> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > İslam Kültürü > İslam Kültürü K-Z > Nefis
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Nefis  (Okunma Sayısı 1962 defa)
31 Ocak 2010, 16:19:41
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 31 Ocak 2010, 16:19:41 »



Nefis
Evliyânın büyüklerinden ve İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri nefsin istediklerini yapmaz, iste­mediklerini yapardı. İnsanlara nefis muhâsebesi yapmaları gerektiğini bildi­rirdi. Her gün yaptığı işler sebebiyle kendini hesâba çe­kerdi.Nefsine şöyle hitâb ederdi: Ey nefsim! Akıllı olduğunu iddiâ ediyor­sun ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Hâlbuki, senden daha ahmak kim var. Öm­rünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin hâlin, polislerin, ken­disini aradıklarını ve yakalayınca, îdâm edeceklerini bildiği hâlde, zamânını eğlence ile geçiren kâtile benzer. Bundan daha ahmak kimse olur mu? Ey nef­sim! Ecel sana yaklaşmakta, Cennet ve Cehennem´den biri, seni beklemektedir. Ecelinin, bugün gelmeyeceği ne mâlum? Bugün gelmezse, bir gün elbette ge­lecek. Başına gelecek şeyi, geldi bil! Çünkü, ölüm kimseye vakit tâyin etme­miş ve gece veya gündüz, çabuk veya geç, yazın veya kışın gelirim dememiş­tir. Herkese ansızın gelir ve hiç ummadığı zamanda gelir. İşte ona hazırlanma­dın ise, bundan daha çok ahmaklık olur mu? O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Günahlara dalmışsın. Allahü teâlâ, bu hâlini görmüyor sanıyorsan, îmân­sızsın! Eğer gördüğüne inanıyorsan, çok cüretkâr ve hayâsızsın ki, O´nun gör­mesine ehemmiyet vermiyorsun! O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Hizmetçin sana itâat etmezse, ona nasıl kızarsın! O hâlde, Allahü teâlânın sana kızmayacağından nasıl emîn oluyorsun! Eğer O´nun azâ­bını hafif görüyorsan, parmağını aleve tut! Yâhut, kızgın güneş altında bir saat otur! Yâhut da, hamam halvetinde fazlaca kal da, zavallılığını, dayanamıyacağını anla! Yok eğer, dünyâda yaptıklarına cezâ vermeye­cek sanıyorsan, Kur´ân-ı kerîme ve yüz yirmi dört bin Peygambere (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) inanmamış oluyorsun ve hepsini ya­lan- cı yapmış oluyorsun. Çünkü, Allahü teâlâ, Nisâ sûresinin 122. âye­tinde meâlen; "Günah işleyen, cezâsını çekecektir." buyuruyor. Kötülük eden, kötülük görür. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Günah işleyince, O kerîmdir, rahîmdir, beni affeder diyorsan, dün­yâ- da, yüz binlerce kişiye niçin zahmet, açlık ve hastalık çektiriyor ve tar- lasını ekmeyen­lere mahsûlünü vermiyor! Şehvetlerine kavuşmak için, her hîleye baş vuruyor­sun ve o vakit Allahü teâlâ kerîmdir, rahîmdir, is­tediklerimi zahmetsiz bana gönderir demiyorsun. O hâlde, yazıklar ol­sun sana ey nefsim!

Belki inandığını, fakat sıkıntıya gelemiyeceğini söyleyeceksin. Fazla sı­kıntıya dayanamayanların, az bir zahmetle, bu sıkıntıyı önlemeleri lâ­zım oldu­ğunu, Cehennem azâbından kurtulmak için dünyâda zahmete katlanmanın farz olduğunu, demek ki bilmiyorsun. Bugün dünyânın bir miktar zahmetine daya­namazsan, yarın Cehennem azâbına ve âhiret- teki zillet ve alçaklığa ve tard ol­maya, kovulmaya nasıl dayana­caksın? O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Para kazanmak için çok zahmet ve aşağılıklara katlanıyor ve hasta­lıktan kurtulmak için, bir yahûdî doktorun sözü ile, bütün şehvetlerinden vaz geçiyor­sun da, Cehennem azâbının, hastalıktan ve fakirlikten daha acı olduğunu ve âhiretin dünyâdan çok uzun olduğunu bilmiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Sonra tövbe ederim ve iyi şeyler yaparım diyorsan, ölüm daha önce gele­bilir, pişmân olup kalırsın. Yarın tövbe etmeyi, bugün etmekten ko­lay sanıyor­san, aldanıyorsun. Çünkü tövbe, geciktikçe zorlaşır ve ölüm yaklaşınca, hay­vana yokuş önünde yem vermeye benzer ve bunun faydası yoktur. Senin bu hâlin, şu talebeye benzer ki, dersine çalışma­yıp, imtihan günü hepsini öğreni­rim sanır ve ilim öğrenmek için, uzun zaman lâzım olduğunu bilemez. Bunun gibi, pis nefsi temizlemek için de, uzun zaman mücâhede etmek lâzımdır. Ömür, boşuna geçince, bir ânda, bunu nasıl yapabilirsin. İhtiyârlamadan önce gençliğin, hasta ol­madan önce, sıhhatin ve sıkıntı çekmeden önce rahatlığın ve ölmeden önce hayâtın kıymetini niçin bilmiyorsun? O hâlde yazıklar olsun sana ey nefsim!

Kışın muhtâç olacağın şeylerin hepsini, niçin yazdan hazırlayıp hiç geciktirmiyorsun ve bunları elde etmek için, Allahü teâlânın merhame­tine, ihsânına güvenmiyorsun? Hâlbuki Cehennem´in zemherîri, kışın soğuğundan az değildir ve ateşinin sıcaklığı, temmuz güneşinden aşağı değildir. Bunların hazırlığında, hiç kusur etmiyorsun da, âhiret işlerinde gevşek davranıyorsun. Bunun sebebi nedir? Yoksa âhiret ve kıyâmet gününe inanmıyor musun ve kalbindeki bu küfrü, kendinden de mi saklı­yorsun? Bu ise, ebedî felâketine sebeptir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Marifet nûrunun himâyesine sığınmayıp da, öldükten sonra, şehvet ateşi­nin, canını yakmasından, Allahü teâlânın lütfu ve merhameti ile kurtulacağını sanan bir kimse, kalın elbisesinin himâyesine girmeden, kışın soğuğun, Allahü teâlânın lütfu ile kendisini üşütmeyeceğini sanan kimseye benzer. Bu kimse, bilemiyor ki, Allahü teâlâ, birçok faydaları sağlamak için, kışı yaratmış ise de, lütuf ve merhamet ederek, elbise yapılacak şeyleri de yaratmış ve insanlara el­bise yapmak için akıl ve düşünce vermiştir. Yâni O´nun ihsânı, elbise teminini kolaylaştırmakta olup, elbisesiz üşümemek şeklinde değildir. O hâlde, yazıklar olsun sa- na ey nefsim!

Günahların Allahü teâlâyı kızdırdığı için azâb çekeceğini zannetme ve gü­nahlarımın O´na ne zararı var ki, bana kızıyor deme! Zannettiğin gibi değil. Seni yakacak olan Cehennem azâbı, senin içinde ve şehvetle­rinden meydana gel­mektedir. Nitekim, insanın hastalığı, yediği zehirden ve içine giren zararlı şey­lerden meydana gelmekte olup, tabîbin sözlerini dinlemediği için, onun kızma­sından hâsıl olmuyor. O hâlde, yazıklar ol­sun sana ey nefsim!

Ey nefsim! Anladım ki, dünyânın nîmet ve lezzetlerine alışmışsın ve ken­dini onlara kaptırmışsın! Cennet´e ve Cehennem´e inanmıyorsan, bâri ölümü in­kâr etme! Bu nîmet ve lezzetlerin hepsini senden alacaklar ve bunların ayrılık ateşi ile yanacaksın! Bunları istediğin kadar sev, iste­diğin kadar sıkı sarıl ki, ay­rılık ateşi, sevgin kadar çok olur. O hâlde, ya­zıklar olsun sana ey nefsim!

Dünyâya niye sarılıyorsun? Bütün dünyâ senin olsa ve dünyâdaki in­sanların hepsi sana secde etse, az zaman sonra sen de, onlar da toprak olacaksınız! İsimleriniz unutulacak, hatırlardan silinecek. Geçmiş pâdi­şâhları hatırlayan var mı? Hâlbuki sana dünyâdan az bir şey vermişler. O da bozulmakta, değişmekte­dir. Bunlar için, sonsuz Cennet nîmetlerini fedâ ediyorsun. O hâlde, yazıklar ol­sun sana ey nefsim!

Bir kimse, kıymetli ve sonsuz dayanıklı bir mücevheri verip, bununla, kırık bir saksı satın alırsa, ona nasıl gülersin? İşte dünyâ, alınan saksı gibidir. Onu kı­rıldı bil ve ebedî cevheri, elinden çıktı say ve sana piş­mânlık ve azâb kaldı bil!

Bunlar ile ve bunlar gibi sözlerle, herkes nefsini azarlayarak, kendi hakkını ödemeli ve nasîhate, önce kendinden başlamalıdır! Allahü teâlâ, doğru yolda gidenlere selâmet ihsân buyursun! Âmin.

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retlerine bir gün bir kimse gelip; "Efendim! Ben otuz senedir, gündüzleri oruç tutup, geceleri namaz kılıyorum. Ama, kendimde hiç bir ilerleme gö­remiyorum. Halbuki îtikâ­dım da düzgündür." dedi. Sultân-ül-Ârifîn; "Sen bu hâlde üç yüz sene daha de­vâm etsen bir şeye kavuşamazsın. Çünkü nefs engelin var." buyurdu. O kimse; "Efendim! Bunun bir çâresi yok mu?" diye sordu. Bâyezîd-i Bistâmî: "Var ama sen kabûl etmezsin." bu­yurdu. O kimse ısrâr edip; "Aman efendim, lütfen bildi­riniz ve beni tale­beliğe kabûl ediniz. Ne emrederseniz yaparım." dedi. Sultân-ül-Ârifîn bu­yurdular ki: "Öyle ise şimdi evine git. Bu kıymetli elbiseleri çıkarıp, âdî ve eski bir elbise giy. Boynuna bir torba asıp içine ceviz doldur. Seni en iyi tanıyanların bulundukları sokağa git. Çocukları başına topla, (Bana bir tokat vu­rana bir ceviz, iki tokat vurana iki ceviz veriyorum) de." O kimse bunları du­yunca; "Sübhânallah, Lâ ilâhe illallah. Ben bunları yapamaya­cağım. Bana başka bir şey emretseniz." dedi. Bâyezîd-i Bistâmî; "Senin ilâcın ancak budur ve biz de baştan; "Sen bunları kabûl etmezsin!" diye söylemiştik. Yolumuzun esâsı nefsi terbiye etmektir." Buyurdular .

Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine; "Nefsine verdiğin en hafif cezâ ne­dir?" diye sordular. Cevâbında; "Bir defâsında nefsim, bir itâatsizlikte bulundu. Buna cezâ olarak bir yıl boyunca hiç su içmedim." buyurdular.

Yine buyurdular ki: "On iki sene nefsimin ıslahı için çalıştım. Nefsimi riyâ­zet, nefsin arzularını yapmamak körüğünde, mücâhede, nefsin iste­mediği şey­leri yapmak ateşiyle kızdırdım. Nefsi, yerme, kötüleme ör­sünde, kınama, ayıp­lama çekici ile dövdüm. Böyle uğraşa uğraşa kendi benliğimden bir ayna yapıp beş sene kendimin aynası oldum. Yapabildi­ğim ibâdet ve tâatlarla bu aynayı cilâlayıp parlattım. Bir sene ibret nazarı ile bu aynaya baktım. Netîcede bu ay­nada gördüm ki, belimde, gurur, riyâ, ibâdete güvenip amelini beğenmek gibi kalp hastalıklarından mey­dana gelen bir zünnâr bulunuyor. Bu zünnârı kesip atabilmek için beş sene daha uğraştım. Yeniden hakîki müslüman oldum.

Uzun seneler nefsimi terbiye etmekle uğraşıp çile çektikten sonra, bir gece, Allahü teâlâya yalvardım. "Şu testi ve aba sende oldukça, sana ruhsat yoktur." diye ilhâm olundu. Bunun üzerine yanımda bulunan testi ve abayı terk ettim. Bundan sonra bana; "Ey Bâyezîd, nefsin hevâ ve hevesi için tuzaktaki tâne mi­sâli olan dünyâ mallarına gönül bağlayıp, sonra da Allahü teâlâya kavuşmak için yol istiyen kimselere; "Bâyezîd, nefsin istediklerini yapmayıp, istemedikle­rini yapmak sûretiyle kırk yıl uğ­raştığı hâlde, yanında bulunan kırık bir testiyi ve eski bir abayı terk et­medikçe izin alamadı. Siz, bu hâlinizle size izin verile­ceğini mi zanne...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Nefis
« Posted on: 27 Nisan 2024, 18:57:21 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Nefis rüya tabiri,Nefis mekke canlı, Nefis kabe canlı yayın, Nefis Üç boyutlu kuran oku Nefis kuran ı kerim, Nefis peygamber kıssaları,Nefis ilitam ders soruları, Nefisönlisans arapça,
Logged
31 Ocak 2010, 16:20:28
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 31 Ocak 2010, 16:20:28 »

Yine nefsim kendi şeklinde bana gelir, kendine dost olmam için yal­varırdı. Yüz vermeyince zor kullanmak isterdi. Bir kere onu, bütün hasta­lıkları üze­rinde, arzu ve istekleri dipdiri, şeytanları emrine hazır olarak gördüm. Bir sene mücâdele ettim. Allahü teâlânın izni ile hastalıklarını iyileştirdim, arzu ve is­teklerini kırdım, şeytanlarını kovdum. Kısaca nef­simle tedrîcen, safha safha mücâdele ettim. Onu iki elimle sımsıkı yaka­ladım. Yıllarca ıssız, sessiz, sadâsız yerlerde kalmaya mebcur ettim... Kerh harâbelerinde yıllarca kaldım. Yi­yecekler malum; otlar, ağaç yaprakları... Dünyâ sevgisinden kurtulabil­mek, nefse üstün gelebilmek için her çâreye başvurdum. Gördüğüm her yokuşa tırmandım. Nefsime hiç fırsat vermedim. Bir gece merdivende kitap mütâlaa ediyordum. Nefsim; "Biraz uyu, sonra kalkarsın." dedi. Ona muhâlefet olsun diye tek ayağım üzerinde durdum. Kur´ân-ı kerîmi hatmedinceye kadar uyumadım.

Bütün bunlara rağmen, henüz matluba, maksada ve asıl istediğime varama­mıştım. Bunun için, tevekkül, şükür ve zenginlik gibi kapıları de­nedim. Aradı­ğımı fakirlik kapısında buldum. Burada büyük bir şerefe ka­vuştum, kulluk sır­rına erdim, sonsuz hürriyete ulaştım. Bütün arzu ve is­teklerim buz gibi eridi. Bütün beşerî sıfatlarım kayboldu. Gönülden Allahü teâlâdan başka her şeyi çı­karıp, hep O´nunla olmak olan "fakr" mertebesine ulaştım".

Nihâyet bütün varlıklardan yüz çevirdim. Her şeyim Allah için oldu. Sah­ralarda cezbe hâlinde kendimden geçmiş olarak dolaşırdım. Ken­dime geldi­ğimde kendimi bulunduğum yerlerden çok uzaklarda bulur­dum. Bir gün bu halde bir saat kadar yürümüştüm. Sonra kendimi Bağ- dad´a on iki günlük uzak­lıkta bir yerde buldum. Düşünceye daldı­ğımda bir ses bana; "Sen ki Abdülkâdir´sin, buna hayret mi ediyorsun?" dedi.

Evliyânın büyüklerinden Abdülmelik et-Taberî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: "Hummaya yakalandığımda bununla sevinirim. Çün- kü nefs, hummâ, ile meşgûl olup, beni meşgûl etmez. Bu haldeyken kal- bimle istediğim gibi yalnız kalırım."

Evliyânın meşhûrlarından Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Nefsin kötülüklerine, mâni olmak, onun arzu ve isteklerini yerine getirmeme ve bunlarla mücâdele husûsunda Allahü teâlâdan yardım is­temeli, Azâbından korkarak, sevâbını ve mükâfatını umarak, muhtaç olduğunu düşünerek, O´nu hatırlamalıdır."

Meşhûr velîlerden Ahmed bin Ebü?l-Havârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir konuda tereddütte kalıp doğrusunu kestireme­diğiniz vakit, nefsin arzusuna aykırı olan hangisi ise onu tercih edin. Çünkü işin doğrusu, nefsânî arzulara karşı çıkmaktır."

Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Hadraveyh (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendi nefsini muhâsebeye çektiği bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:

Uzun müddet nefsime muhâlefetle onu kahretmiştim. Bir defâsında bir ce­mâat cihâd için gazâya gidiyordu. Bende de gazâ için büyük bir arzu uyanmıştı. Nefsim gazânın sevâbı ile ilgili hadîs-i şerîfleri bana ha­tırlatıyordu. Hayret edip, kendi kendime, gâlibâ nefsin bu istekli hâli bir hîledir! Çünkü nefs seve seve ibâdet ve tâatta bulunmaz! Herhalde de­vamlı oruç tuttuğum için nefsin tâkatı kesildi de bu sebeple savaşa git­memi ve orucumu açmamı istiyor dedim.

Nefse dedim ki: "Ey nefs gazâ için sefere çıkınca oruca devâm ede­ceğim." Nefs; "Olur kabul." deyince şaşırdım ve herhalde ben nefsi ge­celeri namaz kıl­maya mecbûr tutuyorum da onun için gazâya çıkmamı ve böylece gece nama­zını bırakacağımı ve rahata kavuşmayı istiyor diye düşündüm. Nefse gazâda da seni gece uyutmam dedim. "Bu da kabul!" dedi.

Bu cevabına da hayret edip, iyice düşündüm. Sonra herhalde nefs yalnız­lıktan usandı da halkın arasına karışmak istiyor. Bu sebeple diye yorumladım ve nefse; "Konakladığımız her yerde insanların arasında oturmayacağım. Tenhâ bir kenara çekileceğim." deyince nefsim; "Onu da kabul ediyorum!" deyince artık onun maksadını anlamaktan âciz kal­dım. Allahü teâlâya sığınıp; "Yâ Rabbî! Beni nefsin hîlesinden haberdâr et ve onun aldatmasından koru. Sana sığındım." diye yalvarıp duâ ettim.

Bunun üzerine nefs, şöyle dedi: "Benim isteklerime muhâlefet et­mekle beni günde yüz defâ öldürüyorsun, bundan kimsenin haberi yok. Hiç olmazsa gazâda bir kere ölürüm de bunu bütün cihân halkı duyar. Derler ki, âferin Ahmed Hadraveyh´e, onu, nefsini öldürdüler, şehîdlik de­recesine erdi..."

Nefsin bu cevabı üzerine; "Sübhanallah, bu nefs öyle yaratılmış ki, haya­tında da ölümünde de münâfık! Ne bu dünyâda ne de âhirette müslüman olmak istemiyor! Ben onu tâatte bulunmak istiyor sanmıştım. Ona zünnâr bağlandığı­nın farkına varmamışım." diyerek, daha çok mu­hâlefet ettim.

Suriye´de yetişen evliyâdan Ahmed Haznevî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerine talebe olduktan son­raki hâlini şöyle anlattı: Nurşin´e gittikten on beş yirmi gün sonraydı. Hazretin (Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî) evindeydim. Mâlûm yemeğimiz darı ekmeği ve darı çorba­sıydı. Bir gün Muş taraflarından, o bölgenin ileri gelenlerinden birisi Hazret´i ziyârete gelmişti. Hazret´i ve talebelerini yemeğe dâvet etti. Hazret de dâveti kabûl edip, icâbet edeceğini bildirdi. Nasıl olsa ben de ziyâfete gideceğim, gü­zel yemekler yiyeceğim diye düşündüm ve sevindim. Bu durumdan nefsim çok zevklendi. Hemen ça­rıklarım ıslansın da rahat giyeyim diye suya bıraktım. Ni­hayet Hazret yolculuk hazırlığını yaptı. Ben de diğer talebelerle birlikte hazır­landım. Hazret çıktı, yüzünü bana döndürüp; "Haydi gidiyoruz. Bütün mollalar benimle be­râber gelsin. Yalnız Molla Ahmed kalsın. O gelmeyecek" bu­yurdu. Ben gitmeyip kaldım. O zaman hocamın niçin öyle dediğini anla­dım ve nefsime dönüp dedim ki: "Bütün suç senindir. Sen güzel yemek­ler yerim diye iştahlan­dın. Güzel yemeklere tamah ettin. İşte bunun için Hazret seni götürmedi. Ey nefsim! Senin uslanman için bu kapıda çok sabırlı olman ve kendi isteklerini bir kenara bırakman lâzımdır. Bunu ya­parsan Allahü teâlânın ve sevdiklerinin rıza­sına kavuşursun."

Bir gün Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretleri ata binmiş gidi­yordu. Ahmed Haznevî´yi görünce atının yularını çekerek durdu

Onu yanına çağırdı ve; "Molla Ahmed! İnsanın şu kadar, zerre mik- darı ka­dar nefsi olsa, o, Allahü teâlâdan uzaktır. Zîrâ, insanın evini yıkan en büyük düşmanı kendi nefsidir. Onun için insanın kendinden ha­beri olmalı. Nefsin tu­zaklarına düşmemeye çalışmalıdır." buyurarak atını sür- dü, yoluna devâm etti.

Büyük velîlerden Seyyid Ahmed Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdu­lar ki: Nefse, Allahü teâlânın kazâ ve kaderine rızâ göstermek ka­dar zor gelen bir şey yoktur. Çünkü, kadere râzı olmak, Allahü teâlânın hükmüne boyun eğ­mek, nefsin isteklerine zıttır. Nefs bunları istemez. Saâdete kavuşmak, nefsin rı­zâsını terk edip, Allahü teâlânın rızâsına koşmakla mümkündür. Saâdete kavu­şanlara müjdeler olsun."

Yine buyurdular ki: Kulluk esâsının birincisi, nefsi tanımaktır. Halbuki onu tanıyan çok azdır. Onu tanımak şöyle dursun, varlığını kabûl eden­ler dahi kıy­metli kimseler olarak kabûl edilir. Allahü teâlâ, nefsten daha ahmak, daha çirkin ve ondan daha pis kokulu bir şey yaratmadı. İrfan sâhipleri için, ondan daha dar bir zindan düşünülemez. Nefsini tanıyabi­len, her tarafı emin olan, tehlikelerden korunmuş bir kal´aya sığınmış olur. Tanıyamayan, hattâ anlamak istemeyen için tehlike büyüktür. Onu anlamadıkça, şerrinden kurtulmak mümkün değildir. Onu anlamadan, mârifet sâhibi olunmaz."

Türkistan´da yetişen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde talebelerine buyururdu ki: "Nefse uymak yo­lunda bulunan kimse rüsvâ olmuştur. Artık, yatıp kalkarken onun yoldaşı şeytandır."

Horasan´da yetişen velîlerin meşhurlarından, tefsîr, kırâat, hadîs, fı­kıh ve ta­savvuf âlimi olan Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "En büyük muhârebe, konuşur ve yerken, nefs ve şeytanla olan harbdir. Eğer onlara gâlip gelirsen, kurtulursun."

Amasya´da yetişen velîlerden Ali Hâfız Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde buyururdu ki: "Nefsimizin alıştığı zevklerine erişmek için bizi şeklen olan bir pişmanlıkla aldatıp duruyor. Nefis düşmandır. Düşman sözüyle hareket etmek akıl işi değildir."

Büyük velî ve Hanbelî mezhebî fıkıh âlimi Ali bin Muhammed bin Beşşâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Günahlardan sakınan kimseler, nefsleri üzerinden, terbiye kamçısını kaldırmazlar. Allahü teâ- lanın râzı olduğu işler için nefslerini zorlarlar. Onlar, mal ve mülkü Allahü teâlânın rızâsı için vermekten çekinmezler."

Meşhûr velîlerden Ali Müzeyyen (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: "Allah yolunda nefsi ile yürümek isteyen, daha ilk adımında hatâ etmiş demek­tir. Nefsini terkedip de ihlâs ile her şeyde Allahü teâlânın rı­zâsını düşünerek yola çıkarsa, Allahü teâlâ ona, kendisine kavuşturacak rehberi tanıtır."

Tâbiîn devrinin büyük hadîs, kırâat, fıkıh imâmlarından ve velî A´meş (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Nefsimi elimle tutabilseydim, parça parça doğrar, hayvanların önüne yem olarak atardım."

Hadîs âlimi ve büyük velî Amr bin Kays el-Mülâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetleri esnâsında sevenlerine ve talebelerine; "Nefsinizle meş- gûl ol­duğunuzda insanları, insanlarla meşgûl olduğunuzda nefsinizi unu- tursunuz."

Irak´ta yetişen evliyâdan Bekâ bin Batû (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: "Nefsine karşı Allahü teâlâdan yardım istemeyen kimse, nefsine yeni­lip mağlûb olur."

Anadolu velîlerinden Seyyid Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî (rah- metullahi teâlâ aleyh) devamlı Allahü teâlâya ibâdet ve tâat ile meş­gûl olur, bir an O´ndan gâfil bulunmazdı. Dâimâ riyâzet ve mücâhede eder, nefsin arzula­rını yapmaz, nefsin istemediği, ona zor gelen şeyleri ya...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

31 Ocak 2010, 16:22:02
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 31 Ocak 2010, 16:22:02 »

İstanbul´u, Fâtih Sultan Mehmed Hanın fethedeceğini müjdeleyen büyük velî Hacı Bayram-ı Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Âşık Yûnus´la aynı asırda yaşamış ve onun söylediği gibi şiirler söylemiştir. Tasavvuf yolunda nefsi tanımanın ve itâat altına almanın şart olduğunu bildiren Hacı Bayram-ı Velî hazretleri bu hususta şu şiiri söylemiştir:



Bilmek istersen seni,

Cân içinde ara cânı.

Geç cânından bul ânı,

Sen seni bil, sen seni.



Kim bildi ef´âlini,

Ol bildi sıfâtını,

Anda gördü zâtını,

Sen seni bil, sen seni.

.

Görünen sıfâtındır,

O´nu gören zâtındır,

Gayri ne hâcetindir,

Sen seni bil, sen seni.



Kim ki hayrete vardı,

Nûra müstagrak oldu,

Tevhîd-i zâtı buldu,

Sen seni bil, sen seni.



Bayram özünü bildi,

Bileni anda buldu,

Bulan ol kendi oldu,

Sen seni bil, sen seni.



Fıkıh, hadîs ve tasavvuf âlimlerinden Hamdûn-ı Kassâr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kim kendi nefsini, Firavun´un nefsinden daha hayırlı zannederse, kibirli olduğunu göstermiş olur."

Tâbiînden, meşhur hadîs âlimi ve veli İbn-i Muhayrız (rahmetullahi teâlâ aleyh) hanımının dokuduğu elbiseleri giyerdi. Zamanındaki bâzı kimseler bunu uygun görmezlerdi. Arkadaşlarından Hâlid bin Düreyk Ona: "Sen hem zâhidlik yapıyorsun hem de bahillik (cimrilik). Ben bunu hiç uygun bulmuyorum" dedi. Bunun üzerine İbn-i Muhayrız; "Nefsimi te- mize çıkarmaktan Allahü teâlâya sı­ğınırım" dedi. Bundan sonra Mısır ku- maşından yapılmış beyaz iki elbise aldırdı ve o ikisini giymeye baş­ladı.

Büyük velîlerden İbn-i Nüceyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimsenin gözünde nefsinin değeri olursa, ona işlediği günâh basit gelir."

Evliyânın büyüklerinden İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) an­latır: Bir zaman Şam civarındaydım. Nar ağacı gördüm. Tatlı nar ye­mek arzu ediyordum. Lâkin gördüğüm narlar ekşi olduğu için, yemeyip sabrettim. Tatlı nar bulduğum zaman yerim deyip, yoluma devam ettim. Bir yere varınca, eli, ayağı olmayan, zayıf, hâlsiz, yaralı bir kimse gör­düm. Yaralarına kurt düşmüş, hattâ birçok eşek arısı yaralarına hücûm etmiş, zavallıya ızdırab veriyorlardı. Onun bu çâresiz ve muzdarib hâline acıyarak, yanına varıp; "Bu halden kurtul­mak ister misin?" dedim. "Ha­yır." dedi. Ben hayretle "Niçin?" dedim. "Sağ sâ­lim olmak nefsimin arzû­sudur. Bu halde olmam ise Rabbimin murâdıdır. O´nun murâdının aksi bir şeyi O´ndan istemek, kulluğuma yakışmaz, takdirine râzı ol­mak, el­bette benim için hayırlıdır." dedi. "Müsâade et de hiç olmazsa arıları senden uzaklaştırayım, sana çok ızdırap veriyorlar." dedim. "Onlar bana ızdırap verdikçe, benim hâlim daha hoş oluyor. Ey Havvâs! Sen benim çektiğim sıkın­tıları, eşek arılarını boşver, sen tatlı nar yemek arzusunu kendinden uzaklaştır­maya bak." dedi. "Bütün bunları nereden biliyor­sun?" dedim. "Allahü teâlâ bil­diriyor." dedi. Sonra izin isteyip yoluma de­vâm ettim.

Edirne velîlerinden ve Rufâî tarîkatı büyüklerinden Kabûlî Mustafa Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Nefsinizin arzularını terk edin, üzün­tünüz, derdiniz dağılsın."

Çin, Hindistan, İran ve Anadolu´da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Her kim nefis kuşunun etini se­verse, yâni nefsine düşkün olursa, onun gönlü gayb âlemi fezâlarına aslâ yüksele- mez ve yüce alemlerde uçmaktan mahrûm kalır."

Kâzerûnî hazretleri gençliğinde hep oruç tutar, sâdece ekmekle iftâr ederdi. Nefsinin isteklerine karşı çıkardı. Önceleri arasıra et yerdi. Sonra et yemeyi terk etti. Buna sebep şu hâdise oldu:

Kâzerûnî hazretleri hac yolculuğu sırasında Basra´ya geldi. Orada tasavvuf ehlinden bir toplulukla karşılaştı. Onların toplantısına katıldı. Zi­yâfet verildi. Bu arada sofraya et getirildi. Sofrada bulunanlar eti yediği halde Kâzerûnî hazret­leri yemedi. Hac ibâdetini edâ edip geri memleke­tine döndükten sonra bir gün canı et yemek istedi. Bir parça pişmiş eti alıp tam yiyeceği sırada kendi kendine "Ey nefsim! Ey İbrâhim! O zaman insanlar arasında ziyâfette et yemedin ve onlara gösteriş yapmış oldun. Şimdi onların arasında değil de yalnız başınasın ve et yemeye hazırlanı­yorsun. Açıktan yapmadığın bir şeyi gizlice yapıyorsun. Sana yazıklar olsun." dedi. Elini hemen etten çekti. Allahü teâlâya artık et ye­meyece­ğim diye söz verdi. O günden sonra ağzına et koymadı.

Büyük velî, fıkıh, tefsîr, hadîs ve kelâm âlimi İmâm-ı Kuşeyrî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Nefse ve arzuya uymak, Allahü teâ- lâdan uzaklaştırır. Nefse uymamak ibâdetlerin başıdır.

Evliyânın büyüklerinden Mâlik bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) nef­sini hesâba çeker, bir an onu boş bırakmazdı. Basra´nın kuru veya yaş hurma­sından yemezdi. Hurma mevsimi geçince; "Ey Basralılar! Be­nim hâlimi görü­yorsunuz. Hurma yememekle bir şeyim eksilmedi. Sizin de hurma yemekle bir şeyiniz artmış değil." buyurarak nefsini, ibâdeti özler ve yapar hâle getirdi.

Bir gün Basra vâlisi, Mâlik bin Dînâr´a; "Ey Mâlik, bize bu kadar ağır konu­şabilmen için sana cesâret veren ve bizi karşı koymaktan âciz bıra­kan şey nedir biliyor musun? Çünkü sen, dünyâya hiç kıymet, değer vermiyor ve bizden bir şey beklemiyorsun." demiştir.

Büyük velîlerden Ma´rûf-ı Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendi kendine dövünür; "Ey nefs, hâlis ol ki halâs (kurtuluş) bulasın" buyurur ve ağlardı.

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Nefs-i emmâreden kurtulmanın alâmeti, insanların övmesi ile ayıplamasını, eşit görmektir. İnsanların rağbetine sevinip, aramamalarına, et­râfınızda dolaşmamalarına üzül­mek, basitlik, büyük akılsızlık ve anlayışsızlık­tır.

Büyük velîlerden Muhammed bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanların, nefsin istek ve arzularından uzaklaş­mak için ıssız çöllere çekilmesi, ne kadar şaşılacak bir şeydir. Zîrâ in­sanların arasına çıkmak, Peygamberlerin sünnetidir."

Hindistan´ın büyük velîlerinden Muhammed Sâdık (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) buyurdular ki: Ey oğlum! Bu mutmeinne olan nefs, İslâmiyete karşı ge­lemez. Baş kaldıramaz. Bütün varlığı ile, Rabbine dönmüştür. O´na tutulmuştur. O´nun rızâsını kazanmaktan, O´na itâat ve ibâdet etmekten başka bir düşüncesi yoktur. Önce, mahlûkların en kö­tüsü olan nefs-i emmâre şimdi itminân kazan­mış ve Allahü teâlâyı râzı etmiştir. Evet, Muhbir-i sâdık yâni hep doğru söyle­yici; "Câhillikte en ile­ride ola- nınız, İslâm âlimi olunca, en ileriniz olur." buyur­muştur. Bundan sonra, insanda İslamiyete uymamak, baş kaldırmak gibi şeyler görü­lürse, bun- lar cesedi meydana getiren maddelerden hâsıl olur. Gadab, şeh­vet, hırs gibi aşağı düşünceler, bu maddelerden ileri gelmektedir. Bir şeye düş­kün olmak, cimrilik, bayağı işler hep onlardan doğmaktadır. Hayvanlarda nef- s-i emmâre yoktur. Hâlbuki bu kötülükler, hayvanlarda daha çok vardır. Resûlullah efendimiz; "Küçük cihâddan döndük, cihâd-ı ekbere geldik!" buyurduğunda, cihâd-ı ekber olarak, çok kimselerin de­diği gibi nefsle cihâdı değil, belki cesed ile cihâdı bildirmiştir. Çünkü nefsleri itminâna kavuşmuş, Rablerinden râzı ol­muş, Rableri de o mübâ­rek nefslerden râzı olmuştur. Bu nefsler İslâmiyetten ay­rılamaz. Rable­rine karşı baş kaldırmazlar.

Kıldan ince mânâlar var, kulağını eyle yakın!

Her kürsîde nutk çekeni, bir şey bilir sanma sakın!



Evliyânın büyüklerinden Nesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu­lar ki: ?Bu yolun başlangıcında iken, nefsin âfetlerini görür ve onun giz­lendiği yerleri bilir vaziyete gelmiştim. Ona karşı kalbimde dâimî sûrette bir kin vardı. Bir gün boğazımdan tilki yavrusunun çıkardığı ses gibi bir şey çıktı. Allahü teâlâ beni, onu tanır hâle getirdi. Anladım ki o, nefsdir, ayaklarımın altına aldım, çiğne­meye başladım, ama her tekme atışımda daha da büyüyordu. Ona; ?Hey sana ne oluyor, herşey döğmek ve sıkıntı çekmekle helâk oluyor. Sen ise daha da fazla­laşıyorsun?? dedim. Bana dedi ki: ?Benim yaratılışım terstir. Bir şeye sıkıntı ve üzüntü veren bir şey, bana rahat ve zevk verir. Diğer şeylere rahatlık temin eden birşey, bana meşakkat getirir.?

Büyük velîlerden Şeyh Osman bin Merzûk el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Nefsini bilene, insanların övmesi zarar ver­mez. Kendini bilmeyip de insanların medhetmesine kapılanların vay hâ­line!.."

Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahme- tullahi teâlâ aleyhâ) çok oruç tutardı. Bir defâsında bir hafta hiç yiyecek bulamadı. Se­kizinci gece açlığı iyice şiddetlendi. Nefsine eziyet ettiğini düşünürken birisi kapıyı çaldı. Bir tabak yemek getirdi, o da ye­meği alıp, yere koydu. Mum ge­tirmeğe gitti, gelince bir kedinin yemeğini dökmüş olduğunu gördü. Su barda­ğını almaya gitti. Mum söndü. Su iç­mek isterken bardak düşüp kırıldı. O da; "Yâ Rabbî! Bu zavallı kulunu imtihan ediyorsun, fakat âcizliğimden sabredemi­yorum." diyerek bir âh çekti. Bu âhtan neredeyse ev yanacaktı. Bir ses duyuldu: "Ey Râbia, is­tersen dünyâ nîmetlerini üstüne saçayım. İstersen, üzerindeki dert ve belâları kaldırayım. Fakat bu dertler, belâlar ile dünyâ bir arada bulun­maz." Bu sözü işitince; "Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle ve senden alıkoyacak işlere bulaştırma." diye duâ etti. Bundan sonra dünyâ zevkle­rinden öyle kesildi ki; kıldığı namazı; "Bu benim son namazımdır." diye huşû ile kılar, hep Allahü teâlâ ile meşgûl olurdu. Hattâ birisi gelip kendi­sini Allahü teâ- l...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes