> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > İslam Kültürü > İslam Kültürü K-Z > Mücahid evliya
Sayfa: 1 [2]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Mücahid evliya  (Okunma Sayısı 3245 defa)
28 Ocak 2010, 14:31:49
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #5 : 28 Ocak 2010, 14:31:49 »



Eli elimdeydi. Mübârek bileğini tutmuş, nabzını dinliyordum. Nabzın dur­duğunu hissedince, o anda lâzım olan hizmetleri yerine getirmek üze- re ayağa kalktım. Hekimbaşı Ahî Çelebi oradaydı. Benim yaptığıma bakı- yordu. Ayağa kalktığımı görünce: "Henüz hayat bâkidir. Ne için ayağa kalkarsınız?" diye beni oturtmaya kalkınca; "Bu eşiğe alnımı koy­duğum andan bu âna kadar velî nîme­timin hizmetinden bir lahza yüz çe­virme- mişim. Bu sıralarda yapılacak iş budur. Tabîblik etmenin zamânı geçti ve asıl cevher kaybolup gitti." dedim. Gerekli hizmetleri yerine ge­tirdim."

Kânûnî Sultan Süleymân döneminde Enderunda çeşitli dersler veren Hasan Can, H.974 senesinde Bursa´da vefât etti. Kabri, Çelebi Sultan Mehmed türbesi önündedir.

Yirmi ikinci Omanlı şeyhülislâmı, ulemânın kutbu ve velî Hoca Sâ- deddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh), Şehzâde Murâd tahta çık­mak üzere Manisa´­dan İstanbul´a gelirken, berâberinde idi. O zaman Sultan Murâd´ın özengi ağası olan Tiryâkî Gâzi Hasan Paşanın nakletti­ğine gö- re, şehzâde yolculuk sırasında yanında göremediği Hoca Efendiyi sordu. Yanındakiler onun bindiği atın ham olması dolayısıyla biraz geride kal- dığını söylediler. Bunun üzerine Sultan Murâd derhal kendi yedek at­larından birini altın işlemeli eğer ve süslü takım­larla donatarak ona gön­derdi ve yetişinceye kadar bekledi." Sâdeddîn Efendiye bundan sonra Hâce-i sultânî (sultan hocası) ve Reîs-ül-ulemâ ünvânları verildi. Devletin iç ve dış siyâsetine yardımcı oldu.

Üçüncü Mehmed Han tahta çıktığı zaman (1595) kendi hocası olan Nevâlî Efendi, vefât etmiş bulunuyordu. Böylece pâdişâh hocalığı ma­kâ- mı yine Sâdeddîn Efendide kaldı. İki sultâna hocalık yaptığı için kendi­sine Câmiü´r-riyâseteyn denildi. Aynı ünvânı şeyhülislâmlar arasında bir de, Erzurumlu Seyyid Hacı Feyzullah Efendi almıştır.

Bu sırada Osmanlı Devleti Avusturya ile harp hâlinde bulunuyordu. 1595 senesinde başlayan savaşlarda iki taraf da ağır kayıplar vermişti. Estergon, İbrail ve Kili kaleleri düşman eline düşmüştü. Bu sebeple Sul­tan Üçüncü Mehmed Han, hocası Sâdeddîn Efendinin tavsiyesiyle bizzât Avusturya seferine çıktı. Kânûnî Sultan Süleymân Hânın vefâtından 30 yıl geçtiği hâlde, hiçbir pâdişâh ordusuna bizzât başkomutanlık etme­mişti. 21 Haziran 1596 târihinde yanında Hoca Sâdeddîn Efendi de ol­duğu hâlde, 100.000 kişilik bir ordu ile İstanbul´dan hareket eden Sultan Üçüncü Mehmed, Ösek kalesine ulaştı. Rumeli Beylerbeyi Sokulluzâde Hasan Paşa ile, Kırım kuvvetleri de Ösek kalesi önünde, Sultan ile bir­leştiler. Ösek´de bir dîvân toplandı. Dîvânda bâzı vezirler, Tuna vâdisin­den ilerleyip Viyana´yı muhâsara etme teklifinde bulundular. Hoca Sâ- deddîn Efendi; "Bu doğru bir düşünce değildir. Viyana merhum Kâ­nûnî zamânında da kuşatıldı. Fakat düşman Almanya içlerine çekilip gitti. Bi- zimle karşılaşmadı. Viyana´yı almak da mümkün olmadı. Şimdi Viya­na´ya gittiğinizde düşman yine memleke­tin içine çekilerek, bizimle karşı­laşma- yacaktır. Biz Viyana´yı kuşatırken, onun müttefikleri bizi arkamız­dan çevi- rerek çekilme yolumuzu kapatacaklardır. Müş­kül durumlara düşmemiz mümkündür. Bu yüzden ben, Viyana´yı değil, Tisa Nehrinden Eğri kalesi- ne gidilmesini ve buranın zaptını teklif ederim. Eğri kalesi alı­nırsa Avus- turya ile Romanya´nın yardım yolları elimize geçecek, birbirin­den ayrılan ve yardım alamayan düşmanları, birer birer dize getirmek mümkün ola­caktır." dedi.

Hoca Sâdeddîn Efendinin fikirlerine çok güvenen Sultan, bu fikri der­hal ka­bûl etti. Eğri kalesi, 20 gün süren muhâsaradan sonra zabt edildi. Kale muhâfa­zasına Anadolu Beylerbeyi Lala Mehmed Paşayı bırakan Sultan, ordusuyla Haçova denilen yere geldi. Osmanlı Ordusu Haçova´ya geldiği zaman, burada İmparatorun kardeşi Arşidük Maksimilyan´ın kuv­vetleriyle karşılaştı. Alman, Macar ve diğer devlet ve milletlerden toplan­mış büyük bir ordu vardı.

Ordu, Haçova´ya vardığı zaman, düşmana karşı nasıl hareket edile­ceğini gö­rüşmek maksadı ile bir dîvân toplandı. Hocasının isteğiyle sa­vaşa çıkan Sultan, araba sarsıntısından ve yolun meşakkatlerinden çok rahatsız oldu. Sultan topla­nan dîvânda resmen, sadrâzamı bırakıp, İs­tanbul´a dönmek istediğini açıkladı. Bâzı vezirler de Sultânı desteklediler. Bu duruma şiddetle karşı çıkan Hoca Sâdeddîn Efendi; "Şevketlü sultâ­nımızın savaş zorluklarından rahatsız olduğunu biliriz. Unutmamalı ki, savaşın zorluklarından biz ve bütün ordu rahatsızdır. Sa­vaşın meşak­katlerine katlanmadan zafer kazanmak nerede görülmüştür. Bu iş vezir­lerin işi değildir. Bir kale fethetmekle dâvâya halledilmiş nazarı ile bak­mak, kalenin imdâdına gelen küffârın başını ezmeden geri dönmek, yıla­nın kuy­ruğuna basıp önünden kaçmak demektir. Kur´ân-ı kerîmde meâlen; "Düşmanla­rınız aman dileyip silahlarını terkedinceye kadar on­larla savaşınız. Düşmana sırtınızı çevirmeyiniz." buyrulur. Düşman aman dilememiş, silâhını terk etme­miştir. Düşmanla karşılaşmadan ona sırtı­mızı çevirirsek yarın hesâp gününde Allahü teâlânın huzûruna ne yüzle çıkarız. Bir Osmanlı sultânının bir sebeb ol­madan ve düşmanı imhâ et­meden, gazâ meydanını terk etmesi, şimdiye kadar görülmemiştir. Ecdâ­dımızın ruhları bizi ayıplar. Din düşmanları ile savaşmak muhakkak lâ­zımdır. Dîni ve devleti müdâfaa etmek, onun şânını ve şerefini göklerden ayaklar altına düşürmemek için savaşmak üzerimize farzdır. Bu uğurda can verinceye kadar hepimizin savaşması, sultânın değil, Allahü teâlânın emridir. Zâten biz onları yok etmezsek, onlar bizim üzerimize gelip bizi yok edecekler." diyerek Sultânın dönmesine mâni oldu.

Ertesi sabah iki tarafın kuvvetleri harp vaziyeti alıp birbirine yanaştı. Os­manlı ordusunun merkezinde sultan vardı. Başının üzerinde sancak dalgalanı­yordu. Sultânın sağında vezirler, solunda kadıaskerler ile Hoca Sâdeddîn Efendi bulunmakta idi. Sol kolda Anadolu, Karaman, Halep, Maraş Eyâletleri beyler­beyleri, sağ kolda Rumeli ve Temeşvâr beyler­beylerinin kuvvetleri vardı.

Muhârebenin başlamasıyla birlikte düşman birlikleri Pâdişâhın bulun­duğu merkez kısma saldırdılar. Pâdişâh, otağına çekilerek, sırtına Pey­gamber efendi­mizin hırka-i şerîfini giyip, eline mızrağını aldı. Sağ koldaki Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşanın kuvvetleri dağıldı. Böylece düşman kuvveti ordunun içine daldı. Yağmaya başladı. Düşman, Türk cephâne sandıklarının üzerine çıkmıştı. Vazi­yet tehlikeli bir hâl almıştı. Bu durumu bizzat seyreden Sultan Mehmed Hân, yanında bulunan Hoca Sâdeddîn Efendiye; "Efendi şimdiden sonra ne yapma­mız gerek?" diye sorunca, metânetini kaybetmeyen Hoca Efendi; "Sultânım lâ­zım olan, yerinizde sebat ve karar etmektir. Cengin hâli budur. Ecdâdınız zamâ­nında olan muhârebeler çoğunlukla böyle vâki olmuştur. Resûlullah efendimizin mû­cizeleri ile inşâallahü teâlâ fırsat ve nusret ehl-i İslâmındır. Hatırınızı hoş tutun." dedi.

Artık panik başlamış ve düşman kuvvetleri çadırlar arasına kadar girmiş, ordugâhı zaptetmişti. Düşmanın böyle çadırlar arasına girdiğini gören seyis, aşçı, deveci, katırcı, karakollukçu denilen hizmetçi grubu, bu çadırları zapteden düşman üzerine kazma, kürek, balta ve odun gibi şeylerle hücuma geçerken, aynı zamanda, "Düşman kaçıyor." diye bağı­rarak, askerleri geri döndürmeyi ba­şardılar. Bu sırada ön kol kumandanı Çağalazâde de, gizlendiği pusudan çıkarak süvârileriyle hücuma geçti. Osmanlı ordusunun sağ kolunu bozmuş olan yirmi bin düşmanı, batak­lıklara sokarak imhâ etti. Bu hengâmede, Sultan Üçüncü Mehmed Hân dimdik atının üzerinde, Hoca Efendiyi de onun yanı başında atı­nın gem­lerini tutmuş gören akıncılar ve Kırım atlıları, zaferi kazandığını sanan düşmana korkunç bir darbe indirdiler. Düşmanın elli bin kadarı öldürüldü. Böylece kaybedilmiş sayılan Haçova savaşı büyük bir zaferle netîce­lendi. On bin duka altın ile berâber, Alman toplarının büyük bir çoğunluğu ele geçti.

Târihçi Hammer bu savaş için; "Hoca Sâdeddîn´in cesâret ve tesiriyle kaza­nılan Haçova savaşı, Mohaç ve Çaldıran savaşı ile mukâyese edilen parlak za­ferdir." demektedir.

Hoca Sâdeddîn Efendi, Eğri seferinden dönüşünden sonra kendisini daha çok ilme ve eğitim işlerine verdi. Devrinde bütün ulemânın âdetâ "Kutbu" hâ­line geldi.

Sultan Üçüncü Mehmed Hân, Şeyhülislâm Bostanzâde Mehmed E- fendinin vefâtı üzerine 1598 senesinde, Sâdeddîn Efendiyi şeyhülis­lâmlık makâmına ge­tirdi. Hoca Sâdeddîn Efendi bir yıl sekiz ay şeyhü­lislâmlık yaptı. Bu sırada müslüman halkın işlerini hiç ihmâl etmedi ve hakkıyla yerine getirdi. Gerekli fetvâları hazırlamakta büyük mahâret gösterdi. Her Cumâ müslümanların dertle­rini dinlerdi. Herkesin lisânına göre, Türkçe, Farsça ve Arabça verdiği cevap­larla halkı memnûn ederdi. Bu çalışma ve hareketleriyle halk arasında, hocası Ebüssü´ûd Efendiyi hatırlattığı söylenirdi. Devrin şâirlerinden Câmi Çelebi onu şöyle medheder:



Bu yakınlarda cihâna, iki müftî geldi,

Tuttu âlemi, her birisinin fazlü edebi.

"Kimdir?" diye suâl eylersen onları sen,

Birisi "Hoca Çelebi", biri "Hoca Efendi".



Devrin ârifleri, hocası Ebüssü´ûd Efendi ile Hoca Sâdeddîn Efendiyi bir ayar tutarlardı. Ebüssü´ûd hazretleri de gençliğinde "Hoca Çelebi" namıyla meş­hûrdu.

Hoca Sâdeddîn Efendinin diğer kardeşleri de kendisi gibi âlim idi. Hoca Efendinin vâlidesine; "Senin çocukların bu şerefe ne ile kavuştu?" diye soruldu­ğunda vâlidesi: "Ben hiç birisini abdestsiz emzirmedim. Hepsinin akîkasını kestim. Ayrıca her Cumâ günü, her biri adına bir koç kesip fakirlere sadaka da­ğıtırdım." demiştir.

1599 senesinde merhum Üçüncü Murâd Hanın vefâtının dördüncü yılı dola­yısıyla Ayasofya Câmii şerîfinde hatim ve mevlid duâsı okuna­caktı. Hoca Sâdeddîn Efendi câmiye gitmek üzere evinde abdest taze­lerken fenâlaştı. Öyle olduğu halde câmiye gitti. Duâ biterken rûhunu teslim etti.

Harput´ta yetişen meşhur velîlerden...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Mücahid evliya
« Posted on: 28 Mart 2024, 13:28:36 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Mücahid evliya rüya tabiri,Mücahid evliya mekke canlı, Mücahid evliya kabe canlı yayın, Mücahid evliya Üç boyutlu kuran oku Mücahid evliya kuran ı kerim, Mücahid evliya peygamber kıssaları,Mücahid evliya ilitam ders soruları, Mücahid evliyaönlisans arapça,
Logged
28 Ocak 2010, 14:32:27
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #6 : 28 Ocak 2010, 14:32:27 »

Hayâtının sonuna doğru, Sultan Üçüncü Mehmed Hanla birlikte Eğri Sefe­rine katıldı.

Eğri Seferiyle ilgili olarak talebelerinden Receb Efendi şöyle nakle­der: "Şemseddîn Sivâsî bir gün bu fakîri odalarına çağırıp; "Din düş­manlarının (hıristiyanların), sınırlardaki müslümanlara baskı ve zulümleri haddinden fazla olmuş, tahammül edilemez hâle gelmiştir. İçimde onlara karşı sefere gitme ar­zusu belirdi." buyurdu. Bu sözü üzerine, ihtiyâr ol­duklarını zayıf bünyelerinin sefere çıkmaya engel olacağını ve bu husûsa dâir pâdişâhtan da herhangi bir ha­ber gelmediğini söyledim. Bunun üze­rine; "Bize işâret ve tenbih olundu ki: "Se­fer hazırlıklarını tamamla! Fetih ve zafer senin için mukarrerdir." buyurdu. Ben de; "Şüphesiz ben sâdece hak dîne boyun eğip, yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah´a çevir­dim ve ben O´na ortak koşanlardan (müşriklerden) değilim." meâlindeki En´âm sûresi 79. âyetini okudum. Bunun üzerine; "Bize müjde ve­rildi ki yakında güçlü bir pâdişâh gazâ edip, birçok fetihlerde bulunacak ve mü­minlerin kalpleri de sevinçle dolacaktır." buyurdu.

Çok geçmeden Üçüncü Mehmed Han, Osmanlı pâdişâhı oldu. Şem- seddîn Sivasî hazretleri, altı deve, altı katır ve kendi için de bir at satın a- lıp, sefer ha­zırlığını tamamladı. Sivas´ta medfûn bulunan Gâzî Abdülveh- hâb´ın sancağını yanlarına alıp, Ayasofya yakınındaki Kapı Ağası dergâhında bulunan Koca Şeyh´e verdi. Bütün sefer hazırlıkları tamam olunca, mübârek bir günde her türlü erzak ve mühimmat hay­vanlara yüklendi. Bütün şehir ahâlisi Şeyh Şemseddîn Sivâsî´yi uğurla­mak üzere toplandı. Beklerken bir kapıcıbaşı acele ile gelip, pâdişâhtan Eğri Seferine katılmak üzere dâvet geldiğini belirten fer­mânı okudu. Bu­nun üzerine Şeyh Şemseddîn hazretleri: "İşittik ve itâat ettik. Zâten biz iki senedir hazırlıklıydık. Bismillah, hemen gidelim." diye el kaldırıp duâ bu­yurdu. Oradaki topluluk duâya âmin deyip, göz yaşları arasında uğurla­dılar.

Uzun yolculuktan sonra Üsküdar´a geldiler. Henüz genç olan, Azîz Mahmûd Hüdâyî onu karşılayıp, ellerini öptü. Şeyh Şemseddîn Sivâsî, Mahmûd Hüdâyî´ye; "Oğlum siz yegânesiniz (bir tânesiniz). Bugünden sonra fazlalaşırsı­nız." diye duâ edip, ileride çok büyük bir velî olacağını müjdeledi. O gece sa­baha kadar birlikte sohbet ettiler. Sohbet esnâsında Azîz Mahmûd Hüdâyî; "Ya­şınız seksene ulaşmış, vücûdunuz da zayıftır. Kendinize eziyet etmeseniz, çünkü her an nefsiniz ile büyük cihadda- sınız." diyerek, seferden alıkoymak istedi. Bu sözüne cevâben: "Pey- gamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün emirlerine uymak lâ­zımdır. Büyük cihâdı yaptık. Ancak küçük cihâd kalmıştı. Bu emirle­rine de ihtiyâr olarak uymak isteriz." buyurdu. Üsküdar´da üç gün kaldıktan sonra, dördüncü gün, pâdişâh tarafından gönderilen bir kadırga ile İstan­bul´a ge­çip, Ayasofya yakınında bir yere yerleştirildi. Daha sonra Sinan Paşa köşküne, pâdişâh Sultan Üçüncü Mehmed Han tarafından dâvet edildi. Uzun müddet soh­bette bulundular. Bu sohbette Şeyhülislâm Sâ- deddîn Efendi de hazır bulundu. Sohbet esnâsında pâdişâh, Şemsed- dîn Sivâsî´ye; "Tarafımızdan sizi sefere dâvet etmek üzere gön­derilen kapıcıbaşımız sizi yola çıkmak üzere hazır bulmuş. Ha­zırlıklı ol­duğunuza göre, bu işin sonununda ne olacağını bilirsiniz. O hâlde bizi müjde işâ- retinizle sevindirip, netîceden haber vermenizi isteriz." dedi. Bunun üze- rine Şemseddîn Sivasî; "Hadîs-i şerîfte; "Amellerin en fazîlet­lisi, mümin- leri sevindirmektir." buyruldu. Mâlûmunuz ola ki Eğri Zaferi bi­raz zahmet çektikten sonra müyesser olacak. Düşman yenik ve perişân olacaktır. Hatırınızı hoş tu­tun." müjdesini verdi.

Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin bu cevâbına sevinen pâdişâh, kendi üzerin­deki samur kürkü ona giydirdi. Ayrıca kapıcılar kethüdâsı Mehmed Ağa vâsıta­sıyla, iki yüz altın sikke, dervişlerine de yüz altın sikke ihsân edip; "Bunlar helâl malımızdır. Kabûl buyursunlar." dedi. Şeyh Şemsed- dîn hazretleri; "Allahü teâlânın emri üzere kimseye sû-i zan et­memeli, hüsn-i zanda bulunmalıdır. Kim­seyi araştırmak ve teftiş etmekle vazifeli değiliz. Tasavvufta da her geleni Allahü teâlâdan gelmiş bilip, he­diyeleri ve ihsânları kabûl etmek gerekir." bu­yurdu.

Birkaç gün İstanbul´da kaldıktan sonra pâdişâh ve orduyla birlikte yola çı­kıp, Eğri Kalesi önlerine ulaştılar. Kale kolay bir şekilde fethedilip, harab olan yerler tâmir edildi. Ancak asıl düşman askerlerinin, kale ya­kınlarında bir başka yerde olduğu öğrenilince, ordugâh, düşmanın karşı­sına nakledildi. Küffâr aske­rinin sayısı çoktu. Rivâyet edilir ki yedi yüz bin kişilik bir orduydu. İslâm ordu­suyla küffâr ordusu karşılaştı. İslâm ordu­sunda bozgun ve firâr başgösterdi. Pâ­dişâh Üçüncü Mehmed Han, ye­rinden hareket etmeyip; "Ey Rabbimiz! Üzeri­mize bol bol sabır dök. Ayaklarımıza kuvvet ve sebât ver, bizi kâfirler kavmi üzerine muzaffer kıl." meâlindeki Bekara sûresi iki yüz ellinci âyet-i kerîmesini okudu. Pâ­dişâhın yanında şeyhülislâm, kazaskerler, şeyhler ve bâzı vazifeliler hâ­ricinde kimse kalmadı. Hazîne ve cephânelik düşman tarafından zabte- dildi. Bu firâr ve bozgun üzerine her şeyin bittiğini zanneden pâdi­şâh, Şemseddîn Sivâsî hazretlerini çağırıp; "Söylediklerinizin tersi vâki oldu." deyince, Şemseddîn Sivâsî; "Pâdişâhım söylediklerimiz doğrudur. Kafirin hezîmete uğ­ramasına yarım saat kalmıştır. Şu anda bir kuvvet sâhibi ta- sarruf için ortaya çıkmak üzeredir. Bu an fethin başlangıç ânıdır. Hâtırınızı hoş tutunuz." diye ce­vap verdi.

Gerçekten de çok geçmeden, Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin târif ettiği şe­kilde bir zât ortaya çıktı. Bunu gören şeyh, hemen pâdişâhın hu­zûruna çıkarak; "Fetih vaktidir." diye müjdeledi. Ortaya çıkan zât, dağılan ordunun önüne dü­şüp; "Ey müminler! Nerede İslâm gayreti? Nerede Peygamber efendimizin gay­reti? Nerede cömertlerin cömerdi sultan gay­reti?" diye nida edip; "Şehid olmak, dînini yüceltmek isteyen kimse ya­nıma gelsin!" buyurdu. Bu sırada yanına bir­kaç bin kişi toplanıp, birlikte düşmana hücûm ettiler. Bu durumu gören düşman neye uğradığını şa­şırdı. Durumu haber alan firârî askerler dönüp, düşmana sal­dırdılar. Ni­hâyet düşman bozguna uğratılıp, kesin zafer elde edildi. Daha sonra o zâtın kim olduğu Şemseddîn Sivâsî´ye sorulunca, Hızır aleyhisselâm ol­duğunu haber verdi.

Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî hazretleri, zaferi müjdelemek üzere pâdi­şâhın hu­zûruna çıktı ve aralarında şu konuşma geçti:

Pâdişâh; "Buyurun ey gönlümün sultânı." dedi. Şemseddîn Sivâsî; "Vâdini yerine getiren, kuluna yardım eden ve kâfirleri hezîmete uğratan Allah´a hamd olsun. Ey benim pâdişâhım! Eğer dinlerseniz birkaç kelime nasîhat etmek iste­rim." deyince, pâdişâh; "Ey insanlara hakkı tavsiye eden üstâdım! Buyurun. Hak olan sözü dinlerim." dedi. Şemseddîn Sivâ- sî; "Ey benim pâdişâhım! Yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesi olanla­rın niyetleri; Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olup, dayandıkları ve gü­vendikleri, Allahü teâlâ olması gerekir. Savaşta askerle­rin çokluğuna gü­venmeyip, kuvvet ve kudret sâhibi Allahü teâlâya tevekkül et­mek gerekir. Âyet-i kerîmelerde meâlen; "Siz de, düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar, her türlü kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın." (Enfâl sûresi: 60) ve "Ey îmân edenler! Düşmana karşı hazırlığınızı gö­rün ve silâhlarınızı takınarak cihâda hazır olun da, birlikler hâlinde sa­vaşa çıkın, yâhut toptan seferber olun." (Nisâ sûresi: 71) emredildiği üzere, savaş için gerekli ha­zırlıklar yapılmalı. Ancak, buna güvenmeyip Allahü teâlâya tevekkül ve îtimâd etmelidir. Eğer Allahü teâlâya güven­meyip askere ve cephâneye güvenilir ise, hezîmet, yenilgi zuhûr eder. Kalbden cenâb-ı Hakk´a tam tevekkül edip, hâlis kalb ile yönelebilirsen, zafer müyesser ve mukadder olur. Bizden hüznü gideren Allah´a hamd olsun."

Ey pâdişâhım! Bilesin ki, deden Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul­´un fet­hine niyetlenince, Akşemseddîn´in refâkatı ve duâsı bereketiyle fe­tih müyesser oldu. Akşemseddîn hazretleri; "Ey pâdişâhım! Büyük fethin şükrân ifâdesi ola­rak nice câmi, mescid, medrese ve hamamlar inşâ et­mek gerekir." buyurmuştu. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hânın da, nice hayır ve hasenât yapmış ol­duğu mâlumunuzdur. Aynı şekilde, sizin de isminiz Sultan Mehmed, duâcınız hakîrin dahî ismi Şemsed- dîn´dir. Bu güzel fethin şükrânesi olarak zâtınız dahî, reâya (halk) ve fukarâ üzerinden sıkıntıyı kaldırıp, İslâm askerine ihsânlarda bulunup, her makâma dindar, adâletli ve doğru kimseler tâyin etmeniz gerekir." buyurdu. Bu nasîhatları can kulağıyla dinleyen pâdişâh Üçüncü Mehmed Han şu cevâbı verdi: "Bin can ile kabûl ettim ve nasîhatinize fazlasıyla riâyet edece­ğim."

Pâdişâh, ordusuyla birlikte İstanbul´a döndüğünde, Şemseddîn-i Si- vâsî´nin İstanbul´da kalmasını ısrarla ricâ ettiyse de kabûl ettiremedi. Şemseddîn-i Sivasî ihtiyârlığının yanında, seferin şiddetinden ve kışın aşırı soğuğundan hayli yor­gun ve zayıf düşmüştü. Hayâtının son anlarını yaşadığını anladığından, rûhunu âilesinin ve sevenlerinin yanında teslim etmek istediğini belirterek izin istedi. Sivas´a döndü. Gelişinden kısa bir müddet sonra, amcazâdesi ve dâmâdı olan Receb Efendiyi vazifesine tâyin etti. Şemseddîn Sivâsî vefâtlarına yakın, tale­belerini odasına ça­ğırdı. Onlarla birlikte bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl ol­duktan sonra, duâ edip, rûhunu teslim etti.

Çin, Hindistan, İran ve Anadolu´da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri Kâzerûn´da dîn-i İslâma hizmet yo­lunda ve Ehl-i sünnet îtikâdının ya­yılmasında pekçok gayret sarf etti. O devirde Kâzerûn ve civârı, putperest ve ateşperest sapık müşriklerle do­luydu. Müslümanlar azınlıktaydılar. Onun irşâd faâliyetleri netîcesinde Kâzerûn ve etrâf memleketlerde îmân nûru parlayıp müslümanlar ço­ğaldı. Her tarafta birçok vakıf müesseseleri kuruldu. Kâzerûnî´nin sohb...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

28 Ocak 2010, 14:34:26
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #7 : 28 Ocak 2010, 14:34:26 »

Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Sultân-ül-Ulemâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Fransızlar Mensûriye´ye hücûm et­tiklerinde, onlara karşı İslâm ordusunda yer aldı. Savaş sıra­sında şiddetli bir rüzgâr, İslâm ordusunun üzerine doğru esmeye başladı ve müslüman askerlerini zor duruma soktu. Bunu fark eden İzzeddîn bin Abdüsselâm (Sultân-ül-Ulemâ), sesinin çıktığı kadar seslenerek; "Ey rüzgâr, düşmanların tarafına git!" dedi. Bunun üzerine rüzgâr, ALLAHü teâ- lânın izni ile düşmana doğru esmeye başladı. O kadar şiddetli esti ki, düşmanların atları yıkıldı ve onların altında kalan birçok düşman askeri öldü ve yaralandı. Sağ kalanları ise esir alındı. ALLAHü teâlânın izni ile İslâm ordusu muzaffer oldu.

Hindistan?ın büyük velîlerinden Seyyid Şemseddîn Pâni-pütî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, bir defâsında Sultan Gıyâ- seddîn, bir kaleyi fethetmek için kuşattı. Çok zaman geçtiği hâlde, bir türlü kale düşmedi. Bir gece hava birden değişti. Şiddetli yağmur ve rüzgâr başladı. Öyle ki; rüzgâr, çadırları yerinden söküp fırlatıyordu. Sultanın hizmetçisi, elinde ibrik, sultâna abdest suyu ısıtabilmek için ateş arıyordu. Ateş yoktu. Nihâyet bir çadırda kandil yan­dığını farkedip, oraya koştu. Bu, Şemseddîn hazretlerinin çadırı idi ve kendisi içeride Kur?ân-ı kerîm okuyor, sanki, şiddetli yağmur ve rüzgâr, ona ve etrâfına hiç tesir etmiyordu. Kendisi, velîlik hâlleriyle çok heybetli bir zât olduğundan, sul­tânın hizmetçisi yanına yaklaşamadı ve hiçbir şey söyleyemedi. Uzakta durup beklemeye başladı. Şemseddîn Pâni-pütî, biraz sonra başını kaldı­rıp; ?Gel kar­deşim! Ateş istiyordun. Alıp götürebilirsin? dedi. Hizmetçi ateş alıp gitti. İbrikte bulunan suyu ısıtıp, acele ile sultana yetiştirdi. Bu hâl, hizmetçinin dikkatini çok çekmişti. Su lâzım olduğunda, hizmetçi et­rafta su bulamadı. Hizmetçi, o zâtın çadırında ateş bulduğuma göre, su da bulurum diye düşündü. Sabah olduğunda, o çadıra gitti. Çadıra vardı­ğında akşamki zâtın yerinde bulunmadığını gördü. Geri dönerken, ordu­gâhın dışında bulunan havuzun yanından geçiyordu. Akşam çadırda gördüğü zatın havuzda abdest aldığını gördü. Bir kenarda durup abdes- tini bitirmesini bekledi. O büyük zât abdestini tamamladı, namazını kıldı. Hizmetçi de oraya yaklaşıp su tulumunu doldurdu. Bir taraftan da çok hayret ediyordu. Zîrâ mevsim kış olduğu için, havuzun donması ge­rekiyordu. Bu dü­şünceler içinde suyu götürdü. O gün bu durumdan hiç kimseye bahsetmedi. Er­tesi sabah erkenden, o zâtın havuza abdest al­maya gelme vaktinden evvel oraya gelip baktı. Havuz donmuş vaziyette idi ve su alınacak gibi değildi. Bir ağacın kenarına çekilip beklemeye başladı. Bu işteki inceliği anlıyabilmek için soğukta beklemeye râzı oldu. Nihâyet Hâce Şemseddîn geldi. Abdest almaya başlaya­cağı zaman, ha­vuzun buzu birdenbire eridi. Ateş üzerinde ısınan bir kaptaki su misâli, havuzdan buhar yükselmeye başladı. O zât abdest alıp gittikten sonra, havuzun yanına gelen hizmetçi, biraz önce buz tabakası hâlinde bulunan suyun, şimdi eli yakacak derecede sıcak olduğunu gördü. Bu hâlin Şemseddîn hazretle­rinin kerâmeti olduğunu anlamıştı. Su tulumunu o sı­cak sudan doldurup sultânın yanına geldi. Sultâna, yalnız olarak arzet- mesi îcâb eden bir husus olduğunu bil­dirdi. Sultan, otağında otur­makta idi. Hizmetçinin arzusunu kabûl etti. Hizmetçi gördüklerini etraflıca anla- tınca, sultan çok hayret içinde kaldı. Hizmetçiye ken­disini sabaha yakın uyandırmasını, berâberce oraya gideceklerini söyledi. Hiz­metçi gece sul- tânı uyandırıp, berâberce havuzun yanına gittiler. Baktılar, havu­zun suyu buz tutmuş hâlde idi. Bir kenara çekilip beklemeye başladılar. Biraz son- ra Hâce Şemseddîn gelip abdest aldı. Orada namaz kıldı ve gitti. Sultan, ol­duğu yerden çıkıp suya baktığında, onun gâyet sıcak ol­duğunu gördü. Onun ke­râmet sâhibi büyük bir zât olduğunu anladı. He­men o zâtın çadı- rının bulunduğu yere geldi. Şemseddîn Pâni-pütî, çadı­rına gelmiş, Kur?- ân-ı kerîm okuyordu. Sultan, geride edeble durup, ayakta dinlemeye baş- ladı. Okumayı bitirince, sultâ­nın karşısında ayakta beklemekte olduğunu görünce hayret etti. Ayağa kalkıp selâm verdi. Sultan daha çok hürmet edip; ?Ne kadar mesûd bir kimseyim ki, Hak teâlâ sizin gibi sevgili bir ku- lunu, benim zamânımda ve yakınımda bulun­durdu. Uzun zamandır mu- hâsara ediyoruz, kaleyi fethedemedik. Lütfen duâ edin de, kale artık fet- holunsun? dedi. Bunları söylerken, büyük bir edeb ile yalvarır­casına ko- nuşuyordu. Şems-ül-evliyâ Şemseddîn hazret­leri, tevâzu edip, kendi­sini duâya lâyık görmediğini söyledi. Sultan çok ıs­râr etti. Bunun üzerine elle­rini açıp Fâtiha-i şerîfe okudu ve; ?Şimdi atı­nıza binip gidiniz. İnşâALLAH fetih gerçekleşecektir.? buyurdu. Sultan, se­vinçle ve içi ferahlamış olarak otağına geldi. Komutanlarını toplayıp, ko­nuştular. Bütün hazırlıklar ta- mamlanıp, son bir hücûma geçildi ve ALLAHü teâlânın izni ile kale fetho- lundu.

Bu fethin, Şemseddîn hazretlerinin duâları bereketiyle olduğunu bilen sul­tan, ertesi gün, büyük bir sevinçle ve yüksek bir edeble, yalın ayak onu ziyârete gelmek istedi. O ise, kendisine böyle davranılmasını istemi­yor, tanınmaktan, meşhûr olmaktan hoşlanmıyordu. Kalb gözüyle, sultâ­nın bu düşüncesini anladı ve sessizce oradan ayrıldı.

Meşhûr Kafkas kahramânı, âlim ve velî Şeyh Şâmil (rahmetullahi te- âlâ aleyh) Rusların, Kafkasya´da ortadan kaldırmak istediği İslâmiyeti, tekrar ihyâ etmek, yaymak için uğraşan, Kafkas-Rus mücâdelesinin en unutulmaz simâsı ve düzenli Rus ordularını dize getiren büyük mücâhid. H.1212 de Dağıstan´ın Gimri köyünde doğdu. Babası Muhammed, ona Ali ismini verdi. Küçük yaşta ağır bir hastalığa yakalanan Ali´ye, âdetle­rine uyarak, Şâmil ismini de verdiler ve o isimle çağırmaya başladılar.

Küçük yaşından îtibâren ilim tahsîl edip âlim olması için, zamanın u- lemâ­sından okudu. Şâmil, otuz yaşına kadar; tefsîr, hadîs, fıkıh ilimle­rini, edebiyât, târih ve fen bilgilerini öğrenerek, büyük bir âlim, gönül sâ­hibi bir velî oldu. Rusların, Kafkasya´daki müslüman Türkleri esâret altına almak, kalblerindeki îmânı söküp atmak ve İslâmiyeti yok etmek için maddî ve mânevî bütün güçleri ile uğraştığını görünce, gönlündeki îmâ­nın tezâhü- rü olarak cihâd aşkıyla ortaya atıldı. Kafkasya´da yaşayan Türkler, onu başlarına imâm, rehber seçtiler. İmâm Şâmil, daha önce Rusların esâre- tini kabûl etmiş kabîleleri de saflarına katarak, düzenli kü­çük bir ordu kurdu. Bu küçük ordusuyla yirmi beş sene, İslâmiyeti yok etmek, müs- lümanları ortadan kaldırmak isteyen Ruslara kan kusturdu. Nice gene- rallerini harp meydanlarında öldürüp, nicelerini de çarlarına karşı küçük düşürdü, onları âciz bıraktı. Eşsiz bir mücâdele ile hayâtını geçiren Şeyh Şâmil, H.1287 senesinde Medîne-i münevverede vefât etti.

Şeyh Şâmil, arkadaşları ile ilim öğrenmek üzere Bağdât´a gidip, Mevlânâ Hâlid hazretlerinden ders aldı. Ondan; tefsîr, hadîs, fıkıh, ede­biyât, târih ve fen ilimlerini öğrenerek, büyük bir âlim, ayrıca tasavvuf il­mini öğrenerek, hocasının eşsiz teveccühleri ile de büyük bir velî oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazret­leri, bu kıymetli talebesine halîfelik de ve­rerek, ALLAHü teâlâya kavuşmak arzu­suyla yanan âşıkların kalblerine bir kıvılcım sunması için memleketi olan Kaf­kasya´ya gönderdi. Bâzı kay­naklara göre de, zâhirî ilimleri Saîd Herekânî´den, kalb ilimlerini de Ce- mâleddîn Kumûkî hazretlerinden öğrendi.

Şeyh Şâmil, Kafkasya´ya döndükten sonra on yedi sene önce Şeyh Mansûr ile başlatılan hürriyet mücâdelesindeki yerini aldı. Mansûr´dan sonra, Gâzi Muhammed, Kafkaslıların başına geçerek imâm oldu. O da gönül sâhibi bir velî idi. Şeyh Şâmil´in çocukluk arkadaşı olan Gâzi Mu- hammed, Ruslarla yaptığı Gimri muhârebesinde şehîd olmadan önce; "Kardeşim Şâmil! Bu savaşta şehîd olsam gerektir. Benden sonra Ham- zat imâm olacak. Onun kısa süren imâmlı­ğından sonra sen başa geçe- cek, senelerce Kafkasya´ya hükmedeceksin. Nâmın cihânı tutacak. Çar ordularını perişân edeceksin. Bu savaştan sonra Gimri´den gitsen bile yine kurtarıp, mezârımı düşman çizmeleri altında bırakmazsın inşaallahâal- lah" demişti. Çarpışmanın şiddetlendiği bir an, Gâzi Muhammed şehîd düştü. Bu hâle çok üzülen Şeyh Şâmil, büyük bir hızla düşmana saldırdı. Birçok düşman öldürdü. Bu arada ağır yaralandı. Şeyh Şâmil´in yara- landığını gören Gimri Câmiinin müezzini Mehmed Ali, onu tâkib ede­rek, savaş alanı dışındaki bir mağaraya sakladı. Şeyh Şâmil pekçok ye­rinden yaralanmış, kaburga kemik­lerinden bazıları ve köprücük kemiği de kırıl- mıştı. Asıl yara, göğsünde ve sır­tında olup, her tarafını kan kap­lamıştı.

Müezzin, oraya iki saat mesâfede bir köyde oturan Dağıstan´ın meş­hûr cer­râhı, aynı zamanda Şeyh Şâmil´in kayınpederi olan Abdülazîz Efendiye durumu bildirdi. Abdülazîz, şifâlı otlarla yaptığı ilâçları Şeyh Şâ- mil´e tatbik ederek tedâ­viye başladı. Birkaç gün mağarada, daha sonra Unsokul köyünde tedâvi edilen Şeyh Şâmil, yirmi beş gün baygın yattı. Kendine geldiğinde annesini baş ucunda görünce, güçlükle; "Ana­cığım! Namazımın vakti geçti mi?" diye sordu. Na­mazlarını îmâ ile kıla­rak, ay­larca yatakta yatan Şeyh Şâmil sıhhate kavuştu.

H.1248 senesi şehîd düşen Gâzi Muhammed´in yerine, Hamzat Bey imâm­lığa seçildi. Üç sene kadar faâliyet gösteren Hamzat Bey, H.1251 senesinde Hunzah Câmiinde bir Cumâ günü şehîd edildi. Onun şehâde- tinden sonra imâm­lık, yâni liderlik vazifesi Şeyh Şâmil´e teklif edildi. Şeyh Şâmil, tevâzu göstere­rek daha ehliyetli birinin seçilmesini istedi. Hattâ namzetler de gösterdi. Gohlok´ta toplanan âlimler ve milletin ileri gelen temsilcileri, her türlü yetkiye hâiz olarak, Şeyh Şâmil´e imâm­lığı kabûl ettirdiler.

Rusları dize getirmenin ancak düzenli bir orduyla mümkün olacağını, teşki­lâtlanılırsa çar ordularıyla baş edebilecek durumda olduklarını, dı­şardan hiçbir yardımın gelmeyeceğini, bu sebep...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 28 Ocak 2010, 14:35:31 Gönderen: armağan »
Kayıtlı

28 Ocak 2010, 14:36:12
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #8 : 28 Ocak 2010, 14:36:12 »

Herkes pür dikkat, İmâm´ın vereceği karârı heyecanla bekliyordu. Ana ise; "Yâ Rabbî! Oğlum, merhamet duygusu sebebiyle doğru yoldan ayrılmasın" diye duâ ediyordu. Şeyh Şâmil nâibleriyle istişâre ederek ne­tîceyi bildirdi: "Yüz sopa!.." Metânetle ortaya yürüyen ana, acabâ bu ce­zâya dayanabilecek miydi? Herkes bunu düşünürken, senelerce ünlü Rus generallerine diz çöktürmüş kah­raman İmâm´ın, anasının yanına va­rıp diz çöktüğünü sonra da ellerine sarılıp öptüğünü gördüler. Anasıyla helâllaşan Şeyh Şâmil, Dargolular´a dönerek; "Anamın bu meselede, merhametinin çokluğu sebebiyle başkalarına şefâat et­mesinden başka hiçbir hatâsı yoktur. Bu yaptığı hatânın cezâsını da mânevî ola­rak şu âna kadar çektiği ızdıraplarla ödemiştir. Maddî cezâyı da onun her şeyine vâ­ris olan oğlu çekecektir." buyurduğunda, herkes yerinde dona kaldı. Kim­senin ağzını bıçak açmıyordu. Çünkü, İmâm´ın verdiği karardan döndüğü görülme­mişti. Şeyh Şâmil, sopayı vuracak kimselerin yanlarına varıp, belden üst tarafını soyunduktan sonra; "Emri yerine getirmekte bir an bile tereddüd edip elleri tit­reyenlere yazıklar olsun! Bütün gücünüzle vurma­nızı emrediyorum!" diyerek sırtını döndü. Vazifeliler ilk sopaları vurduk­ları zaman herkesin gözleri yuvala­rından fırlamış, bağırmamak için ken­dilerini güç zaptetmişlerdi. Her sopa in­dikçe İmâm´ın mübârek vücû­dunda derin izler meydana geliyor, sopa yerlerine kan oturuyordu. Aynı yere ikinci üçüncü sopalar isâbet ettiğinde de, oralardan kan fışkırıyordu. Şeyh Şâmil ise vazifelilerin önünde dimdik duruyor, en küçük bir inleme ve sopadan sakınmaya teşebbüs etmiyordu. Nefsin istemediği bu ha­re­ket ile pek güzel bir mücâhede hâsıl olup nefsi inliyor, bu sebeple rûhu yükse­lip, vilâyet makâmlarında üstün derecelere kavuşuyordu. Bu gö­rülmemiş man­zara karşısında, bâzı nâibler ileri atılarak sopanın kendile­rine vurulmasını iste­mişlerse de, Şeyh Şâmil´in kararlı bakışlarından kor­kup geri çekilmişlerdi. Ni­hâyet yüz sopa vuruldu. Şeyh Şâmil vücûdun­dan sızan kanlara bakarak, Allahü teâlânın, kendisine verdiği metânet ve sabır için şükür secdesine kapandı. Sonra ayağa kalkıp ellerini açtı ve Rus zulmünden müslümanların muhâfazası için cenâb-ı Hakk´a duâ etti. Hâdiseyi ibretle seyreden halk, bir taraftan ağlayıp göz­yaşları döküyor, bir taraftan da Allahü teâlânın, böyle adâletli mübârek bir zâtı başlarına imâm yaptığına şükrediyordu. Artık halk iyice şahlanmış, Ruslarla an­laşma yapmanın ne büyük bir tehlike olduğunu iyi anlamıştı. Onlarla mü­câ­dele etmenin din ve vatan borcu olduğuna yakînen inanmışlardı. Şeyh Şâmil, anasının cezâlanmasına sebeb olanların kim olduğunu sordu. Herkes; "Kim?" diye birbirine bakarken, iki elçi huzûra geldi. Halk, onların üzerine yürümek is­tiyor, fakat edebe aykırı bir hareketten de çekiniyor­lardı. İmâm onlara; "Köyle­rinize dönünüz. Sizi gönderenlere gördükleri­nizi anlatınız. Dînimizi yıkmak is­teyen İslâm düşmanlarına verilecek ce­vâbımız budur." buyurdu.

Bundan sonraki günlerde Şeyh Şâmil, Kafkasya´ya musallat olan Rus ordu­larına sık sık baskınlar yaptı, akınlar düzenledi. Onları memleketle­rinden çıkar­mak için geceli gündüzlü çalıştı. Fırsat buldukça, Çar Birinci Nikola´yı can evinden vuruyor, hiç beklemediği yerlere saldırıyordu. Hiç­bir devletten yardım görmeden, tam yirmi beş sene Ruslarla mücâdele ederek vatanını savundu.

Yeni Rus çarı İkinci Aleksandr başa geçtikten sonra, Şeyh Şâmil me­selesini hâlledip Kafkasya´yı baştanbaşa fethetmek için, Prens Barya- tinski kumandanlı­ğında beş ordu hazırlattı. Bunlardan biri Şeyh Şâmil´in karargâhını, ikinci Lezgi, üçüncü Hazar Denizi civârını, dördüncü ve beşinci ordu da Çerkezistan´ı hedef aldı. Fakat asıl hedef Şeyh Şâmil idi. Îcâb ederse beş ordu birleşip hep birden hücum edebilecekti. Bu se­beple, birinci orduyu bizzat Başkumandan Prens Baryatinski idâre edi­yordu. Onun ordusunda elli bine yakın seçme asker ve elli civârında ağır top mevcuttu. Bu muazzam kuvvete karşı, Şeyh Şâmil de beş bine yakın süvârisiyle Ruslarla çarpışmaya başladı. Uzun ve kanlı çarpışmalardan sonra, Şeyh Şâmil, Gunip Dağına çekildi. Bu dağda beş yüz kadar fedâ­isi ile bir buçuk ay süreyle koskoca ordu ile savaştı. Ellerinde atacak ba­rutları, yiyecek bir şey kalmadı. Etrâfındaki yiğit askerlerinin dört yüz ka­darı da şehîd olmuştu. Yi­yecek yerine karınlarına taş bağlayarak düş­manla mücâdeleye devâm ediyor­lardı. Başkomutan Baryatinski, Şeyh Şâmil´i canlı ele geçirmek istiyordu. Bu sebeple Şeyh Şâmil´e beyaz bay­raklı elçiler göndererek teslim olmasını teklif etti. Şeyh Şâmil´in çocukları ve askerleri bu ümitsiz mücâdelede İmâm Şâmil´in de şehîd olacağını, sonunda Kafkas Türklerinin başsız kalacağını düşündüler. Şimdi bir an­laşma ile teslim olurlarsa, ilerde, Allahü teâlânın yaratacağı yeni imkân­lara göre hareket edebileceklerini Şeyh Şâmil´e bildirdiler. Şeyh Şâmil, dîni, vatanı için canını seve seve vermeye hazırdı. Fakat, müslümanlara yardım etmek zâhiren sağ kalmakla mümkündü. Bu sebeple gelen elçi­lerle anlaşma ya­pıldı. Bu anlaşmaya göre; "Türklerin dinlerine karışılma­yacak, onlardan asker alınmayacak, vergi toplanmayacak, Türkler iç işle­rinde serbest bir devlet olup, idârecilerini kendileri seçecekler. Şeyh Şâ­mil, âile efrâdı ve mevcut kırk kadar askeri ile, silâhları dahî ellerinden alınmadan Türkiye´ye gidebilecekti." 1859 senesinde yapılan bu anlaş­madan sonra silâhlar sustu. Başta Başkomutan Baryatinski, diğer gene­raller ve bütün Rus askerleri, yirmi beş senedir bir avuç fedâisi ile kos­koca Rus ordularını perişân eden, akla havsalaya sığmayan men­kıbeler sâhibi kahraman Şeyh Şâmil´i bir an önce yakından görmek istiyordu. Şeyh Şâmil, kendisine hayranlıkla bakan Rus askerlerinin aralarından geçerek, Başkomutan Baryatinski´nin çadırına gitti. Baryatinski, anlaşma şartlarının ge­çersiz olduğuna, kendisinin ve âile efrâdının Çar İkinci Alek- sandr´ın esîri olup, misâfir muâmelesi yapılacağını bildirdi. Artık iş işten geçmişti. Sözünden dönen bu alçak Ruslara karşı yapılacak bir şey yok- tu.

Çar kendisine bir konak ve hizmetçiler verdi. Şeyh Şâmil, Kaluga´da kaldığı on sene zarfında kendini kitaplara verdi. Ancak bu şekilde teselli bulabiliyordu. Artık oldukça yaşlanmış, esâret hayâtı onu iyice çökert­mişti. Bir defâsında, zi­yârete gelen Rus Çar´ına Hacca gitmek istediğini bildirdi. Rus Çar´ı bunu kabûl etti. Fakat oğullarının rehin olarak kalması gerektiğini söyledi. Bunu kabûl eden Şeyh Şâmil, 1870 senesinde İstan­bul´a hareket etti. Bu haberi işiten İstanbullular heyecanla İmâm´ın gel­mesini beklediler. Sultan Abdülazîz Hân, sarayında ha­zırlıklar yaparak, senelerdir Ruslara kan kusturan İmâm Şâmil hazretlerini bek­lemeye başladı. Kafkasya´da, İslâmiyeti yok etmeğe uğraşan Ruslara karşı ver­diği amansız mücâdeleyi iftihar gözyaşlarıyla tâkib eden müslüman Türk mil­leti, Şeyh Şâmil´e hayran idi. Onun esâretten kurtulup İstanbul´a gel­diği gün, yer yerinden oynamış, halk sâhile dökülmüştü. Rus vapuru Dolmabahçe Sarayı önüne demirlediğinde, Sultan Abdülazîz´in saltanat kayıkları, İmâm Şâmil ve âile efrâdını saraya getirdiler. Abdülazîz Hân, onu sarayın kapısında karşılayıp, büyük bir hürmetle; "Babam kabrinden kalksaydı ancak bu kadar sevinebilir­dim" diyerek, çok iltifâtlarda bulundu. Sarayda hâl hatır sohbetleri arasında Sultan Abdülazîz, her türlü emrine hazır olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Şeyh Şâmil; "Pâdişâhım! Hayâtı­mın şu son günlerini aşkıyla yandığım sevgili Pey­gamberimin huzûr-ı şe­rîflerinde geçirmek istiyorum. Bunun teminini zât-ı âli­nizden istirham edi­yorum" dedi. Bu arzuyu büyük bir îtinâ ile yerine getirmek için Rus sefirini saraya çağırttı. Durumu anlatıp, Çar´a bildirmesini emretti. Rus Çarı İkinci Aleksandr kabûl edip, Şeyh Şâmil´in Rusya´ya geri dönmemesini bil­dirdi. Buna ziyâde memnun olan Şeyh Şâmil, İstanbul´da kısa bir müd­det kaldı. Başta Sultan Abdülazîz´in ve İstanbulluların gösterdiği yakın alâkaya, misâfir­perverliğe hayran oldu. Bu kadar ilgiye rağmen bir an önce Hicaz´a gitmek iste­diğini pâdişâha bildirdi. Abdülazîz Hân onun için en mükemmel vapurunu ha­zırlatıp teşyî eyledi.

Vapurun her uğradığı yerde, halk görülmemiş bir heyecanla Şeyh Şâmil´i karşılıyor, onun duâsını almak yarışına giriyorlardı. Mısır´a gel­diklerinde, Hidiv İsmâil Paşa, onu şânına lâyık karşıladı. O sırada İsmâil Paşa´nın yanında, Cezâ­yir´i Fransız istilâsından kurtarmak için çok gay­ret gösteren büyük âlim, mücâhid, gâzî, Abdülkâdir Efendi de misâfir bulunuyordu. İki kahraman âlimin sohbetleriyle şereflenen İsmâil Paşa, onları Kâhire´de bir ay kadar misâfir etmek bahtiyarlığına kavuştu. Sonra İskenderiyye´ye kadar giderek Cidde´ye uğurladı. Peygamberimizin ve Kâbe´nin hasretiyle yanan Şeyh Şâmil´in heyecânı, oralara yaklaştıkça artıyordu. O sırada Mekke emîri olan Şerîf Abdullah da, Şeyh Şâmil´i çok seviyordu. Onu büyük bir îtibarla karşıladı. Hicaz´da, onun büyük bir âlim ve kahraman olduğunu işiten herkes, onu görmeye can atıyor, ilgi ve hürmet gösteriyordu.

Şeyh Şâmil, Medîne-i münevvereye geldiğinde hastalandı. Kısa sü­ren bu hastalığında âile efrâdı, berâberinde gelip kendisine hizmet edenlerle ve ziyâre­tine gelenlerle vedâlaştı. Sultan Abdülazîz´e, Rus Ça­rı´nda rehin bıraktığı ço­cuklarının kurtarılmasını, Devlet-i aliyye-i Osmâ­niye´de vazife verilmesini bildi­ren bir mektup yazdırdı. Sonra başında okunan Kur´ân-ı kerîm tilâvetleri ara­sında, H.1287 senesi Zilka´de ayının yirmi beşinci gününde Kelime-i şehâdet söyleyerek vefât edip, sevdikle­rine kavuştu. Cennet-ül-Bakî´ Kabristanlığına defnedildi.

Evliyânın büyüklerinden Tâcüddîn bin Rıfâî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri zamânında İslâmiyete düşman olan hıristiyanların bâzı­ları, meşhûr Tatar hükümdârı zâlim Hülâgu´nun yanına gelerek ve kendi­sine yaltaklanarak, müslümanların mescidlerini yıkmasını, medreseleri dağıtmasını, ezânı ve İslâmın sembolü olan şeyleri ortadan kaldırmasını söylediler. Kan dökmekt...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: 1 [2]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes