> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > İslam Kültürü > İslam Kültürü K-Z > Talebe
Sayfa: [1] 2   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Talebe  (Okunma Sayısı 4495 defa)
01 Şubat 2010, 11:17:17
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 01 Şubat 2010, 11:17:17 »



Talebe
Endülüs, Mısır ve Filistin taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Talebeye tövbeden sonra ilk emredilen, kötü arkadaşları terk etmesi, maksaddan uzaklaştıracak şeylerden uzak durmasıdır.Yine buyurdular ki: Kalben hocasını beğenmeyen, hocasından gelen hiç bir feyze kavuşamaz.Evliyânın meşhurlarından Ebû Abdullah Seczî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine ve dostlarına en faydalı işin sâlih kimselerle, iyi insanlarla görüşüp sohbet etmek, arkadaşlık kurmak olduğunu söylerdi. Ahlâk ve davranış bakımından sâlih, iyi kimselere uymak lâzım olduğunu önemle tavsiye ederdi. Ayrıca velîlerin kabirlerini ziyâreti, arkadaş ve dostlara hizmeti tavsiye ederdi. Kendi günahlarının tamâmen bağışlan­dığına kanâat getirmeyen kimsenin herhangi bir günahı sebebiyle baş­kasını kınamasını doğru bulmazdı. Kişinin ise kendi günahlarının tamâ­men bağışlandığını bilemeyeceğine göre, başkalarını kınama husûsunda hiç konuşmaması gerektiğini belirtirdi.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah-ı Turuğbâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Allah yolunda bulunup, O´nun rızâsını kazan­mak isteyen talebenin vasfı nasıldır?" diye sorulduğunda; "Talebe, bu yolda meşakkat ve sıkıntı içindedir. Fakat karşılaştığı zorluklar, kendisi- ne neşe ve huzur vermektedir. Hakîkî talebe böyle olur!" cevâbını verdi.

Irak velîlerinden ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Bekr Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Hocanın, talebeyi azarlama­ması, talebenin de, hocasına çekinmeden sorması lâzımdır."

Anadolu´da yetişen büyük velîlerden Harputlu İshak Efendi (rah- metullahi teâlâ aleyh) talebeleri üzerine çok titrer, "Talebe, solmayan gü- le ve konuşan bülbüle benzer." buyururdu.

Büyük velîlerden İbn-i Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dört şey talebeye zarûrî lâzımdır: "Birincisi; bir binek hayvanıdır, bu sa­bırdır. İbâdetlere yönelmede, günahlardan sakınmakta ve musîbetlere tahammülde ona binilir. İkincisi; oturup rahat edebileceği ve korunup ba­rınacağı bir evdir, bu akıldır. Onunla şeytanın vesvesesinden ve nefsin helâk edici muhâlefetinden korunmak mümkün olur. Üçüncüsü; görenin beğeneceği güzel bir elbisedir, bu hayâdır. Bununla kötü iş ve sözlerden korunulmuş olur ve nefsi terbiye etmek mümkün olur. Dördüncüsü; ay­dınlatıcı bir kandildir, bu da faydalı ilimdir. Bu, talebeyi doğru yolda hidâ­yet nûruna ulaştırır."

İbn-i Hafîf hazretlerinin talebelerine yaptığı vasiyeti şöyledir: "Bir ho­caya talebe olmaya karar vermiş bir kimse, bildireceğimiz hasletlere u- yarsa ve onları muhâfaza ederse, nefsin isteklerinden kurtulup, kulluk vazifesini tam yaparak Allahü teâlâya kavuşur. Bu da Allahü teâlânın ih­sânı ve muvaffak kılması ile mümkündür. Bu hasletler yirmi beş tâne o- lup şunlardır:

İlk haslet nedâmettir. Yâni, gaflet ve günahlarla geçen vakitlerine pişmân olup, Allah ve kul haklarından borcu olanlara ödeyip tövbe et­mek.

İkincisi; kullanacağı faydalı ilimleri öğrenmek.

Üçüncüsü; sükût, halvet ve zikre devamdır. Sükût (susmak), nefsin konuşmasını (vesveseyi) önler. Halvet (yalnızlık), hislerin dağılmamasını sağlar. Zikir, kalbin tasfiyesini (saflaşmasını, temizliğini) temin eder.

Dördüncüsü; ayakta durma, oturma ve bütün hâllerinde Allahü teâlânın emir ve yasaklarını düşünüp, hareketlerini ona göre düzeltmek.

Beşincisi; her işine, meşveret etmeden (danışmadan) başlamamak­tır. Böylece, işin bozuk ve kötü olmasından korunur.

Altıncısı; bir din kardeşi ile birlikte bulunup, vesveselerden kurtulmak gerekir.

Yedincisi; her işinde ve sözünde doğru olmaktır.

Sekizincisi; mîde ve dili korumaktır. Çünkü, talebe şehvet sevgisine mübtelâ olursa, günleri gaflet ve tenbellik ile geçer. Böylece, Allahü teâ- lâya ulaşmaktan mahrûm kalır. Dil konuşmaya meylederse, gönlü zikre alışmaz. Zîrâ dilin günahı (isyânı) diğer bütün günahlardan daha çoktur.

Dokuzuncusu; bütün âzâlar ile, içten ve dıştan edebli olmaktır. Sus- malı ve ancak lüzum olunca konuşmalıdır.

Onuncusu; üç şeye riâyet etmelidir: İlki, çok acıkmayınca yememeli­dir. İkincisi, çok susamadıkça su içmemelidir. Böylece uyku basmasın­dan korunulmuş olur. Üçüncüsü, çok uyku bastırmadıkça uyumamalıdır.

On birincisi; kadınlarla sohbet etmekten ve bilhassa şehvet uyan­masına sebeb olacak yerlerde onlarla berâber bulunmaktan sakınmalı­dır. Ancak böyle yapmakla nefsin ve şeytanın şerrinden korunabilirsin.

On ikincisi; lüzumsuz veya zararlı yerlere bakmaktan gözü koru­maktır. Hadîs-i şerîfte; "Müslümanların odalarına, gizlice ve kötü gözle bakanlar münâfıktır." buyrulmuştur.

On üçüncüsü, yemek ve uyku öncesi dâhil olmak üzere, devamlı abdestli bulunmaktır. Bunun faydaları çok olup, bundan gâfil olmamak lâzımdır.

On dördüncüsü; zarûret hâli hâriç, gaflet ehli, yâni Allahü teâlâyı ha- tırlamıyanlar ile berâber bulunmamalıdır ki, onların gafletleri bulaşma­sın.

On beşincisi; sâliha bir hâtun bulup, bir an önce onunla evlenmektir. Evlenmekte acele edin ki, akıllarınız bununla meşgûl olup Allahü teâlâdan uzaklaşmayasınız.

On altıncısı; boş sözleri dinlemekten sakınmalıdır. Kalbin fesat ve dağınıklığı, çoğu zaman bundan doğar. Boş sözleri çok dinleyenin, dünya sevgisine mübtelâ olup, helâk olmasından korkulur.

On yedincisi; "Şöyle yapsaydım, böyle olurdu. Şöyle yapmasaydım, böyle olmazdı..." gibi sözlerden sakınmalıdır. Bunlar münâfıkların sözle­rindendir. "Hakkın dilediği oldu, dilemediği olmadı. Takdir ettiği olacak. Sâdece Allah bize kâfidir. O ne iyi vekildir." diye söylemelidir.

On sekizincisi; kaçınılmaz durumlar hâriç, bozuk fırkalar ve bid´at ehli ile münâzara etmemelidir. Bunların îtikâdlarını değiştirmeleri, normal olarak mümkün değildir. İlmi ve aklı az olan biri, bu münâzara yüzünden sapıtabilir.

On dokuzuncusu; kimseyi azarlamamalıdır. Çünkü Hak yolun tâliple­rine bu iş yakışmaz. İnsanlara Allah için iyi davranılırsa, insanın tabiatı iyi ahlâklara alışır ve gadablardan yâni olur olmaz şeylere kızmaktan kurtulur.

Yirmincisi; nefsin vesveseye kapılıp, kendisini başkalarından hayırlı (daha iyi) veya başkalarının bilmediğini biliyor olarak görmesini önleme­lidir. Böylece nefsin, işlerin en hayırlı olanları ile meşgûl olması sağlanır.

Yirmi birincisi; kibirden sakınmalıdır. Kibrin alâmeti; kendini yüksek veya başkalarını aşağı görmektir. Çok büyük bir kusurdur.

Yirmi ikincisi; ucubdan (kendini beğenmekten) sakınmalıdır. Ucbun alâmeti; kendini, kendi aklını ve fikrini beğenip, kimseden nasîhat kabûl etmemektir. Ucub sâhibi, çok bildiğini sandığından çok yanılır.

Yirmi üçüncüsü; hasetten sakınmalıdır. Hasedin alâmeti; Allahü teâlânın bir kuluna verdiği nîmetlerin, o kuldan gitmesini istemektir.

Yirmi dördüncüsü; kalbini, Allahü teâlâyı unutturacak hiçbir şeyle meşgûl etmemelidir.

Yirmi beşincisi; kalbini, diline uygun hâle getirmek ve dünyâ sevgi­sini kalbinden uzaklaştırmaktır."

Evliyânın büyüklerinden Muhammed Zuğdân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Talebe çok zaman, hocasına ?Neden?? dediği için nîmetlerinin arttırılmasından mahrum kalmıştır.?

Büyük velîlerden Yahyâ bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Bir kimse, hocasının hareket ve davranışlarından istifâde edemiyorsa, sözlerinden hiç istifâde edemez.?

Büyük velîlerden Yûsuf bin Hüseyin Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Allah yolunda yürümek arzusunda bulunan bir tâlib, azi­meti bırakıp ruhsatla amel ederse, artık ondan hayır gelmez, ilerleye­mez.?

Hindistan evliyâsından ve Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: Talebe, sâdık olan tâlib demektir. Allahü teâlânın sevgisi ile ve O´nun sevgisine kavuşmak arzusu ile yanmaktadır. Bilmediği, anlaya­madığı bir aşk ile şaşkın hâldedir. Uykusu kaçar, göz yaşları dinmez. Geçmişteki günahlarından utanarak başını kaldıramaz. Her işinde Allah´- dan korkar, titrer, Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde sabreder. Her geçimsizlikte, sıkıntıda kusûru kendisinde görür. Her nefeste Allah´ını düşünür. Gaflet ile yaşa­maz. Kim- seyle münâkaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri Allahü teâ- lânın evi bilir. Eshâb-ı kirâm hakkında hayr konuşur ve isimleri anıldı- ğında "r.anhüm" der. Hepsinin iyi olduğunu söyler. Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâm arasında olan şeyleri konuşmamağı emir bu­yurdu. Sâlih müslüman, bunları konuşmaz, yazmaz ve okumaz. Böylece, o büyüklere karşı bir edebsizlikte bulunmaktan kendini korur. O büyükleri sevmek, Allah´ın Resûlünü sevmenin nişânıdır, alâmetidir. Kendi bilgisi, kendi görüşü ile evliyâ-yı kirâmı, birbirinden aşağı ve yukarı diye ayır­maz. Birinin, daha yüksek, daha üstün olduğu ancak âyet-i kerîme, ha­dîs-i şerîf ve Sahâbe-i kirâmın sözbirliği ile anlaşılır. Muhabbet sarhoş­luğu elbet başkadır. Aşk sâhibi mâzûrdur.

Evliyânın meşhurlarından Abdullah bin Menâzil (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kendisinden ilim öğrendiği zâtta, ayıp ve kusur arayan, onun ilminden, feyiz ve bereketinden faydalanamaz."

Abdülazîz Bekkine (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; "Tâlib baş­kasının yükünü yüklenip, kimseye yük olmayan kimsedir." buyurdular.

Evlliyânın büyüklerinden Abdülazîz Debbağ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri sohbetlerinde talebelerine şöyle buyururdu: "Kulun dü­şüncesi Allahü teâlâdan başkasına doğru yönelince Allahü teâlâdan uzaklaşmış olur."

Mısır evliyâsından Abdülazîz Dîrînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tale­belerine, sohbet ederken talebenin hocasına karşı göstermesi gereken edeple...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Talebe
« Posted on: 29 Mart 2024, 13:05:06 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Talebe rüya tabiri,Talebe mekke canlı, Talebe kabe canlı yayın, Talebe Üç boyutlu kuran oku Talebe kuran ı kerim, Talebe peygamber kıssaları,Talebe ilitam ders soruları, Talebeönlisans arapça,
Logged
01 Şubat 2010, 11:17:58
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 01 Şubat 2010, 11:17:58 »

"Nefsi terbiye etmekten maksad, bedenî bağlılıklardan geçip, rûhlar ve hakîkatler âlemine yönelmektir. Kul, kendi istek ve arzularından vaz geçip, Hakkın yoluna mâni olan bağlılıkları terketmelidir. Bunun çâresi şöyledir: "Kendisini dünyâya bağlayan şeylerin hangisinden istediği ân vazgeçebiliyorsa, bunun maksada mâni olmadığını anlamalıdır. Hangi­sini terkedemiyorsa ve gönlünü ona bağlı tutuyorsa, onun Hak yoluna mâni olduğunu anlamalı ve o bağlılığın kesilmesine çalışmalıdır. Bizim hocamız Şâh-ı Nakşibend, o kadar ihtiyatlı idi ki, yeni bir elbise giyse; "Bu elbise falan kimsenindir." diyerek, onu emânet gibi giyerlerdi."

Alâeddîn-i Attâr hazretleri vefâtına yakın talebelerine vasiyet ederek buyurdu ki: "Birbirinize sığının! Her işte yolunuz, dînî ölçülere bağlılık ol­sun! Ölçüleri yerine getirmek azminden dönmeyiniz! Sohbet mühim sün­nettir. Bu sünnete riâyet edin, umûmî ve husûsi şekilde ona devâm edi­niz! Eğer bu yolda sebât ve istikâmet gösterirseniz, bir ânda büyük dere­celere kavuşursunuz. Hâlinizin dâimâ yükselişte olması lâzımdır."

Evliyânın büyüklerinden Alâeddîn Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) her hareketini Peygamber efendimize uydurmaya çalışırdı. Talebelerine bu şekilde olmadıkça, Resûlullah efendimize gerekli hürmet ve tâzimin yapılmış olamayacağını bildirirdi. O, Resûlullah efendimize uymak, O´na hürmet göstermek için şu hususları talebelerine şart koşmuştur:

1. Resûlullah´ın mübârek isimleri geçtikçe salat ve selâm getirmek.

2. Resûlullah efendimiz ziyâret edildiğinde kabr-i şerîfinin yanında sesi yükseltmemek.

3. Resûlullah´ın haremi olan Medîne-i münevvereye tâzim ve hür­mette bulunmak, orada yasaklanan şeylerden (veya günah işlemekten) sakınmak ve Medîne-i münevvere ehline ikrâmda bulunmak.

4. Resûlullah efendimizin mübârek sözlerinden ve işlerinden bildiri­len bir şeyi, O´nun şânını hafife alacak bir şey ile mukâbele etmemek. Mesela Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem falanca şeyi severdi de­nince, hâlbuki ben onu sevmem dememek.

5. Kur´ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîf kitaplarının üzerine, başka her hangi bir kitap veya herhangi bir ev eşyâsı koymamak.

6. Allahü teâlânın ism-i şerîfi veya Resûlullah efendimizin mübârek isimlerinin bulunduğu bir kâğıdı atmamak. Böyle kâğıtlar yırtılmaz. İslâm harfleri ile yazılı olan kâğıtlara da hürmet etmek lâzımdır. Bunları temiz bir beze sardıktan sonra çiğnenmeyecek yerde toprağa gömmek veya yakmak lâzımdır.

Anadolu´da yetişen velîlerden Ali Behçet Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir talebesine yazdığı mektup şöyledir: "Benim sevgili, insâniyetli ve iyiliksever oğlum! Göndermiş olduğunuz mektup elimize geçti ve çok memnun olduk. Ey oğlum! Dersimizden uzak olmayasınız. Bir an Allahü teâlâyı anmak, Süleymân aleyhisselâmın mülkünden daha iyidir, ifâde­sini hâtırından çıkarmayınız. Oğul, dâimâ taleb edenlerden ol. Mübârek gecelerde Allahü teâlâya yalvarıp yakarmayı fazlaca yaparsanız, isâbetli olur. Zîrâ Allahü teâlâ kulunun yalvarmasını sever. Bu, Allah adamlarının yoludur."

Mısır evliyâsından Ali Havâs Berlisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tale­belerine şöyle nasîhat ederdi: "Din âlimlerine dil uzatmaktan sakının. Çünkü onlar, Allahü teâlânın isim ve sıfatlarının kapıcılarıdır. Velîleri in­kârdan sakının. Zîrâ onlar, Allahü teâlânın zâtının kapıcılarıdır.

Bir şey yapmak istiyorsanız, size yakışanı yapın. İnsanlar, bir şey vermediğiniz için sizi cimrilikle itham etmesinler, bu yüzden size karşı çıkmalarına meydan vermeyin. Çünkü velî olmanın şartlarından biri de şudur: Bu gibileri, yanlarında bin dinar olsa da bunu bir fakire verseler, verdikleri paranın onların nazarındaki kıymeti, toprak üzerinde bulunan bir çakıl taşından daha kıymetsizdir.

Ramazân-ı şerîfin son on gününde, gece ibâdetinden geri kalmayı­nız. Hattâ bütün Ramazan gecelerini ibâdetle geçiriniz. Çünkü Kadir ge­cesi bu aydadır.

Şâyet biriniz kendisini ilâhî huzurla hissederse, yalnız kendi nefsi için duâ etmemeli, başkası için de himmet ve gayretini esirgememelidir. Yapacağı duâların çoğu mümin kardeşleri için de olmalıdır.

Şuna yemin ederim ki, talebeler, Allahü teâlânın dünyâyı yarattığı günden yok edeceği güne kadar, hocalarının huzûrunda kor bir ateş üze­rinde otursalar, doğru yola girmeleri için yol gösterip engelleri ortadan kaldıran hocalarının haklarını ödeyemezler.

Allahü teâlâ kullarına, bilinen rızıkların dağıtımını sabah namazın­dan sonra, mânevî rızıkların dağıtımını da ikindi namazından sonra ya­par. Bu iki vakitte uyumak, bunun için sizlere yasak edilmiştir.

Dünyâda Allahü teâlâdan hayâ edenleri, Allahü teâlâ kıyâmet gü­nünde azarlamaktan ve gazab etmekten hayâ eder.

Allahü teâlâya kavuşturan yola dâvet edenler, fâsık kimselere dahi kaba ve kırıcı olmamalılar. Onlara rıfk ile muâmele edip, ihsân ve kerem göstererek gönüllerini hoş tutmalılar ki, kendilerine yönelsinler. Ancak bu meyil gerçekleştikten sonra nasîhatte bulunsunlar.

Evliyânın meşhûrlarıdan Ali bin Meymûn Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine talebe olmak üzere İki arkadaş, yanına geldiler. Kabûl edip ders vermeye başladı. Bir müddet sonra bunlardan biri ayrılıp gitmek istedi. Arkadaşı kalması için çok ısrar etti ise de, başaramadı. Ni­hâyet ayrılıp gitti. Gittikten kısa bir müddet sonra geri döndü. Hâli ve ka­rarı değişmişti ve ağlıyordu. Arkadaşı hâlini merak edip;

"Bu hâlin nedir? Sana ne oldu, neden döndün?" diye sorunca şöyle dedi:

"Buradan ayrılıp memleketime dönmek üzere yola çıktım. Bir müd­det yol aldıktan sonra yolda hocamızı âniden karşımda gördüm. Nasıl o- lur diye çok şaşırdım. Karşımda o kadar heybetli duruyordu ki, ürper­meye başladım. Sonra gözden kayboldu. Bundan gitmeme râzı olmadı­ğını anladım. Onun bu kerâmetini görünce ayrılıp gitmekle büyük hatâya düştüğümü anladım. Artık dönüp ilim öğrenmek için karar verdim." diyen bu talebe, hocasının derslerine ve sohbetlerine devam edip, tam mânâ­sıyla olgun bir ilim ehli oldu.

Ali bin Meymûn Mağribî hazretleri birgün talebelerinden biri ile çar­şıya giderken, kısa yol, bir hanın içinden geçiyordu. Herkes orayı yol yapmıştı. Talebesi;

"Biz de buradan geçelim!" dedi. Ali bin Meymûn;

"Burası nedir?" diye sorunca, talebe;

"Han" cevâbını verdi. Bunun üzerine;

"Bu han oradan geçilsin diye yapılmamış ki, oradan geçmek için sâ­hibinin izni olması lâzım." buyurarak yoluna devâm etti. Sultan Câmii ismi ile anılan bir câminin yanına geldiler. Talebe;

"Buyrun câminin içinden çarşıya gidelim!"deyince, Ali bin Meymûn;

"Câmiler, Allahü teâlânın evleridir. İnsanlar burayı yol yapsın diye yapılmamıştır." deyip, çarşıya oradan da girmeyip başka yoldan girdi.

Ali bin Meymûn Mağribî hazretleri talebelerinin iyi yetişmeleri için son derece titizlik gösterirdi. Ufacık bir gevşekliklerine müsâmaha gös­termez ve gördüğü kusurları hemen düzeltirdi. Çok heybetli ve sert bir mîzâca sâhib idi.

Anadolu velîlerinden Ali Osman Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine sık sık şu nasîhatı yapardı: "Hiç kimse ile münâkaşa etme­yiniz. Söz dinleyiniz. Kim söz dinlerse, o benim öz oğlumdur. Birbirinizi sevin, beni sevmiş olursunuz. Aranızda dargınlık olmasın."

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebenin, maksadına kavuşması için çok çalışması, nefsini terbiye etmek için çok uğraşması lâzımdır. Fakat bir yol vardır ki, nefsi itmînâna kavuşturup, rûhu kısa zamanda yüksek derecelere ulaştırır. O da; Allahü teâlânın sevgili kullarından birinin gönlünü kazanmaktır. Zîrâ, onların kalbi, Allahü teâlânın nazar ettiği yerdir."

Irak evliyâsından Ali Sincârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Talebe iki kısımdır. Mürîd olanlar, severler, kalplerine kendilerine âit olan bir isteği, arzuyu getirmezler. Gayretleriyle tasavvuf derecelerine yükselmeye başlarlar. Murâd olanları ise sevilirler, dâvetlidirler, çekilirler ve yükseltilirler. Onun için murâdlar çok kıymetlidirler. Murâd olunanların başı ve sevilenlerin önderi Muhammed aleyhisselâmdır. Başkaları ona tufeyl yâni, yanısıra kabûl olunmaktadırlar. Onlara aradığını buldururlar ve gideceği yolu tamamlarlar. Artık onların nazarında kâinâtın hiçbir kıymeti yoktur. Hep Allahü teâlâyı düşünürler. Bu yolda fenâ makâmına kavuşurlar."

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin onuncusu Ârif-i Rivegerî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hocası Abdülhâ- lık-ı Goncdüvânî hazretleri; ilk sohbetinde şöyle dedi: "Hak yolcusu bir sâlik, talebe, vaktinin, zamânının değerini gâyet iyi bilmelidir. Üzerinden vakitler bir bir geçip giderken kendisinin ne hâlde olduğunu sezmeye bakmalıdır. Şâyet geçen bir an içinde, huzurlu ol­duysa, bunu şükür ge- rektiren bir hâl bilmeli. "Allah´ıma şükürler olsun." demelidir. Eğer gafletle geçip gitmiş ise, hemen onu telâfî etme yoluna gitmeli, yüce Yaratana nefsânî mâzeretini bildirip ondan bağışlanmasını dilemelidir..."

İstanbul´da yetişen büyük velîlerden Atpazarlı Osman Fadlı Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün hocası Zâkirzâde, talebelerinden bir işin yapılmasını istedi. Talebeler, o işi yapmak husûsunda biraz isteksiz hareket ettiler. Bu durumu duyan Seyyid Osman, Zâkirzâde´nin yanına giderek; "Emir buyuracağınız hizmet nedir sultânım? Derhal yerine geti­reyim." dedi. Zâkirzâde; "Senin dersin vardır. Bu işi yapman dersine mâ­nidir." deyince, Osman Fadlı Efendi; "Bu zamanda önce ve sonra ge­lenlerin ilimlerini elde edeceğimi bilsem, yine şerefli hizmetinizi yerine getirmeyi tercih ederim." dedi. Bu söz, Zâkirzâde Abdullah Efendinin çok hoşuna gitti. Sonra; "Emir Çelebi! Allahü tealâ sana, önce ve sonra ge­lenlerin ilimlerini nasîb ey...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

01 Şubat 2010, 11:18:32
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 01 Şubat 2010, 11:18:32 »

Celâl Tehâniserî hazretleri´nin talebelerinden birisi, birkaç sene onun sohbetlerinde bulunmasına rağmen, onda hiçbir mânevî hâl görülme­miş- ti. Bir gün Celâl Tehâniserî´nin sohbetinde bulunan bu talebe, kendi ken- dine; "Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ öyle bir zât idi ki, nazar ettiği kimse evli- yâlık mertebesine kavuşurdu. Bugün böyle bir zât yok." diye aklından ge- çirdi. Celâl Tehâniserî onun bu düşüncesine, Allahü teâlânın izni ile vâkıf oldu. Onun bulunduğu tarafa bakarak; "Bugün de öyleleri vardır." buyu- rup, bir kere ona baktılar. Talebe o anda evliyâlık mertebesine ka­vuştu ve kendinden geçti. Evliyâlıkta en yüksek dereceye kavuşan ta­lebe, kısa bir süre sonra vefât etti. Bunun üzerine Celâl Tehâniserî; "Herkesin bu işi kaldıracak gücü yoktur." buyurdular.

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) başkalarından bir şey istemeyi talebelerine yasak ederek; "Başkasına el açıp bir şey isteyen, bizim talebemiz değil­dir. Ona dünyâda da âhirette de şefâat etmeyiz ve ondan uzak dururuz. Biz, tale- belerimize dâimâ vermeyi, ihsân ve ikrâmlarda bulunmayı, her­kese karşı tevâzu üzere bulunmayı, tatlı sözlü, güler yüzlü olmayı tav­siye ediyoruz. El açıp istemek bizim yolumuzda yoktur." buyurdu.

Mevlânâ hazretleri her halleriyle insanları doğru yola teşvik eder, vâz ve nasîhatlarıyla hasta kalplere şifâ olan sözler söylerdi. Bir gün ta­lebelerine; "Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin gittiği Ehl-i sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihyâ etmelidir. Allahü teâlânın sevdiği amel­ler, ibâdetler ile, helâl yollardan çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını kazanarak, râzı olunan kullar zümresine dâhil olmalıdır. Hep helâli istemeli, helâlin­den yiyip, helâlinden içmeli ve helâlinden giymelidir. Söylediklerimiz, din- lediklerimiz, düşündüklerimiz hep helâl olmalı. Her hareketimizi Pey­gam- ber efendimizin hâl ve hareketlerine uydurmalıyız. Herkes, bir sa­nata sâ- hib olmalı ve din ilimlerini iyi öğrenmelidir. Talebelerimden bunu husûsen istiyorum. Bizim yolumuzda olanlara, kıyâmet günü yardımcı olur, yüzle- rinin ak olmasına çalışırız. Ancak, edebe riâyet etmeyenler ve Ehl-i sün- net yoluna muhâlefet edenler, kıyâmet günü bizi göremeyecek­lerdir." bu- yurdular.

Mevlânâ hazretleri vefâtından az önce talebelerini topladı. Şefkatle onlara baktı ve; "Vefâtımdan sonra hâtırınıza perişan ve huzursuz oluruz diye gelmesin. Ne hâlde olursanız olunuz, benimle olun. Beni hatırlayın. Allahü teâlânın izniyle size kendimi gösterir, maddî ve mânevî yardım­larda bulunurum. Karada ve denizde, Allahü teâlânın izniyle imdâdınıza yetişirim. Sözlerimi iyi dinleyiniz, size bâzı tavsiyelerde bulunacağım. Bunları işitenler, işitmeyenlere söylesinler. Gizli ve âşikâr Allahü teâlâ- dan korkunuz. Günahlardan sakınınız. Az yiyip, az uyuyup, az konuşu- nuz. Çok oruç tutunuz. Zamanlarınızı namaz kılarak değerlendirin. Şeh- veti terkedip, sefihlerle, câhillerle mücâdele etmeyiniz. Onlarla otu­rup kalkmayınız. Onları kendinize muhatap etmeyip, hep iyi insanlarla berâ- ber olunuz. Ya hayır konuşunuz veya susunuz. İnsanların sıkıntıla­rına sabrediniz. Biliniz ki, insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.

Kabrimin üzerine yapacağınız türbenin kubbesi yüksek olsun. Çok uzaklardan görünsün. Çünkü, türbemi görenler doğru bir îtikâd ile beni, Allahü teâlâya vesîle ederek duâ ederler. Beni vesîle ederek Allahü te- âlâdan rahmet ve mağfiret isterlerse, duâlarının kabûl olması için ben de Rabbimize yalvarırım. Böylece duâlarının netîcesi, Allahü teâlânın iz­niyle hâsıl olur. Rahmet ve mağfirete mazhar olurlar." buyurdu.

Hindistan evliyâsının büyüklerinden Celâleddîn Tebrîzî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) talebelerine vasıyyetinde; "Benim size nasîha­tim, Allahü teâlâdan korkarak, O´nun emir ve yasaklarına riâyet etmeniz­dir." buyur- du.

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin huzûruna zengin bir kimse gelip tövbe etti ve talebe­liğe kabûlünü istedi. Malını da fakirlere dağıttı. Bin altını kaldı. Cüneyd-i Bağdâdî; "Bu bin altını da Dicle nehrine at." buyurdu. O kimse, Dicle ke­narına gidip altınları birer birer nehre attı. Geri döndüğünde Cüneyd-i Bağdâdî kendisine heybetle bakıp; "Niçin hepsini birden atmadın da birer birer sayarak attın? Demek hâlâ, gönlünde onlara muhabbet var." bu­yurdu ve bir müddet kendisini sohbetlere kabûl etmedi. Sonunda o kimse buna da tövbe edip, nihâyet talebeliğe kabûl edildi.

Konya´da yetişen evliyânın büyüklerinden Çelebi Hüsâmeddîn haz­retleri, Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin en önde gelen talebesi olup, onun halîfesi ve vekîlidir. İsmi, Hasan bin Muhammed?dir. Nesebi, Tâc-ül-Ârifîn Ebü´l-Vefâ hazretlerine dayanır.

Mevlânâ´nın, Çelebi Hüsâmeddîn´e karşı îtibârı fevkalâde çok idi. Bir kış günü, sabahın erken saatlerinde kalkan Mevlânâ, dergâhın kapısına gelmişti. Namaz vakti girmediği için kapı kapalıydı. Bir taraftan da kar yağıyordu. Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddîn´in kapısının karşısında hizmet­kâr gibi el bağlayıp beklemeye başladı. Kar lapa lapa yağdıkça, Mevlâ- nâ´nın üzerini örtüyordu. Namaz vakti geldiğinde kapıyı açan Çe­lebi Hüsâmeddîn, karşısında karlar altında kalmış bir kimse gördü. Yak­laşıp dikkatle baktığında, hocası olduğunu anladı ve; "Cânım efendim! Bu ne hâldir ki, bu fakîrin kapısında karlar altında beklersiniz?" diyerek ayak- larına kapanıp özürler diledi. Mevlânâ ise, talebesinin bu hareketine mâni olmak isteyip; "Ey Hüsâmeddîn! İşte hoca, talebesini bu mertebede gözetirse, talebe de hocasına o kadar bağlı olur." buyurdu.

Çelebi Hüsâmeddîn, Mevlânâ hazretleri derse gelmediği zamanlar talebelere ders verir, onları irşâd eder, doğru yolu gösterir yetiştirirdi. Bâ- zıları; "Bu sonradan gelip, Arabîyi dahî bilmeyen kimseye nasıl böyle bir vazîfe verilir?" diye dedikodu yaptılar. Bir gece Çelebi Hüsâmeddîn rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Sevgili Peygamberimiz; "İlim deryâsında bir damla nasîbin olsun, bunu muhâfaza eyle de, sana düş­man olanların sözleri kesilsin." buyurarak mübârek ağzının suyundan bir mikdâr Çelebi Hüsâmeddîn´in ağzına sürdüler. O andan îtibâren Arabî li­sânıyla konuşmaya başladı. O günden sonra hiç kimse böyle sözler söylemedi.

Hindistan´da yetişen çeştiyye yolunun büyük velîlerinden Çırağ-ı Dehli Nasîruddîn Mahmûd (rahmetullahi teâlâ aleyh) sultanın memur- ların­dan olan bir talebesine şöyle buyurdular: "Bilmelisin ki, evindeki atla- rın, hizmetçilerin, dînarların ve dirhemlerin bir gün senden alınacak. O halde, ilâhî irâde ile elinden alınacak şeyler için niçin endişe ediyorsun? Onlar için endişe etmek faydasız değil mi? Ebedî olan şeyler için endişe etme­lisin. Gözlerimizin önünden kimlerin geçtiğini ve onlardan kaç tâne- sinin göçüp gittiğini iyice düşünmelisin. Onlar bizden öndeydiler ve biz- den önde gittiler."

Nasîruddîn Mahmûd hazretlerinin vefâtı yaklaştığı sırada, en sevdiği talebesi Mevlânâ Zeynüddîn Ali, hocasının yerine mânevî bir halef tâyin edilmesi zarûretini hissederek, hocasına şu şekilde arz etti: "Efendim! Talebeleriniz arasında kıymetliler vardır. Onlardan birini mânevî halîfeniz olarak tâyin ederseniz, bu yolun eski âdet ve gelenekleri, şimdiye kadar olduğu gibi, devâm etmiş olur." Bu teklif üzerine Nasîruddîn Mahmûd, Mevlânâ Zeynüddîn´den bu vazîfe için uygun bulduğu talebelerin listesini kendisine getirmesini söyledi. Mevlânâ Zeynüddîn Ali, talebeleri birinci, ikinci ve üçüncü derece olarak üç sınıf hâlinde seçerek hazırladığı listeyi hocasına arzetti. Bu isimleri gözden geçirdikten sonra, Nasîrüddîn Mah- mûd; "Şüphesiz bunlar, dînini sevenlerdir. Fakat korkarım ki, hiç bi­risi di- ğerinin yükünü omuzlarında taşıyamazlar." buyurdu. Bu açıkca, ve­rilen listeye hayır mânâsında bir cevaptı. Gerçekten öyle oldu. Hocasın­dan kendisine geçen bu yolun emânetlerini kimseye vermedi ve kendi­sinde götürdü.

İskenderiye´de yetişen büyük velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir talebe, kendisine ilim ve edeb öğre- ten ve hakîkî âlim olan hocasına edep ve muhabbetle nazar edip bakın- ca, hak yoluna girmiş olur."

Evliyânın büyüklerinden ve hadîs âlimi Dırâr bin Mürre (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) talebelerine; "Yanıma teker teker gelin, toplu hâlde gelmeyin. Çünkü toplu geldiğinizde vaktinizi aranızda şuradan bu­radan konuşmakla geçirirsiniz. Fakat yalnız geldiğinizde, ya dersinizle meşgul olursunuz, yâhut Allahü teâlâyı anarsınız. Bunlar sizin için daha hayırlı- dır." buyururdu.

Tâbiînden, âlim ve velî Ebû Abdurrahmân Sülemî (rahmetullahi te- âlâ aleyh) talebelerinden ücret almaz, hediyelerini kabul etmez ve; "Biz Allahü teâlânın kitabını ücretle satmayız." derdi. Âyet-i kerîmeleri beşer beşer okuturdu ve; "Bizim Kur´ân-ı kerîm öğrendiğimiz, kırâat dersi aldı­ğımız sahâbîler, okudukları on âyeti öğrenip bu âyet-i kerîmelerde buy- rulan hususlarla amel etmeden başka âyet okumazlardı. Bizden sonra gelenler, Kur´ân-ı kerîm okuyacaklar onu su gibi içecekler fakat Kur´ân-ı kerîm boğazlarından aşağıya inmeyecek." buyururdu.

Hiçbir zorluk karşısında Kur´ân-ı kerîm okumayı ve kırâat derslerini ihmâl etmezdi.

Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­lerine ?Hocasına muhâlefet edenin hâli nicedir?" diye soran birisine; "Her kim hocasına kalbinden muhâlefet etmeye niyet etse, onunla aynı yolda bulunamaz. Verdiği sözü bozmuş olur. Bunun için tövbe etmesi vâcib olur. Üstâdına saygısızlık edenler içinse tövbe yoktur." buyurdu.

Ebû Ali Dekkâk hazretleri talebelerinin tâkat ve kudretine göre iş ve­rirdi. Bâzılarına ağır, bâzılarına hafif işler verirdi. "Niye böyle yapıyorsu­nuz." denildikte; "Bir kimse bakkallık yapacaksa, ona bir ton sabun lâ­zım, yok eğer çamaşırlarımızı yıkıyacaksa, bir kilo sabun yeter." derdi.

Kendilerine ?Silsile-i al...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

01 Şubat 2010, 11:19:04
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #3 : 01 Şubat 2010, 11:19:04 »

Seyyid Tâhâ hazretleri bir gün Câmi-i Şerîfin duvarına dayanarak Seyyid Fehim hazretlerine işâret ederek yanına çağırdı. O da yanına ge­lince; "Çok zekîsin, ilme istekli ve kâbiliyetlisin. Muhakkak Mutavvel kita­bını okumalısın." buyurdu. Seyyid Fehim hazretleri; "Kitabım yok. Bizim taraflarda Mutavvel okunmaz." diye arz edince, kendi kitabını hediye etti. Muş´un Bulanık kazâsının Âbirî köyünde Molla Resûl Sibkî ismindeki bü­yük âlime gidip okumasını tavsiye buyurdu. Huzûrundan ayrılırken; "Sen zekî ve tedkik edici bir ilim tâlibisin. Suâllerine hocalar tatmin edici cevap veremezler ve rahatsız olurlar. Derslerin tâkibi esnâsında bir zorlukla karşılaşırsan, onları rahatsız etme. Elini göğsüne koy ve beni hatırla. İn- şâallah derhal müşkilini hallederim." buyurdu.

Hocasının elini öpüp duâsını alan Seyyid Fehim Arvâsî, Mutavvel okumak üzere zamânın Doğu Anadolu´daki en büyük âlimlerinden olan Molla Resûl Sibkî´nin huzûruna vardı. Molla Resûl; "Ben Arvas âilesin­den birisine ders okutmak arzusundaydım. Çünkü, Arvas´ta Molla Resûl Zekî´den okudum. O âileden gelen bu zâtta zekâ eseri göremiyorum. Hayret o âilenin fertleri çok zekî olurlardı." dedi. Seyyid Fehim Arvâsî, Molla Resûl´den ders almaya başladı. Fakat Seyyid Tâhâ hazretlerinin tavsiyesine uyarak ders esnâsında suâl sormamaya dikkat ediyordu. Hattâ Molla Resûl, Seyyid Fehim´in talebelerinden Molla Hâlid´e; "Senin hocan suâl sormuyor. Zekâsız mıdır, yoksa utanıyor mu?" diye sordu. Molla Hâlid de; "Evet ben başlangıçtan beri bu zâtın yanında okuyor­dum. Bir zaman hocalarına çok suâl sorar, hocalar ona cevap vermekten âciz kalırlardı. Fakat Nehri´den döndükten sonra ne hikmetse suâl sor­mayı terk etti. İlim öğrenmedeki kâbiliyetine gelince: "Kusura bakmayın, bendeniz onun sizden yüksek olduğunu tahmin ederim." diye arz etti.

Bir gün Molla Resûl´den Mutavvel´i okurken hocasına; "Burayı anla­yamadım." dedi. Molla Resûl tekrar anlattı. Fakat Seyyid Fehim-i Arvâsî yine anlayamadığını söyledi. Molla Resûl cümleyi birkaç defa okuduktan sonra; "Bugün yoruldum, yarın anlatırım." dedi. Ertesi gün okudu fakat yine açıklayamadı. O gece Molla Resûl de, Seyyid Fehim de düşündüler. Üçüncü gün aynı yere gelince, Molla Resûl oradaki inceliği yine açıkla­yamadı. O sırada Seyyid Fehim hocası Seyyid Tâhâ hazretlerinin; "Ders okurken anlayamadığın yer olursa, beni hatırla." sözünü hatırladı. Molla Resûl dersi mütâlaa etmekle meşgûlken, Seyyid Fehim gözlerini kapa­yıp, mürşidi Seyyid Tâhâ hazretlerini gözünün önüne getirdi. Seyyid Tâhâ elinde bir kitab ile göründü. Kitabı Seyyid Fehim´in önüne açtı. Mu- tavvel´in o sayfasıydı. O satırları açık olarak okudu. Seyyid Fehim me- rakla dikkat ediyordu. O cümlenin arasında bir atıf vavı (ve harfi) fazla okudu. Seyyid Tâhâ hazretleri kaybolunca, Seyyid Fehim gözlerini açtı. Molla Resûl´ün o satırları okuyup düşünmekte olduğunu gördü. Molla Resûl´den izin isteyip, hocasından duyduğu gibi bir (ve) ekleyerek oku- du. Molla Resûl bunu işitince; "Mânâ şimdi anlaşıldı." dedi. İkisi de iyice anlamıştı. Molla Resûl; "Bu satırları yirmi senedir okudum, anlattım. Fa- kat hep anlamadan anlatırdım. Şimdi iyi anladım. Söyle bakalım bunu doğru okumak senin işin değil. Ben senelerce bunu anlayamadım. Sen nasıl anladın? Bu (ve)yi okudun, mânâ düzeldi." dedi. Seyyid Fehim, mürşidi Seyyid Tâhâ hazretlerini hatırlayıp yardım istediğini söyledi. Mür- şidinden nasıl öğrendiğini anlattı. Molla Resûl; "Îmândan sonra küfür yoktur." diyerek kitabı kapattı. Seyyid Fehim ile birlikte Nehrî´nin yolunu tuttular. Onlar yolda iken Seyyid Tâhâ hazretleri; "Hazret-i Seyyid Fehim güzel bir hediye ile geliyor." buyurdu. Kısa bir müddet sonra Seyyid Fehim´le birlikte gelen Molla Resûl de Seyyid Tâhâ hazretlerinin sohbe­tine kavuşup, talebelerinden oldu. Onun huzûrunda mânevî olgunluğa e- rişip, zâhirî ilimlerde olduğu gibi, tasavvuf ilminde de yetişti. Seyyid Tâhâ hazretleri Molla Resûl´e hilâfet vererek insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi.

Hocası ve mürşidi Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna tekrar dönen Seyyid Fehim, onun hizmet ve sohbetlerinde bulundu. Seyyid Tâhâ haz­retlerine olan muhabbet ve bağlılığı sebebiyle onun yattığı odanın dış ta­rafında pencereye yüzünü döner ve sabahlara kadar ayakta durup, onun güneş gibi nûr saçan feyizlerinden istifâdeye çalışırdı. Hattâ bir defâ­sında bununla yetinmeyip, soğuk bir gecede şiddetli kar yağarken, kapı­nın dışında uzandı. Mübârek başını kapının eşiğine koyarak yattı. Şid­detli yağan kar, mübârek vücûdunu örttü. Fakat muhabbetle yanan kalbi ile kar altında çeşit çeşit feyz ve bereketlere kavuştu. Seyyid Tâhâ haz­retleri teheccüd namazını kılmak için mescide gitmek üzere kapıyı açtı. Ayağını kapıdan dışarı atınca, Seyyid Fehim´in sırtına bastı. Seyyid Fe- him hemen ayağa kalkıp edeple mürşidinin karşısında durdu. Seyyid Tâhâ hazretleri; "Yeter Molla Fehim. Benim kanâatime göre bugün ilimde bir ummânsınız. Seyyid Şerîf Cürcânî hazretlerinden sonra ilimde sey- yidlerin yüzünü siz güldürdünüz. Bu ilmi bu kadar yere sermeyiniz." bu- yurdu. Seyyid Fehim hazretleri ise; "Bu ilimden bütün istifâdem, haz- retinizin bir nazarıyla olana yetişememiştir. Bendeniz menfaatimi arı­yorum." diye cevap verdi. Bunun üzerine Seyyid Tâhâ hazretleri onu ku­cakladı, gecenin karanlığında cihânı aydınlatacak mânevî nûrları ihsân etti. Elini tutarak berâber mescide gittiler.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin hizmet ve sohbetinde tasavvuf yolunun en yüksek derecelerine kavuşan Seyyid Fehim (kuddise sirruh) , büyük bir velî oldu. Mutlak hilâfetle şereflenme zamânı gelince, üstadı Seyyid Tâhâ onu huzûruna çağırdı ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak, onların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa kavuşmalarına vesîle olmakla vazîfelendirdi. Fakat Seyyid Fehim; "Bu bir ağır yüktür. Ben bunu kaldıramam. Hem de buna lâyık değilim." deyip çekingen dav­randı. Seyyid Tâhâ hazretleri; "Bu bir emr-i ihtiyârî, isteğe bağlı bir iş de­ğil, emr-i zarûrî olup, mecbûrî iştir." buyurdu. Memleketi olan Arvas´a gitmesini emretti. Yola çıkacağı zaman tekrar huzûruna çağırdı, kitapla­rın içindeki mektuplarını kendisine göstererek; "Bu ihlâs ve muhabbet si­zin değil midir? Neden imtinâ ediyorsunuz. Yemin ederim ki sizin hilâfe­tiniz, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz tarafından tas­dik buyrulmuş ve bütün sâdât-ı kirâm büyükler tasdik buyurmuş, ben de tasdik etmek zorundayım. Siz de kabûl etmek mecbûriyetindesiniz." bu­yurdu.

Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilim öğrenmeye teşvik eder, niyetin hâlis olmasının önemini belirtir, bu hususta; "İlim tahsîli doğru bir niyet ve temiz bir gâye ile olursa, bundan daha yüksek amel olmaz. Fakat çokları ilmi, gereğini yapmak için tahsîl etmiyor. Bilakis ilmi dünyâlık elde etmek için bir ağ gibi kullanıyor." bu­yurdular.

Evliyânın büyüklerinden ve Şâfiî mezhebî fıkıh âlimi Muhammed Gamrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendisine talebe olmak isteyeni, kendi başına sormadan iş yapmıyacağına dâir söz aldıktan sonra talebeliğe kabûl ederdi. Bundan sonra talebe her işinde, her hareketinde tamâmen hocasına tâbi olurdu. Kendi istek ve arzuları kalmaz, hocasının dedikle­rine uygun yaşardı.

Hindistan´ın büyük velîlerinden Hâce Osman Hârûnî hazretleri, Hâ- ce Hacı Şerîf Zendenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinden edep ve ilim öğrendi. Osman Hârûnî, ilk defâ hocasının huzûruna gelip tövbe e- dince, hocası ona; "Şu dört şeyi terk etmelisin: 1) Dünyâyı ve dünyâ eh- lini, 2) Arzularını ve hırslarını, 3) Nefsin neyi hatırlayıp isterse onu, 4) Allahü teâlâyı zikretmek için, gece uykuyu. Netice olarak Allahü teâlâdan başka her şeyi terk etmelisin. Herkesi kendinden iyi bil ki, hepsinden iyi olasın. Tevâzu sâhibi ve alçak gönüllü ol ki, evliyâlık makâmına ulaşa­sın. Böyle olmayanın bizim yolumuzla ilgisi yoktur." buyurdu.

Evliyânın büyüklerinden, kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi birincisi olan Hâcegî Muhammed Emkenegî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hakkında Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir mektûbunda şöyle buyurmuştur: "Hâcegî Emkenegî kuddise sirruh Hak âşıklarını hakîkî mahbûba kavuşturmak için sıkıntılara katlanarak ve zâ- hiren kırıklık içerisinde senelerce rehberlik yaptı. Bir gün talebelerinin bir kısmı ile dikenlik bir yerden geçiyorlardı. Bir talebesinin ayakları yalın idi. Hemen her adımda bir diken batıyordu. İçinden gizlice âh çekiyor ve a- yağını da hocasının İzinden ayırmıyor, tâkib ediyordu. Hocası Emkene- gî hazretleri onun bu hâli üzerine iltifât edip; "Kardeşim ayağa elem dike- ni batmadıkça, murâd gülü açılmaz." buyurdu. Bu söz üzerine talebenin gönlü pek ziyâde hoşnûd oldu..."

Konya´da yetişen velîlerinden Hacı Veyiszâde Mustafa Efendi (rah- metullahi teâlâ aleyh) zamanında bir gün Konya´nın yakın köylerin­den fakir bir genç okumak için Konya´ya gelip İmâm-Hatip Okuluna kay­doldu. Konya´ya gelirken annesi bir miktar yiyecek koymuştu. Okulun açıldığı ilk gün Kâdı İzzeddîn Câmiinde akşam namazı kılan genç, mah­zun mahzun duruyordu. Bunu fark eden bir zât onun yanına yaklaşıp kim olduğunu, ne için geldiğini sordu. Genç; "Okumak için geldim. İmâm-Ha­tîbe kay- doldum. Fakat yatacak yerim yok." dedi. O zât, o genci yanına alarak hemen arka mahallede bulunan ve imâmı olmadığı için aylardır kapalı duran mahalle mescidine götürdü. Mescidin küçük bir imâm evi vardı. O zât; "İstersen burada kalabilirsin. Senden sâdece burada imâm­lık yap- manı istiyorum." dedi. O genç kabûl etti.

Kısa süre sonra köyünden getirdiği yiyecekler bitti. Birkaç gün aç ka- lınca, köye gitmek için hazırlandı. Tam bu sırada yaşlı bir zât kapıyı çal- dı. Mescidin İmâm-Hatip okuluna giden, imâmının kendisi olup olma­dığını sordu. O da evet cevâbını verince; "Al yavrum bunu sana Hacı Ve- yiszâde Hoca gönderdi. Selamı vardır. Dersine devâm etmeni, ye´se k...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

01 Şubat 2010, 11:21:05
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #4 : 01 Şubat 2010, 11:21:05 »

Büyük velîlerden Kâsım Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretle­rinin talebelerinden biri Allahü teâlânın en sevgili kullarından sayılan bir kutup görmek arzu ederdi. Kâsım Çelebi onun bu arzusunu anlayınca ta- lebeyi bir iş sebebiyle Bursa´ya gönderdi. Talebe, deniz yoluyla gider­ken fırtına çıktı. Nasıl olduğunu anlamadan kendisini bir adanın orta­sında buldu. Adada yalnız başına dolaşmaya başladı. Netîcede çimenlik bir ye- re oturdu. Etrafta kimsecikler yoktu. Akşama kadar oralarda kaldı. Ak- şam olunca adanın herbir tarafından yedi kişinin kendisine doğru gel­diğini gördü. Bir ara aralarında bâzı şeyler konuştular. İçlerinden birinin yüzü örtülüydü. Sonra cemâat hâlinde akşam namazını edâ ettiler. Yüzü örtülüleri imâm olmuştu. Daha sonra herbiri geri dönüp geldikleri tarafa gitmek için yola koyuldular. Talebe, onların yanından ayrıldıklarını gö­rün- ce feryâd etti. Bunun üzerine yüzü örtülü olan, o talebeye dönüp; "Oğ- lum! Niçin hocan ile kanâat etmeyip başka kimse ararsın. İçinden kutup görme arzusunu çıkar." dedi. Talebe şaşkınlıkla; "Peki efendim." deyip tövbe etti. Yüzü örtülü olana dikkatlice baktığında onun kendi ho­cası Kâ- sım Çelebi olduğunu anladı. Kâsım Çelebi talebesine tebes­sümle; "Sen arkadan gelirsin. Bizim acele işimiz var." buyurdu ve ayrıldı. O talebe kırk gün sonra İstanbul´a döndü. Dergâha geldiğinde hocasının vefât et- tiğini gördü.

Çin, Hindistan, İran ve Anadolu´da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri talebelerine nasîhat ederek, buyurdular ki: "Ey kardeşlerim! Size dört nasîhatım var­dır. Mutlaka tutunuz. Yerime kimi vekil kıldı isem ona hürmetkâr olup, itâat ediniz. Kur´ân-ı kerîm öğrenip, okumaya devâm ederek emir ve ya­saklarını gözetiniz. Bir misâfir geldi- ğinde evinizde ağırlayıp, hemen ne var ise hazırlayıp ikrâm ve hizmet ediniz. Birbirinizle dost olunuz. Birbiri­nizle muhabbetli olunuz. Sakın düş- manlık edip nifâka sürüklenmeyiniz. Birbirinizden uzak düşer parçalanır- sınız."

"Bu iki parmağımın yanyana durması gibi îmân ve muhabbet birlik­tedir. Allahü teâlânın rızâsı için her ikisi de mutlaka lâzımdır. Muhabbetin şartlarına son derece dikkat ediniz. Din kardeşlerinizi seviniz. Yakınday­ken de, gıyâbında da seviniz, sevişiniz."

"Alahü teâlânın emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmayı ga- nîmet biliniz."

Büyük velî, fıkıh, tefsîr, hadîs ve kelâm âlimi Kuşeyrî hazretleri, İs- ferâînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin derslerinde not tutmaz, sâdece dinlerdi. Bir gün hocası ona "Niçin yazmıyorsun? İyice öğrenmek için yazmak lâzım." deyince, Kuşeyrî, o âna kadar hocasının anlattığı derslerin hepsini tekrâr etti. Bunun üzerine hocası; artık derse girmesine lüzum kalmadığını, bundan sonra kitapları kendisinin mütâlaa etmesini ve anlayamadığı yer olursa sormasını söyledi. Kuşeyrî, İbn-i Fûrek ve E- bû İshâk İsferâînî´nin usûllerini iyice kavradıktan sonra, meşhûr kelâm âlimlerinden Ebû Bekr el-Bâkıllânî´nin kitaplarını mütâlaa etti. Kuşeyrî´nin aklî ilimleri tahsil etmeye düşkün olması, kelâm ve akâid ilimlerini bütün incelikleriyle öğrenmesini sağladı. Bütün bu ilimleri okurken, aynı za­man- da hocası Ebû Ali Dekkak´ın sohbetlerine de devâm ediyordu. Bu arada hocası Ebû Ali Dekkak´ın kızı, ilim, edeb sâhibi ve zamanın en çok ibâ- det edenlerinden olan Fâtıma hâtunla evlendi. Kuşeyrî´nin Fâtıma ha­nımından altı erkek ve bir kız olmak üzere yedi çocuğu olmuştur.

Üsküp´de yaşamış büyük velîlerden Lütfullah Üskübî hazretleri, Abdullah-i İlâhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin hizmetine girişini şöyle anlatır: "Abdullah-ı İlâhî, mıknatıs gibi beni kendine çekti. Kalbim ona tutuldu. Bir gün arkadaşlarımla öğle namazını kılmak için Zeyrek Câmiine gittik. Namaz vaktini beklerken, hatırıma Abdullah-i İlâhî´nin ve­lîlik derecesini ve kerâmet göstermedeki gücünü imtihân etmek geldi. Bu düşüncede bir köşede otururken, kıble tarafından bir el göründü. Fakat elin sâhibi görünmüyordu. Bu el, beni ileri çekti. Bir saf ileri geçtim. Aynı şekilde üç defâ çekti, ben de üç saf ileri geçtim. Sonra namaz vakti geldi, sünnetler kılındı. İkâmet getirildiğinde, Abdullah-i İlâhî odasından çıkıp bize öğle namazını kıldırdı. Namazdan sonra, onun elini öpmek için ileri vardım. Baktım ki, hocanın elleri, beni namazdan önce ileri çeken eldi. Bu hâdiseden Abdullah-i İlâhî´nin büyük bir velî olduğunu anladım. Beni ileri çekmesinden de, tasavvuf yolunda bu zavallıyı yüksek derecelere çıkaracağını anladım. Abdullah-ı İlâhî´yi imtihân etmeye kalkıştığım için özür dileyip, ellerini öptüm. Bana; "Bizi bir kere imtihân etmen kâfi gel­medi mi? Üç defâ imtihân ettin. Buna ne lüzûm vardı?" dedi. O anda çok utandım. Çok özürler dileyerek beni talebe olarak kabûl etmesi için yal­vardım. Bu yalvarmalarım karşısında bana; "Bize hizmet etmek, talebe olmak çok zor iştir. Sen buna tâkat getiremezsin. Önce seni bir deneye­lim. Talebeler için kullanılan boşalmış testileri eline alıp su getirebilir mi­sin? Eğer bu işi yapabilirsen, seni kabûl edelim." dedi. Ben, hemen üze­rimdeki elbisemi çıkardım. Testileri elime alıp zâviyeye su getirdim. Be­nim candan ve samîmî olarak bu işteki isteğimi görünce talebeliğe kabûl etti. Uzun zaman hizmetinde bulundum. Her emrini canla başla yerine getirdim. Hocama olan hizmet ve sevgim sebebiyle yüksek derecelere, mânevî hâllere kavuştum."

Harput´un büyük velîlerinden Seyyid Mahmûd Sâminî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri talebesi Osman Bedreddîn Efendiye buyurdular ki: "Hâfız, ne söylersen kitabdan söyle. Bunda iki fâide vardır: 1) Sen ara­dan çıkarsın, sana gurur gelmez. Zîrâ söylediğin söz, senin değil, baş­kasınındır. 2) Birisi itiraz ederse, başkasının sözü olduğu için yine senin nefsin araya girmez. Bu sûrette insana hiddet ve can sıkıntısı da gelmez. Söylediğin söz, doğru ise de, yanlış ise de, kitabın sâhibine âiddir."

"Yarın cenâb-ı Hak, bizim adamlarımıza azab ederse, biz de üzülü­rüz. İnşâallah ne onlara azab edilir, ne de biz mahzûn oluruz."

Medîne-i münevverede yaşayan âlim ve velîlerden İmâm-ı Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilmiyle amel eden yüksek bir velîydi. Bu­yurdular ki: "İlim öğrenmek isteyen kimsenin vakarlı ve Allahü teâlâdan korkması lâzımdır. İlim, çok rivâyet etmek değildir. İlim bir nûrdur. Allahü teâlâ bu nûru sevdiği mümin kullarının kalbine koyar

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarından Mazhar-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin seksen yedi mektubu ve melfûzâtı, Kelimât-ı Tayyi- bât denilen kitapta vardır. Mektuplarından biri:

"Kardeşim, zamânı­mız talebesinin zaîfliğinden, evliyâdan keşf ve kerâmet istediklerinden ve birinci asrı göz önünde tutmadıklarından bah- seden mektubunuz geldi. Biliniz ki, başka şeyhlere meyli olan sefihleri, akılsız kimseleri talebe edinmeye lüzum yoktur. Akıllı ve muhlis kimse- lerden, bu işe tâlib olanları kabul etmelidir. Üzülmeyiniz. Allahü teâlâ ha- kîkî hakîmdir. Âl-i İmrân sû­resi 31. âyetinde meâlen; "Ey Habîbim! Onla- ra de ki, eğer Allah´ı sevi­yorsanız, bana tâbi olunuz. Allah da sizi sever." buyrulması, bütün yol­lardaki sâliklerin, talebelerin maksadı olan Allahü teâlânın sevgisini ve rızâsını kazanmağı, Peygamber efendimize tâbi olmaya bağlı kıldı. O mütehassıs doktor, kulları gaflet ve günâh hasta- lıklarından kurtarmak için, ilâç ve perhiz yerinde olan emir ve yasakları gönderdi. Bu reçeteyi tatbik edip, uygun ilâçları alan, perhize riâyet eden sıhhat ve şifâ bulur. Kaçınan kendini ziyân ve telef etmiş olur.

Bu reçetenin bir sûreti, bir de hakîkati vardır. Sûreti ile avâm müslü- manları hareket eder. Bu da, îtikâdını düzelttikten sonra kitab ve sünnete uygun olarak amel edip, emir ve yasaklara uymakla olur. Karşı­lığı da Cennet´in nîmetleri ve Cehennem´den kurtulmaktır. Hakîkati ise havassa, seçkinlere mahsûs olup, kalblerin nûrlanması, parlaması ve nefslerin tezkiyesi, temizlenmesidir. Bunda bildirilmiş olan sûret bulun­makla berâ- ber, riyâzet ve mücâhedelerde de vardır. Burada ele geçen, tecellî ve keşflerdir. Sûrete îmân ve İslâm, hakîkate ise ihsân denir. Nite­kim Ha- dîs-i şerîfde; "İhsân; Rabbine, onu görür gibi ibâdet etmendir." buyruldu. Hakîkatsız sûret, derideki hastalıklara çâre bulmada, çıban ve yaralar üzerine konulan merhem ve ilâçlar gibidir. Yarayı iyileştirir, çıbanı geçirir. Elbette faydasız değildir. Hakîkatın ise, sûretsiz hiç faydası yok­tur. Belki o hakîkat değil, mekr-i ilâhîdir. Bundan Allahü teâlâya sığınırız.

Hakîkat, temizlemek, yâni hastalıklı, mikroplu, bozuk maddeleri çı­karıp atmak gibidir. Çünkü yerinde kalırlarsa, yine hasta edebilirler. Tam sıhhate kavuşmak, büsbütün şifâ bulmak, bu iki tedâvinin birlikte yapıl­masıyla olur. Bu açıklamadan, Peygamber efendimizin tedavisinin, Es- hâb-ı kirâmın tabiatlarında nasıl sıhhat ve şifâ tesirleri yaptığı kolay­lıkla anlaşılabilir. Muhakkak ki, o tedâvî ve ilâç, Allahü teâlâyı çok sev­mek, bütün gayretiyle Resûlullah´a tâbi olmak, tâat ve ibâdetlerden lez­zet duymak ve günahları çirkin görüp, nefret etmekten başkası değildi. Bu da onlarda kalblerin huzûru ve nefslerin temizlenmesi tesirini yapı­yordu. Resûl-i ekremin bereketli sohbeti ve İslâmiyet reçetesinin tatbîki ile, bu mertebelere pek kısa zamanda, belki bir anda kavuşuyorlardı. Onlar, daha sonraki asırlarda söylenen zevk ve mevâcidlerden ziyâde, sûret ve hakîkate son derece riâyet ve ihtimâm gösterip, hakîkati koru­yan sûreti muhâfaza edip, keşf ve kerâmete îtinâ göstermediler. Bunları kemâlin, olgunluğun îcâb ve şartlarından saymadılar.

O hâlde, tam sıhhate kavuşmak yâni Muhammedî nisbet isteyen bir tâlib, Resûlullah´ın sünnetine uymayı, bütün riyâzet ve mücâhedelerden üstün ve buna âid olan nûr ve bereketleri, bütün feyzlerden efdal bilmeli­dir. Bütün zevk ve m...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1] 2   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes