> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > İslam Kültürü > İslam Kültürü K-Z > Mürid
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Mürid  (Okunma Sayısı 1615 defa)
28 Ocak 2010, 14:39:17
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 28 Ocak 2010, 14:39:17 »



Mürid
Allahü teâlânın velî kullarından tanınmayan, bilinmeyen ve gizli olan bâzı mübârek kimseler daha vardır ki, Şeyhülislâm Molla Câmî´nin belirt­tiğine göre, insanların imdâdlarına yetişip, işlerinde dara düştükleri za­man yardımcı olan ve onların belâlardan korunmasına sebeb olan bu in­sanlara nücebâ denilmektedir. (E. Ans. c.1, s. 11) Tasavvuf yolunda bulunanları, Şihâbüddîn-i Sühreverdî iki kısma ayırıyor: Ya mürîd olurlar, ya murâd olurlar. Mürîdler Allahü teâlâya ya­kınlık derecele­rine ulaşmak için riyâzetler ve mücâhedeler çekerler (nef- sin isteklerinden kaçı­nıp istemediklerini yapmaya çalışırlar). Murâdlar ise, nazlı nazlı okşanarak götürülür ve sıkıntı çekmeden, ya­kınlık derecelerine ulaştırılır. Tasavvuf yo­lunda bulunanlardan, sıkıntı ve eziyet çekmeden Allahü teâlânın yardım ve di­lemesi ile yüksek ma­kamlara kavuşan ictibâ yolunun sâlikleri (çekilen talebe­ler) murâdlar diye isimlendi- rilir. İmâm-ı Rabbânî, murâd olunanların başının ve sevi­lenlerin önderinin Muhammed aleyhisselâm olduğunu ifâde buyurmuş­tur. (E. Ans. c.1, s. 11)

Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­lerine " Mürid kime denir?" denildi. Cevaben; "Mürid, meşakkat ve sı­kıntılara katlanan mütehammil, sabırlı kimsedir. Murâd ise, taşınan kim­sedir." buyurdu.

Büyük velîlerden Fâris bin Îsâ Bağdâdî hazretleri anlatır: Hallâc-ı Mensûr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Mürîd kimdir?" diye sor­dum. "Mürîd, maksadı Allahü teâlâ olan ve O´na kavuşmayınca hiçbir şeye meyletmeyen kimsedir." buyurdu.

Büyük velîlerden Muhammed bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir müridi (talebeyi) dünyâ malı toplamaya istekli görürsen, bil ki, onun bu isteği aşağılık, Rabbine sırt çevirme ve başaşa- ğı dönme nişânıdır."

Hindistan´ın büyük velîlerinden Muînüddîn-i Çeştî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) bir defâsında; "Tövbekâr mürid kime denir? diye sorulunca; "Şu hâle gelen kimsedir ki, amelleri yazan melekler, onun hiç günahını bulup yazmazlar. Hiç günah işlemezler. Hocam Osman Hârûnî´den işit­tim. Buyurdu ki: Bir kim­sede şu üç haslet bulunursa, o kimse Allahü teâlânın dostudur, sevgili kuludur. Birincisi; cömertliktir, çünkü cömertlik bir deryâdır. İkincisi, şefkattir. Şefkat, güneş gibi aydınlatıcıdır. Üçün­cüsü, tevâzudur. Tevâzu, toprak gibidir (top­rakta gül biter)." buyurdular.

Büyük velîlerden Ebû Bekr-i Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retleri "Bir şahıs ne zaman mürid olabilir?" sorusuna şu cevâbı verdi: "Seferde ve ha­zarda hâli hep aynı olan kimsedir. Yalnız olduğu zaman da, başkalarının ya­nında olduğu zaman da aynı davranışlar içinde o- landır."

İstanbul?da yetişen büyük velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün, talebelerinden birisinin bir iş için Üsküdar´a gidip gelmesini is­tedi. Fakat o gün çok fırtınalı idi. Kayık hiç işlemiyordu. Bu yüzden talebeler­den kimse, ben gidip gelirim, diyemedi. Nihâyet içlerin­den biri, Abdülehad Efendinin emrini yerine getirmek için kendisinin Üs­küdar´a gidip geleceğini söyledi. O zaman Abdülehad Efendi o talebe­sine; "Selâmetle gidip gel." diye duâ etti. O talebe Eminönü´ne geldi­ğinde, yüz kadar kayıkçıdan ancak birini Üsküdar´a gidip gelmeye iknâ edebildi. Kayıklarından birisini denize indirdiler. Bir ok atımı gitmeden, fırtına dindi, deniz sâkinleşti, rüzgâr uygun bir yöne doğru esmeye baş­ladı. Yelken açıp, Üsküdar´a kısa zamanda gidip geldiler. Dönüşte ta­lebe durumu Abdülehad Efendiye bütün tafsîlâtıyla anlattı. Abdülehad Efendi talebesine çok duâ etti.

Evliyânın büyüklerinden Abdülmecîd Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Şemahı´da talebelere bir şeyler anlatmak husûsunda çok gayret sarfediyordum. Zâhirî ilimlere olan rağbetim ve onları öğ­renme husûsundaki şevkim öyle artmıştı ki, gecelerimin çoğunu kitapları mütâlaa ve okumakla ge­çirirdim. Bir mübârek gecede, mütâlaa ettiğim kitap hareket edip şöyle ko­nuştu: "Ey Abdülmecîd! Ben senin Rabbin miyim ki, gece gündüz bana bakı­yorsun? Var git, bu bağlılığını Rabbine yap. Bu bağlılığı Rabbine yapman daha münasiptir."

Kitaptan gelen sesi duyunca, onu bir kenara bıraktım ve dağlara git­tim. Oralarda bir mağara buldum. O mağarada, tam dört sene gece-gündüz Allahü teâlâyı zikr ile meşgûl oldum. Bu esnâda bana kerâmet­ler ihsân edildi. Abdest almak için dışarı çıktığım zaman, yırtıcı ve vahşî hayvanlar bana saldırmaz ve benden kaçmazlardı. Hattâ bana yakla­şırlar, abdest aldıktan sonra biriken suları içerlerdi. Bâzı yerlerde uçar­dım. Bir ânda bir vâdiden diğer vâdiye geçerdim. Bu hâlleri, asıl maksad zannedip böyle kemâle erileceğini düşünüyordum. Bu sebepten, tasav­vuf yoluna girmek isteyene bir mürşid, yol göstericinin lâzım olmadığı şeklinde yanlış bir düşünce içerisindeydim.

Ben bu hâl içerisinde iken, Şirvan mıntıkasının mürşid-i kâmili, bü­yük velî Şehkubâd hazretleri, talebeleri ile bulunduğum mağaraya yakın nehrin kenarına gelip yerleşmişler, ibâdet ve zikirle meşgûl oluyorlardı. Onların zikrettiklerini görüp, kalbimde berâber zikretmek düşüncesi hâsıl olunca, şeytan kalbime ves­vese vererek:

"Tâbi oldukları şeyh ümmîdir okuma yazması yoktur. Ona uyanların çoğu da câhil kimselerdir. Bunlar arasına karışmaktansa, kendi başına oturup riyâzet, nefse karşı gelme ve nefs muhâsebesi yapmak, vahşî ve yırtıcı hayvanlarla ya­kınlık kurmak daha iyidir." dedi.

Fakat bu sırada Allahü teâlânın tevfîk ve inâyeti yardıma yetişti ve kendi nefsime; "Zâhirleri ile İslâmın emir ve yasaklarını yerine getirmeye çalışan, gece-gündüz Allahü teâlâyı zikreden şu insanlara sû-i zanda, kötü düşüncelerde bulunmak yakışmaz. Hele onların hâllerini bir gör. Mümin olan, insanların hâllerini ve hareketlerini görmeden karar ver­mez." diyerek, onlara yakın bir yere gizlendim. Hâl ve hareketlerini, ne yaptıklarını iyice gördüğüm zaman, kalbimden önceki tereddüt ve şüp­helerin hepsi gitti. Sonra yanlarına varıp, bir kenara oturdum. Mûtad zi­kirleri bittikten sonra, Kelime-i tevhîd söylemeye başladılar. Ben de elimde olmadan Kelime-i tevhîd söylemeye başladım. Ansızın bende vecd, kendinden geçme hâli meydana geldi, düşüp bayıldım. O zaman talebeleri, beni Şehkubâd hazretlerinin huzûruna götürmüşler. Biraz sonra kendime gelip gözümü açınca, başımı Şehkubâd hazretlerinin di­zinde buldum. Derhâl Mevlânâ Şehkubâd´ın elini öptüm. Beni talebeliğe kabûl etmesini ricâ ettim. Talebeliğe kabûl edince, emrettiği şekilde ha­reket etmeğe başladım. Ondan sonra benden, önceki keşf ve kerâmet­ler kayboldu. İçimde öyle bir ilim hâsıl oldu ki, o mağarada yalnız ba­şıma nefsimi terbiye etmekle çok hatâlı bir yolda olduğumu anladım. Şehkubâd hazretleri, bir ânda beni içerisinde bulunduğum o karanlık du­rumdan çıkarıp, himmetleri ile kalbimi temizledi. Eğer hocam Mevlânâ Şehkubâd´ın sohbetleri ile şereflenmeseydim, Allahü teâlâ korusun çok aşağı derecelerde kalacaktım.

Hindistan´ın büyük velîlerinden Ahmed Abdülhak Radulevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, Nûrulhak ve Kıdvet-ül-Evliyâ lakabları verildi. Hayâ­tını ve hâllerini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ba­basına ho- calık eden Kutb-i Âlem Abdülkuddüs, Nûr-ül-Ayn isimli ese­rinde topladı.

Yedi yaşında geceleri kalkıp namaz kılmağa başladı. Annesine gö­rünme­den gece kalkar namaz kılardı. Annesi namazını bitirmeden, o yi- ne yerine ge­lirdi. Annesi, onun bu hâlinden, on iki yaşına gelince ha­beri oldu. Yavrusuna olan şefkat ve muhabbetinden, onun bu yaşta uy­kusuz kalmasına gönlü râzı olmadı. Ama geleceğin büyük velîsinde, Allah sev- gisi ağır basıyordu. Rabbini seven için, O´na ibâdet etmekten daha tabiî ne olabilirdi. Annesinin bu hâline üzülüp, evden ayrıldı. Dehli´de ilim öğrenmek ve öğretmekle meşgûl olan ağa­beyi Takiyyüddîn´in yanına gitti. Ondan, ilim öğretmesini istedi. O da herke­sin okuduğu ilimleri öğretmeye başladı. Ahmed; "Bana mârifeti, Hakk´ı tanıma il­mini öğret!" dedi. Ağabeyi Takiyyüddîn, onu Dehli´nin ileri gelen âlimlerinin yanına götürdü. "Bu çocuk beni üzüyor, ilim okutmamı istiyor, okutuyorum, kabûl etmiyor. Belki sizin nasîhatinizi dinler." diyerek, on­lardan yardım istedi. Onlar da kendi usûllerine göre ders verdiler. Bi­tince; "Benim bun- larla işim yoktur. Bana mârifet ilmini öğretin." deyip, onları da şaşırttı. Sonra kendi hâ­linde ibâdet etmeye başladı. Seneler geçti. Ağabeyi Takıyyüddîn, onu evlen­dirmek istedi ise de buna râzı ol­madı. Ağabeyi ısrâr edince, kız tarafına gidip; "Bana kızınızı vermeyin." dedi. Hasta olduğunu söyledi. Evlenmedi.

Çok sıkı riyâzet ve mücâhede çekmekle berâber, derecesinin yük­selmedi­ğini görmüştü. Yol gösteren bir Allah adamı olmadan riyâzet, nefsin istedikle­rini yapmayarak ve mücâhede, nefsin istemediklerini ya­parak maksada erişile­meyeceğini anladı. Bir süre sonra Pâni-püt şeh­rine gitmesi, orada, Celâleddîn Pâni-pütî´nin sohbet ve hizmetinde bu­lunması kalbine ilhâm edildi. Buna çok sevindi. Bu sevinç ile, acele yola çıktı. Celâleddîn, keşf yoluyla onun gelmekte olduğunu anladı. Talebele­rine; "Çeşitli yemekler bulunan bir sofra hazırlayın! Meyveler, tatlılar ve şerbetler koyun, kapının önüne atlar çıkarın, fazîletli bir misâfirimiz geli­yor. Onu karşılayın!" buyurdu. Emir yerine getirildi. Sofra ha­zırlandıktan bir iki dakika sonra, Ahmed Abdülhak geldi. Kapıda çok gösterişli karşı­lamayı, içeri girince sofrayı gördü. Üzerinde lezzetli yemekler, çeşit çeşit meyveler bulunan sofrayı görünce, düşünceye daldı. Burasını umduğu gibi bu­lamamıştı. Hayret içinde kaldı. Aradığı yerin burası olmadığını zannetti. Celâleddîn-i Pâni-pütî ona hiçbir şey söylemedi. O, olduğu yerden adımını ileri atmayıp, geri döndü. Bilmediği bir istikâmete doğru şuursuzca akşama kadar gitti. Bilmediği bir şehre yaklaştı. Yolunu kay­bettiğini zannediyordu. İlk rast­ladığı kimseye; "Bu hangi şehirdir?" diye sordu. O; "Pâni-püt şehridir." dedi. B...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Mürid
« Posted on: 25 Nisan 2024, 03:41:21 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Mürid rüya tabiri,Mürid mekke canlı, Mürid kabe canlı yayın, Mürid Üç boyutlu kuran oku Mürid kuran ı kerim, Mürid peygamber kıssaları,Mürid ilitam ders soruları, Müridönlisans arapça,
Logged
28 Ocak 2010, 14:53:29
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 28 Ocak 2010, 14:53:29 »

Gidip, kapılarının dışında durdu. Zâhirî hâlleri iflâs ve çöküntü için­deydi. Bir derviş gitti ve İmâm-ı Rabbânî´ye; "Bir müflis geldi, hizmetiniz ve huzûru­nuz ile şereflenmek ister." dedi. "Onu getirin." buyurdular. İçeri girdi. Nûrlu yüzünü görür görmez, "Daha önce defâlarca rüyâda bana görünen mübârek sî­mânın sâhibi budur." deyip, onları tanıdı, şevk ile ağladı. Hazret-i İmâm, onu kucakladılar ve bir müddet öyle durdular. Sonra başını kaldırıp, hemen husûsî odasına götürdü ve büyükler yo­lunu tâlim eyledi. Kendilerine, "Benim maksû­dum tamam oldu." diye arz etti. Çünkü Hazret-i İmâm´ın âdetleri öyle idi ki; bir tâlib uzun zaman ge­lir gider de, ancak ondan sonra ona büyükler yolunu telkîn ederlerdi.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin feyz ve himmetleri o kadar çok ve kuvvet­liydi ki, daha sohbet olmadan, sâdece huzûrunda bulunmakla Ke- rîmüddîn´in hâli değişti. İnâyetlere kavuştu. Misline rastlanamayan bereketli nazarlar (ba­kışlar) altında, kısa zamanda çok ilerledi. Hazret-i İmâm ona, insanlara doğru yolu göstermesi, bu yolda ilerlemelerine ve­sîle olması için icâzet verdi.

İcâzet ile şereflendikten sonra memleketine dönen Kerîmüddîn Bâ- bâ Ha­san, vazifeye başladı. O memleketin halkından nice kimse onun sâyesinde bu şerefli yolun hakîkatine kavuştu. Feyz ve bereketlere mazhar oldular.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden icâzet almakla şereflenip memleke­tine döndüğünde, on kişiyi talebe olarak almasına müsâade etmişlerdi. İkinci defâ huzurlarına gittiğinde bu tasavvuf yolunu yetmiş kişiye tâlim edip öğretmesini istediler. Üçüncü defâ gittiğinde, Fadl-âbâd isimli bir beldede bir handa ko­naklamıştı. Orada gördüğü rüyâda, kendisini bir taht üzerine oturttuklarını ve vaktin sultânının eli bağlı huzûrunda dur­duğunu gördü. Bu rüyânın tâbirini ve hikmetini merak ederek hazret-i İmâm´ın huzûruna vardı. O daha rüyâyı anlat­madan, mutlak icâzet ver­mekle şereflendirdiler. Üçüncü gidişinde bu ihsâna kavuştu.

Şeyh Mûsâ Şevîn memleketinde makam ve otorite sâhibi mümtaz bir zâttı. Bir işi için Kerîmüddîn´in bulunduğu kasabaya gitti. Bir vesîle ile onu görmeye geldi. Kerîmüddîn ona; "Siz hangi yolda talebesiniz?" dedi. "Îsâ Belvetî´nin ta­lebesiyim ve ondan icâzetim vardır." dedi. Şeyh; "Kendinize müteveccih olun, benden size birşey gelecek." dedi. O da başını eğdi. Kerîmüddîn teveccühle meşgûl oldu. Dil ile bir şeyden bah­setmedi. Bu büyük zâtın âdetlerinden idi ki, yalnız teveccüh ve tasar­rufla, Ahrâriyye yolunu tâlibin kalbine verir ve zikr fi­danı, tâlibin kalb bahçesinde kalb tasarrufu ile dikilirdi. O anda sâlikin kalbi zikreder hâle gelirdi.

Bir müddet sonra Şeyh Mûsâ başını kaldırdı ve; "Şeyh Îsâ Belve- tî´nin nisbeti kalbimden silindi ve sizin nisbetiniz kalbime yerleşti." dedi. Evine git­tikten sonra oğlu Şeyh İshak´a bu durumu açıkladı ve onu şeyhin sohbetine gitmeye teşvik etti. Oğlu Şeyhzâde edâsıyla Kerî- müddîn´i görmeye geldi. Şeyh kendi eliyle odanın tâmirini yapmakla meşgûldü. Bu sebeple eli, ayağı çamur­luydu.

O hâl içinde Şeyhzâde geldi ve selâm verdi. Kerîmüddîn ona doğru bir baktı ve; "Elimi yıkayıp, sizinle müsâfeha edeyim." dedi. O, feryâd edip; "Efendim bir bakışınız ile yedi aydan beri Şeyh Tâc Senbihlî´den aldığım nisbet benden gitti ve onun yerine sizin nisbetiniz yerleşti." dedi. Kerîmüddîn onu hu­sûsî odasına götürdü ve ona teveccüh etti. Tevec­cüh esnâsında, bu büyük yolu kalbine yerleştirdi. Şeyhin teveccühü ile, Şeyhzâde İshâk kendinden geçerek hareketsiz, güçsüz bir hâle geldi. Şaşkın oldu. Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî kalktı ve hücrenin kapısı­nın zincirini dışardan bağladı. Sabahdan öğleye kadar geçti. Şeyhzâde hâlâ kendinden geçmiş yatıyordu. Sonra Kerîmüddîn odanın kapısını açtı ve onun yanında oturdu. Teveccüh eyledi. Şeyhzâde İshak kendine geldi ve; "Kalem kâğıt getiriniz. Biraz önce İmâm-ı Rabbânî hazretleri burada idiler. Bana bir takım şeyler söylediler. Yazayım, unutulmasın." dedi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin buyurdukları şunlar idi:

"Ey İshak! Sen benim oğlum ve bütün hakîkî ve ince rumuzlarda ha­lîfem­sin. Ben magfiret olunmuşum, sen de magfiret olunmuşsun. Seni vesîle edenler de magfiret olunmuşlardır. Çok sevdiğim talebem Kerî- müddîn´e benim selâ­mımı söyle." Şeyhzâde, o yarım günlük za­manda hilâfet alacak dereceye yük­selmişti."

Kerîmüddîn ona; "Mâdem ki, hazret-i İmâm sana icâzet verdiler, bu sana kâfidir." dedi ve onu gönderdi. Memleketine gitti. Oranın halkı ta­lebe olmak için onun etrâfına toplandı. İlk talebesi, Mîrek Mes´ûd Bey bin Ahmed Bey Hân Kâbilî´dir. Devlet adamlarındandı. Ahbab ve arka­daşları Mîrek Mes´ûd Beyi çekemeyip, kendisine; "Şeyhzâde İshak ya­lanla kendini Ahrâriyye yo­lunda eyledi. Sen de gidip ona talebe oldun." dediler. Bu asılsız sözlere aldanan Mîrek Şeyh, İshak´a talebe olduğun­dan pişmânlık duydu ve iki üç gün hocası İshak´ın huzûruna gelmedi. Şeyh İshak kalkıp, Mîrek´in evine gitti. Dil uzatan­ların sözleri Mîrek´e o kadar tesir ettiğinden, Şeyh İshak´a saygı bile göster­medi. O da gayrete gelip, orada oturmadı, dönüp evine gitti.

Mîrek Mes´ud Bey o gece rüyâda, Hâce Behâeddîn-i Nakşibend´in (kuddise sirruh) geldiğini gördü. Bâzan o kadar büyüyordu ki, bütün yer yüzünü ve göğü kaplıyor, bâzan da bir iplik kadar inceliyordu. Mîrek´e hitabla; "Ey zavallı, Al­lah adamlarını tanımıyorsun." buyurdu. Mîrek´in korkudan bütün vücûdu titredi ve dehşetle uyandı. Hemen Şeyh İshak´ın huzûruna koştu. Yüzlerce yalvarma ve kırıklık ile ayaklarına kapanıp, kusûrunun affını diledi ve; "Bu hasedciler için ne buyurursanız yapayım. Zîrâ onlar benim canım ve îmânımla oynadılar." dedi. Şeyh İshak; "On­ları huzûruna yaklaştırma." buyurdu. O da öyle yaptı.

Büyük velî, fıkıh, tefsîr, hadîs ve kelâm âlimi Kuşeyrî hazretleri an­lattı: Hocam Ebû Ali Dekkak (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Hocam Nasrâbâdî´nin meclisine, gusül abdesti almadan gitmezdim."

"Başlangıçta ben de hocam Ebû Ali´nin huzûruna oruçlu olmadan ve gusül abdesti almadan girmedim. Medresenin kapısına gelir, hocamın heybetinden içeri girmeden geri dönerdim. Bir defasında cesâret ederek içeri girdim. Med­resenin ortasına geldiğimde, beni bir hayret dalgası kapladı. O anda bana iğne batırsalar hissedecek durumda değildim. Da- ha sonra hocamın meclislerinde devamlı bulunmaya başladıktan sonra, dilimle ona bir şey sormaya hâcet duy­madım. Benim hâcetimi, ben söy- lemeden açıklıyordu. Hocamın bu kerâmetini, daha onun soh­betlerine başladığım anda fark ettim.

Bütün bunlardan ve tasavvuf yolunda vuslata, nihâyete kavuştuktan sonra da, kalbimde hocama karşı hiçbir îtirâz husûle gelmemiştir ve ak­lımdan geç­memiştir."

Irak´ta yetişen büyük velîlerinden Mekârim en-Nehr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, "Sâdık mürid kimdir?" dediler. Cevaben; "Sâ­dık mürîd yâni talebe kalbinden her şeyi çıkaran kimsedir. Kadere rızâ gösterir." buyur­dular.

Büyük velî Mevlânâ Ebû Saîd hazretleri gençliğinde Hâce Ubeydul- lah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bağlanarak, derslerine devâm etti. Bir sene sonra, zaman zaman hocasının iltifatla­rına kavuştu. Bu iltifatları bir ara kesildi. Bunun üzerine Mevlânâ Ebû Saîd´de öyle bir kabz, sıkıntı ve da­ralma hâli meydana gelip helâk olma noktasına geldi. Bu hal yirmi gün kadar devâm etti. Mevlânâ Ebû Saîd bâzı büyüklerin; "Teheccüd namazından sonra Yâsîn-i şerîf okuyup sonra her ne duâ e- dilirse, makbûl olur." sözüne izâfeten bir gece teheccüd vaktinde Yâsîn-i şerîf okuyup; "Yâ Rabbî! Eğer bende ho­cam Ubeydullah-ı Ahrâr hazret- lerini rahatsız eden bir şey varsa, onu benden gider. Eğer benim istidâd ve kâbiliyetimde hocamı rahatsız edecek bir hâlim varsa vücûdumu or- tadan kaldır veya beni bu dergâhtan uzak eyle." diye yalvardı. Çok ağ- layıp göz yaşı döktü. Sabahleyin Ubeydullah-ı Ahrâr´ın sohbetine gitti- ğinde, hocasının ilk sözleri şu oldu: "Bir şeyden sıkıldığınızda, ya ölü- mü­nüzü yâhut dergâhtan uzaklaşmayı istiyorsunuz." buyurdu. Bundan, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin böyle sıkıntılarla kendisini terbiye et- mekte olduğunu anladı. Bundan sonra yine önceki rahatlık hâli hâsıl ol- du.

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri,

DERGÂHI TEMİZLERDİ



Bir sene yolculuktan, sonra Mevlânâ Hâlid,

Delhi?ye geldiğinde, ikindiydi tam vakit.



Delhi?nin toprağına, ilk ayak bastığında,

Dağıttı sevincinden, her ne varsa yanında.



Sonra varıp elini, öperek o büyüğün,

Talebesi olmakla, şereflendi aynı gün.



O da, ilk iş olarak, ezmek için nefsini,

Verdi ona dergâhın, günlük temizliğini.



Her zâhirî ilimde, çok büyük âlim iken,

Başladı vazîfeye, hiç îtirâz etmeden.



Kova ve süpürgeyi, her gün alıp eline,

Aylarca devam etti, dergâh temizliğine.



Kovasını kuyudan, su ile doldurarak,

Taşırdı omuzunda, bir sopaya takarak.



Dergâhtan o kuyuya, o kuyudan dergâha,

Gidip gidip gelirdi, bir günde, pekçok defa.



Hem dergâhın temizlik, işiyle uğraşırdı,

Ve hem de abdest için, depoya su taşırdı.



Üstâdının verdiği, bu temizlik işinden,

Eğer az bir gevşeklik, gelse idi içinden,

En şiddetli cezâyı, verip hemen nefsine.

Yine devam ederdi, aynı vazîfesine.



Bir gün nasıl olduysa, yaparken bu işini,

Az hissetti nefsinin, işe gayretini.



Derhâl kendi kendine, söylendi ki: ?Ey nefsim,

Sana bu, çok şerefli, vazîfeyi veren kim?



Yapmak istemez isen, bu işi eğer ki sen,
...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

28 Ocak 2010, 14:58:46
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 28 Ocak 2010, 14:58:46 »

Hindistan´da yetişen büyük velîlerden Mevlânâ Muhammed Sıddîk Keşmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlattı: "Bir defâ içime Kâbe-i muazza- maya gitmek aşkı düştü. Yol ve azık hazırlığımı yaptım ve haz­ret-i İmâ- m´a bu arzu ve isteğimi arzettim. Hemen; "Bu sene seni hacıla­rın ara- sında görmüyorum" buyurdular. Hocamın bu sözünü iyi anlaya­madım. Hazırlığımı bitirip yola ko­yuldum. Bir müddet gittikten sonra önüme yol kesiciler çıktı. Malımı, eşyâmı, neyim varsa hepsini talan et­tiler. Beni de yaraladılar. Hocamın sözünü iyi an­lamamanın cezâsını çektim. O sene hacca gidemedim. Sonraki sene hocamın iznini alıp, ye­niden yol ve azık hazırlığımı yaptım. H.1032 senesi idi. Bir grup talebe arkadaşımla Ha- remeyn-i şerîfeyni ziyâret için yola çıktık. Yol azığımız az, bize katılanlar ise çoktu. Çok sıkıntı çekip vazifelerimizi yaptık. El­hamdü­lillah, cenâb-ı Hak karşılığında büyük saâdetler ihsân eyledi."

Büyük velîlerden Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ken­dinden nasîhat isteyen bir kimseye buyurdular ki: "Ey nefsinin kurtulu­şunu isteyen kimse! Herşeyden önce sana lâzım olan, sana kendi ayıb ve kusûrlarını göste­recek, seni nefsine itâattan kurtaracak bir üstâd, hoca lâzımdır. Şâyet böyle bir zâtı aramak için uzak memleketlere gide­ceksen, sana bâzı nasîhatlerde buluna­yım. O zâtı bulduğun zaman, hu­zûrunda, yıkayıcının elindeki meyyit, ölü gibi ol. Çünkü meyyit, yıkayıcı­nın irâdesine göre hareket eder. Yıkayıcı onu istediği tarafa çevirir. Meyyit, yıkayıcıya aslâ îtirâz etmez.

Sakın hatırına o zâta karşı îtirâz gelmesin. Hâlini ondan gizleme ve onun yerine oturma. Elbisesini giyme. Onun huzûrunda, kölenin, efendi­sinin huzû­runda oturuşu gibi otur. Sana emrettiği şeyi yap. Sana emret­tiği şeyi iyice anla ve iyi öğrenmeden o işin peşinde koşma. Ona bir rü­yânı veya başka bir hâlini arz ettiğin zaman, ona cevâbını sorma, ona düşman olandan Allah için uzak dur. O düşman ile berâber olma. Arka­daşlık etme. Hocanı seveni sev ve ona yardımcı ol.

O zâta, hiçbir işinde îtiraz etme. Bunu niçin böyle yaptın? deme. Sana ne iş vermişse yap. Oturduğunda onun senin oturuşundan haber­dâr olduğunu unutma. Edebi aslâ terketme. Yolda giderken onun önün- de yürüme. Devamlı ona bakma. Çünkü böyle yapmak, hayâyı azaltır, ona karşı hürmeti kalbten çı­karır. Ona olan sevgini, onun emirle­rine uyup, yasak ettiklerinden sakınmak sû­retiyle göster. O zâta yemek ve yiyecek takdîm ettiğin zaman, diğer lâzım olan şeyler ile berâber önüne bırak, kapının yanında edeble dur. Eğer sana seslenirse cevap ver. Yoksa yemeğini yiyinceye kadar bekle. Yemeğini yiyip sana sofrayı kaldırmanı söylediği zaman hemen kaldır. Sofrada bir şeyler kalıp, senin ye­meni emrettiği zaman, îtiraz etmeden ye. Başkasına verme.

O zâtın denemesinden çok sakın ve kork. Çünkü bâzan onlar, tale­belerini denerler. Onunla berâber olduğunda pek dikkatli ol. Eğer sen­den o zâta karşı edebe uymayan bir husus meydana gelip, onun bun­dan haberi olduğu hâlde, sana müsâmaha gösterdiğini, seni cezâlan­dırmadığını görürsen, bilki o seni de­nemektedir. O zât, bulunduğu yer­den çıkıp gitmek istediği zaman, gittiği yeri sorma. Ona, işleri husu­sunda sana görüşünü sormadan, görüş beyân etme. Şâ­yet seninle isti­şâre ederse, ona uygun şekilde sana göre de muvâfık olduğunu söyle. Haddizâtında onun seninle meşveret etmesi, senin görüşüne muhtac ol­duğundan değil, sana olan sevgisindendir.

Böyle bir zâtı aradığın müddet içerisinde, şunlara dikkat et: İlk yapa­cağın şey; tövbe etmek, üzdüğün kimseleri râzı etmek, üzerinde hakkı bulunanlara haklarını geri vermek, günah ve isyân içerisinde geçen öm­rün için ağlamak, ilim ile meşgûl olmaktır. Abdestsiz olma. Abdestini şartlarına uygun al. Abdestin bozulunca, hemen abdest al. Abdest aldı­ğın zaman iki rekat namaz kıl. Cemâatle beş vakit namaza ve evinde nâfile namaza devâm et.

Abdesti en güzel ve şartlarına uygun olarak al. Her hareket ve işine Bes­mele ile başladığın gibi, abdest almaya da Besmele ile başla. Elle­rini, dünyâyı terk etme niyeti ile yıka. Ağzına gelince, ağzı yıkarken oku­nan duâları oku. Tevâzu ve huşû içerisinde, kibir hâlinden sıyrılmış bir vaziyette burnuna su al. Yüzünü hayâ ederek yıka. Ellerini, dirseklere kadar tevekkül hâli üzere yıka. Başını, kendini alçaltarak, muhtaç kabûl eden kimsenin tavrı ile mesh et. Ku­laklarını, en güzel ve doğru sözleri dinlemek için mesh et. Ayağını da Rabbinin nîmetlerini müşâhede et­mek için yıka. Sonra Allahü teâlâya hamd ü senâda bulun. Resûlullah´a salâtü selâm oku. Sonra, namaz kılarken, Allahü teâlânın huzûrunda durur gibi dur. Yüzün ile Kâbe-i muazzamaya döndüğün gibi, kal­bin ile de Allahü teâlâya dön. Kul olduğunu, Rabbine ibâdet ettiğini düşünerek, hürmetle tekbîr al. Rükû´dan kalkınca, secdede ve diğer bütün hareket­lerinde, Allahü teâlânın kudreti ile yaşadığını düşün. Selâm verinceye kadar ve selâm verdikten sonra bu düşünce üzere kal. Evine girdiğin zaman da iki rekat namaz kıl.

Acıkmadıkça yeme. Yemeği doymadan bırak. Fazla su içme. Ye­meği ihti­yâcın kadar ye. Yemek yerken, lokmayı ne büyük ne de küçük al. Orta dere­cede al. Lokmayı ağzına koymadan önce Besmele-i şerîfe- yi oku. Lokmayı iyice çiğne, sonra yut. Yemekten sonra Allahü teâlâya hamd ü senâda bulun."

Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, hadîs ilminde sâhib-i is- nâd ve fıkıh ilminde ictihâd makâmında idi. Buyururdu ki: "Peygamber efendimiz; "Hesâba çekilmeden evvel, hesâbınızı görünüz." emri ile, bâzı meşâyıh, her gün ve her gece yaptıkları işlerden kendilerini hesâba çekiyor. Ben, hesâbda onları geçtim ve işlediklerimle berâber, düşün­düklerimde de hesâbımı görüyorum."

Hindistan´da yetişen evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin âşıkların­dan olan Sultan Celâleddîn Hilcî, sık sık hediyeler gönderirdi. Sultânın en büyük arzusu, bizzat onunla görüşmekti. Fakat bunu bir türlü başa­ramadı. Şâir ve Nizâmeddîn Evliyâ´nın talebesi Emîr Hüsrev, sarayda sultânın maiyetindeydi. Sultan bir de­fâsında onun yardımıyla Nizâmed- dîn Evliyâ´nın huzûruna girmek istedi. Fakat Emîr Hüsrev, ho­casından izinsiz, bu işi yapmak istemedi. Nizâmeddîn Evliyâ, sultânla görüşmek istemedi ve o ara Acuzan´a gitti. Sultan bunu haber alınca, çok üzüldü ve Emîr Hüsrev´den bir açıklama istedi. Emîr Hüsrev şöyle dedi: "Zât-ı şâhânenizin memnuniyetsizliği, benim hayâtımın tehlikeye girmesi de­mek olduğunu biliyorum. Yine hocamın memnuniyetsizliğinin, îmânımın teh­likeye düşmesi demek olduğunu da biliyorum. Emir Hüsrev´in bu cevâbı, sultâ­nın çok hoşuna gitti ve meselenin üzerine daha fazla git- medi.

Evliyânın büyüklerinden Şeyh Nûr Muhammed Pütnî hazretleri hakkında rivâyet edilir ki: tasavvuf yoluna girişinin ilk zamanlarında, İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Dehli?yi teşrif et­mişlerdi. Hâce Hüsâmeddîn Ahmed ve diğer bâzı zâtlar, İmâm-ı Rab­bânî hazretlerinden, Avârif-ül-Me?ârif kitabından okumalarını ricâ eyle­diler. İmâm-ı Rabbânî haz­retleri de kabûl buyurup, okumaya başladılar. Mevlânâ Tâhir Lâhorî ve Şeyh Nûr Muhammed de dinleyenler arasında idiler. Ders esnâsında bu ikisinin kal­bine şöyle bir düşünce geldi: ?Haz­ret-i İmâm, dinleyenlerden bâzılarının hâlle­rine dikkat etmeden anlatı­yor. Ders esnâsında yüksek hakîkatlerden ve ince bilgilerden anlatmı­yor. Sâdece okuyor. O hâlde bizim onların huzûrunda bu kitabı dinle­memizde ne fayda vardır? Okunanları zâten biliyoruz.? İmâm-ı Rabbânî hazretleri, onların düşüncelerini kerâmetiyle anladı ve böyle düşün­mele­rine üzülüp; ?Şu iki kişiyi meclisimizden çıkarın. Hattâ Fîrûzâbâd (Dehli) kalesinin dışına atın!? dedi. Bu ikisi günlerce dışarılarda dolaştılar. Hâce Hüsâmeddîn?in şefâat etmesi için her akşam gelirler, kale kapısının et­rafında dolanıp dururlardı. Nihâyet Hâce Hüsâmeddîn Ahmed onlara yardım etmek is­tedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; ?Bırakınız. Onların nefsi aldatıcıdır? buyur­dular. Hâce Hüsâmeddîn arzetti ki: ?Efendim! Fîrûzâ- bâd Mescidi?nin altında bulunan bâzı hücre ve odalar pislik içeri­sindedir. Eğer emrederseniz, ikisi gel­sin oraları temizlesinler. Hem nefsleri kırılır. Hem de hizmet etmiş olurlar.? İmâm-ı Rabbânî hazretleri Hâce Hüsâ- meddîn?in bu sözünü kabûl buyurdu. Bu iki genç geldiler ve o temizlik işini yaptılar. Bundan sonra hazret-i İmâm bun­lara lütuf ve şef­katle muâmele etti. Onların eski hâlleri kalmadı.

Beyt:

Sâlikin kalbi hasta, rehber akıllı doktor,

Canlanmayı, doktorun sözünü tutana sor.



Bu hâdiseden sonra, eski îtirâz hâllerinin hepsini kalbinden söküp atan Nûr Muhammed, tam bir zevk, şevk, acz ve itâatle İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrunda bulundu. Nûr Muhammed, çok nasîbli ve pek bahtiyâr idi. Çünkü yaratılışında bulunan temizlik ve yükseklik sebebiyle, hazret-i İmâm?ın huzû­runda husûsî hizmette bulunanlar arasına girdi. Abdest suyunu ve misvâkı ha­zırlamak gibi hizmetlerle şereflendi. Ken- dine lâyık hâllere ve yüce makam­lara kavuştu. Sekiz-dokuz sene gibi uzun müddet, İmâm-ı Rabbânî hazretleri­nin, huzur, sohbet ve hizmetle- rinde yetişip, mânevî makamları aşarak, daha yüksek merte­belere, çok üstün hâllere, insanları mânevî olarak terbiye edip ye­tiştirme derece- lerine kavuştu. Öyle oldu ki, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu yük­sek tale- besi için; ?Şeyh Nûr, ricâl-i gaybdendir?, başka bir defâ da; ?Şeyh Nûr Muhammed sözümüzü tuttu? buyurmuşlardır. Ona icâzet ve hilâfet ver- di. Hin­distan?ın büyük şehirlerinden olan Pütne?ye gönderdi.

Mevlânâ Nûreddîn Taşkendî hazretleri, hocası Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri için kendini fedâ edenlerden­dir. Bir sal­gında Hâce Ubeydullah tâûn hastalığına yakalandı. Mevlânâ Nûreddîn, hocası­nın huzûruna varıp, tam bir yalvarma ve yakarışla; "Efendim ne olur bana izin verin. Sizin hastalığınız bana geçsin. Sizin hastalığınızı ben taşı...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes