> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > İslam Kültürü > İslam Kültürü K-Z > Talebe
Sayfa: 1 [2]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Talebe  (Okunma Sayısı 4504 defa)
01 Şubat 2010, 11:21:42
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #5 : 01 Şubat 2010, 11:21:42 »



14. Makâm-ı Muhibbandır (muhabbet makâmıdır). Bu makam, Pey­gamberlerin en üstünü olan Sevgili Peygamberimiz Muhammed Musta­fâ´nın makâmıdır.

Âlim ve velî Müstekîmzâde Süleymân Sâdeddîn Efendi hazretleri, Mehmed Emîn Tokâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine talebe ol­masını şöyle anlatır:

"...Şeyhülislâm Hâmid Efendi Medresesinin müderrisi, Hâcegân yo­lunun büyüklerinden ihtiyâr ve mübârek bir zât idi. Bu zât haftada iki gün medresede ders verirdi. Ondan, Akâid-i Molla Celâl´i okuyordum. Böy­le- ce derse devâm ediyordum. Birgün ders sırasında, mübârek bir zât ders- hâneye geldi. Bu zâtı sâdece şahsen tanıyordum. Bu mübârek zât bize ders veren hoca ile ahbablığı olduğundan, bâzan medreseye gelir­miş. O içeri girince, bize ders veren hoca ona hürmet göstererek, dersi kesip, tehir etti, sözü o zâta bıraktı. Gelen zât da sohbete başladı. Soh­bet sıra- sında bana iltifât göstererek, tasavvufî bahislerden ve dînin emirlerine uyma husûsunda öyle şeyler anlattı ki, dinleyenler çok istifâde ettiler. Ben sohbet sırasında gözyaşlarımı tutamayıp ağlamaya başla­dım. Nihâ- yet sohbetini bitirip, gitmek üzere kalktı ve hürmetle uğurlandı. Ben bu zâta tutulup, hayrân oldum, kendisinden istifâde için kim oldu­ğunu öğ- renmek istedim. "Bu zât, Şeyh Mehmed Emîn Tokâdî´dir. Çok yüksek bir zâttır." dediler. Meğer Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri bizim dershâne- mize gelmeden biraz önce, kendi evinde toplananlara sohbet etmiş ve onlara şöyle demiş: "Hayli zamandır ortalıkta dolaşan bir av vardır. Onu saâdet tuzağına düşürmek niyetindeyiz!" Bu sözü söyleyip bizim medresemize gelerek sohbet ettikten sonra, evindeki cemâat da­ğılmadan tekrar evine dönmüş. Ben böylece onu tanıyıp iltifâtına mazhar olduktan sonra huzûruna gitmeyi çok arzu ediyordum. Nihâyet 1736 se­nesinde Rebîül-evvel ayında bir Pazar günü seher vaktinde evine gittim. Kapıyı çalmadan beni karşılayıp, içeri aldı. Çok iltifât gösterip, talebeliğe kabûl etti. Böylece Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine talebe oldum. Bir sene sohbetine gelip gitmek sûretiyle, feyzinden istifâde ederek edeb öğrendim. Bana hâlimi gizlememi emretti. Sonra ikinci seneden îtibâren altı sene müddetle bana ilim öğretti. Buhârîyi Şerîf´i okuttuğu sırada da bana icâzet verdi..."

Hindistan´da yetişen evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerini çok severdi. Talebesi Emîr Hüsrev´e karşı olan muhabbeti çok meşhûrdur. Talebele­rini çok sevmesine rağmen, disiplini çok sıkı idi. Bir defâsında en iyi tale­belerinden olan Hâce Burhâneddîn Garîb, katlanmış bir battaniye üze­rinde oturarak rahat olmaya çalıştığından, dergâhtan çıkarıldı. Nizâmed- dîn Evliyâ, onun bu işi, nefsinin arzusunu yerine getirmek için yaptığını düşünmüştü. Uzun bir süre sonra Burhâneddîn Garîb, Nizâmeddîn Evliyâ tarafından affedilerek tekrar dergâha kabûl edildi.

Hâce Müeyyededdîn Kereh, Sultân Alâeddîn Hilcî şehzâde iken, onun çok sevdiği bir kişiydi. Bu zât, sonra makâmını terk ederek, Nizâ- meddîn Evliyâ´ya talebe oldu. Alâeddîn Hilcî sultân olunca, Nizâmeddîn Evliyâ´ya bir elçi göndererek, Hâce Müeyyededdîn´in salta­nat hizmetine verilmesi için izin istedi. Nizâmeddîn Evliyâ; "Hâce´nin başka önemli bir işi var. Onu bitirmeye çalışıyor." diye cevap verdi. Bu cevaptan hoş- lanmıyan sultânın elçisi; "Efendim! Siz herkesi kendinize benzetmek istiyorsunuz." dedi. Bunun üzerine Nizâmeddîn Evliyâ; "Sâ­dece benim gibi değil, benden de iyi olmasını istiyorum." diye cevap verdi. Sultân bu cevâbı işitince, bir şey söylemedi ve konuyu kapattı.

Hâce Şemseddîn, sarayda önemli bir mevkıde idi. Daha sonra bu görevinden istifâ ederek, Nizâmeddîn Evliyâ´nın talebesi oldu. O büyük velînin mübârek sözlerini derleme vazifesini üzerine aldı. Hâce Şemsed- dîn bir gün hocasından, seyyahlar ve misâfirler için bir ev inşâ etmeye izin istedi. Nizâmeddîn Evliyâ ona; "Ey Mevlânâ Şemseddîn! O iş, önce bıraktığın iş kadar değersizdir." buyurdu.

Nizâmeddîn Evliyâ´nın talebeleri arasında, kelâm ilminde büyük bir üne sâhip Kâdı Muhyiddîn Kâşânî isminde bir zât vardı. Nizâmeddîn Ev­liyâ, bu talebesini de çok severdi. Kâdı Muhyiddîn, Nizâmeddîn Evliyâ´- nın talebesi olunca, hocasının huzûrunda, bir yerin gelirinin kendi­sine verildiğini gösteren fermânı yırttı ve bir sûfî olarak fakirlik hayâtına kendi- ni uydurdu.

"Bir talebe için, Allahü teâlâya bağlılığın şu altı esâsı vardır: 1) Nef­sini yenmek için insanlardan uzak kalmalıdır. 2) Her zaman temiz ve ab- destli olmalıdır. 3) Her gün oruç tutmaya çalışmalı, yapamıyorsa az ye- melidir. 4) Allahü teâlâdan başka her şeyden uzaklaşmaya çalışmalı­dır. 5) Hocasına sâdık ve itâatkâr olmalıdır. 6) Allahü teâlâyı ve hakîkati her şeyden üstün tutmalıdır."

"Bir talebe, şu dört şeyden sakınmalıdır: 1) Dünyâ ehli ve özellikle zenginlerle görüşmekten, 2) Zikirden başka bir şeyden bahsetmekten, 3) Allahü teâlâdan başka bir şeye sevgi beslemekten, 4) Allahü teâlâdan başka bütün dünyevî şeylere kalbi bağlamaktan."

Buhârâ´da yetişen büyük velîlerden Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş hazretleri; Şâh-ı Nakşibend Behâüddîn-i Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin en yüksek talebesi ve halîfesi olan Hâce Alâüddîn-i Attâr´n, Buhârâ´ya gelmiş olduğu haberini alıp onun sohbetlerinde bu­lunmak üzere huzûruna giderken, Mevlânâ Saîd ile karşılaştı. Mevlânâ buna; "Sizi gâyet temiz görüyorum. Çeşitli merhalelerden geçip yüksele­ceğiniz zaman hâlâ gelmedi mi?" dedi. Bu söz ona çok tesir etti. Alâüd- dîn-i Attâr´ın sohbetlerinde bulunmak arzusu arttı. Oraya vardı­ğında, Hâ- ce Alâüddîn onu görür görmez; "Sizi gâyet temiz görüyorum. Çeşitli mer- halelerden geçip yükseleceğiniz zaman hâlâ gelmedi mi?" dedi. Bu söz, yolda kendisine Mevlânâ Saîd´in söylediği sözün aynısıydı.

Zâten büyük bir arzu ve istekle gelen Nizâmeddîn, onu görür gör­mez bu kerâmeti ile de karşılaşınca, sevgi ve muhabbet ateşi içine düş- tü. O büyük zâtın sohbetlerinde bulunmakla duyduğu lezzeti, başka şey- lerde bulamıyordu. Her şeyden yüz çevirip, sâdece o büyük zâtın soh- betlerinde bulunmaya, bu şerefli ve kıymetli sohbetlerden istifâde etme- ye gayret etti. Bu teslîmiyetinin meyvelerini kısa zamanda toplayıp, Hâce hazretlerinin en yüksek talebelerinden oldu. Zamânın en büyük âlim ve velîlerinden biri olarak yetişti.

Birçok fazîlet ve üstünlüklerin kendisinde toplandığı, kerâmetler ve hârikalar sâhibi çok yüksek bir zât idi. Namaz kılmak üzere bir mescide varsa, o anda da mescidin kapısı kilitli olsa, içeri girmek niyetiyle elini u- zatınca, Allahü teâlânın izni ile kapı açılır ve rahatlıkla içeri girerdi. Soh- betinde bulunanlara, hocasından aldığı yüksek ilimleri anlatıp, çok fayda- lı olurdu. İnsanlar ondan çok istifâde ettiler.

Evliyânın büyüklerinden Nûreddîn Cerrâhî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) Medrese tahsîlini tamamladıktan sonra, çok genç yaşta Mısır kâ­dılığına tâyin edildi.

Nûreddîn Cerrâhî Mısır´a gitmeden önce, vedâ etmek için Üskü­dar´- da bulunan dayısı Hüseyin Efendinin konağına gitti. Hava iyi olma­dığı i- çin dayısının konağında bir müddet bekledi. Bir gece dayısı, onu evin karşısında bulunan Selâmi Dergâhına götürdü. Yatsı namazından sonra dergâhta ders veren Ali Efendinin yanına gittiler. Nûreddîn Cer­râhî, Ali Efendinin elini öpünce Ali Efendi; "Oğlum Nûreddîn! Safâ geldi­niz." diye ismini söyledi. Bunun üzerine Nûreddîn Cerrâhî´yi bir muhab­bet ve cez- be hâli kapladı. Sonra Allahü teâlâyı zikrederken vecde geldi. Nûreddîn Cerrâhî, Ali Efendiden kendisini talebeliğe kabûl etmesini ricâ etti. Ali Efendi de, onun ricâsını kabûl buyurup; "Oğlum Nûreddîn! Mâsivâdan sıyrılıp, abdestini tâzele." diye uyardı. Bunun üzerine kendi­sine verilen Mısır kâdılığı vazîfesini kabûl etmeyerek, tâyin fermânını şeyhülislâma geri gönderdi. Nûreddîn Cerrâhî bütün dünyevî işlerini terk edip, hocası Ali Efendiye tam teslim oldu. Bunun üzerine Ali Efendi, Nûreddîn Cerrâ- hî´yi abdest aldıktan sonra halvete koydu. Erbaîni (kırk gün Allahü teâ- lâya ibâdetini) tamamlayınca, onda büyük bir huzur hâli meydana geldi. Ali Efendi ona icâzet vererek, hırka giydirdi. Sonra Ali Efendi; "Oğlum Nûreddîn! İstanbul´a git, Karagümrük yakınında ve dört yol ağzında, Kethüdâ Canfedâ´nın yaptırdığı câmi-i şerîfin yanında, Bakkal İsmâil E- fendi isminde bir zât senin için bir oda yaptırdı. O odada ibâdetle meş- gûl ol. Umulur ki, senin için o civarda bir dergâh yapılır. O zaman insan- lara doğru yolu göstermeye çalış. Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn efendiler senin yanında kemâle gelecekler." buyurdu. Nû- reddîn Efendi, hocasının emri ile, Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn yanında olduğu halde Karagümrük´e gittiler. İsmâil Efendi, hocasının bahsettiği odanın anahtarını Nûreddîn Cerrâhî´ye teslim etti ve odayı Resûl-i ekremin emri ile yaptığını söyledi. Nûreddîn Cerrâhî, evinin yanındaki Cerrah Mehmed Paşa Câmiinde Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatırdı. Onun sohbetlerinin güzel­liği kısa sürede İstan- bul´a yayıldı. Sultan bile sohbetlerini dinlemeye ge­lirdi.

İstanbul´da yetişen evliyânın büyüklerinden Seyyid Nûreddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bulunduğu Sünbül Efendi dergâhına bir gün, Nûreddîn Cerrâhî hazretlerinin talebelerinden birisi gelerek, hazretin talebeleri arasına girmişti. Seyyid Nûreddîn Efendinin talebelerinin hâllerine imre­nerek bakıyordu. Kendi kendine; "Keşke Seyyid Nûreddîn Efendinin ta­lebesi olsaydım." demişti. Bunun üzerine Seyyid Nûreddîn Efendi yavaşca o talebenin yanına geldi ve; "Evlâdım! Hocanla ol, hocanla ol! O kemâl sâhibidir. Ondan yüz çevirme" buyurdu. Böylece, hem onun kalbinde bulunan düşünceyi Allahü teâlânın izni ile keşfetti, hem de o talebeye hakîkat dersi verdi.

İstanbul velîlerinden Seyyid Nûri Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Tasavvuf talebesi, sâdece; Allah, Allah! demekle ilâhî fey- ze ka...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Talebe
« Posted on: 18 Nisan 2024, 20:53:01 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Talebe rüya tabiri,Talebe mekke canlı, Talebe kabe canlı yayın, Talebe Üç boyutlu kuran oku Talebe kuran ı kerim, Talebe peygamber kıssaları,Talebe ilitam ders soruları, Talebeönlisans arapça,
Logged
01 Şubat 2010, 11:22:24
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #6 : 01 Şubat 2010, 11:22:24 »

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) şöyle anlatır: "Üç yaşında iken gece kalkardım. Dayım Muham- med bin Süvâr gece ibâdet eder, ağlar ve bana; "Sehl yat uyu, kalbimi meşgûl ediyorsun." derdi. Ben ise hep onu gözetlerdim. Öyle bir hâl aldım ki, dayıma; "Bana garip bir hâl oluyor, başımı arşın önünde secdede buluyorum." dedim. "Oğlum bu hâlini kimseye söyleme, bundan sonra yattığında dilinle üçer defâ (Allahü teâlâ benimledir, beni görüyor, her sözümü duyuyor) de!" buyurdu. Bir süre sonra, buna devâm ediyo­rum dedim. Her gece yedi defa söyle buyurdu. Daha sonra, yine devâm ediyorum dedim. On bir defa söyle buyurdu. Söyledim. Ve kalbimde bir tatlılık buldum. Bir sene geçince, dayım bana; "Sana öğrettiğimi iyi mu­hâfaza et ve hep o hâlde ol! Ölünceye kadar bırakma. Dünyâ ve âhirette mükâfâtını alırsın." buyurdu. Yıllarca devâm ettim, sonra; "Sehl, Allahü teâlânın kendisiyle olduğunu bilen, hiç günah işliyebilir mi? Hep böyle bil, günah işlemezsin." buyurdu. Sonra beni mektebe gönderdiler. Kur´ân-ı kerîmi öğrendim. Yedi yaşında iken oruç tuttum. Yiyeceğim sadece arpa ekmeği idi. On iki yaşında, bir meseleye takıldım. Kimse çözemedi. Bas­ra´ya gitmek istedim. Gönderdiler. Basra âlimlerinden sordum. Hiç kimse cevap veremedi. Abadan´a gittim. Habîb ibni Hamza´ya sordum. O ce­vaplandırdı. Yanında fazla kalmadım ama, ondan çok istifâde ettim. Sonra Tüster´e geldim. İbâdet ve nefsimle mücâhedeye koyuldum."

Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri, Basra´da bir gün parmağını sar- mıştı. Bu durumu gören birisi: "Niçin parmağını sardın?" diye so­runca; "Ağrıyor da onun için." cevabını verdi. Soran kimse bir müddet sonra Mı- sır´a gitmişti. Burada Zünnûn-i Mısrî hazretlerini gördüğünde, onun da parmağı sarılı idi. Aynı soruyu ona da sordu. "Niçin parmağını sardın?"

"Falan zamandan beri ağrıyor, o sebepten sardım." diye cevap verdi. Soran zât diyor ki: "Ben o zaman anladım ki, Zünnûn hazretlerinin parmağı ağrıyordu. Sehl-i Tüsterî hazretleri de, hocasına uymak için parmağını sarmıştı."

Abdullah Tüsterî hazretleri bir gün bağdaş kurup oturmuş ve sırtını da duvara yaslamış bir şekilde; "Aklınıza geleni sorun, suâllerinize cevap vereyim." dedi. Bu durumu görenler; "Daha evvel siz böyle yapmazdınız, şimdi ne oldu?" diye sorduklarında, "Üstâd hayatta olduğu müddet zar­fında, talebenin edebe riâyet etmesi lâzımdır." dedi. Sonra bu günün Zünnûn-i Mısrî´nin vefât ettiği gün olduğunu öğrendiler.

Yine bir gün, talebelerinden birine bir iş buyurunca, talebesi; "Söz olur, halkın dilinden çekindiğim için yapmam dedi." Bunun üzerine soh­betinde bulananlara dönüp; "Bir kimse şu iki vasfı kazanmadığı müd­detçe, bu yolun hakîkatine eremez: Allahü teâlâdan başkasını görmeye­cek şekilde halk senin gözünden düşmeli. İkincisi, nefs gözünden düş­meli ve halkın kendisinde gördüğü hiçbir sıfattan çekinmemelidir. Her şeyi Hak´dan görmelidir." dedi.

Sehl-i Tüsterî bir talebesine; "Gün boyunca Sübhânallah! Allah! Al­lah! demek için, bütün gücünü harca!" dedi. Talebe âdet hâline gelinceye kadar, bu sözü söylemeye devâm etti. Sonra Sehl-i Tüsterî hazretleri; "Buna geceleri de devâm et." dedi. Talebe devam ederek, devâmlı Allahü teâlâyı zikreder hâle geldi. Bir gün evinin bahçesinde ağaçtan dü­şen bir dal parçası başını yardı. Başından akan kanın, yere damlayan her damlasının "Allah" ismini yazdığı görüldü.

Anadolu´da yetişen büyük velîlerden Selâhaddîn Uşâkî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) aradığı mânevî sırların Cemâleddîn Uşâkî hazretlerinde bulunduğunu görerek, ona talebe oldu. Bu sırada Selâhaddîn Uşâkî´nin içinde tamâmen tasavvuf yoluna girme arzusu do­ğup, paşaya durumu arz edip, resmî hizmetten çekilmesine müsâde bu­yurmasını ricâ etti. Pa- şanın izniyle mektupçuluk vazifesinden ayrıldı. Bundan sonra hocasının hizmetinde bulunan Selâhaddîn Uşâkî, onunla birlikte İstanbul´a gitti. Selâhaddîn Uşâkî, Eyyûb´da ikâmet etti. Hocası­nın sohbetlerine devâm ederken, yedi sene kadar nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yaparak mücâhede ve riyâzette bulundu. Sonra hocası, kızını Selâhad- dîn Uşâkî´ye verdi.

Selâhaddîn Uşâkî´nin çocuğu olduktan bir süre sonra, hocası ve ka­yınpederi onu evden çıkararak; "Al hanımını evimden ayrıl! Bundan son- ra kendi geçimini temin et." dedi. Selâhaddîn Uşâkî; "Peki hocam, baş- üstüne!" diyerek hanımı ve çocuğu ile berâber, hocasının evinden ayrıl- dı. Eğrikapı´dan, Fâtih Câmii civârında, Âşıkpaşa mevkiinde bulu­nan, Horhor çeşmesine doğru yürürken bir evin kenarında durakladı. Kış gü- nüydü ve kar yağıyordu. Yolun karşı tarafında bulunan Tâhir Ağa on­ları görünce evine dâvet etmek için yanlarına birini gönderdi. Tâhir Ağa, Se- lâhaddîn Uşâkî´yi, evine götürdü. Ona; "Siz kimlerdensiniz? Kış gü­nünde neden bu hâle düşüp sokak kenarında kimsesiz garibler gibi du­ruyor- sunuz?" diye sordu. Selâhaddîn Uşâkî; "Bâtınî hükümdârın celâline tu- tuldum." dedi. Tâhir Ağa da; "Ben de zâhirî hükümdârın celâline tutul­dum." deyince, Selâhaddîn Uşâkî sebebini sordu. Tâhir Ağa; "Sarayda kıymetli bir kılıç vardı. Kılıç kayboldu. Pâdişâh, Üçüncü Sultan Mustafa bana; "Bu kılıcı kırk güne kadar bul! Bulamazsan seni en ağır şekilde cezalandırırım." dedi. Bu kılıcı bulmağa imkân olmadı. Otuz beş gün geçti. Ömrümün son günlerini yaşıyorum." dedi. Selâhaddîn Uşâkî bir süre tefekküre daldı. Sonra başını kaldırıp Tâhir Ağaya; "Kılıç sarayın fa- lanca yerine düşmüş. Üzerini de kâğıt parçaları örtmüş. Adamlarını gön- der oraya bir baksınlar." dedi. Tâhir Ağa hemen adamlarından birini ora- ya gönderdi. Giden kişi târif edilen yerde kılıcı bularak, Tâhir Ağaya ge- tirdi. Pâdişâh, Tâhir Ağanın suçu olmadığını anlayarak, ona kırk gün izin verdi. Tâhir Ağa, Selâhaddîn Uşâkî´ye; "Efendim, siz benim dar gü­nüm- de Hızır gibi yetiştiniz. Siz de hâlinizi bana anlatın." diye ricâda bu­lundu. Selâhaddîn Uşâkî de hâlini Tâhir Ağaya anlattı. Tâhir Ağa onları bir süre evinde misâfir etti. O semtte bir ev alarak evin bütün ihtiyaçlarını temin etti. Bir gün Selâhaddîn Uşâkî´ye; "Âilenizle filan eve gidelim." dedi. Bir- likte satın aldığı eve varınca, Tâhir Ağa; "Bu ev size bizim hedi­yemizdir." diyerek kabûl buyurmasını ricâ etti. Selâhaddîn Uşâkî ve ha­nımı bu eve yerleştiler. Daha sonra Selâhaddîn Uşâkî, Tâhir Ağa dergâ­hına şeyh ola- rak tâyin edildi. Bir gün Selâhaddîn Uşâkî, hanımını ve ço­cuğunu alarak hocası ve kayınpederi Cemâleddîn Uşâkî´nin evine gitti. Hocası ona; "O celâlim sebebiyle bu ikrâma kavuştun." buyurdular.

Konya´nın büyük velîlerinden Selâhaddîn Zerkûb (rahmetullahi teâlâ aleyh) önceleri Mevlânâ hazretleri´nin hocası olan Seyyid Burhâ- neddîn Tirmizî hazretleri´nin talebesi idi. Kuyumculuk yapardı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, bir gün Konya´nın kuyumcular çarşısından geçerken, bir kuyumcu dükkânından gelen çekiç seslerinden çok etki­lendi. Her çe- kicin vuruluşunda çıkan seslerin, "Allah! Allah!" dediğini mü­şâhede etti. Bu sesler, eşi bulunmaz bir haz ve dükkânın sâhibine karşı kalbinde bü- yük bir muhabbet hâsıl etti. Kapının önünden Mevlânâ haz­retlerinin geç- mekte olduğunu gören kuyumcu Selâhaddîn ve çırakları, onu hürmetle selâmladılar. Mevlânâ, dükkâna merhametle teveccüh etti­ğinde, dükkân- daki bütün eşyâlar altın oldu. Bu durumu hayretle gören Selâhaddîn, dükkânındaki bütün malzemeyi, âletleri, çıraklarına ve fa­kirlere dağıtıp Mevlânâ´nın peşinden gitti. Ona talebe olmayı, dünyâ ser­vetlerinden üs- tün gördü. Huzûra vardığında Mevlânâ onu talebeliğe ka­bûl etti. Selâ- haddîn´deki istidâd ve kâbiliyeti görünce, yetişmesi için ça­lıştı. Selâhad- dîn de hocasına kusûr etmiyerek, on sene hizmet etti. Mevlânâ, hocası Şems-i Tebrizî hazretlerine gösterdiği hürmet ve saygı kadar, bu talebe- sine de şefkat ve merhametle muâmelede bulundu. Onu, kendisinden sonra yerine vekîl olabilecek şekilde yetiştirdi. Mevlânâ Celâleddîn, Selâ- haddîn´i o kadar çok severdi ki, onunla akrabâ olmak istemiş ve oğlu Sul- tan Veled´e, Selâhaddîn´in kerîmesini nikâh etmişti.

Selâhaddîn Zerkûb bir gün dedi ki: "Gönlümde bulunan nûr çeşme­leri, bende gizli ve örtülü olduğu hâlde, hocam Mevlânâ hazretlerinin mübârek vücûdlarına, nûrların nehir gibi aktığını gördüm." Kayınpederin­den bu sözleri işiten Sultan Veled, babası Mevlânâ´ya; "Efendim! Selâ- haddîn hazretlerini sevmeniz, ona aşırı muhabbet beslemeniz, nû­runuzu müşâhede ettiği için midir?" diye sordu. Babası da; "Kıymetli ev­lâdım! Mıknatısın demiri çektiği gibi, insanoğlu da kendisini sevene karşı muhabbet etmektedir. Çocuğun annesine olan muhabbeti, dünyâ zevkle­rinden, onu yedirip içirmesinden, giydirip kuşatmasından dolayı değildir. Aralarındaki bu bağ, Allahü teâlânın kalbe yerleştirdiği akrabâlık, annelik muhabbetinden dolayıdır." diyerek, Selâhaddîn´in derecesini açıkladı.

Büyük velîlerden Seyfeddîn Menârî hazretleri anlatır: Şâh-ı Nakşi- bend (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin sohbetinden uzaklaş­tırılan- lardan birisi de, kız kardeşimin oğlu Şemsüddîn idi. Bir gün Şâh-ı Nakşi- bend hazretlerinin evine, hatırı sayılır misâfirler gelmişti. Şâh-ı Nakşi- bend bu Şemseddîn´e; "Nehre git de suyu bu tarafa bağla" bu­yurdu. Şemseddîn emri yerine getirmekte gevşeklik gösterdi. Biraz sonra da ge- lip, Şâh-ı Nakşibend´e; "Vücûdumda bir hâlsizlik meydana geldi. Su yo- luna suyu bağlayamadım." dedi. Bu ihmâl, Şâh-ı Nakşibend hazretle­rini çok üzdü. Mevlânâ Şems; "Kendini boğazlayıp da su yerine kanını akıt- saydın. Senin için bu sözü söylemekten daha hayırlı olurdu." bu­yurdu.

Ondan sonra Şemsüddîn´e bir hastalık musallat oldu. Çâresini bu­lamadılar. Bir ara benim yanıma geldi. Hâlini anlattı: Kendisine; "Hâce Alâüddîn-i Attâr´a git. Hâlini arz et. Senin için, Şâh-ı Nakşibend hazretle­rine gidip, şefâat etmelerini ricâ et! Belki merhamet edip kabahatini ba­ğışlar" dedim. Yeğenim Şemseddîn, Alâeddîn Attâr´a gitmeyip, Muham- med Pârisâ´ya gitmeyi tercih ederek, onun yan...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

01 Şubat 2010, 11:22:51
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #7 : 01 Şubat 2010, 11:22:51 »

Zâhirî ve bâtınî ilimleri kendisinde toplayan İslâm âlimlerinden ve ev- liyânın büyüklerinden Şeyh İbrâhim bin Ali (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Ahmed Sayyâd el-Yemenî şöyle anlatıyor: "Fakîh İbrâhim bin Ali hazretlerine talebe oluşumun ilk zamanları idi. Bana, nef- se güç gelen işleri yapmamı emrediyor, bu şekilde vazifeler veri­yordu. Ben ise buradaki inceliği anlıyamıyordum. Bir gece yalnız kaldı­ğımda, bu hâlden şikâyetçi oldum. Yanına vardığımda, ben hiçbir şey söylemeden; "Allahü teâlâya benden şikâyetçi oldun ve şöyle şöyle söy­ledin değil mi?" diyerek, benim bütün söylediklerimi haber verdi. Ben, hocamın bu kerâmetini görünce, bana verdiği vazifelerin ve nasîhatlerin hep benim fâidem için olduğunu anladım. Kendisinden hiç şikâyetçi ol­mamaya karar verdim. Yine ona talebe olduğumun ilk zamanlarında çok konuşurdum. Konuştuğum zaman da, düzgün konuşamazdım. Yerli yer­siz, lüzumlu lü- zumsuz konuşurdum. Hattâ hocamın huzûrunda bile böyle konuşurdum. Bu hâlimden, kendim dahî rahatsız olurdum. Fakat bir türlü terkedemi- yordum. Hocam, çok defâ beni bu hâlden menettiği hâlde yine terk ede- medim. Nihâyet birgün yine böyle konuşurken, hocam; "Yâ Rabbî! Bu- nun dilini bağla!" buyurdu. Bundan sonra hocamın yanında tekrar konuş- mak istediysem de konuşamadım. Konuşmak isteyip de ko­nuşamadığım zaman çok sıkılır, ölecekmiş gibi olurdum. Hocamın ya­nında hiç konuşa- mayınca, sıkıntılı bir hâlde şehrin dışına çıktım. "Yâ Rabbî! Şehre geri dönünceye kadar dilimi çöz! Hocamın duâsı ile dilim bağlandı. Bu hâle dayanamıyorum." dedim. Allahü teâlâ dilime eski hâlini ihsân etti. Hoca- mın yanına geldiğimde, ben hiçbir şey söylemeden; "Allahü teâlâya ben den şikâyetçi olmamaya karar vermiştin. Şimdi bu hâle tekrar döndün öyle mi?" buyurdu."

Hindistan´ın büyük velîlerinden Şeyh Tâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ilk zamanlarında, kendisini mânevî olarak terbiye edip ye­tiştirecek bir rehber bulup, ona talebe olmak niyetiyle çok seyahat eden Şeyh Tâc, bu vesîle ile çok yer dolaştı. Tasavvuf yoluna girmesinin ilk zamanlarında bile, kalbi çok saf, temiz; aşk, muhabbet ve ihlâs ile dolu olduğundan, seyahatleri sırasında kabirlerini ziyâret ettiği velîlerin rûhâ- niyetleri ile, hattâ, o velîyi ziyârete gelmiş başka velîlerin rûhâniyetleri ile görüşürdü. Hindistan´da Ecmîr şehrine gittiğinde, orada bulunan evliyâ- nın büyüklerinden; Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin kabrini ziyâret etti. Bu esnâda rûhâniyeti ile görüştü ve o büyük velî, Şeyh Tâc´a nefy ve isbât yâni; "Lâ ilâhe illallah" zikrini Çeştiyye yoluna mahsus şekilde öğ- retti ve çeşitli tavsiyelerde bulundu. Yine bu ziyâreti esnâsında Hâce Muînüddîn-i Çeştî, Şeyh Tâc´a, evliyâdan Hamîdüddîn Bâkûrî´nin med- fûn olduğu Bâkûr beldesine gitmesini, orada bir müddet kalmasını em- retmişti. O da bir müddet sonra Bâkûr´a gidip, orada zikrle meşgûl olma- ya başladı. Zaman zaman da, orada medfûn olan Şeyh Hamîdüddîn´in kabrini ziyâret ederdi. Oradaki bir hâlini kendisi şöyle an­latır: "Bâkûr´da bulunduğum zamanlar, çok nûrlara, hâllere kavuştum. Halvete, yâni tenhâ bir yerde yalnız kalıp, ibâdet ve zikr ile meşgûl ol­maya girerdim. Üç evin arasında tenhâ bir oda vardı. Hiçbir şeyin beni ve zihnimi meşgûl etmemesi için geceleyin geç vakitte, zifiri karanlıkta o yere girer, kapıyı kapatırdım. O karanlık vakitte odanın içinde güneş mi­sâli bir nûr zâhir olurdu. Sonra o nûr artar, duvarları aydınlatacak kadar parlardı. O nûrun aydınlığı, güneşli bir öğle vaktindeki aydınlık kadar olurdu. Ben bu ışıkta Kur´ân-ı kerîm okurdum. Bu nûr devamlı bana ar­kadaş idi."

Sık sık seyahate devâm eden Şeyh Tâc, o zamanda bulunan birçok velî zât ile karşılaştı. Nihâyet Delhi´nin yakın köylerinde bulunan Şeyhul- lah Bahş (Şeyh İlâh-bahş) hazretlerinin dergâhına geldi. Şeyh İlâh-bahş ona; "Ey Tâc! Bir kimseyi talebeliğe kabûl etmeden evvel ona odun ve su taşıtmak bizim yolumuzun husûsiyetlerindendir. Bunun için sen bir müd- det mutfağa su taşımakla meşgûl ol." dedi. O ise asîl bir âi­leye mensub olup, böyle şeylere alışık olmadığı hâlde nefsi terbiye için hocasının bu emrini seve seve kabûl etti ve su taşımaya başladı. Bu günlerde onda hârikulâde hâller görüldü. Gücünün üstünde yük taşırdı. O beldenin insanları, onda gördükleri yüksek hâlleri anlatırken; "Su testi­sini doldurur, başının üzerinde götürürdü. Biz dikkat ettiğimizde testinin, başından iki karış yukarıda, onunla birlikte boşlukta hareket ettiğini gö­rürdük." demişlerdir.

Şeyh Tâc ise bu hizmeti büyük bir edeb ve şevkle yapıp; "Böyle bir vazifem var iken başka işleri neylerim" derdi. Hocasına hizmet etmesi bereketiyle kavuştuğu derecelerin pekçok olduğunu bildirirdi. "Ulaştığım derecelere hizmetle ulaştım." derdi. O büyük zâtın hizmet ve sohbetinde uzun müddet kalıp icâzet aldı.

Bu sırada Hâce Muhammed Bâkî-billah, Mâverâünnehr seferinden dönüp, Lâhor´da bir sene kaldıktan sonra gelip Delhi´ye yerleşti. O za­man Şeyh İlâh-bahş da vefât etmişti. Şeyh Tâc ise ondan icâzetliydi. Bu- nunla berâber Muhammed Bâkî-billah´ın sohbet ve terbiyesine ka­vuşmak şevki ve arzusuyla seve seve o büyük zâtın şerefli huzûruna koştu. Asâ- let ve icâzetine rağmen büyük bir tevâzu ve edeb örneği gös­tererek, hazret-i Hâce´nin sohbetine, husûsî teveccühlerine ve mahrem halvetle- rine kavuştu. Yâni Hâce hazretleri ona ayrıca teveccüh ve iltifât­larda bulunur, husûsî odalarında onunla başbaşa kalıp sohbet ederdi. Muham- med Bâkî-billah´ın husûsî sohbetlerinde, celîsi, birlikte oturanı ve enîsi, sohbet arkadaşı idi. Ondan feyz alanlar arasında Şeyh Tâc önde gelen- lerdendir. Kendisi şöyle anlatır:

"Hazret-i Hâce´miz bana icâzet verecekleri zaman, mübârek kalble- rinden geçmiş ki: "Eğer o da hâl esnâsında, Nakşibendî büyükleri­nin kendisine icâzet verdiğini görse ne iyi olur." O sırada hâl esnâsında ken- dimi Buhârâ´nın iftihar kaynağı olan, Azîzân ve Pîr-i Nessâc isimle­riyle meşhûr Hâce Ali Râmitenî hazretlerinin huzûrunda gördüm. Üze­rinde is- mi yazılı olan mübârek takkelerini başıma koydular. Çok tevec­cühte bu- lundular. Sonra bu hâli hazret-i Hâce´mize arzettiğimde tebes­süm edip, daha evvel hatırına geleni anlattı ve icâzet verdi.

Rivâyet edilir ki: Hâce Muhammed Bâkî, Şeyh Tâc´a icâzet verdikten sonra, Allahü teâlânın ihsânı ve o büyüklerin bereketi ile, Şeyh Tâc´ın nazarında öyle bir bereket ve tesir hâsıl oldu ki; her kime bu yüksek yo­lun zikrini telkin eylese, derhal o kimsede cezbe ve hâller hâsıl olurdu.

Hâce Muhammed Bâkî-billah vefât edince, Şeyh Tâc şaşkına dön- dü. Kalbindeki rahatsızlıktan dolayı diyâr diyâr dolaşmaya başladı. Hin- distan ve Keşmîr´in çok beldelerini gezip, daha sonra hacca gitti. Mekke-i mükerremeye vardı. Harem-i şerîfin büyük âlimlerinden ilim, amel, riyâ-zet, kanâat ve nûrlar sâhibi Ahmed ibni Allân da orada idi. Nakşiben- diyye yolunun büyüklerine karşı tam bir ihlâs ve îtikâdı olan bu zât, aşk ve muhabbetle bu büyükleri anlatan Reşahât Ayn-ül-Hayât kita­bını Fâ- risîden Arabîye tercüme etmişti. Bu tercümeyi, Arabistan halkının, bu bü- yükleri tanımaları ve onların yolunda yürümeleri için yapmıştı.

İşte Nakşibendiyyenin büyüklerinden olan Tâcüddîn-i Nakşibendî o- raya gelince, yine bu yolun büyüklerinden bâzıları, mânevî işâretler ile İbn-i Allân´ı onun huzûruna gönderdiler. Tam bir ihlâsla ve aradığını bul­manın neşe ve sürûru içinde Şeyh Tâc´ın huzûruna gelen İbn-i Allân, o büyük zâtı görüp sohbetinde bulununca, muhabbet ve bağlılığı çok arttı. Tam bir tevâzu, istek ve muhabbetle hizmetlerine koyuldu. Onun bu hâli, orada bulunan başkalarının da, Şeyh Tâc´a karşı muhabbet ve ihlâsları- nın artmasına vesîle oldu.

Şeyh Tâc, birçok defâlar Hicaz´dan Hindistan´a geldi ve tekrar o şe­refli diyâra gitti. Son defâsında Lâhor ve Basra viâyetlerine gitti. Çok in­sanlar onun vesîlesiyle evliyâlık yoluna katıldılar. Hattâ o diyârın pâdi­şâhı da, onun hâlis talebelerinden oldu. Onlarla toplanıp sohbetlerde bu- lunurken hac mevsimi yaklaştı. Fakirlik ve kanâate râzı iki talebesi ile bir- likte Kâbe-i muazzama ve Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfine git­mek üzere yola çıktılar.

Sâlihlerden bir zât şöyle anlatır: "O sene hac esnâsında Şeyh Tâc´ı gördüm. Bana buyurdu ki: "Senelerdir sahrâlarda, şehirlerde dolaştım. Şimdi sâhibimin evinin süpürgecisi olmaya geldim. Tâ ki, aynı yerde top­rak olayım. O eşikte toprak olan başa ne mutlu."

Talebelerinden biri şöyle anlatır: "Bir gün hocamızla birlikte Emrûhe beldesinde oturuyorduk. O başını eğmiş, murâkabe hâlindeydi. Biraz sonra başını kaldırdığında kendisinden bir nûr çıktı ve o nûr yakında bu- lunan bir nar ağacının üzerine gitti. Ertesi gün baktığımızda o ağacın, bütün meyvelerinin, dal ve yapraklarının inci hâline döndüklerini gördük."

Büyük velîlerden Muhammed Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Tebriz´de ilim tahsîl etti. Daha sonra memleketi olan Şirvan´a dönüp ticâ­retle meşgûl oldu. Velîlik yoluna girişi şöyle anlatılır:

Şirvânî hazretleri önceleri ipek alıp satardı. Geylân ve Laheycan bel- delerine mal gönderirdi. O beldede bir ortağı vardı. O, malları orada sa- tar ve memleketin parasına çevirirdi. Bir gün ortağı vefât etti. Geride kim- sesi olmadığı için bütün malına oranın idârecisi el koydu. Şirvânî hazret- leri bunu işitince, oraya gitmek üzere yola çıktı. Vardığında hâkime durumu anlattı. Mallarını geri istedi. Lâkin ne yaptıysa malını kurtara­madı. Bunun üzerine Allahü teâlânın sevgili kulu Şeyh Zâhid hazretleri­nin dergâhına gelip hâlini ona anlattı ve duâ istedi. Zâhid hazretleri; "Oğlum! Sen bu işe memur değilsin ve bunun için yaratılmadın. İsmin güzel ve sende nice hikmetler mevcuttur. Evet dersen bu hikmetler sen­den meydana gelir." buyurdu. O da evet efendim deyince, Zâhid hazret­leri ona nazar etti ve Şirvânî de ona talebe oldu ve uzun bir zaman soh­betlerinde bulunup yetişti.

Şirvânî, hocası Zâhid hazretl...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

26 Ekim 2015, 15:03:21
Yağmur Gmş

Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bayan
Mesaj Sayısı: 3.554



« Yanıtla #8 : 26 Ekim 2015, 15:03:21 »

Bismillah...
Talebelik yani öğrencilik sadece ders olarak ödev yapmak, okumak  test
çözmek değildir... Tam anlamıyla görevlerini yerine getirmek demektir...
Paylaşım için Allah razı olsun...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

İnsanın büyüdükçe mi artıyor dertleri,
Yoksa insan büyüdükçe mi anlıyor gerçekleri...
Sayfa: 1 [2]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes