> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > İslam Kültürü > İslam Kültürü K-Z > Mürşid
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Mürşid  (Okunma Sayısı 1703 defa)
29 Ocak 2010, 13:33:48
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 29 Ocak 2010, 13:33:48 »



Mürşid
İnsanları irşâd eden, doğru yolu gösterip yetiştiren ve kemâle getiren yâni olgunlaştıran büyük âlim ve velîye mürşîd denilir. Yetişmiş ve yetiş­tirebilen rehbere mürşîd-i kâmil adı verilir. Bunlar, insanlara doğru yolu gösteren ve İslâmiyeti bid´atlerden (Peygamber efendimiz ve arkadaşları zamânında olmayıp da dîne sonradan ibâdet olarak katılan şeylerden) temizleyen derin İslâm âlimle­rindendirler. Onun için Muhyiddîn ibni Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­leri; "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytan­dır." demiştir. Mazhâr-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) bütün ka­zançlarına, mürşidlerini çok sevmekle ka­vuştuğunu belirtmiş, saâdetlerin anahtarının, Allahü teâlânın sevdiklerini sev­mek olduğunu ifâde etmiştir. İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) de; "Talebe, mürşidini ne ka­dar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur. Mürşid vesîledir, vâsıtadır. Maksad, Allahü teâlâdır." demiştir. (E. Ans. c.1, s. 13)

Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu konuda şöyle bir tavsiyede bulunmaktadır: "Bir kimsenin kendisini irşâd edecek (doğru yolu gösterecek) bir mürşidi yoksa, büyük zâtların (Ehl-i sünnet âlimleri­nin) kitapla­rını okusun ve onlara uysun." (E. Ans. c.1, s. 13)

Yine İmâm-ı Rabbânî, tasavvuf yolunda nihâyete varanların (yolun sonuna kavuşanların) iki türlü olduğunu beyân etmiştir. Birincisi Resûlul- lah efendimi­zin izinde giderek kemâle erdikten sonra, insanları irşâd için (doğru yola çek­mek için) halkın derecesine indirilmiş olan mürşidlerdir. İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların ye­tişmesi ile vazî- feli olmayan evliyâdır. Mürşid-i kâmilin bakışları, kalp hastalarına (kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmuş olanlara) şifâ verir, onun tevec- cühü yâni kalbini bir kimseye çevir­mesi, kötü, çirkin huyları insandan siler, süpürür. (E. Ans. c.1, s. 13)

Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, mürşid-i kâmillerden bahsederken; "Mürşid-i kâmillerin en üstünleri, dört mezhep imâmlarıdır. Bunlar, İmâm-ı A´zâm Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbeldir (rahmetullahi teâlâ aleyhim). Bu dört imâm, İslâm dîninin dört temel direkleri­dirler." demiştir. (E. Ans. c.1, s. 13)

Seyyid Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ise; kâmil (yetişmiş) ve mükem- mil (yetiştiren, olgunlaştıran) bir rehbere tâbi kimsenin, Allahü teâlânın rızâsına ka­vuşacağını ifâde etmiştir. (E. Ans. c.1, s. 14)

Tasavvuf kitaplarında çok kullanılan şeyh kelimesi, din ve fen ilimle­rinde mütehassıs olan, yetişmiş ve yetiştirebilen rehber, Hak teâlânın yolunu gösterip, dîn-i İslâmı yayan, mürşid, üstâd, pîr mânâlarında kulla­nılmaktadır. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şeyhle­rin âlim olmaları ve meseleleri herkesin anlayabileceği şekilde çözmeleri lâzım geldiğini belirtmiş, son zamanlarda tekkelerin, câhillerin ellerine düştüğünü, dinden, îmândan haberi olmayanlara da şeyh denildiğini ifâ- de etmiştir. Ayrıca, bu gibi şeyhlerin sözlerini, işlerini din sanmanın, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmanın çok yanlış olduğunu, böyle bir durumun dîni bilmemek, anlamamak olduğunu söylemiştir. (E. Ans. c.1, s. 15)

En büyük üstâd mânâsına gelen şeyh-i ekber sıfatı, evliyânın bü­yüklerinden H.638´de Şam´da vefât eden Muhyiddîn ibni Arabî hazretle­rinin lakabıdır. (E. Ans. c.1, s. 15)

Tasavvufî eserlerde geçen kelimelerden biri de pîr kelimesidir. Ta­savvuf yolunda rehber zât veya tasavvuf yollarından birinin kurucusu, şeyh, mürşid, mânâlarında kullanılmaktadır. Hâce Behâeddîn Buhârî; "Pîr, Allahü teâlâya kavuşmağa vesîledir. Maksûd olan Hak sübhâne- hüdür." demiştir. Abdülhakîm Arvâsî; "Pîr, kâmil ve mükemmil ise (yetiş- miş ve yetiştiren ise) sohbeti büyük nîmettir ve onun bakışı devâ (ilâç) ve sözleri (sohbeti) şifâdır. Sohbetsiz vüsûl (kavuşmak) mümkün değildir." demektedir. Hace Muhammed Bâkî-Billâh pîre bağlı­lıkta bozukluk olur- sa, yükselmenin düşünülemeyeceğini ifâde etmiştir. Süleymân bin Cezâ hazretleri, "Her işte pîrlerin mübârek rûhlarını vâsıta yaparak Allahü teâ- lâya yalvarmalı ve duâ etmeli." tavsiyesinde bulun­maktadır. Hayderîzâde İbrâhim Fasîh Efendi hazretleri; "Bağlı olunan pîre, zâhiren (açıkça) ve bâtınen (gizli) îtirâz etmek, feyz kapısını kapa­tır." demiştir. Hattâ İmâm-ı Rabbânî; "Pîrini incitenden sen de incinmez­sen, köpek senden daha iyi- dir." demektedir. Ayrıca pîrlik ve müridliğin yalnız külâh giydirmekle ve babadan oğula kalmakla olmayacağını, Ehl-i sünnet vel cemâat yolunu bilmek, öğretmek ve göstermekle olacağını belirtmektedir. (E. Ans. c.1, s. 15)

Karabağ´da yetişen meşhur velîlerden Pîr Muhammed Gencevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Maksudlu aşîretinden Mehmed adında bir kimse, Kazvin şehrine koyun satmaya giderken, Pîr Muham- med hazretlerine gelip talebe olmak, bîat etmek istediğini söyledi. "Bîat etmek herkesin kârı de­ğildir. Var yoluna git. Şimdi bîat zamânı de­ğildir." dedi. Fakat o, ısrarla talebe­liğe kabûl etmesini isteyerek; "Lutfedip beni de talebelerinizin arasına alınız." dedi. Bu ısrarı ve şiddetli arzusu üzeri- ne kabûl etti ve; "Haramlardan dâimâ sa­kın ve ihtiyât üzere ol, yoksa pişmanlık çekersin." dedi. Bu kimse bîat edip tale­besi olduktan sonra ti- câret için Kazvin şehrine gitmişti. Orada koyun satıp para ka­zanmıştı. Çarşıda gezerken bâzı ahlâksız kadınlar yanına yaklaştığında hocası Pîr Muhammed Gencevî´yi hatırladı. Hemen vücudu titremeye başladı. Böy- lece o kötü kadınlara meyletmekten kurtuldu. Bir gün Pîr Muhammed Gencevî, ikindi namazı sırasında âdeti olmayan bir hareket yaptı. Na- mazdan sonra sebe­bini sorduklarında şöyle dedi: "Bize talebe olan Mehmed, hayvan ticâreti için giderken bizden bîat almıştı. Kazvin´de çarşıda gezerken yanına düşük kadınlar yaklaşıp meyletmek isteyince vücûduna bir titreme geldi. Bugün ikindi vaktinde falan bağda buluşalım diye bir kadınla anlaşmışlardı. Biz namazda iken kötü kadın bağın için­den kendini gösterdi. Mehmed, bağın duvarından o tarafa atlar­ken beline bastım. Düşüp, beli şiddetli derecede ağrıdı. Sonra o düşük kadına kıza­rak, bağırıp çağırdı ve bırakıp gitti." dedi. Bu sözleri söyledikten sonra; "Bre hey gâfil! Sana bîat verdikten sonra, senin günah işlemene mâni olmayan, mahşer gününde seninle Cehennem´e gider." buyurdu.

Talebelerinden Demirci Hasanlı aşîretinden Molla Muhammed bir gün evinde gusül abdesti alıp, hocasının câmiine gitti. Bir müddet sonra Pîr Muhammed Gencevî hazretleri mescide geldi. Talebelerine bakıp; "Ağzı kırık testi ile beyaz taş üzerinde gusül abdesti alan kimse, koltuğu­nun altında yıkan­mamış yer bırakmışsın. Hemen git yıka gel!" buyurdu. Molla Muhammed bu sözü duyunca, kendi kendine; "Ağzı kırık testi ile beyaz taş üzerinde gusül abdesti alan benim! Hocam bu sözü benim için söyledi. Fakat bu kadar arkada­şım arasında kalkıp gitmekten, hâlimi belli etmekten utanırım." diye düşünmeye başladı. Tam bu sırada hocası Pîr Muhammed hazretleri ona hitap edip; "Molla Muhammed! Bizim hizmet­çiler oduna gidecekler, git onları gönderiver." dedi. Bunun üzerine Molla Muhammed hemen kalkıp dışarı çıktı. Gidip gusül abdesti alırken kuru kalan koltuğunun altını yıkayıp namaza yetişti.

İlim öğrenmekle meşgûl üç talebe, meşhur velîlerden Pîr Muhammed Gencevî hazretlerini ziyâret için Gence şehrinden yola çıktılar. Yolcu­lukları sı­rasında içlerinden biri; "Eğer bu huzûruna gittiğimiz zât, mürşîd-i kâmil ise kı­zını bana nikahlar." dedi. Bunun üzerine bir diğeri de; "Eğer dediğin gibi bir zât ise, bize süt, pilav ve bal ikrâm eder." dedi. Üçüncü arkadaşları da; "Mürşîd-i kâmil ise bizi Molla Feyzullah´ın evinde misâfir eder." dedi. Onların geleceği gün Pîr Muhammed hazretleri; "Bugün mi­sâfirler gelse gerektir. Bir miktar süt hazırlayınız. dedi. Misâfir talebeler huzûruna geldiklerinde; "Misâfirlere süt ve pilav pişirin yanında bal da hazırlayın." dedi. Hazırlıklar yapıldıktan sonra bü­yük oğlu Velî Muham- med´e; "Pilavı eniştenin önüne koy." diyerek, yolda, mürşid-i kâ­mil ise kı- zını bana verir diyen talebeyi gösterdi. "Bal da getir." dedi ve sofrayı kur- durdu. Yemek yendikten sonra, sohbete başlayıp bu talebe­lere; "Sizden biriniz bizi imtihan için şeyh mürşid-i kâmil ise kızını bana versin der. Allahü teâlânın takdîri olmayan işi insan yapmaya güç yetire­bilir mi?" buyurdu. Biriniz de mürşid-i kâmil ise bize süt, pilav ikrâm etsin ve bal da getirsin, der. Siz bir yere gelseniz, süt ve bal bulunmasa mürşid-i kâmil olan kimsenin, mürşîd-i kâmil olmamasını mı gerektirir. Bizi Molla Fey- zullah´ın evinde misâfir etsin diyen talebeye de; "Molla Feyzullah´ın bir- kaç kızı vardır. Bu vesîle ile o kızları görmek istersin." buyurdu.Talebeler yanlış düşüncelerine ve davranışla­rına çok pişman olup ziyâdesiyle utandılar. Daha sonra ayrılıp gittiler.

O devrin büyük âlimlerinden bir zât, Pîr Muhammed Gencevî haz­retlerini ziyârete gitmişti. Bu âlim ziyârete giderken, kendi kendine; "Eğer bu zât mürşid-i kâmil ise bana Peygamber efendimizin nübüvvet müh­rünü göstersin." diye düşünür. Huzûruna varınca, Pîr Muhammed haz­retleri bu âlime; "Bir vâz ve nasîhat yap da halk dinlesin." dedi. O da ka­bûl edip halka bir vâz yaptı. Fakat halk onun vâz ve nasîhatlarından hiç etkilenmedi. Bu âlim, Pîr Muhammed haz­retlerine; "Bir vâz da siz yapı­nız, biz dinleyelim." dedi. Bunun üzerine sohbete başladı. O âlimin an­lattığı şeylerin aynısını söyledi. Halka fevkalâde tesir etti. Âlim bu hâli görünce, çok şaşırdı. "Sen de aynen benim söylediklerimi söyle­din. Be­nim vâzım hiç tesirli olmadı. Bunun sebebi nedir?" dedi. Pîr Muhammed hazretleri şöyle cevap verdi: "Siz bildiğiniz ile amel etmezsiniz. Bunun için sö­zünüz tesir etmez. Ama biz ilmimizle amel ederiz. Dinleyenlere ok gibi doku­nur. Bu sebeple bizim sözümüz tesirli olur. Bir sebebi de şudur ki: Siz bir hadîs-i şerîf okurken, Resûlullah aleyhisselâm böyl...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Mürşid
« Posted on: 25 Nisan 2024, 01:45:02 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Mürşid rüya tabiri,Mürşid mekke canlı, Mürşid kabe canlı yayın, Mürşid Üç boyutlu kuran oku Mürşid kuran ı kerim, Mürşid peygamber kıssaları,Mürşid ilitam ders soruları, Mürşidönlisans arapça,
Logged
29 Ocak 2010, 13:34:36
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 29 Ocak 2010, 13:34:36 »

Seyyid Emîr Külâl hazretleri bir gün, talebeleri ile oturmuş sohbet ediyordu. Bu sırada içeriye güzel yüzlü bir genç girdi. Hiçbir şey söyle­meden oturdu. Orada bulunananlar, onu hiç tanımıyorlardı. Bir ara Emîr Külâl hazretleri ona bakıp; "Tamâm oldu mu?" dedi. Gelen genç de; "Bir açıklık kalmıştı, o da ta­mamlandı." dedi. Gelen genç biraz oturup, gitmek üzere kalktı, bir şey söyle­meden kapıya doğru yürüdü. Orada bulunan­lardan bir kısmı, gencin yanına ko­şup, yakalayıp konuşmak istediler. "Sen kimsin? Gelince bir şey söylemedin ve giderken müsâade isteme­din. Emîr Külâl´e; "Bir yer kalmıştı, o da tamamlandı." dedin. Bu hâlin ne ve bu sözün mânâsı nedir? Bunları bize açıkla ve kendini ta­nıt." dediler. Bunun üzerine genç, "Ben, Rûm vilâyetindenim ve Emîr Külâl´in talebele­rindenim. Bizim memleketimizde bir câmi yapılıyordu ve bu câmi inşâsı ile Emîr Külâl hazretleri ilgileniyordu. Bitince haber vermemizi emretti. Câmi tamamlandı, ben de haber vermek üzere geldim." dedi. Bunları dinleyince, çok şaşırıp; "Nasıl olur? Biz onun talebeleriyiz ve hocamız Rûm diyârına gitmedi." dediler. Gelen genç; "Ben de onun talebesiyim, her gün arkasında namaz kıla­rım. Bizim memleketimizde çok talebesi ve tanıyıp seveni vardır." dedi. "Peki girince neden selâm vermedin ve gi­derken neden izin istemedin?" dediklerinde; "Bunları kalben söyledi." dedi. Ayrılırken de; "Bizim karşımıza mühim bir iş çıktığı zaman, Emîr Külâl hazretleri gelir. Bizim memleketimizde, sizin burada olduğundan daha meşhûr ve daha çok tanınıp sevilmiştir." dedi. Bunları dinle­yen ta­lebeleri, Emîr Külâl hazretlerinin tasavvuftaki derecesinin yüksekliğini ve tasarrufunun çokluğunu görüp, ona sevgi ve bağlılıkları kat kat arttı.

Velîlerin önde gelenlerinden Mevlânâ Şâh Kubâd Şirvânî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) Şirvan Sultanı Kara Halil?in akrabâsı idi. Sultan ona bey- lik verdi. Bir müddet idârecilik yaptıktan sonra Allahü teâlânın lütuf ve ihsânı ile dünyâ malını ve makâmını terk edip, kendini Allahü teâlânın yoluna adadı. Önce Muhammed Rukiyye?nin sohbetlerine de­vâm etti. Sonra da evliyânın büyükle­rinden Dede Ömer Rûşenî?nin tale­besi oldu. Kendisinden yüksek mânevî ilim­leri öğrenip icâzet aldı.

Şâh Kubâd hazretleri ümmî idi. Fakat Allahü teâlânın lütuf ve ihsâ­nına ka­vuşarak, Levh-i mahfûz ona gösterildi. Pekçok âlim, müşkillerini ona gelip so­rardı. Zîrâ o, Allahü teâlânın ihsânı ile âlim olmuştu. Yanına gelen büyük âlim­ler onu görünce, kendilerini deryâda bir damla su gibi görürlerdi. Mevlânâ Şâh Kubâd?ın bütün evlâdı ve torunları âlim, fâzıl ve sâlih birer zât oldu. Beydâvî Tefsîri?ne hâşiye yazan Allâme Sadrüddîn- zâde onun torunlarındandır.

Şâh Kubâd hazretleri ümmî olduğu hâlde, ibâdet ile alâkalı mesele­leri çok iyi bilirdi. Âlimlere hatâlarını söylerdi. ?Ben bir ümmî kişiyim. Fa­kat bu mese­leyi şöyle bilirim.? diyerek, o âlimin hatâsını dolaylı yoldan söylerdi. Yanına gelen birçok büyük âlim, onun büyüklüğünü kabûl ede­rek yanından ayrılırdı.

Abdülmecîd Efendi isminde müftülükten ayrılmış ve halktan uzlet edip uzaklaşmış bir zât vardı. Dağlarda dolaşır, nice hârikalar gösterirdi. Herkes onu büyük bilir ve îtibâr gösterirdi. Lâkin Abdülmecîd bir büyük zâta tâbi olma­mıştı. Şâh Kubâd hazretleri için de iyi konuşmaz; ?O üm- mî, okuma yazması olmayan biridir. Nasıl insanlara rehberlik yapabi­lir? Doğru yolu nasıl göstere­bilir?? derdi. Şâh Kubâd?a, Abdülmecîd Efendi- nin hârikalar gösterdiğinden bahsedilince; ?Keşf ve kerâmet, hâri­kâlar riyâzetler yâni nefsin istemediklerini yapmakla hâsıl olur. Kişiye lâ­zım olan mârifetullaha, Allahü teâlâyı tanımaya kavuşmaktır. Mârifetullah ise, bir Allah adamını, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehberi tanımakla olur. Şimdi Abdülmecîd?i irşâd edelim.? buyurdu. Sonra Abdülmecîd Efendinin kaldığı dağdaki mağarasına vardılar. Onu bulup sohbet ettiler. Bu sırada Abdülmecîd Efendi kerâmet göstermek istedi. Lâkin muvaffak olamadı. Bu esnâda Şâh Kubâd onun kulağına eğilip; ?Yâ Allah!? dedi. Bunun üzerine Abdülmecîd Efendiyi bir hal kapladı. Kendinden geçip yere düştü. Şâh Kubâd da talebeleri ile berâber dergâha döndü. Abdülmecîd Efendi, uzun müd­det o halde kaldıktan sonra kendine geldi. Şâh Kubâd hazretlerinin gittiğini gö­rünce, kalkıp doğru şeyhin evine gelip kapısını çaldı. Şâh Kubâd, kimdir, dedi­ğinde; ?Molla Abdülmecîd?dir.? ce­vâbını verdi. Şâh Kubâd; ?Burası medrese değildir. Sen müftî bir adam­sın. Biz ise ümmî bir kişiyiz.? dedi ve kapıyı aç­madı. Bir müddet geçtik­ten sonra Molla Abdülmecîd kapıya yine vurdu. Şâh Kubâd içerden yine, kimsin, dedi. Molla Abdülmecîd bu defâ da; ?Şeyh Abdülmecîd.? cevâbını verdi. O zaman Şâh Kubâd içerden kendisine; ?Bize şeyh lâzım değildir. Siz dergâhlara gidin.? dedi. Şeyh Abdülmecîd çâresiz kalıp artık kapıyı vurmadan beklemeye başladı. Biraz sonra Şâh Kubâd kapıyı açtı. Şeyh Abdülmecîd?i içeri alıp, kendisini kabûl etti. Şeyh Abdülmecîd bir müddet Şâh Kubâd?ın yanında yetişip icâzet aldı.

Hindistan?ın büyük velîlerinden Şâh Raûf Ahmed hazretlerine, ho­cası Ab­dullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdığı bir mektupda şöyle demektedir: ?Mektubuma Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın mübâ­rek ismi ile başlıyorum. Selâm ederim. İki mektu­bunuzu ve gönderdiğiniz, içinde hep doğru yazılar bulunan risâleyi al­dım. Çok memnûn oldum. Allahü teâlâ size iyi karşılıklar versin. Allahü teâlâ bereketlerinizi ve güzel ahlâkı yay­madaki gayretinizi arttırsın, in­sanlar içinde Hak ile bulundursun ve kalbiniz Allahü teâlânın aşkıyla ya­nıp tutuşsun. Biz sizden çok memnûnuz. Allahü teâlâ size dünyâda ve âhirette iyilikler versin. Ehl-i sünnet yolunun büyükleri de siz­den hoşnûd olsunlar. Mânevî üstünlüklerinizle nice kimselerin güzel ahlâka ka­vuş­masına sebeb olursunuz. Hocanızı duâdan unutmayınız. Tefsîr, hadîs, Mektûbât-ı Şerîf, Avârif, Te?arruf, Nefehât-ül-Üns ve fıkıh kitapları mecli- si­nizde okunsun. Bâzı zamanlar Allahü teâlânın sevgisinden sec­deye kapanıp yalvarın, yakarın, ağlayın, inleyin. Yalnız olduğunuz za­manlar bizi hatırlayın ve hayır duâ edin. Risâlenizi çok beğendim. Allahü teâlâ size ve talebelerinize en güzel iyilikler ihsân eylesin. Hakk?ı ara­yanları da kendi yoluna, dînine kavuş­tursun. Baba ve dedelerinize ihsân ettiği iyilik- leri size de versin. Size ve yanı­nızdakilere selâm ederim.?

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on seki­zincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında, bir kâdı devamlı kapısına gelip, talebe olmak, onun yoluna girmek istiyordu. Fakat Ubeydullah-ı Ahrâr ona iltifât etmediğinden gâyet melûl ve mahzûn bir hâlde gelip gidiyordu. Birgün Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin neşeli bir ânında, yakın bir talebesi, o kâdıdan bahsedip, talebe olmak istediğini arzetti. "Kâdı, boynu bükük, inâyetinizi bekliyor ve mahrum kalmaktan çok üzülüyor." dedi. Ubeydullah-ı Ahrâr; "Ben, kimin içinde büyüklük ve üstünlük arzusundan bir şey sezsem, hattâ o üstün­lük ve büyüklük arzusuna on yıl sonra bile kavuşa­cak olsa, ona Hâcegân yolundan (büyüklerin yolundan) bahsedemem." dedi. Talebelerinden bâ­zıları, bu sözü söylediği günün târihini yazdılar. Aradan on yıl geçti. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de vefât etmişti. O kâdı, on yıl sonra mem­leketinde hâkim ve reis makâmına çıktı. Bu hâlinden çok memnun idi ve kal­binde büyüklerin yoluna girmeye dâir hiçbir istek ve arzu kalmamıştı. O zaman Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebeleri, hocalarının onu ne­den kabûl etme­diğinin hikmetini anladılar.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin yakınlarından biri, bir defâsında ha­ram bir işi yapmak üzere iken, Ubeydullah-ı Ahrâr birdenbire; "Ne yapı­yorsun?" diye seslenip, îkâz etti. O kimse yerinden fırlayıp, kendine geldi ve haram işlemekten vaz geçti. Biraz sonra Ubeydullah-ı Ahrâr evine ge­lip; "Allahü teâlânın yardımı olmasaydı, şeytana kapılmış gitmiştin!" bu­yurdu. Yine aynı kişi, bir gece şarap içmek istedi. Bir yakınını, gece ka­ranlığında kendisine şarap alıp getirmesi için gönderdi. Gönderdiği kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin önünde durup, şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu. O da sepeti yukarı çek­meğe başladı. Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi koptu, yere düştü ve şarap testisi kırıldı. Şarap isteyen kimse, bilinmesinden korkarak, sa­bahleyin erkenden kalkıp kırılan şarap testisinin parçalarını topladı. Bun­dan hemen sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr o kimsenin evine geldi. "Gece yu­karı çektiğin testinin sesi kulağıma geldi. Eğer o testi kırılmasaydı, benim kalbim kırılacaktı ve bir daha seninle buluşmama imkân kalmayacaktı" buyurdu.

Büyük velîlerden Abdülbâki Efendi; Yûnus Emre (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin şu sözlerini dilinden düşürmezdi:



Gel ey kardeş Hakk´ı bulayım dersen

Bir kâmil mürşide varmasan olmaz

Resûlün cemâlin göreyim dersen

Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.



Niceler gittiler mürşid arayı

Arayanlar buldu derde devâyı

Bir kez okur isen akdan karayı

Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.



İstanbul?da yetişen büyük velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Sultanahmed Câmiinde vâz verirken şu şiiri söyledi:



Mürşid-i kâmil, mürîdi, evvel ehl-i hâl ider,

Sonra, Fahr-i kâinâtın bezmine idhâl ider,

Nice yıllar sa´y ile eremediği menzillere,

Bir nefesle mürşid-i kâmil onu îsâl ider.



Hindistan evliyâsından ve Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­lerinin bü­yüklüğünü en güzel, talebesi Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazret­leri meşhur dîvâ­nında şöyle anlatmıştır: "Mübârek hocam karanlık ufuk­ları aydınlatıp, mahlû­kâtı dalâletten hidâyete kavuşturmaya vesîle oldu.

O, h...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

29 Ocak 2010, 13:35:20
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 29 Ocak 2010, 13:35:20 »

Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîle­rinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri­nin talebele­rinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatır: Tahsîlimi İstanbul´da yaptım. Arabî ve Fâ­risî´yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sâhibiydim. Bir gün beni Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sâhibi olmaktı. Kendi­sine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Soh­bete başladı. Hemen sonra sandal­yede oturmaktan hayâ edip, yere in­dim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakı­nında yere oturmaktan da hayâ edip biraz geri çekil­dim. Biraz daha biraz daha derken nihâyet kendimi kapının önünde buldum. Ne­rede ise kapı­dan dışarı çıkacak hâle gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakîm´i görünce ancak talebe ola­cağımı anladım ve talebelerime:

"Seyyid Abdülhakîm Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine ya­pışmak­tan başka işim kalmadı." dedim. O büyük zâta talebe olmakla şe­reflendim.

Evliyânın büyüklerinden olan Abdülhamîd Şirvânî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) Mekke-i mükerremede talebelere ders okutmakta iken Hin­distan´dan hic­ret ederek Mekke-i mükerremeye gelen Ahmed Sa´îd-i Fârûkî hazretlerinin soh­betlerine koştu. İlimdeki derin bilgisine rağmen, kendisinin yetişmesi için ders okutmayı terkedip, o büyük zâta talebe oldu. Hâlis bir niyetle bu yola girip, Ahmed Saîd´in sohbetlerini hiç bırak­madı. Onun pekçok iltifât ve teveccühle­rine mazhar oldu. Ahmed Saîd-i Fârûkî, Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye giderken, Abdül- hamîd Şirvânî´yi oğlu Muhammed Mazhar´a ha­vâle etti. O da, emir ba- basından geldiği için kabûl edip, Abdülhamîd´in bu yolda ilerlemesi ile meşgûl oldu.

Ahmed Sa´îd-i Fârûkî gittikten sonra, Muhammed Mazhar´ın sohbet­lerinden hiç ayrılmayan Abdülhamîd Şirvânî, bütün kalbi ile ona bağ­landı. Ondan çok istifâde etti. Bir müddet sonra, Muhammed Mazhar da Medîne-i münevvereye giderken, Abdülhamîd Efendi de ondan ayrılma­yıp onunla berâber gitti. Çünkü onu çok seviyor, muhabbet ve bağlılığı gün geçtikçe artıyordu. Medîne-i münevverede Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâreti sırasında, Resûlullah efendimizin mânevî lütuf ve ihsânlarına kavuştu. Bu ziyaretten sonra Muhammed Mazhar; "Elham­dülillah Resûlullah efendimiz Abdülhamîd Şirvânî´yi kabûl ettiler." bu­yurdu. Ona icâzet ve hilâfet verip, çok duâ etti. Sonra; "Mevlanâ Abdül- hamîd´e icâzet verdim. Ona verilmesi lâzım gelen her şeyi verdim. İnşâallah semeresi görülecektir. Fakat daha zamânı vardır. Müceddi- diyye yolu büyüklerine olan muhabbet ipi sağlam ve kuvvetli olunca, kavuşulması arzulanan şeyler bir müddet sonra da kavuşulsa bunun için gam yoktur. Çünkü o büyükler, kendilerine bağlananları yavaş yavaş çekerler. Bu sebeple yapılması lâzım gelen şey, bu büyükleri çok sevip yollarında bulunmak, her an Allahü teâlâyı unutmayıp, devamlı O´nu anmak ve diğer vazîfelere de­vâm etmektir." buyurdular.

Abdülhamîd Şirvânî, hocası Muhammed Mazhar´ın bu sözlerini dik­katle dinliyordu. Ayrılacakları zaman hocasına; "Bizi duâ ve teveccühü­nüzden eksik etmeyiniz efendim." dedi. Bu sebeple, Muhammed Mazhar dâimâ, gıyâbında Abdülhamîd Efendiye duâ ve teveccühde bulunurdu. Bundan sonra da, çeşitli zamanlarda birçok defâ görüşüp sohbet ettiler. İrtibatları hiç kesilmedi. Çünkü devamlı mektuplaşır ve haberleşirlerdi.

Hindistan evlîyasından Abdülhay hazretlerine hocası İmâm-ı Rab­bânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri icâzet, diploma vererek Abdül- hay´ı, insan­lara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmak, onları ter- biye edip yetiştir­mek görevi ile Punte şehrine gönderdi ve; "Şeyh Hamîd-i Bingâlî´ye gitmek is­tiyorum. Fakat fırsatım olmadı. Ona gidip nasîhatte bulununuz." buyurdu. Abdülhay; "Peki efendim." diyerek hu­zurdan ayrıldı ve oraya doğru yola çıktı. Fakat kendi kendine; "Şeyh Hamîd, âlim, evliyâ ve herkesin mürâcaat ettiği bir kimsedir. Ben kim oluyorum ki, ona nasîhat edeyim ve sözümün faydası olsun." diye dü­şündü. Sonra da; "Böyle düşünmek doğru değildir. Mâdem ki hocam böyle söyledi, o hâlde doğru söyledi. Böyle vesvese etmek doğru değil­dir. Ho­camın bu emrinde mutlaka bir hikmet vardır." dedi.

Şeyh Hamîd Bingâlî´nin yanına vardığında, ona çok hürmet ve ik­râmda bu­lundu. Şeyh Hamîd Bingâlî sohbet esnâsında şöyle dedi:

İmâm-ı Rabbânî hazretleri ve diğer büyükler buyuruyor ki: "Bizim yolu­muzda olmanın ilk şartı, Resûlullah efendimizi canından çok sev­mektir." Ben de, Allahü teâlânın sevgisi ile dolu olan kalbe başka bir sevgi nasıl sığabilir?" diyorum. Onun bu sözüne Abdülhay çok üzüldü ve cevap olarak: "Resûlullah efendimizin sevgisi, Hak tealânın sevgisinin aynısıdır. Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: "Kim peygambere itâat ederse muhakkak Allahü teâlâya itâat etmiş olur." (Nisâ sûresi: 80) Bu âyet-i kerîme sözümüzün doğruluğunu göstermekte­dir." dedi.

Bunun üzerine Şeyh Hamîd söylediklerine pişman oldu ve tövbe etti. Abdülhay da yakînen hocasının hikmetsiz bir şey söylemeyeceğini an­ladı. De­mek ki hocası onu, Şeyh Hamîd´in bu şüphesini gidermek için göndermişti.

Evliyânın büyüklerinden Abdülmecîd Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Şirvân yöresinde ders verirken Tokat´ta tasavvuf ate­şiyle yanan ve sonradan Kara Şems diye meşhur olan Şemseddîn Ah- med Sivasî ismindeki genç, Şeyh Mustafa Kirbâsî hazretlerinin huzû­runa vararak kendisine talebe ol­mak isteğini bildirir. Şeyh Mustafa Kirbâsî bu sırada yüz yaşını geçmiş du­rumda olduğundan ona şöyle bu­yurur:

"Evlâdım sen gençsin; ben ise ihtiyar ve hastalıklıyım. Riyâzet çek­meye, nefsin istemediklerini yapmaya tâkatim ve kuvvetim yoktur. Senin terbiyen ile meşgûl olamam. Lâkin sâdık bir talebeysen Cenâb-ı Hak mürşidini ayağına gönderir. Bekle bu mürşid altı ay sonra Tokat´a gele­cektir."

Kara Şems altı ay sonrasını şöyle anlatır:

Hocamın sözlerinden sonra Zile´ye giderek altı ay daha ilim öğret­mekle meşgûl oldum. Altı ay sonra Tokat´a döndüğümde Abdülmecîd Şirvânî adlı bir zâtın şehre geldiğini duydum. Derhal huzurlarına gittim. Beni gördüklerinde:

"Ey Kara Şems! Benim Allahü teâlânın emri ve Sevgili Peygamberi­mizin işâreti ile kendi memleketimi, âilemi ve sevenlerimi terk edip; dağ, tepe ve bel­deleri aşıp gelmem sâdece seni mânevî ilimlerde ilerletme ve terbiye içindir." buyurdular.

Abdülmecîd Şirvânî hazretleri talebelerine âhirette pişmân olmama­ları ve istenmeyen durumlarla karşılaşmamaları için devamlı nasîhat­lerde bulunurdu. Bu hususta şöyle buyururdu: "Maksada ulaşmak ve kurtuluşa erişmek iki şe­kilde olur.

Birisi Cennet´te, Cennet´in yüksek derecelerine kavuşmaktır. Bu, se­çilmiş kimselerin hâlidir. Diğeri ise, zamansız ve mekânsız, nasıl olacağı bilinmiyen bir şekilde Allahü teâlânın cemâl-i ilâhîsini görmektir. Bunu el- de edebilmek için şu dört sebep vardır: 1) Îmân. 2) Takvâ. Mürşid-i kâ- milin yetişmiş ve yetiş­tirebilen rehberin işâreti ile nefsle mücâdele ya­pı- larak ahlâk güzelleştirilir. Gü­nahlardan tamâmen sakınılır. Allahü teâlâ- dan başka her şeyden tamâmen yüz çevrilir. 3) Allahü teâlâya ka­vuşmak için vesîle aramaktır. Birinci vesîle; Mürşid-i kâmilin terbiyesinde olma- ktır. İkinci vesîle; hoca, talebesini Resûlullah efendimize ulaştırıp, irtibâ- tını temin etmesidir. Bu iki vesîle ile, îmânın ve takvânın kemâline erilir. İslâmın bütün emir ve yasaklarına ve tasav­vuf yolunun bütün âdâblarına uyulur. Böylece talebede mârifetullah, muhabbet, sevgi hâsıl olur. 4) Al- lah yolunda cihâd."

Yine buyurmuşlardır ki: "İblisin en mühim işi talebe ile hoca arasında so­ğukluk meydana getirmektir. Böylece talebe, dünyâda ve âhirette hüs­rana uğra­yarak bedbaht olur. Bu durumda sâdık talebenin ilacı sevgi ile hocasına bağlılı­ğını yenileyip, aradaki soğukluğu gidermek ve ona tam teslim olmaktır. Böylece şeytanın vesvesesini yıkmak, dünyâ ve âhiret saadetine kavuşmak nasîb olur."

"Müşfik ve şefkatli rehber yâni mürşid talebesini alçak dünyâ için kı­zıp azarlamaz. Onların azarlamaları dünyâ için değildir. Zîrâ dünyânın onların ya­nında sivrisinek kanadı kadar kıymeti yoktur. Onlar talebede gördükleri bozuk ve uygun olmayan hallere kızarlar. Kısaca kızmaları, dînin emirlerine uymakta ve tasavvuf yolundaki edeplerde olan kusurları sebebiyledir."

Evliyânın büyüklerinden Ahmed Cüzeyrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retleri, bir rehbere tâbi olmayanın hâlini şöyle dile getirmiştir: "Biz sı­radan kimse değiliz, zamânın müftülerindeniz. Buna rağmen bir mürşid-i kâmilin eli­mizden tutması lâzım (buna ihtiyacımız var)..."

"İki gözü kördür yine de bir rehbere tâbi olmuyor. Kör rehbersiz ola­rak Kâ­be´yi her ne kadar tavâf etse de Hacer-ül-esvedi göremez (mak­sadına kavuşa­maz)."

"Câhil kimse her ne kadar iyilere özense bile rehbersiz olduğu için, merke­bin gül ile kangal dikenini fark etmediği gibi fark etmez."

"Anka kuşu görülmez ki ona tuzak kuruyorsun. Ona kurduğun bütün tu­zaklar boşa gidecek. Seher vaktinde herkes bir şeyler taleb ederek geldi. Bâzı­ları gül, bâzıları sümbül, bâzıları da zülüfler için gelmiştiler. Seher vaktinde elimizi tutup mahbûbun seyrine götürürler. Rakip haset­ten derhal titredi ve sıt­maya tutuldu. Tuzakların arkasındaki keklik, öte­rek diğer keklikleri tuzağa dü­şürmek isterken, şahin onu gâfil avladı ve kaptı."

"Üstadımız, rehberimiz bize sabrın meyvesinin tatlı olduğunu haber verdi. Biz meyveye kavuşmak için sabrın acılığına, kalbimizdeki dertlere katlandık. Mahbûbumuzun vurduğu her neşter ve dikenin herbirini der­dimize şifâ olarak kabûl ettik."

"Altın ve gümüş insanların çoğunun kalbini çeker! Bizim kalbimiz ise Allahü teâlânın muhabbetine çekilir. Altın, gümüş bizim kalbimize ne ya­pabi­lir."

"Dünyânın denî (alçak) dinarına ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes