle meşgûl oldu. Büyük oğlu Muhammed Saîd, babasının sık sık nefes aldığını görünce; "Hâl-i şerîfiniz nasıldır babacığım?" diye arzetti. "İyiyim ve kıldığım o iki rekat namaz kâfidir." buyurdu. Bundan sonra bir daha konuşmadı. Yalnız Allahü teâlânın ismini söyledi ve biraz sonra da vefât etti. Peygamberlerin büyüklerinin çoğunun son sözleri namaz ol­muştur. Bu hususta da peygamberlerin Serverine tâbi oldu. Vefâtı H.1034 senesi, Safer ayının yirmi sekizi, güneş hesâbı ile yirmi dokuzu, Salı günü kuşluk vakti vâkî oldu.

O ay yirmi dokuz gün idi. Peygamber efendimizin vefât ayı olan Rebîülevvel ayının ilk gecesi, Peygamber efendimizin huzûruna kavuştu. Hastalık ve hummâ çektiği günler, yaşının sene adedi kadar olup, altmış üç gün idi. Hadîs-i şerîfde; "Bir günlük hummâ, bir senenin keffâretidir" buyruldu. Çektikleri hastalık, bu hadîs-i şerîfin mânâsına uygun oldu.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin nûrlu bedeni yıkama tahtasının üze­rine konulup, elbiseleri soyulunca, orada bulunanlar hazret-i İmâmın na- mazda olduğu gibi ellerini bağladığını gördüler. Sağ elinin baş par­mağı ve küçük parmağını, sol elin bileğinde halka yaptı. Hâlbuki, oğulları vefâtından sonra, kollarını düzeltip uzatmışlardı. Yıkama tahtasına yatı­rırken, tebessüm etti ve bir müddet bu şekilde kaldı.

Yıkayıcı, mübârek ellerini açıp düzeltti. Sol tarafa yatırdı, sağ tarafını yıkadı. Sağ tarafa yatırıp sol tarafını yıkayacağı zaman, orada bulunan­lar, velîlik kuvvetinin bir alâmeti olarak, zâif bir hareketle ellerinin hareket ettiğini, biraraya geldiğini ve eskisi gibi tekrar sağ elinin baş ve küçük parmaklarının, sol elinin bileğinde halka yaptığını gördüler. Hâlbuki sağ tarafa yatınca, sağ elin sol el üzerine gelmemesi îcâbederdi. Bununla berâber öyle bir kuvvetle sol elini tutmuştu ki, ayırmak ve çözmek müm­kün değildi. Kefene sardıkları zaman, yine ellerinin bağlandığı görüldü. Bu hal iki-üç defâ vâki oldu. Nihâyet oradakiler, bunda derin bir mânâ ve gizli bir sır olduğunu anlayıp, bir daha ellerini açmaya uğraşmadılar ve oğulları Hâce Muhammed Saîd; "Mâdem ki, muhterem babam böyle isti­yor, böyle bırakalım" buyurdu. Peygamber efendimiz hadîs-i şerîfde; "Yaşadıkları gibi ölürler" buyurdu. Bu, Allahü teâlânın büyük bir ihsânıdır. Dilediğine ihsân eyler. O´nun ihsânı boldur.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin cenâze namazını, oğlu Hâce Muham- med Saîd kıldırdı. Vefâtında 63 yaşında idi. Serhend´de evinin yanında defnedildi. Daha sonra Afganistan pâdişâhı Şâh-i Zamân, kabri üzerine büyük ve çok sanatlı bir türbe yaptırdı. Vefât haberi, talebelerini ve sevenlerini çok üzüp ağlattı. Duyulduğu her yerde gözyaşları döküldü. Vefâtı üzerine şiirler yazılmış ve pekçok târih düşürülmüştür. Onun vefâ­tına dayanamayan talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle an­latır: "Vefât ettiği günün akşamı şehrin kenarında virâne bir mescidde, o pahasız hazînenin hayâliyle içim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. Kal­bimden soğuk âhlar çekiyor, gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum. Ben bu hâlde iken birden hocamın rûhâniyeti gözüküp; "Sabretmek lâ­zım." buyurdu. Binlerce kırıklık ve perişanlık içinde; "Ey efendim, ateşe kim dayanabilir?" dedim. "İbrâhim aleyhisselâma uymayı yerine getirmek lâzımdır." buyurdu. Böylece, bu kendinden geçmiş âşığın divâneliği arttı, ızdırâbımı ve ona olan muhabbetimi dile getiren şiirler söylemeğe başla­dım."

Hindistan´da yetişen büyük velîlerden Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefâtından birkaç hafta evvel, bayram namazından dönerken bir yerden geçiyordu. Orada durdu ve yanındaki­lere; "Burada aşkın kokusunu duyuyorum. Buradan muhabbet kokusu geliyor." buyurdu. Hemen arâzinin sâhibi çağrılarak bu arâzi kendisinden satın alındı. Hâce hazretlerinin kabr-i şerîfinin orada hazırlanması için çalışmalara başlandı. Vefât ettiğinde oraya defnolundu.

Büyük velîlerden Ma´rûf-ı Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri herkese iyi muâmelede bulunduğundan vefât ettikten sonra hıristiyanlar ve yahûdîler onun kendilerinden olduğunu iddiâ ettiler. Müslümanlar ise; "O bizdendir." dediler. Bu iddiâlar olurken hizmetçilerinden biri gelip; "Efendimizin bize şöyle bir vasiyyeti var." "Benim cenâzemi yerden kim kaldırırsa ben o zümredenim." buyurdu, diye haber verdiler. Hıristiyan ve yahûdîler geldiler. Mübârek cenâzesini yerden kaldıramadılar. Müslü­manlar cenâzesini kaldırdılar ve oraya defnettiler.

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarından Mazhar-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefâtının yaklaştığı günlerde kavuştuğu nîmetleri dile getirerek ve şükrederek şöyle buyurdu: "Kalbimden her ne geçtiyse ve her ne nîmete kavuşmak istediysem, Allahü teâlâ onları bana ihsân etti. Beni İslâm-ı hakîkî ile şereflendirdi ve çok ilim ihsân etti. Sâlih amel üzere istikâmet verdi. Büyüklerin tasavvuf yolunda bildirdiği şeylerin hepsini verip keşf, tasarruf ve kerâmet ihsân etti. Beni dünyâya düşkün olmaktan ve dün­yâya düşkün olanlardan da uzak eyledi. Ancak Allahü teâlâya yaklaş­makta, yüksek derece olan şehitlik derecesine kavuşamadım. Hocaları­mın, mürşidlerimin çoğu şehitlik şerbetini içmekle şereflendiler. Şu anda ben yaşlandım, vücûdum zayıf düştü. Cihâd edecek ve böylece şehitliğe kavuşacak gücüm, tâkatim kalmadı. Ölümü sevmeyen, istemeyenlere şaşılır. Ölüm Allahü teâlâya kavuşmaya sebeptir. Ölüm, Resûlullah efen- dimizi ziyâret etmeye, evliyâya kavuşmaya, onların mübârek yüzle­rini görerek mesrûr olmaya sebeptir. Ölüm; Resûlullah efendimiz, Halîlürrah- mân İbrâhim aleyhisselâm, Emîrul-müminîn hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, İmâm-ı Hasan, Cüneyd-i Bağdâdî, Şâh-ı Nakşîbend Bahâeddîn Buhârî ve Müceddîd-i elf-i sânî İmâm-ı Rabbânî hazretleri ile görüşmeye, onlara kavuşmaya vesîledir. Kalbimde bu büyüklere karşı husûsî bir mu­habbet vardır. Onlar zâhirî ve bâtınî şehâdete kavuştular, en yüksek mertebe- lere ulaştılar."

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri böylece, şehitlik derecesine ka­vuşmayı çok arzu ettiğini dile getirmişti. Ömrünün son günlerini yaşadığı sıralarda huzûruna gelip gidenler iyice artmıştı. H.1195 senesinin Muhar­rem ayının yedisinde Çarşamba gecesi kapısının önünde pekçok kimse toplanmıştı. Bunlar arasından üç kişi ısrarla içeri girmek istiyorlardı. Ni­hâyet izin alıp içeri girdiler. Bunlar Moğol ve Mecûsî idiler. Huzûruna gi­rince, Mazhar-ı Cân-ı Cânân sen misin?" dediler. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri de; "Evet benim." buyurdu. Meğer bunlar Mazhar-ı Cân-ı Câ­nân hazretlerine kastedip, öldürmek üzere gelmişlerdi. İçlerinden biri üzerine hücum edip hançer vurmaya başladı. Vurulan hançer darbesi kalbine yakın bir yere isâbet etmiş, ağır yaralanmış ve yere yıkılmıştı. Durumdan haberdâr olan Nevvâb Necef Hân, sabah erkenden frenk bir tabib gönderdi. Tabibe; "Çabuk gidip bu mübârek zâtı tedâvî et, onu ya­ralayanlar da yakalanınca kısas yapılsın." dedi. Frenk tabib gidip Maz- har-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin yarasına baktı ve geri dönüp kasden Nevvâb Necef Hâna; "İyileşip kurtulur, başka tabib göndermeye lüzum yok." dedi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu yaralı hâliyle üç gün daha yaşadı. Yaralarından devamlı kan aktı. Üçüncü gün, Cuma günü idi. Öğle vakti ellerini açıp Fâtiha-i şerîfi okudu. İkindi vaktinde; "Günün bit­mesine kaç saat vardır?" buyurdu. Dört saat vardır dediler. O gün hem Cumâ, hem de Aşûre günü idi. Akşam olunca üç defâ derin nefes aldı ve şehîd olarak vefât etti.

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) nasîhatte bulundular. Sıhhatleri ve âfiyetleri yerindey- di. Sonra evlerine girdiler. Uzun zaman evden çıkmadıkları gö­rülünce, talebeler, evinin hizmetçisinden haber sorup, içeri girmek ve mübârek cemâlini görmek arzularını bildirdiler. İçeri girmemeleri hak­kında haber gelince, talebeleri bir hüzün ve elem kapladı. Bir daha yan­larına girme- mek şartı ile tekrar izin istediler. O zaman içeri girilmesine müsâade ettiler. İsmâil Efendi berâberlerinde olduğu hâlde, yirmi kişi hu­zurlarına girip, ziyârette bulundul...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

01 Şubat 2010, 12:34:03
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #3 : 01 Şubat 2010, 12:34:03 »

Hindistan´ın büyük velîlerinden Hâce Muînüddîn-i Çeştî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) vefât edecekleri gece, yatsı namazından sonra odasının kapısını kapayıp, içeriye hiç kimseyi, hattâ husûsî eshâbını bile almadı. Ancak bâzı talebeleri kapının önünde durmuşlardı. Bütün gece odadan sesler geldi. Sabah namazı vaktinde ses kesildi. Sabah nama­zına kaldırmak için, kapısına ne kadar vurdularsa da kapı açılmadı. Ka­pıyı açıp içeri girdiklerinde, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin vefât edip, Hakk´a kavuştuğunu gördüler. Peygamber efendimiz, o gece oradaki bir çok evliyâya rüyâlarında; "Biz bugün, Allah´ın sevgili kulu Şeyh Muînüd- dîn´i karşılamağa geldik." buyurmuştur.

Anadolu´da yetişen evliyânın büyüklerinden Müştak Baba (rahme- tullahi teâlâ aleyh) şehâdetini önceden dostlarına haber vermişti. Kendisi bu ilâhî takdîre boyun eğdi. Şehîd edildiğinde yetmiş beş yaşındaydı. Bir gün kırk kurban kestirip, etini fakir fukarâya dağıttırdı. Sonra da dergâ- hında el açıp; "Yâ Rabbî! Bu âciz kuluna şehîdlik rütbesini ihsân et. An- cak o zaman sevgili kulun Hasan´ına kavuşurum." diye duâ ve niyâzda bu­lundu. Duâsı kabûl edildi.

Cânânı buldu hasta gönül, cânı istemez,

Bir hastadır ki çâre-i Lokmânı istemez.



Zencîr-i zülf ile Pâbend olan gönül,

Bâğ-ı cinânda sünbül ü reyhânı istemez.



Ehl-i kemâle nazîm bildirdi kendini,

Müştâk, eğerçi şöhret ile şânı istemez."

Rumeli´de yaşayan büyük velîlerden Nasûh Çelebi Belgrâdî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında, Belgrat eşrâfından Ağazâde Mehmed Çelebi şöyle anlatır: Merhûm Nasûh Çelebi hastala­nınca, ziyâ- retinde bulunup sünneti yerine getirmek için evlerine gittim. Huzûruna girdiğimde, onda bir rahatlık gördüm ve; "Elhamdülillah! Hâli­nizde bir hayli düzelme ve hayır alâmetleri vardır" dedim. Kollarını açtı. "Şu güller, sünbüller." deyip kollarındaki kızamıkların yerlerini gösterdi. O sırada hanımı, içeri girmek için haber gönderdi. "Bundan sonra bizim gö­zümüze görünmesi onun için uygun olmaz." cevâbını verdi. İçeri girme­sine müsâade etmedi. Ölüm hâli görüldüğünde, başını yastıktan kaldırdı. Sağına ve soluna işâret ederek; "Ve aleyküm selâm, ve aleyküm selâm" dedi. Sonra Yâsîn-i şerîfi okumaya başladı. Tamamlayamadan rûhunu Hakk´a teslim etti.

Büyük velîlerden Muhammed Nasûhî Üsküdârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden Şâmî Ahmed Efendi, vefât edeceği gün hocasını ziyâret etti. Muhammed Nasûhî Efendinin hastalığı iyice artmıştı. Şâmî Ahmed Efendi ona; "Efendim biraz az oruç tutup ilaç kul­lanırsanız rahatsızlığınız iyileşebilir." deyince, Nasûhî Efendi; "Oğlum! Cenâb-ı Hakk´ın inâyetiyle otuz senedir farzları değil nâfileleri dahi nok­san yapmadım. İnşâallah bu gece dergâh-ı izzete, oruçlu giderim." bu­yurdu.

Muhammed Nasûhî hazretleri vefât ettikleri gün ikindi namazından sonra hizmetinde olan dervişlere; "Bu gece Cüneyd-i Bağdâdî, Abdül- kâdir-i Geylânî, Molla Hünkâr Celâleddin, Mârûf-i Kerhî, Seyyid Yahyâ Şirvânî, Sultan Şâbân-ı Velî ve hocam Ali Atvel hazretleri teşrif buyura- caklardır. Onlara hizmette kusur etmeyin." İftar vaktinde Derviş İb­râhim, Nasûhî hazretlerinin yanından odanın kapısına varıp iki lokma ekmek yedi. Üçüncü lokmayı yerken Nasûhî hazretleri bir defâ; "Hû." diye seslendi. Derviş İbrâhim ekmeği bırakıp içeri girerken tekrar; "Hû." diye Allahü teâlânın ismini zikr edip rûhunu teslim etti.

Hindistan´da yetişen evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, vefâtından az önce, husûsî deri çantasından talebelerine çeşitli hediyeler dağıttı ve ha­kîkati anlatmak için Hindistan´ın bütün köşelerine gitmelerini emretti. Altı yüz seneden beri Çeştiyye yolunun büyüklerinden gelip, hocası tarafın­dan kendisine verilen mukaddes emânetleri, Dehlili Hâce Nasîreddîn Mahmûd Çirağ´a vererek; "Dehli´de otur ve insanların cefâsına katlan." buyurdu. Bundan sonra, sabah namazını kıldılar. Güneş ufuktan yükse­lirken, bu büyük velî ve mânâ güneşi, Hakk´ın rahmetine kavuştu. Ömrü boyunca yanında bulunan talebeleri, halîfeleri, arkadaşları, sayıları yüz binlere varan bağlıları ve altmış sene onun emsâlsiz misâfirperverliğini görmüş binlerce fakir halk, kedere boğuldu. Mültanlı Hâce Behâeddîn Zekeriyyâ Sühreverdî´nin torunu Şeyh Ebü´l-Fettah Rükneddîn, onun ce­nâze hizmetlerini görmekle şereflendi. Sultan Muhammed Tuğlak, Nizâ- meddîn Evliyâ´nın mezarı üzerine büyük bir türbe inşâ ettirdi.

Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rah- metullahi teâlâ aleyhâ) hazretlerinin yaşı sekseni bulmuştu. Yolda yaşlılığın tesiriyle yürümekte güçlük çekerdi. Öyle ki görenler, ha düştü, ha düşecek zannederlerdi. Böyle olmakla beraber kimsenin yardımını kabûl etmezdi. Vefâtı yaklaşınca yakınlarından Abede binti Şevvâl adında bir hâtunu yanına çağırdı. Her zaman yanında taşıdığı kefeni göstererek; "Vefât ettiğim zaman beni bu beze sar ve defnet." diye vasi­yet etti.

Vefât etmeden önce hasta yatağının başucunda bekleyen sevdikle­rine; "Kalkınız, burayı boşaltıp, yalnız bırakınız. Allahü teâlânın melekle­riyle başbaşa kalayım" deyince, oradakiler odayı boşalttılar. Kapıyı ört­tüler. İçerden meâlen şu âyet-i kerîmenin okunduğu işitiliyordu: "Ey mutmainne nefs, râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön! Has kullarımın arasına katıl ve Cennetime gir." (Fecr sûresi: 89) Aradan biraz zaman geçti ses kesilmişti. İçeri girdiklerinde vefât ettiğini gördüler. Ve­fâtından sonra Abede binti Şevvâl vasiyyetini yerine getirdi. Tur Dağı üzerine defnedildi.

Anadolu´da yetişen ve Anadolu´yu aydınlatan evliyânın meşhurların­dan Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefâtından bir gün önce; "Allahü teâlâya hamdolsun ki her ne taleb ettiysem ihsân bu­yurdu. Otuz üç sene irşâd vazîfesinde bulundum. İki kişi feyz alarak ha­lîfe oldular. Cenâb-ı Hakk´ın bana ihsân buyurduğu kemâlâtı halîfelerim de bilmez... Bu fânî dünyâdan göçüyorum. Bana ihsân olunan kemâlât da benimle birlikte gidiyor... Buna çok teessüf ederim!" demiştir.

Halîfesi Şeyh Abdullah Efendi; "Hocam Mustafa Sâfî Efendinin ku­tup olduğu mâlumumdur. Ancak vefât ederken beyân buyurduğu kemâ- lâtın, yüksek derecelerin ne olduğunu ben de bilemem, düşünüyo­rum ve teessüf ediyorum." dedi.

Cezâyir´de yetişen, hadîs, kelâm, mantık ve kırâat âlimi Senûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Namaz kılmak ve Kur´ân-ı kerîm okumak niyetiyle hep mescidde kalmak ister, hiç çıkmak istemezdi. Ölüm hastalığında mescide gidemez oldu. Yatağından çıkamıyacak du­rumda olduğu zaman bile namazını terketmedi. On gün hasta kaldı. Hastalığı ağırlaştığında kızı; "Gidiyorsun ve beni terkediyorsun." de­yince; "İnşâallahü teâlâ yakın zamanda Cennet´te buluşuruz." buyurdu. Vefât ederken de buyurdu ki: "Hak sübhânehü ve teâlâ bizlere ve bizleri sevenlere, vefât ederken Kelime-i şehâdeti söylemeyi nasîb etsin. O´ndan bunu dileriz." Bundan sonra vefât etti. Vefâtından sonra etrâfa misk ko­kusu yayıldı ve insanlar bu güzel kokuyu hissettiler.

Mısır´da yetişen Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden Se- rûcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak rivâyet edildi­ğine göre, Ebü´l-Abbâs-ı Serûcî hazretlerinin bir defteri vardı ve birisin­den borç alacak olsa o deftere kayd ederdi. Vefâtı yaklaştığında o defteri gösterip, kalan borçlarının ödenmesini vasiyet etti. Vefâtından sonra bir şahıs gelerek, Serûcî hazretlerinde iki yüz dirhem alacağı kaldığını bildi­rerek istedi. Deftere baktılar, bu şekilde bir kayıt bulamadılar. O gece sâlihlerden bir zât, Serûcî hazretlerini rüyâsında gördü. Serûcî, rüyâyı gören kimseye hitâben; "O (alacaklı olduğunu söyleyen kimse) doğru söylüyor. İnce bir yazı ile o kimsenin söylediği, defterde yazılıdır." bu­yurdu. Daha dikkatle deftere baktıklarında, hakîkaten yazıyı buldular ve hemen o kimseye alacağını ödediler.

Büyük velîlerden Seyfeddîn Menârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilk zamanlarında Hâce Hamîdüddîn´den fıkıh ilmi okuyordu. Lüzûmu kadar fıkıh öğrendikten sonra, Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin sohbet ve hizme­tine devâm etmeye başladı. Hâce Hamîdüddîn ise, fıkıh ilmini ilerletmesi arzusunda olduğundan, onun bu ayrılışını hoş karşılamadı. Hattâ onu kötülemeye kadar gitti.

Seyfeddîn Menârî şöyle anlatır: "İlk hocam Hamîdüddîn vefât eder­ken yanında bulundum. Büyük bir ızdırap içinde idi. Ona; "Çektiğiniz bu acı ve ızdırap nedir? Tahsîl etmeyi bıraktığımızdan dolayı bizleri kötüle­diğiniz o ilim hazîneleriniz nereye gitti." dedim. Bunun üzerine; "Bizden gönül istiyorlar. Yâni selim kalb istiyorlar. Bizde ise ondan eser yok. Izdırâbım bundandır." dedi."

Büyük velîlerden Seyyid Emîr Külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) vasi­yetini yaptığı sırada, oğulları; Emîr Burhân, Emîr Şâh, Emîr Hamza, Emîr Ömer ve talebelerinin çoğu huzûrunda bulunuyordu. Bu oğullarından Emîr Burhân´ın yetiştirilmesini, en başta gelen talebesi ve halîfesi Behâ- eddîn-i Buhârî´ye havâle etti. Diğer oğlu Emîr Şâh´ı, Şeyh Yâdigâr´a, Emîr Hamzâ´yı Mevlânâ Ârif Dehdigerânî´ye, Emîr Ömer´i de, Mevlânâ Cemâleddîn Dehkesânî´ye yetiştirilmeleri için havâle etmişti. Oğullarına; "Hanginiz, Allahü teâlânın kullarına hizmet etmek için benim vekîlim olur?" buyurdu. Oğulları; "Ey yakîn yolunun rehberi, biz buna na­sıl güç yetirebiliriz? Fakat kim bu işi kabûl ederse, biz onun hizmetine gi­relim." dediler. Oğulları böyle deyince, Emîr Külâl hazretleri başını eğip, murâkabeye daldı. Bir müddet sonra başını kaldırdı. "Büyüklerin rûhâniyeti, Emîr Hamza´nın bu işi kabûl etmesini işâret buyurdular." dedi. Emîr Hamza, kabûllenemeyeceğini arzetti ise de; "Bunu kabûl etmekten başka çâre göremiyorum. Kabûl edeceksin, bu iş bizim elimizde değildir. Sen de biliyorsun." buyurdu.

Bundan sonra Emîr Külâl talebelerinden ayrılıp, husûsî odasına geç-...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

01 Şubat 2010, 12:35:00
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #4 : 01 Şubat 2010, 12:35:00 »

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on seki­zincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât ettiği gün, akşam vakti hastalığı pek şiddetlenmişti. "Akşam namazının vakti girdi mi?" diye sordu. "Evet girdi." dediler. Akşam namazını îmâ ile kıldı. Yatsı vakti girdiği sıralarda, son nefeslerini veriyordu. Vefâtı sırasında huzûrunda bulunan talebelerinden Hâce Muhammed Yahyâ şöyle an­latmıştır: "Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin mübârek nefeslerinin kesilmesi yaklaştığı sırada, akşam ile yatsı arasında bir vakitde idik. Bu­lunduğu odada birkaç lâmba yaktılar. Ev son derece aydınlık olmuştu. Bu sırada Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin iki kaşı arasından, birdenbire şimşek gibi bir nûr çıkıp öyle parladı ki, evde yanmakta olan lâmbalar, o nûr arasında sönük kaldı. Herkes bu nûru gördü. Bu nûr parladıktan sonra, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri son nefesini verip vefât etti. Vefât ettiği sırada da şiddetli bir zelzele oldu.

Sultan Ahmed Mirzâ, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin hastalığının şiddetlendiğini duyunca, Cumâ sabahı bütün devlet erkânı ile Ubeydul- lah-ı Ahrâr hazretlerinin bulunduğu Kemânkerân köyüne gitmek üzere yola çıktı. Akşam namazından sonra ulaşıp, Ubeydullah-ı Ahrâr hazret- lerini son defâ gördü. Vefât ettiği bu gecenin sabahı olan Cumar­tesi sabahı, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin cenâzesini Semerkand´a getirtti. Öğle namazı vaktinde Kefşir mahallelerine getirilip, cenâzesi orada yıkandı, techiz ve tekfin edildi. Cenâze namazı kılınıp, defnedildi.

Konya´nın büyük velîlerinden Ulu Ârif Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) H.719 da, Aksaray ilçesine dostlarını ve talebelerini ziyârete gitti. Bir gece rüyâsında, peşpeşe aralıksız birkaç defâ âh ederek, bir müddet ağladı. Orada bulunan dostları, bunu öğrendiler ve kendisine, ağlaması­nın hikmetini sordular. O da; "Rüyâmda bir köşkte oturmuş, penceresin­den güzel bir bahçeyi seyrediyordum. O bahçenin güzelliğini anlatmak mümkün değildir. Zîrâ onu anlatacak diller ve yazacak kalemler âciz ka­lır. Bahçeyi seyrederken, orada dedem Mevlânâ hazretlerini gördüm. Bana mübârek eliyle işâret ederek; "Ey Ârif! Gel, bundan sonra bize gel. Artık orada kalman yeter!" dedi ve gözden kayboldu. İşte, dedeme olan hasretim sebebiyle ağladım. Her geçen gün âhirete gitme arzum çoğal­maktadır." dedi. Sonra Konya´ya dönmek için yola çıktı. Konya´ya geldi­ğinden iki gün sonra, Cumâ idi. Güneş doğduktan sonra dışarı çıkıp, gü­neşe doğru döndü ve bâzı sözler söyleyip kasîdeler okudu. Sonra tale­belerine dönerek; "Kardeşlerim! Artık gitme zamânım yaklaştı. Zîrâ her nefeste sesler geliyor. Sizlere vedâ ediyor, Allahü teâlâya emânet ediyo­rum." buyurdu. Evine girip yatağına yattı. Bir hafta hasta yattıktan sonra, ertesi Cumâ günü kalktılar. Şu ânda medfun bulunduğu yere gelip, orayı işâret ederek; "Beni buraya defnediniz." buyurarak vasiyet etti. Tekrar is­tirahata çekilerek, günlerce hasta yattı. Hastalığının yirmi beşinci gece­sinde zelzele oldu. Bâzı binâlar yıkıldı. İki gün sonra da, Salı günü ikindi vaktine yakın, "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah" diyerek son nefesini verdi ve sevdiklerine kavuştu.

Bursa´da yaşayan büyük velîlerden Üftâdezâde Kutub İbrâhim Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Vefâtı yaklaştığı zaman; "Ben vefât edince naaşımı türbeye defnetmeyin. Dedemin huzûrunda cesedimin dahi ayak uzatması rûhumu sıkar." buyurdu. H.1089 sene­sinde vefât eden Kutub İbrâhim Efendi, vasiyeti üzerine Üftâde hazretle­rinin türbesinin dışına defnedildi.

İstanbul´da yetişen büyük velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) vefâtına yakın talebelerini toplayıp onlarla helallaştı ve bir takım nasîhatlerde bulundu. "Sizler yolumuza aykırı ha­reket eder, İslâmiyetin emirlerinin dışına çıkar, haram ve mekruhlara meylederseniz, âhiret gününde iki elim yakanızdadır. Bu Halvetiyye yolu cümlemize Allahü teâlânın bir emânetidir. Bunu koruyun. Bu sebeple peygamberler ve evliyâ sizlerden hoşnud olur." buyurdular. Techiz ve tekfinleri için ge- rekli siparişleri verip aldırdılar. Sonra yerine vekil bırak­tığı Mehmed Efen- di, Kur´ân-ı kerîm okurken vefât ettiler. Talebelerinden Seyyid Mustafa E- fendi gasledip yıkadı. Arkasından hemen yetmiş bin kelime-i tevhîd okunup mübârek rûhuna gönderildi. Ayasofya Câmiinde Kara Mustafa Paşa Dergâhı şeyhi olan Şeyh Seyyid Nûreddîn Efendi namazını kıldırdı. Cenâzesinde âlimler, sâlihler hazır olmuşlardı.

Tâbiînin büyüklerinden, oniki İmâm?ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüse­yin?in oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­leri vefât edecekleri gece oğlu Muhammed Bâkır?dan abdest almak için su istedi. Suyu getirdiklerinde buyurdu ki: ?Bu su içinde hayvan ölmüş, bununla abdest alınmaz.? Yakınları mum ışığında kabın içine dikkatlice baktıklarında kabın içinde bir fare ölüsü gördüler. Oğlu tekrar su getirdi. Abdest aldı ve ?Artık ölümüm yakındır.? buyurup, vasiyetini bildirdi. O gece Osman bin Hayyâm tarafından zehirletilerek şehîd edildi H.94. Bakî´ Kabristanında amcası hazret-i Hasan?ın yanına defnedildi.

Osmanlı âlim ve velîlerinden Ziyâeddîn Nurşînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât etmeden önceki son günün kuşluk vaktinde Üstâd-ı A´zam hazretleri hangi vakit vefât etmişti?? diye sordu. ?Kaba kuşluk sırasında.? diye cevap verildi. Öğleden sonra kadın erkek ve çocuk bütün âile men­suplarını yanına çağırdı ve en büyük halîfesi Molla Muhammed Emîn?e, orada bulunanlara tövbe ettirmesini emretti. Kendisi de yastığın yanına oturarak şöyle buyurdu: ?Onlar, yâni bu yolun büyükleri iki gündür bana gerek ev halkımı, gerek buraya başvuranları irşâd etmemi ve bu işi Molla Muhammed Emîn?e havâle etmemi telkin ettiler.? Molla Muhammed Emîn?in Allah yolunda tükenmez bir hazîne olduğunu belirttikten sonra şöyle konuştu: ?Önce ihlâsla tövbe ederek Allahü teâlâya yönelmeli, ar­kasından da Üstâd-ı A´zam Abdurrahmân Tâgî hazretlerinin türbesine giderek duâ edip eşiğine yüz sürmelisiniz. Tâ ki Allahü teâlâ bu sâyede bana şifâ versin. Bu yaptığınız tövbe sâdece işlemiş olduğunuz günah­lardan tövbe etmek değildir. Bu tövbe aynı zamanda her şeyden sıyrılıp sâdece Allah?a sığınma, yüce Nakşibendiyye yolu ile bağdaşmayan her türlü hareketten sıyrılma, bundan sonra dünyânın zînet ve hazlarına dalmaktan kaçınma, dünyânın alımlı ve göz boyayıcı menfaatleri için ya­rışmaktan sakınma gâyesi güdülmelidir.?

Muhammed Ziyâeddîn Nurşînî hazretleri böylece vefâtından önce yerine geçecek kimseyi belirledi ve bütün bağlıları ile talebeleri teslim edeceği bir vekil tâyin etti. Vefât zamânı yaklaşmasına ve hastalığı iyice fazlalaşmasına rağmen sünnetlere eksiksiz uymaya gayret etti. Rûhunu teslim edeceği anlarda bile suyu üç yudumda içti. İlk yudumu besmele ile ve son yudumu da hamd ederek bitirdi. Yine abdestin hiçbir sünnetini terk etmedi. Vefât edeceği gece bir an önce sabah vaktinin girmesini is­tiyor, bu yüzden devamlı saatin kaç olduğunu soruyordu. Bir kere saatin yedi olduğu söylenince; ?Yediden on ikiye kadar beş saat var, o da hayli uzun.? buyurdu. Hattâ komada bulunduğu sırada sabah vaktinin girip girmediğini sorarak yanında bulunanlara; ?Abdest alıp, namazlarınızı kıl­dınız mı?? diye sordu. Orada bulunanlar ?Evet kıldık.? deyince; ?O halde ben de abdest alıp kılayım da namazımı kaçırmayayım.? buyurdu. Yata­ğın kenarına geldi ve eksiksiz bir abdest alıp yine eksiksiz bir şekilde namaz kıldı. Ev halkından biri misvak getirdi, dişlerini misvaklamak is­tedi. Misvağı kendisi alarak sünnete uygun bir şekilde misvakladı. Şuuru son ana kadar yerindeydi. Yanına gelenleri tanıyor, onlara yer gösteri­yor, sorularına cevap veriyordu. Bu sırada şeyhinin oğlu Muhammed Cüneyd kapıdan girince, onu tanıyarak; ?Yâ Şeyh Cüneyd, şöyle buyur!? diye seslendi. Bir gece önceki gördüğü rüyâsını şöyle anlattı:

?Çok sayıda asker gelip Üstâd-ı A´zam hazretlerinin türbesini ziyâret etti. Yer ile gök arasını bembeyaz kuşlar doldurdu. Bu beyaz kuşlardan büyük biri bana gelerek; ?Hazır ol, saat on bir veya on ikiden sonra yâni sabah açtıktan sonra yola çıkacaksın.? dedi. Ziyâeddîn Nurşînî hazretleri bu rüyâyı anlattıktan sonra ev halkı yanından dışarı çıkarak, bir iki kişi yanında kaldı. Üzerinde ölüm alâmetleri belirince, yanında bulunan tale­belerinden biri; ?Anlaşılan siz bizleri şaşkın ve yetim bırakıyorsunuz. Siz­den sonra bizim sâhibimiz ve rehberimiz yoktur.? dedi. Bu sözler üzerine; ?Elhamdülillah sen varsın.? diye karşılık verdi. O talebesi; ?Benim varlı­ğım sizin sâyenizle idi. Yoksa ben neyim, ne faydam olabilir?? diye ce­vap verdi. Bunun üzerine; ?Allah var, O herkese yeter.? diye karşılık ver­dikten sonra; ?Benim Allah?tan başka hiçbir şey ile alâkam kalmadı.? dedi. Talebesi onun yanında her gece okuduğu Seyyidü?l-istiğfâr ile Be­kara sûresinin sonunu okumaya başladı. Ziyâeddîn Nurşînî hazretleri de onun arkasından okudu. Yûnus aleyhisselâmın tesbihini okudu. Arkasın­dan kendisine; ?Artık şimdi, Lâ ilâhe illallah, demenin vakti değil mi?? de­nildi. Ziyâeddîn Nurşînî hazretleri; ?Evet. Hâce-i Ahrâr hazretlerinin be­lirttiğine göre bin fennin bilgisine sâhib olsan bile, bunların hepsi gider ve âhirette sana sâdece ?Lâ ilâhe illallah kalır? diye cevap verdi. Sonra kendi hâline net bir ses tonu ile; ?İnne fî halkıssemâvâti...? âyetinden îti­bâren Âl-i İmrân sûresinin sonunu okudu. Okuması bitince yanında bu­lunanlarla bâzı hususları konuştuktan sonra sustu. Yanında bulunanlar da bir şey söylemediler. Kendi eli ile bir kere dişlerini misvakladı. Bir ara işâreti üzerine alnını su ile ovdular. Mübârek nefesi kesilinceye kadar hiçbir söz söylemedi. Mübârek dili üst damağına yapışık durumda; ?Lâ ilâhe illallah? kelimesini tekrar ederek H.1342 senesi Receb ayının 27. Cumâ günü sabah namazından sonra Bitlis?in Nurşin köyünde rûhunu teslim etti. Son nefesini vereceği anda yüzünde ve alnında ayna gibi bir parıltı belirmişti. Bu parıltıyı orada bulunan he...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes