> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > İslam Kültürü > İslam Kültürü K-Z > Mücahid evliya
Sayfa: [1] 2   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Mücahid evliya  (Okunma Sayısı 3258 defa)
28 Ocak 2010, 14:27:42
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 28 Ocak 2010, 14:27:42 »



Mücahid Evliya
Evliyânın tanınmışlarından ve Tâbiînden Abdullah bin Gâlib (rahmetullahi teâlâ aleyh) Zâviye harbi denilen bir savaşa katılmıştı. Bu sırada oruçlu idi. Düşman saflarına hücum edeceği sırada başına biraz su döktü. Sonra kılıcını sı­yırıp kınını kırdı. Bu, şehîd düşünceye kadar savaşacağım manâsına gelirdi. Düşman saflarına daldı. Savaşa savaşa şehîd düştü.Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) Merv´de bir yıl ticâretle uğraşır, kazancının hepsini fakirlere dağıtırdı. İkinci yıl İslâmiyet´i yaymak için cihâda, düşmanla harbe gi­derdi. O, medresede müderris, hoca; câmide vâiz, şehirde tüccâr; harb- de büyük bir kahramandı. Kılıç ve kalem sâhibi idi. Kalemiyle cihâda dâir eser yazdı, kılıcıyla da dillere destan olan kahramanlıklar gösterdi.

Abbâsîler devrinde Bizanslılarla yapılan harplerden birine katılmıştı. Ab­bâsî ordusu sessiz, sâkin ve aydınlık bir gecede Tarsus´un kuzeyinde karargâh kurmuştu. Tarsus´un sırtlarında İslâm ve Bizans orduları görü­nüyordu. İki taraf da kendilerini kuvvetli göstermek için alevleri göklere yükselen ateşler yak­mışlardı. Bu ateş ocaklarından birinin etrafında te­peden tırnağa silâhlı askerler hilâl şeklinde oturmuşlar, ortalarında ise ince yapılı, nûrânî yüzlü bir zat onlara ders anlatıyordu. Kimse vaktin na­sıl geçtiğinin farkına varmamıştı. Sözü kesip, duâsını yapınca istirahate çekildiler.

Sabah namazı kılındıktan sonra, harp hazırlıkları başladı. İki ordu karşı kar­şıya geldi. Bizans ordusundan iri yapılı, kendisi ve atı zırhlara bürünmüş biri kılıç sallayarak ortaya çıktı. Döğüşmek için müslüman- lardan er istedi. Müslü­man saflarından bir kahraman onun karşısına çıktı. Fakat, şehîd düştü. Bu hâl müslümanların gayretine do­kundu, ikinci bir yiğit daha çıktı. O da şehîd oldu. Sonra birkaç er daha şehîdlik şerbe- tini içti. Rum ordusunda sevinç çığlıkları yükselirken, müslüman ordu- sunda tekbir ve Allah Allah sesleri ortalığı çınlatı­yordu. Bu sırada müslü- man askerlerin arasından, atının üzerinde heybetli biri­nin meydana çıktı- ğı görüldü. Tamâmen zırhlara bürünmüştü. Fakat kimse tanımı­yordu. Rum´un karşısında dimdik durdu. Herkes son derece heyecanlı idi. Çar­pışma başladığı gibi, çevik bir hareketle kılıcını Rum´un göğsüne sapla- dı. Müs­lüman saflarında tekbîr sadâları yükseliyordu. Rum tarafı ise şaş- kına döndü. İkinci çıkan er de birincinin âkibetine uğ­radı. Sonra birkaç ki- şiyi daha öldürdü. Müslümanlar son derece sevinç­liydi. Müslüman er ye- rine dönünce bu kahrama­nın Abdullah bin Mübârek hazretleri olduğunu görüp hayret ettiler.

Seferde bile ibâdetlerini gizlerdi. Gazâ arkadaşı Muhammed bin Âyun şöyle anlatır:

Seferde bir gece, Abdullah bin Mübârek istirâhate çekilmişti. Ben de mızra­ğıma dayanmış oturuyordum. Benim uyuduğumu zannedip kalktı ve fecr vak­tine kadar namaz kıldı. Sonra beni namaza kaldırmağa geldi. Uyumadığımı ve halinden haberdar olduğumu anlayınca, hayâsından yüzü kızardı. Sefer boyunca böyle yaptı.

İbn-i Hibbân ise şöyle anlatır: Bütün mücahidler İbn-i Mübârek ile Şam´a varmıştık. Orada halkın ibâdetini, gazâya hazır hallerini, her gün seriyyelerin, küçük askerî birliklerin geliş-gidişlerini görünce, İbn-i Mübâ­rek; "Bu güzel haller ile Rabbimizin huzûruna çıkacağız. Burada Cennet kapılarını açtık." bu­yurdu.

Misis´teki ikâmeti sırasında ilim, ibâdet ve cihâddan geri durmadı. Misis´te, ikindi namazında Cumâ Mescidi´ne gelir, güneş batıncaya kadar kıbleye karşı oturur, Allahü teâlânın zikriyle, meşgûl olur, kimseyle ko­nuşmazdı. "Kim gün­düzünü Allahü teâlâyı anarak geçirirse, o, bütün gün zikretmişlerden sayılır." buyururdu.

Misis nâhiyesinde on yedi bin hadîs-i şerîf rivâyet etti. Küçük yaştaki tale­besi Abde bin Süleymân´a hadîs-i şerîf yazdırır ilim öğretir, üstelik ona para da verirdi.

Mücâhid velîlerden Abdülkâdir Cezâyirî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Şerif­lerden olup, soyu hazret-i Ali´nin oğlu hazret-i Hasan efendimize da­yanmakta­dır. Baba ve dedeleri Cezâyir´in Vehran tarafında, şerefli, âlim, fâzıl, zâhid ve takvâ sâhibi kimseler olup, herkes tarafından sevilir, sayı­lırlardı. Cedlerinden biri olan Seyyidî Muhammed bin Abdülkâdir, Barba­ros Hayreddîn Paşanın Ce­zayir´i fethinde bir nefer gibi çalışmış ve Ce­zayir´de Osmanlı hâkimiyetinin ku­rulmasında, ziyâdesiyle gayret sarfet- mişti. Bu sebeple Osmanlı sultanları bunun oğulları ve torunlarına büyük izzet ve îtibâr gösterirlerdi. Abdülkâdir´in babası Muhyiddîn de Kâ­dirî şeyhlerinden olup âlim bir zât idi.

Şeyh Muhyiddîn, parlak bir zekâya sâhip olduğunu gördüğü Abdül- kâdir´i küçük yaşta ilim öğrenmeye sevketti. İlk tahsilini Kaytana´da ya- pan Abdülkâdir, sonra Cezayir ve Oran şehirlerinde büyük âlimlerden okudu. Daha küçük yaşta Kur´ân-ı kerîmi hıfzetti. Tefsîr, hadîs, fıkıh ve diğer ilimlerde üstün bir dereceye yükseldi. Geniş mâlumâtıyla, fazîlet ve takvâsıyla şöhreti her tarafa yayıldı. Ül­kesini pek yakın bir gelecekte bekleyen tehlikenin farkında olan Abdülkâdir kendisini ilm-i siyaset, dev­let idâresi sâhalarında da yetiştirdi. Ata binmek ve silâh kullanmak gibi her çeşit harp sanatında pek ustaydı.

1826´da babasıyla birlikte Mısır´a giden Abdülkâdir Cezâyirî burada İslâm âleminin meşhûr ilim merkezlerinden olan Ezher medreselerini zi­yâret etti. Âlimlerle görüşüp bilgi alışverişinde bulundu. Oradan Hicaz´a geçerek hac vazî­fesini îfâ etti. 1829 yılında Şam´a geldi. Burada evliyâ­nın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ile görüşüp duâ­sına kavuştu. Buradan Bağdad´a geldi. Şerefli âilesinin tabi olduğu evli­yânın büyüklerinden nûr ve feyz menbaı Peygamber efendimizin soyun­dan Seyyid Abdülkâdir Geylânî haz­retlerinin mübârek kabrini ziyâret etti. Mânevî yardım istedi.

Abdülkâdir´in yurda dönüşünden kısa bir müddet sonra 1830 Tem­muzunda Fransızlar Cezayir´i işgâl ederek ülkedeki üç yüz yıllık Türk idâ­resine son ver­diler. Vehrân ve Müstefânem bölgelerindeki halk düşmana karşı ayaklanarak Şeyh Muhyiddîn´i kendilerine emir seçtiler. Ancak o oğlu Abdülkâdir´i bu işe daha lâyık gördü ve emirliği ona devretti. Kendisi Oran´daki Fransız kuvvetleri ile harb eden askerin kumandasını ele aldı.

Abdülkâdir-i Cezayirî kendisine yapılan bîat merasimi sırasında yap­tığı ko­nuşma ile cesâret, uzak görüşlülük, müsâmaha, tevâzu ve fedâ­kârlık gibi vasıf­larını ortaya koydu. Konuşmasında şöyle demişti: "Eğer liderliği kabul ediyor­sam bu cihâd alanında düşmana karşı yürüyen ilk kişi olma hakkını edinmek içindir. Benden daha değerli ve yetenekli bu­lacağınız, îmânımızı savunmada hiç bir fedâkarlıktan kaçınmayacak başka biri çıktığında yerimi ona bırakmaya ha­zırım."

Emir Abdülkâdir kısa sürede gösterdiği hârikulâde şecâat, kahra­manlık, bi­nicilikteki mahâret ve soğukkanlılığı ile herkesi hayran bıraktı. Askerî bir lider olarak kendini kabûl ettirdi. Bu sebeple Fransızların Ce­zâyir´i işgâl etmesinden iki sene sonra babasının muvafakati ve bütün Cezâyir müslümanlarının arzusu üzerine ülkenin emirliğini üzerine aldı (22 Kasım 1832).

Abdülkâdir-i Cezayirî bundan sonra Fransızlara karşı plânlı ve sis­temli bir harekat başlattı. Kuvvetli bir ordu kurarak Fransızları üst üste bozguna uğrattı. Bu zaferlerini siyâsî sâhada da sürdürerek birçok böl­geleri de bu yolla ele ge­çirdi. Fas Sultanı Abdurrahmân´ı kendi tarafına ve Fransızlara karşı mücâdele sâhasına çekmeyi başardı. Kahramanlığı ve zekâsı sâyesinde yerli kabîleleri et­rafına topladı. Büyük bir güçle başta Maasker olmak üzere Merakeş sınırına ka­dar bütün batı Cezâyir´e sâhib oldu. Fransızlar 26 Şubat 1834 antlaşmasıyla Abdülkâdir´in Batı Cezayir üzerindeki otoritesini tanıdılar. Ancak ertesi yıl böl­gedeki Fransız komutanı General Trezel, emirin kendisine bağlı saydığı aşîret­leri himâ­yesi altına aldığını bildirdi. Amacı, mücâhidleri bölmek ve parçala­maktı. Onun bu kararı üzerine Abdülkâdir-i Cezâyirî tekrar harekete geçti. Makta´da yapılan çarpışmada Trezel alayını müthiş bir bozguna uğrattı (1835).

Bu yenilgi üzerine Fransa bölgeye yardım kuvvetleri gönderdi. Bu birlikle­rin başında gelen General Bugeaud kısa bir sürede Cezayir´i ele geçireceğine, müslümanları mahv edip Abdülkâdir´i yakalayacağına söz vererek harekete geçti. Fransızlar Maasker´i kısa sürede ele geçirdiler. Bu zaferle kendisine fev­kalade güvenen Bugeaud, Konstantine önüne geldiğinde Abdülkâdir´in asıl gücü ile karşılaştı. Abdülkâdir´in ne zaman ve ne şekilde vuracağı belli olmuyordu. Ordusu son derece disiplinli idi. En küçük bir bozulma ve ümitsizliğe düşmüyor ve insanüstü bir gayretle çarpışıyordu. Bu durum Fransız birliklerinin tekrar bozgun hâlinde geri çekilmesine yol açtı. Bugeaud Fransa hükümetine gönder­diği raporlarda:

"Abdülkâdir hızlı, zekî ve ne yapacağı belli olmayan bir düşmandır. Dehâsı ve temsil ettiği inanç sâyesinde kazandığı îtibârla kitleleri bize karşı harekete geçiriyor. Kendisi sıradan bir insan değil, müslümanların severek ve arzu ile beklediği ve hasretle kucakladığı bir liderdir." diyordu.

Nitekim Bugeaud çok geçmeden Abdülkâdir´le Tafna Antlaşmasını yap­maya mecbur kaldı (1837). Bu antlaşma ile Emir Abdülkâdir limanlar ve kıyı şehirleri dışında ülkenin tamâmında hâkimiyeti elde ediyordu.

Abdülkâdir-i Cezayirî bu sulh devresinden faydalanarak güçlü bir devlet mekanizması kurmaya çalıştı. Devlet merkezini Maasker´den Tag- dempt´e nak­letti. Kanun ve kaideleri düzelterek İslâmiyete uygun hâle getirdi. Osmanlılar zamânında birtakım mükellefiyetler karşılığında ver- giden muaf tutulan Mehazin kabîlelerinin imtiyazlarını kaldırdı ve her­kesten zekat topladı. Fas yoluyla İn­giltere´den sağladığı top ve tüfeklerle ordusunu teknik açıdan kuvvetlendirdi.

Bu arada Fransızlar antlaşmaya aykırı olarak faaliyetlerine devam ediyor­lardı. 1837 Ekiminde Osmanlı tâbiiye...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Mücahid evliya
« Posted on: 25 Nisan 2024, 17:04:27 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Mücahid evliya rüya tabiri,Mücahid evliya mekke canlı, Mücahid evliya kabe canlı yayın, Mücahid evliya Üç boyutlu kuran oku Mücahid evliya kuran ı kerim, Mücahid evliya peygamber kıssaları,Mücahid evliya ilitam ders soruları, Mücahid evliyaönlisans arapça,
Logged
28 Ocak 2010, 14:28:18
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 28 Ocak 2010, 14:28:18 »

Birinci Dünyâ Savaşında İtalya müttefikleriyle harbe girince Senûsîler mec­burî olarak onun karşısında yer aldılar. 1915´te Mısır´ı işgâl eden İn­gilizlere karşı giriştikleri harplerde büyük kayıplar verdiler. Ahmed es-Senûsî, Birinci Dünyâ Savaşının sonlarında Sultan Mehmed Reşâd´ın isteği üzerine İstanbul´a geldi. O, son derece bağlı bulunduğu Osman-oğullarına ve Türk milletine, İslâm dünyâsı üzerindeki nüfûz ve îtibâ- rından istifâde ederek faydalı olmak istiyordu. Fakat bir müddet sonra Mondros mütârekesinin imzâlanmasıyla son müstakil İslâm devleti olan Türkiye´nin de Batı emperyalistlerinin taksimine mâruz kal­dığını elem ve dehşetle gördü.

Birinci Dünyâ Savaşında İngilizler, İslâm dünyâsını parçalayıp yut­mak için çok kesif bir câsusluk ve propaganda faâliyetlerine girişmişlerdi. Bu çalışmalar sonucunda Hint müslümanlarının aşırı dostluk ve bağlılık­larına mukâbil Arap dünyâsında bâzı çözülmeler başlamıştı. Birçok Arap liderlerine Osmanlı Devle­tinin yıkılmasıyla kurulacak devletlerden taçlar vâdedilerek ayrılık telkin edil­mekteydi. Sultan Reşâd Han sarsılan İslâm birliğini "hilâfeti hâiz olan Türkler" etrâfında yeniden tesis ve takviye için Şeyh Senûsî hazretlerini huzûruna kabûl etti. Ondan Müslüman Âlemini dolaşarak Hilâfet etrafında bozulan birliği yeni­den kurmasını ricâ etti. Gerçekten de o devirde müslümanların en fazla sözünü dinleyecekleri şahsiyet gâyet haklı bir şöhrete mâlik olan Şeyh Senûsî hazretleri idi. Şeyh hazretleri derhâl muvâfakat ederek Sultana, Türk milletine hizmete ha­zır bulunduğunu bildirdi. Ancak tam İslâm Dünyâsını dolaşmaya çıka­cağı sırada kendisini dâvet eden Sultan Reşâd Han vefât etti. Sultan Vahideddîn´in cülûs merâsiminde bulunmak üzere seyâhat ertelendi.

Osmanlı pâdişâhlarının saltanata çıkışlarında cülûs merâsimi denilen bir me­râsim yapılırdı. Bu merâsimde devrin en kıymetli İslâm âlimi tara­fından Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin türbesinde yeni pâdişâha umûmi­yetle hazret-i Ömer´in kılıcı kuşatılırdı. Sultan Vahideddîn´in cülûs merâ­siminde ona bu kılıç Şeyh Ahmed es-Senûsî tarafından kuşatıldı. Şeyh hazretleri pâdişâha kılıcı takarken şöyle duâ etti: "Cenâb-ı Hak´tan zât-ı şâhânelerine ömrü tavil (uzun ömür), ecr-i cemîl (sevap) niyâz ederim, efendimiz."

Ancak bu sırada netîceleri îtibâriyle bir felâket olan Mondros mütâre­kesi imzâlanınca, Pâdişâh, Senûsî hazretlerine maiyetiyle birlikte Bur­sa´da oturma­sını irâde etti. Şeyh Ahmed Senûsî hazretleri daha sonra yine Vahideddîn Hanın isteği üzerine Türk Kurtuluş Savaşında çalışmak üzere Anadolu´ya geçti. Ana­dolu´yu, daha ziyâde doğu ve güney vilâyet­lerimizi bir bir dolaşarak halkı Anka­ra´ya bağlamaya çalıştı. Her gittiği yerde beyazlara sarınmış olarak mahallî kıyâ­fetiyle kürsüye veya min­bere çıkıyor, vâz ve irşâdlarıyla ordumuza gönüllüler kazandırıyordu. Onun her sözü bir nasîhattı. Elinde kılıcı, at üstündeki hali, heybeti, Ana­dolu Türk insanının üzerinde efsânevî tesirler meydana getiriyordu. Onun Kurtuluş Savaşındaki vâz ve nasîhatları, halkı birliğe dâvet edişi yalnız Anadolu´da değil, bütün İslâm dünyâsında derin akisler uyandırdı. Bu maksatla rastladığı gazetecilere Türk milletinin mücâdelesinin meşrûlu­ğunu ve bütün müslümanların kendilerini desteklemelerinin dînen vâcib olduğunu ifâde eden kat´î beyânatlar vermekteydi.

Şeyh Ahmed Senûsî hazretleri, Kurtuluş Savaşının sonlarına doğru, bu ha­reketin kurmayları arasında hilâfete ve halîfeye karşı başgösteren soğukluk üze­rine Anadolu´da daha fazla durmayı uygun bulmadı. Büyük bir üzüntü içerisinde Ankara´dan ayrılarak Arap memleketlerine gitmek üzere yola koyuldu. Giderken söylediği şu sözler onun siyâsî bir dâhi ol­duğunu göstermektedir:

"Bugün İslâm milletleri arasında en kuvvetli ve haşmetlisi ve dînî vahdet ve idâre yönünden en ümit vericisi Türk Milleti´dir. Binâenaleyh, bütün İslâmî ha­rekât ve dayanışmanın kuvvet merkezi Türkiye olmalıdır. Kahraman Türk Mil­letini bu yakın alâka ve yardıma, dayanışmaya ve bu çok mühim vazîfeye ehil kılan birçok târihî ve stratejik imtiyazlar vardır. Hilâfeti temsil etmiş olması, bütün İslâm âleminin kalbgâhı olan Hare­meyn ve civârının hâdim ve hâmisi ol­mak şerefine sâhip bulunması ve bütün emânât-ı mukaddeseyi hâlâ uhdesinde mahfûz bulundurması, asırlar boyunca İslâm´ın alemdârlığını yapması ve onu, İlâhî bir lütufla her türlü tehlike ve saldırıdan koruması ve nihâyet hâli hazırdaki tutumun hâlâ ümid verici olması gibi sebepler, bu büyük milleti bugün de İslâmî hareket ve dayanışmanın ve İslâm âlemi için, düşünüp çırpındığımız topyekün bir kurtuluşun yegâne kuvveti, rehberi ve lideri olmaya sevk etmektedir.

Türkiye´nin ve İslâm Âleminin kurtuluşu Allahü teâlânın izniyle, ancak Müslüman Türk Milleti sâyesinde mümkün olabilir ve böyle olacaktır."

Şeyh Ahmed es-Sünûsî hazretleri Türkiye´den ayrıldıktan sonra Şam´a gitti. Yaygın şöhreti ve ziyâretçilerinin çokluğu yüzünden kendi­sinden korkan Fran­sızlar, onu Şam´ı terke zorladılar. Buradan Filistin´e geçti. Orada da İngilizler kendisinden çekinip, endişelendiler. Artan İngiliz baskısı yüzünden Mekke´ye geçti ise de vehhâbî inancında olan İbn-i Suûd´la anlaşamadı. Sonunda Yemen imamlığı ile Suûd krallığı arasında tampon bir devlet olan Asîr´e çekildi. Burada Senûsî şeyhlerinden İdris es-Senûsî´nin torunu olan başka bir İdris es-Senûsî hü­kümdârdı. Ancak Asîr´de lâyık olduğu hüsn-i kabûlü gören Ahmed es-Senûsî, H.1352´de vefâtına kadar burada kaldı.

Tâbiînin meşhurlarından ve hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rah- metullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: "Hazret-i Osman zamânında Kâbe-i muazzamayı tavâf ediyordum. Leys kabîlesinden biri elimden tu­tarak;

"Sana bir müjde vereyim mi?" dedi. "Evet" dediğimde; "Hani hatırlar­sın, Resûlullah efendimiz beni İslâma çağırmak için sizin kabîleye gön­dermişti. Onlara İslâmı anlatıp, dâvette bulunuyordum. O zaman, sen; "En güzel, en iyi bir şeye, güzel huylara çağırıyorsun, kötü huylardan uzaklaştırıyorsun. Bunları hiç duymamıştım." demiştin ve müslüman ol­muştun. Kabîlen arasında tutulan ilim, irfan sâhibi, zekî bir kimse oldu­ğun için, tavsiyen üzerine kabîlenizin men­supları da müslümanlığı kabûl etmişlerdi. Bütün bu durumları, Medîne´ye dö­nünce Resûl aleyhisselâma anlattım. Resûlullah senin için; "Allah´ım! Ahnef´i bağışla!" buyurdu. Bu­nun üzerine; "Benim yanımda, âhiretim için Resûlullah´ın bu mübârek duâsından daha ümit verici bir şey yoktur." dedim ve çok sevindim.

Ahnef bin Kays, halîfe hazret-i Ömer´i Medîne´de, Basra halkından bâzı kimselerle birlikte ziyâret etti. Halîfe herkesin halini hâtırını sordu. O sırada Ahnef bin Kays, bir köşede abasına sarınmış bir hâlde sessizce duruyordu. Haz­ret-i Ömer;

"Senin bir ihtiyâcın yok mu?" diye sorduğunda, o şöyle cevap verdi:

"Ey Mü´minlerin Emîri! Evet var. Hayır ve bereketin anahtarı Allahü teâlâdır. Diğer şehirlerin halkından olan kardeşlerimiz sulak ve verimli yerlere yerleştiler. Biz ise çorak, rutûbetli, bir tarafı tuzlu deniz, bir tarafı çöle çevrili bir yere mekân tuttuk. Ne ekin, ne hayvanımız var. Yiyecekle­rimizi ve faydala­nacağımız şeyleri çok zor şartlar altında elde ediyoruz. Zayıf bir insan, tatlı su alabilmek için iki fersahlık yol gitmek zorunda. Eğer bizim en basit ihtiyaçları­mızı karşılamaz ve fakirliğimizi gidermez­sen, yok olup giden kavimler gibi ola­cağız." Bunun üzerine hazret-i Ömer, Basra halkının çocuklarına Beyt-ül-mâl­dan, maaş bağladı. Vâli Ebû Mûsâ el-Eş´arî´ye, Basra´ya kanalla su getirtmesi için mektup yazdı.

Hazret-i Ömer, Ebû Mûsâ el-Eş´arî´ye yazdığı mektubunda; "Ahnef bin Kays´ı kendine yakın tut. İşlerinde ona da danış ve sözlerine kulak ver." buyur­muştu.

İran imparatoru Yezdicürd, topraklarının büyük kısmı müslümanların eline geçince, Merv şehrine gidip yerleşmişti. Yezdicürd buradan İran şehirlerine mektup yazarak, halkı isyân ettirdi ve andlaşmayı bozdurdu. Bunun üzerine hazret-i Ömer, Ahnef bin Kays´a Horasan üzerine sefer düzenlemesi için emir verdi. Bir orduyla yola çıkan Ahnef bin Kays, İran şehirlerindeki isyânı bastırdı ve Horasan´a yürüdü. Önce Herât´ı fethedip Merv eş-Şehcân´a doğru ilerlerken, Nişâbur´a Mutarrif bin Abdullah ko­mutasında, Serahs´a da Hars bin Hassân komutasında bir birlik gön­derdi. Ahnef bin Kays, Merv eş-Şehcân´a varınca, Yezdicürd, Merv er-Rûz´a kaçtı. Buradan, Türk sultânına ve Çin krallarına mektup yazıp yar­dım istedi. İslâm ordusu Merv er-Rûz üzerine yürüyünce, Yezdicürd Belh´e gitti. Ahnef bin Kays, Merv er-Rûz´u ordu karargâhı yaptı. Kûfeli- lerden meydana gelen bir birliği Belh´e Yezdicürd´ün üzerine gön­derdi. Yezdicürd´ün askerleri ile İslâm mücâhidleri arasında şiddetli bir muhâre- be oldu. Yezdicürd´ün ordusu yenilerek kaçtı. Arkadan yetişen Ahnef bin Kays, Kûfelilerden meydana gelen öncü birliğe yardım etti ve Allahü teâlânın izniyle Belh şehrini aldılar. İslâm mücâhidleri Belh´in he­men akabinde Nişâbur ve Toharistân´ı da aldılar.

Ahnef bin Kays, bu fetihleri anlatan bir mektubu hazret-i Ömer´e gönde­rince; "Keşke oraya ordu göndermeseydim. Keşke bizimle oranın arasında ateşten bir deniz olsaydı." buyurdu. Bu sözleri duyan hazret-i Ali; "Neden, ey mü´minlerin emîri!" diye sormaktan kendini alamadı. Bu­nun üzerine hazret-i Ömer; "Çünkü buranın halkı üç defâ yerlerinden da­ğılacaklar, ayrılacaklar. Üçüncüsünde tamâmen imhâ edilecekler. Böyle bir musîbet meydana gelecek­tir. Bu musîbet burayı fethettiğimizde, bu­rada bulunacak müslümanlara gelece­ğine, fethedilmeyip buranın müs- lüman olmayan halkının başına gelmesi daha iyidir, diye cevâb verdi.

Hazret-i Ömer daha sonra, Ahnef bin Kays´a, Ceyhun Nehrini geç­memesini bildiren bir mektup gönderdi. Bu sırada Yezdicürd, Türk hâkâ­nından aldığı yar­dımla geri döndü. (Türkler o asırda henüz müslüman ol- mamışlardı.) Ahnef bin Kays, Yezdicürd´ün aldığı yardım kuvvetiyle üze- rine geldiğini öğre...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

28 Ocak 2010, 14:29:19
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 28 Ocak 2010, 14:29:19 »

Selçukluların çevreden tamâmiyle uzaklaştıklarını gören ve günlerce süren muhasaraya rağmen teslim olmadan kuşatmayı atlatmanın sevin­cine kapılan şe­hir halkı, birkaç gün sonra normal yaşantılarına başladı. Kapılar açıldı. Çarşı ve pazarda faâliyetler normal seyrine döndü.

Halk şehir içinde olduğu gibi, şehir dışında da bağ, bahçe ve yaylak işleriyle uğraşmağa başlamıştı. Bir gece şehre dönmeye başlayan sığır sürülerinin arasına bir öküz postuna bürünmüş bulunan Şeyh Ali de ka­rıştı ve böylece kimseye belli etmeden şehre girmeye muvaffak oldu. Şehirde, akşam karanlığında kimseye görünmemeyi başararak bir yere gizlendi. Herkesin yorgunluktan derin uykuya daldığı bir saatte yavaşça gidip, şehri kuşatan duvarların kapısını açtı ve o gece yakınlara kadar gelerek bekleşen askerlere kararlaştırdıkları işâreti verdi. Şeyh Ali´nin her türlü tehlikeyi göze alarak açmayı başardığı kapıdan şehre akan as­ker­ler, nöbetçileri de tesirsiz hâle getirdikten sonra şehre hâkim olmakta ge­cik­mediler.

İşte şehrin ele geçirilmesi sırasında bu gâzi şeyhe, öküz postuna bü­rünme­sinden dolayı Ali Gav Sultan denildi. Gav, Farsçada öküz demek­tir.

Ali Rızâ Acara (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kurtuluş savaşının mücâ- hid gâ­zilerindendir. Kars, Ardahan ve Batum 1878´de Rusların eline geçmişti. Bu yıl­larda başlayan hürriyet ve istiklâl mücâdelesinde Ali Rızâ Acara da yerini aldı. Rus ve İngilizlere karşı Batum´da Türklük ve müslü- manlığı kurtarmak üzere gi­rişilen zor, çetin ve amansız mücâdele 1918´- de Brest-Litovsk Antlaşması ile he­define ulaştı. Bu antlaşma ile Ev­liye-i Selase de denilen Kars, Ardahan ve Batum anavatana kavuştu.

Sultan Vahideddîn Han bu münâsebetle Elviye-i Selâseden bir heyeti İstan­bul´a dâvet etti. Bunun üzerine Temur Paşa başkanlığında bir heyet İstanbul´a geldi. Bu sırada Ali Rızâ Acara İstanbul´da bulunuyor ve Mek- teb-i Kuzâtta oku­yordu. Yıldız´da pâdişâhın verdiği yemeğe katıldı. Ali Rızâ Acara bizzat şâhid olduğu bu vakayı şöyle nakletmektedir:

"Yemekte Vahideddîn Han, Temur Paşa´ya ve diğer heyet âzâlarına pekçok iltifat gösterdi. Yemekten önce ise şu konuşmayı yaptı: Bir baba düşününüz ki, evlatlarını kaybetmiştir. Kırk yıl onların yokluklarının ıstıra­bıyla yaşadıktan sonra birgün evine dönünce onları çıkıp gelmiş ve ye­mek masası etrâfında top­lanmış bir halde görse, nasıl heyecan ve sevinç duyar, tasavvur edebilir misiniz? İşte ben o sevinç ve heyecan içinde­yim."

Temur Paşa, İstanbul´da bulunduğu müddetçe kendisine her türlü resmî iş­lerde rehberlik eden Ali Rızâ Efendinin hizmetlerinden son de­rece memnun ol­duğu için Batum´a döndüğünde onu her tarafta medh ü senâ etmiş ve îtibârını yükseltmiştir.

Ali Rızâ Acara, Mekteb-i Kuzâttan mezûn olunca Batum´a geldi. Da- ha önce Temur Paşanın onun hakkında yaptığı medh ü senâsı sebe­biyle muazzam bir ilti­fât ve alâka gördü. Cenûbî Garbî Kafkas Hükûmetinin ku- rucusu müteşebbisleri arasında yer aldı. 1915-17 yılları arasında düşma- na ve komitacılara karşı hare­keti bizzât idâre etti. Ta­mamen mahallî "A- cara" elbisesi giydirilmiş bulunan milis askerleriyle karşılarındaki on sekiz komiteye karşı parlak zaferler kazandı. Yapılan savaşlarda sekiz bin esir ile pekçok silâh ve malzeme ele geçirdiler. Kâ­zım Karabekir Paşa ile yaptığı yazışmalar sonunda esirleri serbest bı­raktı. Mal­zeme ve silâhları ise kendisine verilmek üzere Hopa´ya gön­derdi.

Ancak bu sırada artan İngiliz baskı ve sıkıştırması üzerine Ali Rızâ Efendi Batum´dan çıkmaya mecbûr oldu. Esâsen bu sırada Birinci Büyük Millet Mecli­sine Batum Mebusu olarak seçildiğinden Ankara´ya da çağı­rılmaktaydı. Fakat Batum´daki mücâdele dolayısıyla Meclise dört ay geç iltihâk edebildi. Gelirken Trabzon´a uğrayarak Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti Reisi Barutçuzâde Ahmed ve ulemâdan İbrâhim Cûdî Efendilerle görü­şüp konuştu. Câmilerde halka vâzlar vererek, onları millî mücâdeleye ve birliğe teşvik etti.

Ali Rızâ Efendi, bundan sonra "Deli" nâmıyla bilinen Hâlid Paşanın kuv­vetleri içinde gerek silahı ve gerekse hitâbeti ile emsalsiz ve unutul­maz hizmet­lerde bulundu. Yalova´dan Kars´a kadar "Tekâlif-i harbiye" için dolaşıp şehir şe­hir, câmi câmi vâz ve konferanslarla halkın Kurtuluş Savaşına teşviki istikâme­tinde azim ve sebatla çalıştı.

Cephede bulunduğu bir sırada İkdâm Gazetesi´nin muhâbiri ile yap­tığı mü­lâkat, onun cenâb-ı Hakk´ın lütfu ihsânıyla tahakkuk edecek za­fere ümit ve inancını belirtmektedir. Muhâbir; "İleriyi nasıl görüyorsu­nuz?"

"Çok iyi olacak."

"İngilizler İstanbul´dan giderler mi?"

"Mecburen."

"Pek güç, bak Mısır´dan gitmediler."

"Mısır´ın arkası Sudan, İstanbul´un arkası ise Anadolu´dur. Anadolu´­daki azim ve îmân, İngiliz´i İstanbul´dan kovacak bir kudrete sâhiptir."

"Bunu nasıl anlıyorsunuz?"

"Bu bir histir, böyle şeyler aklî hesaplara uymaz. Bu millet i´lâ-yı ke­lîmetullah dâvâsına bin yıl fedâkarâne hizmet etmiş büyük ve emsalsiz zafer­ler kazanmıştır. Biz de o şehid ve gâzilerin evlâdlarıyız. Cenâb-ı Hak bizi onların hizmetleri hürmetine yardımından mahrûm etmeyecektir. Benimle birlikte bütün Anadolu halkı, bu inancı taşımaktadır. İnanıyoruz, o hâlde zafer bizimdir."

Bu ümit ve cesâretle çarpışarak Kurtuluş Savaşının âbidevî şahsi­yetleri ara­sında yerini alan Ali Rızâ Acara Efendi, savaş sonunda vatanı Batum´un Ruslara terkedildiğini esef ve üzüntü ile gördü. Savaş mey­danlarının bu namlı mücâhidi, Cumhuriyet´in îlânından sonra kendini ta­mâmen tâat ve ibâdete verdi. 1969 yı­lında Ankara´da Rahmet-i Rah­mâ- na kavuştu.

İznik´le Mekece arasındaki bir mevkide Hâlid Paşa kuvvetleri yeni bir sa­vaşa girmenin hazırlığı içinde bulunuyor. Bütün efrâd hazır vaziyette durmakta­dır. Yoklama yapıldıktan sonra heybetli, siyah sakallı, ilim ve fazîlet sembolü, sarığıyla kır bir atın üzerinde Ali Rızâ Acara Efendi mey- dana çıktı. Efrâdı bir baştan bir başa at üstünde dolaştıktan sonra orta yerde durdu. Gür sesi ile ruh­lara rahatlık, heybet ve heyecan veren şu konuşmayı yaptı:

"Askerler! Kardeşlerim! Mübârek dînimizin ana şartlarından biri de hacdır. Hacılar hac maksadıyla mübârek Kâbeye gittikleri zaman orada "Hacerü´l-Esvede" yüzlerini, gözlerini sürmek sûretiyle onu öperler. Çün- kü Hacerü´l-Esved cenâb-ı Rabbülâlemin tarafından Cennet´ten gön­derilmiş mübârek bir taştır. Siz de bugün öyle şerefli bir mücâdele ve hizmet üzerindesiniz ki, cenâb-ı Hakk´ın yardımıyla muvaffak olup, zafer müyesser olunca, bütün millet, ihtiyar analarımız, güngörmüş babaları­mız, genç kızlar, çocuklar, hâsılı bütün arkada bıraktıklarımız Hacerü´l-Esvedi öpen hacıların heyecan ve iştiyakiyle sizi sarılıp öpecek ve bağ­rına basacaktır. Siz bu mücâdelede ölürseniz "şehîd", kalırsanız "gâzi" olmak sûretiyle Cennet-i âlâdan gönderilmiş bulunan Hacerü´l-Esved gibi bu mazlûm milletin mukaddesâtına dâhil olacaksınız. Cenâb-ı Hak, nurlu ve açık alınlarınız gibi bahtınızı da açık eylesin ve yarın rûz-ı mahşerde Peygamber aleyhisselâtü vesselâm efendimizin iltifât ve şefâatlerine mazhar kılacak zaferi lütfu ihsân buyursun. Sizleri, İslâm´ın bin yıllık va­tanı olan bu topraklarda ezan seslerini devâm ettirecek bu savaşın gâli­biyetiyle şereflendirsin."

Ali Rızâ Acara Efendinin böylece devâm eden heyecanlı vâzı so­nunda er­lerden yedi kişi aşırı heyecan sebebiyle bayıldı. Bundan sonra başlayan taar­ruzda erler, kükremiş arslanlar gibi düşmana saldırdılar. Ali Rızâ Efendi de elinde silâhla askerin arasında idi. Cenâb-ı Hakk´ın yar­dımı ile düşman püskür­tüldü.

Nakşibendî büyüklerinden Alvarlı Muhammed Lütfi (rahmetullahi te- âlâ aleyh) Erzurum´un Hasankale ilçesine bağlı Kındığı köyünde doğdu. Babası Hâce Hüseyin Efendi, annesi, Seyyide Hadîce Hanımdır. 1890 yılında babasıyla Bitlis´e giderek Muhammed Küfrevî hazretlerine talebe oldu. Her gün iki saat hocasının sohbetinde bulunurdu.

Efe hazretleri anlatır: Bir gün sohbetten sonra hazret-i Pir dışarıya çıkmış­lardı. Ben de kendimde olmaksızın kapıya yöneldim. Odadan dı­şarı çıktığımda hazret-i Pir´i bir kolunda büyük oğlu Şeyh Abdülhâdî, di­ğer kolunda Şeyh Abdülbâkî hazretleri olduğu halde sofada ayakta bek­ler gördüm. Elleriyle yak­laşmamı emrettiler. Yanına vardığımda mübârek ellerini şakaklarıma koyup öyle bir nazar ettiler ki, başım Arşa değdi san­dım."

Muhammed Lütfi Efendi, bu nazarla bilinmeyen, anlaşılmayan dere­celere kavuştu. Ertesi sabah Pîr-i Küfrevî hazretleri kendisini halîfe seçti­ğini ve halkı irşâda memur ettiğini bildirdi. Böylece icâzetini (diploma) al­dıktan sonra bir müddet daha Sivaslı Câmiinde göreve devâm etti.

Sonra tâyini Erzurum´un Dinarkom köyüne çıktı. Burada iken 1916´da Rus­ların doğuda Van, Muş ve Bitlis´i ele geçirmeleri üzerine Erzurum´a geldi. Rus istilâsının devâm etmesi ile Tercan´ın Yavi Köyüne gitti. Bu­rada bir taraftan imâmlık yaparken diğer taraftan gönlüne girdiği herkesi Rus zâlimlerine karşı silahlandırdı.

1917´de Rusya´da bolşevik ihtilâlinin vukû bulmasından sonra Ruslar, Os­manlı topraklarından çekilirken silahlarını Ermenilere vererek onları mâsum ve savunmasız Türkler üzerine kışkırttılar. Ermenilerin hedefi, Doğu Anadolu´yu da içine alan büyük Ermenistan devletini kurmaktı. Bu­nun için Türk ve Müslü­man olan halkın bölgeyi terketmesini istiyorlardı. Bu gâyeleri tahakkuk ettirmek üzere görülmemiş bir kıyım ve imhâ hare­ketine başladılar. Beşikteki bebeklere ve yatalak hastalara varıncaya ka­dar öldürdüler. Bâzılarını câmi, ev ve ahırlara toplayarak sonra ateşe verdiler. Bu mezâlim, doğudan batıya doğru büyük bir göç dalgasının başlamasına sebep oldu.

Ermenilerin bu insanlık dışı fiillerine karşı, Muhammed Lütfî Efendi, Yavi ve komşu köylerden topladığı altmış kişilik bir müfrezeyle harekete geçti. Önce Oyuklu köyü yakınında Rusların karargâh deposu olan ve...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

28 Ocak 2010, 14:29:58
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #3 : 28 Ocak 2010, 14:29:58 »

Tâbiînin büyüklerinden, hadîs âlimi Cübeyr bin Nüfeyr (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle rivâyet etmiştir: Kıbrıs adası fethedildiği zaman halk esir alınıp gâ­ziler arasında paylaştırıldı. Esirler birbirleriyle dertleşip ağ­laşıyorlardı. Bu sı­rada Ebüdderdâ´yı gördüm bir yere oturmuş ağlıyordu. "Allahü teâlânın İslâm ve müslümanları zafere ulaştırdığı, güçlü kıldığı bir günde ağlamanın sebebi ne­dir?" dedim. Bana, "Ah Cübeyr! İnsanlar, Allahü teâlânın emirlerini terk ettikle­rinde, Allah nazarında hiç kıymetleri kalmaz. Esirleri göstererek; bir millet güçlü ve hükümrân iken, Allahü teâlânın emirlerini bırakırsa, işte şu gördüğün duruma düşer." dedi.

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) Ordu ile bir sefere katıldı. Ordu kumandanı ona bâzı şeyler gön­derdi. O da iste­meyerek alıp, asker ve gâzilerin muhtaçlarına dağıttı. Bir gün öğle namazını kıl­dıktan sonra oturup; "Niçin o şeyi kabûl ettim?" diye kendi kendini kınıyordu. O sırada uykusu gelip uyudu. Rüyâsında, çok süslü bir takım köşkler gördü. "Bunlar kimin?" diye sordu. "Gâzilere da­ğıtılan malın sâhiplerinin" denildi. "Onlarla birlikte bana da bir şey var mı?" diye sordu. Ona içlerinde en güzel ve büyük olanı gösterip; "İşte bu senindir." dediler. O; "Bana onlardan üstün tutul­mamın ve en iyisinin bana verilmesinin sebebi nedir?" diye sorunca; "Onlar mallarını sevap bekleyerek verdiler. Bu sebeple verilen saraylar, ona göredir. Sen ise, o malı kabûl etmekle yanlış bir iş yapmaktan korkarak, nefsini sîgaya, he­sâba çekerek dağıttın. İşte Allahü teâlâ bu hâline, böyle düşünmene kat kat sevap verdi." dediler.

Evliyânın meşhurlarından Dârendeli Ömer Rızâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zâhir ve bâtın ilimlerinde aldıkları derslerden sonra tasavvufa yö­nelip Bursa´da mürşid-i kâmil Seyyid Münzevî Abdullah Nasreddîn haz­retlerinin sohbet ve derslerine katıldı. Hocasının kalp aynasını parlatması için koyduğu şartları ay­nen yerine getirdi. Nefsinin isteklerine sırt çevirdi. Az yemek, az konuşmak, az uyumak ve çok ibâdet etmekle tasavvuf yo­lunda ileri derecelere kavuştu. Hoca­sından icâzet, diploma aldı.

Ömer Rızâî hazretleri bundan sonra yürüyerek hac etmeyi murâd et­tiler. Ancak bu sırada Osmanlı Devleti Rusya ile harp içerisine girmişti. Ulemâ ve şeyhler cihâda katılmaya başlayınca, Seyyid Abdullah Efendi, Ömer Rızâî´den cihâda iştirak etmesini istedi. Bunun üzerine Ömer Rızâî hazretleri asker ile İs­tanbul´a geldi. Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin kabr-i şerîfini ziyâret ederek duâ ve niyâzda bulundu. Sonra Avusturya cephesine hareket ettiler. Avusturya kuvvetleri 30 bin asker ve 70 topla Yergöği´ni muhâsara altına almışlardı. Os­manlı yardımcı kuvvetlerinin gelmesiyle kale önünde kanlı bir savaş oldu. Os­manlı askerinin zaferi ile netîcelenen savaşta Ömer Rızaî Efendi kılıcı ve duâsı ile yardımcı oldu.

Gazâdan dönünce tekrar Bursa´ya hocası Seyyid Abdullah hazretle­rinin hu­zûruna geldi. Şeyh hazretleri ona pekçok duâ ettikten sonra; "Şeyh Ömer! Yav­rum şimdi bedeninizde kuvvet var iken Beytullah´ı hac etmeniz gerekir." dedi. Bundan sonra ona bizzat hazırladığı hacı elbise­lerini giydirdi. Eline bir koyun postu ile bir abdest ibriği ve on para da harçlık verdikten sonra; "Var yavrum Mevlâm muînin, yardımcın olsun." diye duâ edip Fâtiha okudular ve uğurladı­lar.

Ömer Rızâî Efendi köy ve kasabalara vardıkça câmilerde ibâdet edi­yor, halka vâz ve nasihatlarda bulunuyordu. Varsa o beldenin mübârek zâtlarını da ziyâretten sonra yoluna devâm ediyordu. Bu şekilde Rodos´a vardı. Bu sırada o havâlide birbirlerine hasım ve düşman iki derebeyi tâ­ifesi vardı. Bunlardan biri­nin adamları Ömer Rızâî Efendiyi karşı tarafın câsusu diye tutup hapse attılar. Konuşturmak için çok sıkıştırdılar. Bu sı­rada yine karşı gruptan yakaladıkları bir adamı işkence ile öldürdüler. Ömer Rızâî Efendiye; "Şâyet yarın da konuşmaz­san seni de bu şekilde öldürürüz." diye tehdid ettiler. O gece reisleri birkaç defâ korkunç bir rüyâ ile uyandı. Ne zaman uykuya dalsa büyük bir felâket ve azap ile karşı karşıya kalmakta idi. Sabah erkenden adamlarını toplayıp; "Bu ne hal­dir bir günahsıza zulüm mü yaptık?" diye sordu. Adamlarından bir tânesi dün bir kişi yakalamıştık. Devamlı hapishânede namaz kılıyor ve duâ ediyor diye bildirdi. Reis onun derhal huzûruna getirilmesini bildirdi. Böy- lece Ömer Rızâî hazretlerini reisin huzûruna getirdiler. Reis, Şeyhin ayaklarına kapanıp affedil­mesi için yalvardı, ne dilerse vereceğini söy­ledi. Ömer Rızâî Efendi hakkını he­lâl ettiğini bildirip serbest bırakılmasını istedi.

Rodos´ta kırk gün kadar kalan Şeyh hazretleri, Hasan Kapudan is­mindeki bir şahsın yardımıyla gemi ile Kâhire´ye geldi. Burada Câmiü´l-Ezher´deki ulemâ ile sohbet etti. Câmilerde vâzlar verdi.

Hac mevsimi geldiği zaman Mısır huccâcıyla Süveyş´ten Yenbua´ya, oradan da Medîne-i münevvereye vâsıl olup, Peygamber efendimizin mübârek kabr-i şerîflerini ziyâretten sonra Mekke´ye vardılar.

Ömer Rızâî hazretleri hac vazîfesini îfâdan sonra iki sene Mekke´de mücâvir olarak kaldı. Bu zaman içinde geceleri harem-i şerîfi tavâf etti, namaz kıldı, Allahü teâlâyı zikirle meşgul oldu. Mekke tüccarından bir kimse kendisine her gün bir tas çorba hazırlar ve onunla idâre ederdi.

İki sene sonraki hacılarla tekrar Medîne´ye geldi ve Peygamber efen­dimizin kabrini ziyâretten sonra mukaddes beldelere vedâ etti. Dönüşte Kâhire´ye vâsıl olduklarında bir câmide vâz ü nasîhatla meşgûl iken Mısır Vâlisi İzzet Mehmet Paşanın dikkatini çekti. Paşa, Ömer Efendinin ilim ve ihlâstaki yüksek derece­sini görerek onu ilim meclislerine dâvet etti. Bunu duyan Mısır´ın en değerli âlimleri meclisine gelerek Ömer Efendinin soh­betine katıldılar.

Diğer taraftan İzzet Paşa sadâret emeli ve arzusu ile de dolu idi. Ni­tekim o bu maksadla Ömer Efendiden duâ buyurmasını istedi. Bunun üzerine Ömer Rızâî Efendi; "Bizim elimizde bir şey yoktur. Allahü teâlâ ne dilerse o olur. Duâ edelim haklarında hayırlısı olsun." buyurdular. Sonra bir câmide kırk gün ibâdet ve zikirle meşgul oldu. Kırk günün so­nunda murâkabeye daldığı bir sırada Pey­gamber efendimizi gördü. Re- sûlullah efendimiz İzzet Paşayı kır bir atın üzerine bindirip; "Var Allahü teâlânın kullarının hizmetini güzelce gör." diye emir bu­yurdular.

Ömer Rızâî Efendi ertesi gün huzûruna gelen İzzet Paşanın adamla­rına; "Paşanızın murâdları hâsıl oldu." diye müjde verdi. Nitekim İzzet Paşanın bu müjdeyi aldığı gün çok geçmeden İstanbul´dan dâvetçi tatar, postacılar gelerek kendisine sadâret verildiğini bildirdiler. İzzet Paşa müjdenin tahakkuk etmesi üzerine Ömer Rızâî Efendiye pekçok teşekkür ettikten sonra onu İstanbul´a dâ­vet edip nerede isterlerse o mahalde bir tekke veya medrese inşâ ettireceğini bil­dirdi. İzzet Paşaya muvaffak ol­ması için duâ eden Ömer Rızâî hazretleri; "İnşâallahü teâlâ mübârek beldeleri bir kez daha ziyâret ve sıla-i rahmden sonra saâdet kapısına, İstanbul´a geliriz." buyurdu.

Deryâ Ali Baba (rahmetullahi teâlâ aleyh) Anadolu velîlerinden olup On beşinci yüzyılda yaşadı. İstanbul´un fethi sırasında orduda Sakabaşı olarak va­zîfe yaptığı için Saka Ali Baba veya Deryâ Ali Baba diye meş­hur olmuştur..

Canını, malını Allahü teâlânın yüce dîni olan İslâmiyeti yaymak, in­sanların dünyâ ve âhirette saâdete, mutluluğa ermelerine vesîle olmak için fedâ etmeye hazır olan Deryâ Ali Baba´nın hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Ancak Ana­dolu´da yetiştiği ve Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstan­bul fethi için hazırladığı ordunun Sakabaşısı yâni Sucubaşısı olduğu bi­linmektedir.

Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul´u küffâr elinden kurtarmak üzere ku­şatmıştı. Fetih ordusu İstanbul surlarına dayanmış, Fâtih Sultan Meh- med Han fethin gerçekleşeceği zamânı sabırsızlıkla bekliyordu. Leşker-i duâ adı verilen duâ ordusu âlimler ve velîler, fetih için gözyaşı dökerek duâ ediyorlardı. Kır atı­nın üstünde heybet ve celâdetle duran genç hü- kümdâr, orduyu şevke getirici ko­nuşmalar yapıyordu. Etrâfa dalga dalga yayılan ordu, Feth-i mübînin gerçekleş­mesi için canla başla çarpışıyordu. Şehir düşmek üzere idi. İşte tam bu kritik zamanda ordu­nun arasında; "Ordu susuz kalmak tehlikesiyle karşı karşıya, ku­yular boş, çeşmeler akmıyor." şeklinde bir söylenti yayılmaya başladı.

Bu kötü haber kısa zamanda her tarafta yayıldı. Ağızdan ağıza, ku­laktan kulağa yayılan bu söylenti nihâyet genç pâdişâhın kulağına kadar geldi. Bu ha­ber üzerine genç pâdişâhın yüz hatları bir anda değişti. Etrâ­fında bulunan vazî­felilere hitâb ederek; "Tez gidin Sakabaşını bana geti­rin!.." dedi. Vazîfeliler he­men gidip Sakabaşı Ali Efendiyi genç pâdişâhın huzûruna getirdiler. Yüzünden nûr akan, hafif beli bükük Ali Efendi sır­tında kırbası olduğu hâlde Fâtih Sultan Mehmed Hanın huzûruna girdi. Pâdişâh ne kadar telaşlı ve üzüntülüyse, Saka Ali Efendi de o kadar so­ğukkanlı ve sâkin duruyordu. En ufak bir endişe izi ta­şımıyor, her za­manki gibi tebessüm eder bir hâlde pâdişâhın yüzüne bakıyordu. Pâdi­şâh onun böyle kritik bir anda gâyet sâkin ve aldırmaz bir durumda oldu­ğunu görünce iyice celâllendi ve şöyle seslendi:

"Olanlardan haberin yokmuş gibi duruyorsun Ali Efendi!.. Ordu susuz kal­mış, asker susuzluktan kırılıyor. Neden gerekli tedbiri almazsın da bizi müşkil hâle düşürürsün? Şimdi ne olacak. Bu hâle nasıl çâre bulacağız?"

Sakabaşı Ali Efendi gâyet sâkin ve tebessüm ederek; "Devletlü pâdi­şâhım! Merak etmeyiniz. Su çok." diye cevap verdi. Onun bu hâli karşı­sında daha da hiddetlenen genç pâdişâh; "Su çok mu dersin? Alay mı edersin sen askerle? Ordu susuzluktan kırılırken ne biçim laf edersin?" Sultanın iyice öfkelendiğini ve üzüldüğünü gören Sakabaşı Ali Efendi, ar­kasını pâdişâha dönüp, sırtındaki su kırbasını pâdişâhtan tarafa çevirdi ve; "Ben yalan söylemem sultanım. Bakın isterseniz ne kadar çok suyu­muz var....
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

28 Ocak 2010, 14:31:02
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #4 : 28 Ocak 2010, 14:31:02 »

Medîne´ye geldiği zaman, kalacak bir yer bulamadı. Seyyidler için ay­rılmış bir oda olduğunu duydu ve oraya gitti. Orada bulunanlar, seyyid olduklarını ve odanın kendilerine tahsis edildiğini söyleyerek, Emîr Sul- tan´ı yanlarına almak istemediler. Emîr Sultan onlara; "Ben de seyyi- dim." dedi ise de dinlemediler. Hattâ; "Senin seyyid olduğunu bu­rada kim bilir? Seyyid olsaydın hâlinden belli olurdu." dediler. Emîr Sul­tan onlara; "Ben de burada, Allah´ın garib bir kulu­yum. Bizim yolumuzda gurûr ve kibir yoktur. Gelin berâber kâinâtın efendisi Resûlullah efendi­mizin türbe sine gidelim. Selâm verelim. Hangimizin selâmına cevap ve­rirse, onun nesebinin sahîh olduğu belli olsun." dedi. Bu teklif üzerine, onlar türbeye dahî gitmeden, yüzlerini Resûlullah efendimizin türbesine döne­rek; "Es- selâmü aleyke yâ ceddî!" dediler. Fakat hiçbirine cevap gelmedi. Emîr Sultan, ihlâs ve şevkle; "Esselâmü aleyke, yâ ceddî!" dedi. Resûl-i ekrem mübâ­rek sesiyle; "Ve aleyküm selâm, yâ veledî!" diye ce­vap verdi. Bu- nun üzerine orada bulunanlar, görünüşte fakîr ve hakîr gibi olan Emîr Sultan karşısında bü­yük bir mahcûbiyet duydular ve af diledi­ler.

Emîr Sultan hazretleri, Medîne-i münevvereye yerleşmek ve ömürle­rinin sonuna kadar orada kalmak niyetinde iken, bir rüyâ gördü. Rüyâ­sında Peygam­ber efendimiz ve hazret-i Ali yanyana oturmuş hâlde idiler. O da gidip edeble yanlarına diz çöküp oturdu. Hazret-i Ali ona; "Ey Oğ­lum! Sana cenâb-ı Hak ta­rafından ceddin Muhammed´in sünnetini, takvâ yoluyla öğretmen için Rum iline gitmen işâret olundu. Senin önünde, ilerliyen nûrdan üç kandil belirecek, o kan­diller nerede gözünden kaybo­lursa orada kalacaksın. Mezarın da orada olacak." dedi. Emîr Sultan uy­kudan uyanınca; "Demek ki takdîr-i ilâhî böyle." diyerek yola çıktı. Haz­ret-i Ali´nin dediği gibi, üç kandil ona kılavuzluk etti.

Emîr Sultan, Medîne´den yola çıkıp Bursa´ya doğru gelirken, yolda bir beyin oğlu, Emîr Sultan´ı gördü ve kalbi ona talebe olmaya meyletti. He­men silâhlarını bırakıp, Emîr Sultan´ın yanına gitti. Ondan kendisini tale­beliğe kabûl etmesini istirhâm etti. Emîr Sultan onu talebeliğe kabûl etti. Bir süre sonra bir yol kavşa­ğına vardılar. Oranın yerlisi olan bir kişi, yolun birinde, geçit vermeyen bir ej­derhâ, büyük bir azman yılanın olduğunu söyledi ve o yoldan gitmemelerini tenbih etti. Emîr Sultan´ın önünde gi­den kandil o yolu gösterdiği için, o yoldan ilerlediler. Bir süre sonra yol kenarında bir ejderhânın uzandığını gördüler. Ej­derhâ, sanki avını bekler gibi değil de, şerefli bir misâfiri bekler bir hâldeydi. Emîr Sultan hâriç, herkes ürkek bir hâlde ve endişe içinde yürüyordu ve; "Acabâ ejderhâ ne yapacak? Kâfileden kimlere saldıracak?" soruları zihinlerini kurcalı­yordu. Kâfilenin önünde bulunan Emîr Sultan, ejderhâya yaklaşınca, ejderhâ derhâl Emîr Sultan´ın devesinin ayaklarına kapanarak; "Hoş geldiniz Şeyhim! Emrinizdeyim!" dedi. Kâfiledekiler bu durumu hayretler içinde seyrettiler. Fakat onlara yolda katılan bey oğlu, bu duruma pek inanmadı. O sırada ejderhâ, derhâl onun üstüne atladı. Beyzâde; "Aman Allah´ım! Yâ Emîr bana yardım et!" de­yince, Emîr Sultan ejderhâya onu bırakması için işâret etti. Bunun üzerine ej­derhâ, derhâl geri dönerek oradan uzak­laştı. Böylece, gencin kalbindeki şüphe gitmiş oldu.

Emîr Sultan´ın kâfilesi, Sakarya Nehri kenarında bulunan bir bahçede ko­naklamıştı. Bahçede her çeşit meyve vardı. Fakat talebelerden birinin canı hurma istedi. O sırada talebenin önünde bir hurma ağacı yükseldi. Üzerinde ol­gun meyveleri vardı. Ama talebe, olup biteni bir türlü anla­madı. "Acabâ eskiden burada mıydı? Yoksa ben bunu görmedim mi?" soruları zihnini kurcaladı. Bunu fark eden Emîr Sultan; "Canın hurma yemek istiyordu, işte hurma, al ye!" bu­yurdu. Bunun üzerine talebe, bu durumun hocasının kerâmeti olduğunu anladı.

Emîr Sultan hazretleri Bursa´ya geldiği zaman, önündeki nûrdan üç kandil, pınar başında Üç servi civârında fakirler için tahsis edilmiş eski bir kilisenin ya­nında durdu. Böylece Emîr Sultan Bursa´ya yerleşti.

Bu sırada Yıldırım Bâyezîd Han Macarlarla savaşıyordu. Düşman kuvvet­leri, Osmanlı ordusuna büyük zâyiât verdiriyordu. Bu esnâda bir genç, yaralıla­rın yaralarını sarıyor, bâzan da ellerini açıp duâ ediyordu. Kolundan yaralanan Yıldırım Bâyezîd, bu genç askerin gayret ve mahâ­retle yaraları sardığını gö­rünce, o gence karşı kalbinde bir yakınlık hâsıl oldu. Yanına kadar giderek; "Benim de kolumda yara var, yaramı sar!" deyince, Emîr Sultan cebinden bir mendil çıkarıp; "Buyurun Pâdişâhım, sizin yaranızı da bu mendil ile sarayım." dedi. Sabah olunca, sarılan bü­tün yaraların iyi olduğunu, askerlerin ayağa kalk­tıklarını Yıldırım Bâyezîd Hana haber verdiler. Yıldırım Bâyezîd de merak edip kendi yarasını açarken, kolundaki mendilin, hanımının nişanlı iken kendisine hediye et­tiği mendilin yarısı olduğunu farketti. Akşam yaraları saran askerin, ya­nına getirilmesini emretti. Fakat o kimseyi bulamadılar.

Osmanlı ordusu daha sonra Niğbolu Kalesi önlerine geçti. Niğbolu Kalesi­nin fethi için günlerce kanlı çarpışmalar oldu. Kale bir türlü feth edilemedi. Hü­cûmların en şiddetli ânında, daha önceki muhârebede as­kerlerin yaralarını saran genç, kale kapısını ardına kadar açtı. Yıldırım Bâyezîd ve askerleri kaleye gir­diler. Kaledekiler, bu durum karşısında teslim olmak mecburiyetinde kaldılar. Zaferden sonra bu genci aradılar, bir türlü bulamadılar. Yıldırım Bâyezîd Han, Rumeli fethinden sonra Bur­sa´ya gelmeyip Edirne´de konakladı.

Bu sırada Yıldırım Bâyezîd´in kerîmesi (kızı), rüyâsında Peygamber efen­dimizi gördü. Resûl-i ekrem ona; "Oğlum Muhammed Buhârî ile ev­len, sakın beni kırma ve sözümü dinle!" buyurdu. Temiz rûhlu, edeb ve hayâ sâhibi Hundî Fâtıma Sultan, rüyâsını kimseye söyleyemedi. Ertesi gün yine Resûl-i ekremi rüyâda gördü. Server-i âlem, ona; "Eğer âhirette benden şefâat etmemi istiyor­san, Muhammed Buhârî ile evlen." buyurdu. Hâlbuki Hundî Fâtıma Sultanın, Rumeli Beylerbeyi Süleymân Paşa ile evleneceği söylenmekte idi. Emîr Sultan, zâhiren fakîr ve garîb bir kimse idi. Hundî Sultan, bu çâresizlikler içinde buna­lıp, duâ etti. "Acabâ Emîr Buhârî´nin bundan haberi var mı?" dedi. Kiminle ve nasıl haber göndere­bileceğini düşünüyordu. Sonra kendisi gibi edeb ve hayâ sâ­hibi hizmetçi­sine rüyâsını anlattı ve durumu Emîr Sultan´a bildirmesini söyledi. Hiz­metçisi gidip durumu Emîr Sultan´a anlatınca, o; "Bizim de mâlûmumuz­dur. Nikâhımız, Allahü teâlâ tarafından kıyıldı. Dînimiz üzere burada da kıyılması gerekir. Durumu Hundî Fâtıma Sultan´a iletin." dedi. Bunun üzerine Emîr Sul­tan, dünürler gönderip sultânın kızını istedi. Fakat Vâ­lide Sultan kızını vermek istemeyip, işi zora sürerek, dünürlere; "Emîr Sultan´a söyleyin, kırk deve yükü altın getirirse kızımı veririm." dedi. Emîr Sultan hazretleri de; "Sultan vâlidemiz develeri göndersinler, isteklerini yerine getirelim. İstediği altınları gönderelim." deyince, sarayı bir telâş aldı. Bu işe kimsenin aklı ermedi. Böyle fakir bir dervi­şin kırk deve yükü altını nasıl vereceğini, şaşkınlıkla karşıladılar. Saraydan kırk deveyi Emîr Sultan´a götürdüler. Emîr Sultan, develerle birlikte Nilüfer Çayının kena­rına gitti. Develeri getirenlere; "Heybeleri bu kumlarla doldurun, sizler de istediğiniz kadar alın. Aldığınız altın olsun." buyurdu. Kimisi şüphe ede­rek bir şey almadı. Kimisi de heybeleri ve keselerini doldurdular. Kırk de­veden mey­dana gelen kervan saraya girince, Emîr Sultan; "Boşaltın, is­tediğiniz altın ol­sun." dedi. Heybeler boşaltılınca, hepsi altın oldu. Kimi kendisi için de alma­dığı, kimisi de yolda aldıklarını döktüğü için çok piş­mân oldu.

Emîr Sultan ile Hundî Fâtıma Sultan´ın evlenmelerine karar verilince, Fâtıma Sultan, kendi el işlemesi gömlek ve çamaşırları Harem ağası ile Emîr Sultan´a gönderdi. Emîr Sultan, bohça geldiği zaman bir odada mangal yakmış, talebeleri ile sohbet etmekte idi. Harem Ağası içeri girip; "Vâlide Sultan´dan." diyerek, bohçayı Emîr Sultan´a verdi. Bohçayı bir kenara bırakan Emîr Sultan, onların sıhhat ve âfiyetleri için duâ etti. Son- ra bohçayı açıp, içinden bir mendil aldı. Mendilin içine birkaç köz parçası koyup, mendili kapadı. Tebessüm ederek Harem Ağası´na; "Vâ­lide Sul- tan´a selâm söyleyiniz. Biz fakir dervişlerin, sul­tânlara hediyesi ancak böyle köz parçaları olur. Kabûl etmelerini arz ederim." dedi. Ha­rem Ağası, herkesin şaşkın bakışları arasında oradan ayrıldı. Yolda gi­derken mendilin yanıp yanmadığını merak etti; fakat mendilden duman bile çıkmıyordu. Saraya kadar kendisini zor tuttu. Hediyeyi Vâlide Sultân´a teslim etti. Mendil sarayda olanların merakları arasında açıldı. Mendilin içinden ateş tâneleri değil, gözleri kamaştıran elmas parçaları çıktı. Bu durumun, Emîr Sul­tan hazretlerinin kerâmeti olduğu anlaşıldı.

Nikâh haberi Edirne´ye ulaşınca, Yıldırım Bâyezîd, Kapıkulu askerle­rinden kırk askeri Süleymân Paşanın emrine vererek, Emîr Sultan´ın ve Hundî Hâtun´un başlarını getirmesi için Bursa´ya gönderdi. Süleymân Paşa Bursa´ya gelince, Vâlide Sultandan onları istedi. Vâlide Sultan vermeyince, kırk asker, Vâlide Sultan´ın sarayına saldırdı. Vâlide Sultan, onların bu saldırısından korktu. Emîr Sultan onun bu hâlini görünce, ona; "Bu dehşet ve korkunuz nedir? Allah aşkına söyleyin." dedi. Sonra Vâlide Sultan´a "Şu yayı alın ve oku gerin. Ben bakayım siz atın." dedi. Vâlide Sultan; "Ben ok atamam." deyince, Emîr Sultan; "Siz oku takın, o kendili­ğinden gider." dedi. Bunun üzerine Vâlide Sultan, pencereden askerlere karşı oku kirişe koyup, bıraktı. Yeşil ok, parlayarak gidip kırkına sap­landı. Askerler derhâl kaçtılar. Vâlide Sultan; "Yâ Emîr Sultan! Niye oku sen atmadın da bize attırdın?" diye sorunca, Emîr Sultan; "Eğer oku biz at­mış olsay­dık, hem o askerlerin, hem de Osmanoğullarının nesilleri helâk olurdu. Onun için bu işi size yaptırdık." dedi.

Pâdişâhın, Em...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1] 2   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes