> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > İslam Kültürü > İslam Kültürü K-Z > Menkıbeler
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Menkıbeler  (Okunma Sayısı 2713 defa)
27 Ocak 2010, 16:25:01
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 27 Ocak 2010, 16:25:01 »



Menkıbeler
Tîmûr Han Afyon taraflarına geldiğinde, Abapûş-i Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bölgesine girmedi ve bâzı ihsânlarda bulunmak isteyince; "Bizim abamız, elbisemizi terk ve ihtiyaçsızlık elbisesidir" deyip kabûl etmedi. Tîmûr Han Abapûşî hakkında; "Böyle zatlar boş değildir. Allahü teâlâdan başkasından ne korkarlar, ne bir şey beklerler. Şahların gönüllerinde onların heybeti, korkusu yer etmiştir." dedi.

Abapûş-i Velî hazretlerinin defninden sonra bâzı hâller görüldü. Ta­lebeleri bunları hocalarının kerâmeti olarak kabûl ettiler. Bu sırada sâ­dece görünüşe bakarak konuşanlardan birisi bu hâllerin, talebeler tara­fından uydurulduğunu, bunların aslının olmayacağı gibi sözler söyledi. Ayrıca kabre inkâr gözü ile baktığı anda, Allahü teâlânın gazâbına uğra­yarak gözleri görmez oldu, dili tutuldu. Baştan ayağa kadar bütün vü­cûdu titremeye başladı. Bu hâle yakalandığının üçüncü günü kötü bir va­ziyette öldü. Allahü teâlânın evliyâsı hakkında uygunsuz konuşmanın, onu inkâr etmenin cezâsını hemen gördü.

Hâdîs âlimi, hatîb ve velî Abbâs bin Hamza en-Nişâbûrî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında, Hasan bin Muhammed Nişâbûrî an- nesinden şöyle nakletti: Annem vefât etmeden önce bana; "Sana hâmile iken babandan izin alıp Abbâs bin Hamza´nın sohbet ettiği yere gittim. Münâsib bir yere durup, onu dinledim. Sohbetini bitirince; "Ayağa kalkı- nız" dedi. Herkes kalktı ve hep birlikte ellerini açıp duâ et­meye başladı- lar. Ben de el açıp; "Yâ Rabbî! Bana ilim sâhibi sâlih oğul ihsân et" diye duâ ettim. Sonra eve döndüm. Gece bir rüyâ gördüm, bir zât bana; "Müj- de Allahü teâlâ senin duânı kabul buyurdu. Sana bir erkek evlâd vere- cek. O âlim ve uzun ömürlü olacak" dedi.

Hasan bin Muhammed bunu anlattıktan dört gün sonra vefât etti. An- nesinin rüyâsında müjdelendiği gibi âlim ve uzun ömürlü bir zât idi...

Dokuzuncu yüzyıldaki hadîs âlimlerinin meşhûrlarıdan Abdullah bin Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Muham- med bin Harb el-Mekkî şöyle anlatır: Abdullah bin Abdülazîz Ömerî haz- retleri yanımıza gelmişti. Onun etrafına toplandık. Mekke-i mükerreme- nin ileri gelenleri de oradaydı. Bu sırada Abdülazîz Ömerî hazretleri ba- şını kaldırınca, Kâbe-i muâzzamanın etrafında yükselen sa­rayları gördü. Şiddetli bir şekilde bağırarak; "Ey bu köşkleri bu mukaddes mekanın ya- nına dikenler! Ölünce, yapayalnız kalacağınız mezarların zi­firi karanlık- larını hatırlayınız. Ey zevk ve sefâ sahipleri, ey dünyâ nîmet­leri içerisinde yüzenler! Kabirde, kurtların, böceklerin, yiyecekleri ve gı­dâları olacağı- nızı, şu güzel vücutlarınızın, toprak altında çürüyeceğini, o gören gözle- rinizin akacağını, konuşan dillerinizin susacağını hiç düşün­dünüz mü?" Abdülazîz hazretleri bunları söyleyince gözleri doldu.

Şeyh Muhammed bin Ebi´l-Fadl şöyle anlatmıştır: "Zamânın sultânı Sultan Îsâ, bir gün Abdullah bin Abdülazîz el-Yuneynî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin huzûruna gelip; "Efendim! Bize duâ ve nasîhat ediniz." deyince; "Ey Sultan! Zulümden, kötülüklerden, şakî olmaktan sa- kın. Babanda bu haller görülmüştü. Sen öyle olma!" dedi."

Bu sultan da, tebeasına âdil davranmıyordu. Bu bakımdan, söyleni­len sözlere kulak asmadan kalkıp gittiği gibi Abdullah bin Abdülazîz haz­retlerine de bir hîle yapmayı düşündü. Üç bin altın götürüp, hediyemizdir, ihtiyaçlarınıza harcayınız diye vererek deneyecek, kabul ederse hemen geri alacaktı. Ertesi gün hilesini yapmak üzere huzuruna tekrar gitti. Ya­nında götürdüğü üç bin dirhemi önüne bırakıp; "Efendim, bunlar size he­diyemizdir. Buyurun, dergâhınızın ihtiyaçlarına harcarsınız!" dedi. Ab­dullah bin Abdülazîz hazretleri sultana vakar ve heybetle bakıp; "Ey câ­hil! Kalk hemen buradan git! Bizi denemeye kalkışıyorsun! Biz Allahü teâlâya duâ edersek yer yarılır seni yutar. Bizi parayla ölçmek istiyorsun. Biz isteyince Allahü teâlânın izniyle şu oturduğumuz seccâdenin altın­dan, birinden gümüş diğerinden altın akan iki çeşme ortaya çıkar! Su gibi altın ve gümüş akar." dedi.

Bu sözleri söyledikten sonra seccâdenin kenarını kaldırdı. Huzû­runda bulunanlar iki çeşme gördüler, birincisinden altın diğerinden de gümüş su gibi akıyordu.

Abdullah bin Abdülazîz hazretlerinin zamânında Melîk Emced bir imârethâne yaptırıyordu. Binânın inşâsında büyük taşlar kullanmak is­tedi. Beldesinde bulunan büyük taşların kırılıp yontulmasını emretti. An­cak bu işle uğraşanlar taşları parçalamaya güç yetiremediler. Ne kadar uğraştılarsa da âletleri bu iş için kâfi gelmedi ve çaresiz kaldılar. Abdul­lah bin Abdülazîz hazretlerine gidip durumu anlattılar ve yardım istediler. O da yardım etmeyi kabûl edip taşların bulunduğu yere geleceğini söy­ledi. Beklemeye başladılar. Baktılar ki havada yürüyerek geliyor. Sonra, gelip havada tam taşların üstünde durdu. Taşlar onun himmetiyle ve Allahü teâlânın izniyle gözleri önünde istenildiği gibi parça parça ayrıldı. Bu hâdiseye çok şaşan işçiler, gidip durumu Melik Emced´e anlattılar. Melik buna hem çok hayret etti hem de pek memnun oldu. Derhal huzu­runa gidip hürmetle elini öperek teşekkür etti.

Zamânın sultânı Melîk Zâhir Mücirüddîn, bir defâsında Evliyânın bü­yüklerinden Abdullah el-Acemî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin köyüne gitmişti. Abdullah el-Acemî bahçelerde bekçilik yapıyordu. Melik onu bir bahçe içinde görüp:

"Ey Genç! Bize tatlı bir nar getir." deyince, bulunduğu bahçedeki bir nar ağacından nar koparıp götürdü. Melik kesip tadına baktı ve; "Bu nar ekşi sen nasıl bekçisin narın ekşisini tatlısını ayırd edemiyorsun?" dedi.

Abdullah el-Acemî kendisine âid olmayan meyvelerden hiç yemediği için, ekşisini tatlısını bilmiyordu. Melîk´in sözleri üzerine hem üzüldü hem de mahcûb oldu. Gidip bir ağacın altında namaza durdu ve iki rekat na­maz kılıp şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî bana hangi narın tatlı olduğunu bildir, gidip Melîk´e vereyim..."

Onun namaz kılışını ve duâ edişini seyreden Melik hayretinden atın üstünde donakalmıştı. Çünkü ağaçlar da onunla secdeye gidiyorlardı. Hayatında ilk defa böyle bir halle karşılaşıyordu. Hayretle; "Ağaçlar! E- vet, ağaçlar! O secdeye kapandıkça ağaçlar da secdeye kapandılar! Demek bu genç erenlerden!" diyerek atından indi. Ayakta durarak Ab­dullah el-Acemî hazretlerine sevgiyle baktı. Sonra koşup ayaklarına ka­pandı.

Abdullah el-Acemî hazretleri geri çekilerek böyle yapmasına mânî olmak isteyince Melik Zâhir; "Sen namaz kılarken şu bahçenin bütün ağaçları seninle birlikte secdeye kapandılar. Bunun kerametiniz oldu­ğunu anladım. Sen mübârek bir kimsesin." dedi. Abdullah el-Acemî´nin; "Belki hâyâl gördünüz..." buyurması üzerine;

"Hayır! Vallahi gerçek gördüm. Melik aslında sizsiniz. Biz Melik değil sizlerin hizmetçisiyiz." dedi.

Bu konuşmalardan sonra Melik Zâhir ona duyduğu yakınlığı daha da artırmak istedi. Ona ısınmış, kalbi kaynamıştı:

"Benim edebli ve sana lâyık bir kızım var. Onu size nikahlamak iste­rim." O; "Efendim ben, malı mülkü olmayan, bir garibim" cevabını verdi.

Fakat Melîk niyetinde kararlı ve çok ısrarlı idi. Abdullah el-Acemî hazretleri onun bu samîmî ve candan isteği karşısında teklîfini geri çe­virmedi. Nikâhları yapıldı.

Melik Zâhir saraya gidip durumu hanımına anlatınca o da memnun olup, kızının çeyizini düzdü. Sonra, kızını sultan kızına lâyık bir şekilde develer yükü çeyizle gönderdi.

Düğün alayı Abdullah el-Acemî´nin köyüne yaklaşınca haberciler du­rumu Abdullah Acemî hazretlerine bildirdiler. Bu haber üzerine düğün alayını karşıladı. Sultanın kızı bir deve üstünde tahtırevan içinde geli­yordu. Peşinde de katar hâlindeki develer üzerinde yükler dolusu eşyâ vardı. Sultanın kızına yaklaşıp; "Ey Sultân kızı! Benim hanımım olmayı mâdem ki kabul ettin, şimdi senden bazı isteklerim var!" deyince kız; "Evet, buyurun söyleyin." dedi.

"O halde şimdi, sen üzerinde bulunduğun deveden in! Üzerindeki o süslü elbiselerin yerine benim vereceğim şu sâde elbiseyi giy. Sonra şu­radaki bahçıvan evine gir." buyurdu.

Kız isteğini memnuniyetle yerine getirdi.

Melik Zâhir ile Abdullah el-Acemî hazretlerinin arasında geçen bu hâdise Irak´ta evliyâ bir zât ve talebeleri tarafından duyulmuştu. Ziyâret etmek için Abdullah el-Acemî´nin köyüne geldiler.

Köye geldiklerinde, Abdullah el-Acemî bahçede çalışıyor, bahçenin otlarını topluyordu. Gelen ziyâretçi heyetinin reisi Allahü teâlâya duâ etti ve otlara işaret etti. Allahü teâlânın izni ile otlar bir yere toplandı. Abdul­lah el-Acemî hazretleri onları karşıladıktan sonra; "Niçin böyle yaptınız?" diye sordu. O zât; "Efendim sizin yorulmamanızı, nasihat etmenizi iste­dim." deyince de;

"Biz, böyle olmasını isteseydik, Allahü teâlânın izni ile otlar topla­nırdı. Lâkin biz alın teri ile lokma yeriz." dedi ve alnında toplanan terleri sildi. Terleri parmaklarından damla damla toprağa döküldü. Sonra; "Ey bahçemin otları eski bulunduğunuz yere dönünüz." dedi. Otlar bahçeye yayılıp eski hallerini aldılar.

Ziyâretine gelen zât onun yanından ayrılmadı. Vefâtına kadar hizme­tinde ve sohbetinde bulundu.

Hindistan evliyâsından ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­leri ileilgili olarak, Meyân Ahmed Yâr şöyle anlatır: Bir gün mübârek ho­cam ile birlikte, kızı vefât etmiş olan yaşlı bir hanımın evine tâziyeye git­tik. Hazret-i Şeyh, o hanıma hitâben; "Allahü teâlâ, sana ona karşılık daha iyisini ihsân eder." dedi. Kadın; "Hocam! Ben ihtiyârım, kocam da çok ihtiyârdır. Bu durumda bizim artık çocuğumuz olmaz." diye cevap ve­rince, hocam; "Hak teâlâ her şeye kâdirdir." buyurdu. Sonra birlikte o ev­den çıktık ve eve bitişik bir mescide geldik. Hocam abdestini tâzeledi ve iki rek...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Menkıbeler
« Posted on: 23 Nisan 2024, 11:05:21 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Menkıbeler rüya tabiri,Menkıbeler mekke canlı, Menkıbeler kabe canlı yayın, Menkıbeler Üç boyutlu kuran oku Menkıbeler kuran ı kerim, Menkıbeler peygamber kıssaları,Menkıbeler ilitam ders soruları, Menkıbelerönlisans arapça,
Logged
27 Ocak 2010, 16:26:20
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 27 Ocak 2010, 16:26:20 »

Medîne-i münevverede saatçılık yapmakta olan Ali Osman isimli İz­mirli bir Türk vardı. Bu zât Medîne-i münevvereye hicret ettikten bir müd­det sonra, mesleği olan işi yapmak üzere bir dükkân açmak için izin al­maya çalıştı. Uzun süre bunu sağlayamadı. Parası bitti. Bir gece Allahü teâlâya iltica ile yalvardı. O gece rüyâsında esmer, kır sakallı, uzunca boylu bir zât; "Evladım, resmî dâireye girdiğinde sağ tarafında gördüğün şu üçüncü şahsa mürâcaat et. Gerisine karışma buyurdu. Ali Osman Efendi sabahleyin doğruca denilen şahsın yanına gitti. O şahıs, Ali Os­man Efendi´ye; "Seni Kuddûsî hazretleri mi gönderdi? Git hemen dükkâ­nını aç, işine başla." dedi. Ali Osman hemen gidip dükkânı izin almış gibi açtı. O şahıs izin belgesini sonradan gönderdi. Bir müddet sonra rüyâ­sında aynı zâtı gördü. O zât; "Oğlum bana Kuddûsî derler. Cebine bir he­diye koydum, onu al ve amel et." dedi. Ali Osman Efendi uyandığında ce­binde Kuddûsî hazretlerinin şu şiirinin yazılmış olduğu kâğıdı buldu:



Ey rahmeti bol pâdişâh,

Cürmüm ile geldim sana,

Ben eyledim hadsiz günâh,

Cürmüm ile geldim sana.



Hadden tecâvüz eyledim,

Deryâ-yı zenbi boyladım,

Ma´lûm sana ki neyledim,

Cürmüm ile geldim sana.



Senden utanmayup hemân.

Ettim hatâ gizlü ayân,

Urma yüzüme el-emân,

Cürmüm ile geldim sana.



Aslım çü bi katre menî,

Halk eyledin andan benî

Aslım denî, fer´îm denî,

Cürmüm ile geldim sana.



Gerçi kesel fısk-ü-fücûr,

Ayb-ı-zelel çok hem kusûr,

Lâkin senin adın Gafûr,

Cürmüm ile geldim sana.



Zenbim ile doldu cihân,

Sana ayân zâhir nihân,

Ey lutfü bî-had Müste´ân,

Cürmüm ile geldim sana.



Adın senin Gaffâr iken,

Ayb örtücü Settâr iken,

Kime gidem sen vâr iken,

Cürmüm ile geldim sana.

Hiç sana kulluk etmedim,

Rah-ı rızâna gitmedim,

Hem buyruğunu tutmadım,

Cürmüm ile geldim sana.



Bin kerre bin ol pâdişâh,

Etsem dahî böyle günâh,

Lâ-taknetû yeter penâh,

Cürmüm ile geldim sana.



İsyânda Kuddûsî şedîd,

Kullukda bir battal pelîd,

Der kesmeyip senden ümîd,

Cürmüm ile geldim sana.



Ali Osman Efendi, o günden sonra bu şiiri okumadan işine gitmedi ve verilen vazifeleri devamlı yaptı.

Son yıllarda mezarlıkları şehir dışına nakletme hususundaki genel bir karar üzerine, Ahmed Kuddûsî hazretlerinin kabri bugünkü kabristandaki ziyaretgâh olan yerine nakledildi. Bu nakil esnâsında halk karşı çıkmış ise de, devrin kaymakamı, belediye başkanı ve jandarma komutanı ola- ya müdâhale ederek, Ahmed Kuddûsî hazretlerinin kabrine karşı hoş olmayan bâzı sözler sarfedip, edep dışı davranışta bulundular. Hepsi bir belâya mâruz kaldılar. Kabr-i şerîfi yıkmaya kimse râzı olmayınca hapis­haneden getirilen mahkûmlar, kabri yıktı. Bu esnâda orada olan jan­darma komutanı kabrin taşına tekme vurarak kazın diye emir verdiği anda yere düşerek beni kurtarın diye bağıra bağıra öldü. Kabri açtıkla­rında, Ahmed Kuddûsî hazretlerinin kefeninin bembeyaz duruyor oldu­ğunu gördüler. O anda kabirden çok güzel bir koku etrafa yayıldı. Yine o gün hava çok sıcak iken, semâ âniden bulutlanarak yağmur çiseleyip se­rinlik ve ferahlık hâsıl oldu. Ahmed Kuddûsî hazretlerinin nâşı yeni ke­fene sarılarak bugünkü kabrine nakledildi.

Evliyânın meşhûrlarıdan Ahmed Kuseyrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tahsîli sırasında bir gün ders bitince köyüne gitmek istedi. Ancak hava da sisli ve yağışlıydı. Bu yüzden amcası gitmesine râzı olmadı. Fakat o gitmekte ısrar edince, geçeceği Kuseyr Dağlarında yırtıcı hayvanlar bu­lunduğundan dikkatli olması için onu uyardı. Ahmed Kuseyrî yola çıktık­tan sonra amcası, içi bir türlü rahat etmediğinden peşine düşüp uzaktan gizlice onu tâkib etti. Bir ara ağaçlık bir vâdide onu gözden kaybetti. Sonra baktı ki bir kurdun sırtına binmiş neşeyle köyüne doğru yol al­makta. Hayretle bakakaldı. O vâdinin ismi Kurdderesi olarak kalmıştır. Amcası onun bu hâlini Ahmed Kuseyrî´nin babası Şeyh Abdurrahmân´a anlatıp; "Ona öğretecek ilmim kalmadı, başka bir hocaya gitsin." diyerek onun üstünlüğünü, daha küçük yaşta kemâle erip, kerâmet sahibi oldu­ğunu ifâde etti.

Hindistan evliyâsının büyüklerinden Ahmed bin Mevdû Çeştî (rah-metullahi teâlâ aleyh) hazretleri, bir sene hac mevsimi yaklaşırken bir gece rüyâsında Fahr-i kâinât efendimizi gördü. Kendi­sine; "Ey Ahmed! Biz sana müştâkız, âşıkız." buyurdu. Sabah olunca, Ahmed bin Mevdûd hazretleri, kendisine en yakın üç kıymetli dostu ile yola çıkıp, Mekke-i mükerremeye vardı. Hac vazîfesini yaptıktan sonra, Peygamber efendi- mizin mübârek kabr-i şerîflerini ziyâret için Medîne-i münevvereye gitti. Peygamber efendimize olan aşkından dolayı, oradan ayrılamadı. De- vamlı ibâdet, tâat ve Allahü teâlâyı zikretmek ve Resûlullah efendimize salevât-ı şerîfe getirmekle meşgûl oldu. Altı ay orada kaldı. Ahmed bin Mevdûd hazretlerinin hâlini anlayamayan bâzı kimseler, onu Ravda-i mutahhera etrâfından uzaklaştırmak istediler. Bu sırada Ravda-i mütah- heradan şöyle bir ses duyuldu ki: "Sakın bu kim­seyi incitmeyiniz! O, bize müştâk ve cân atanlardandır. Biz de ona müş­tâkız." diyordu. Orada bulu nanların hepsi bu sözü duydular.

Şam evliyâsından olan Ahmed Nahlâvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Sâlihiyye, Meydân ve Bâb-ı Tûmâ mahallelerinde oturan üç talebesi birgün bir araya gelmişlerdi. Onlardan birisi, neşe ve sürûr ile ve diğerlerine güzel bir haber vermek için; "Elhamdülillah dün akşam hoca­mız bize teşrif etti ve bizde kaldı." dedi. Talebelerin ikincisi dedi ki: "Ha­yır. Hocamız dün akşam benim yanımdaydı." Bunları hayretle dinleyen üçüncü talebe; "Sizin ikinizin söylediği de doğru değil, Çünkü dün akşam hocamız benim yanımdaydı." dedi. Bundan sonra her üçü de yemin ede­rek kendi sözlerinin doğru olduğunu iddiâ etti. Bunun üzerine talebelerin hepsi, bu hâlin hocalarının bir kerâmeti olduğunu, evliyânın, Allahü teâ- lânın izni ile bir anda çeşitli yerlerde görülebileceğini, buna benzer men- kıbelerin başka büyük zâtlardan da nakledildiğini, hepsinin söyle­dikleri- nin doğru olduğunu anladılar.

Horasan´ın büyük velîlerinden Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Büyüklerden Hâce Ebü´l-Kâsım isminde biri vardı. Malı da, hayrı da çoktu. Dâimâ âlimlerin ve velîlerin hizmetlerinde bulunurdu. Geçmiş evliyânın kabirlerini ziyâret eder, mübârek rûhâniyet- lerinden feyz alırdı. Hikmet-i ilâhî başına öyle bir hâl geldi ki, bütün malı elinden çıktı. Muhtaç bir hâle düştü. Kime gideceğini bilemi­yor, kimseden bir şey isteyemiyordu. Yaşlı ve zayıf olduğu için, çalışıp kazanması da mümkün değildi.

Bir gün sıkıntılı şekilde câmide oturuyordu. Yaşlı bir zât içeri girip iki rekat namaz kıldı. Sonra bir köşede sıkıntılı ve üzüntülü bir hâlde oturan Ebü´l-Kâsım´ın yanına gelip selâm verdi. Nûr yüzlü ve çok heybetli bi­riy- di. Heybeti Ebü´l-Kâsım´ı kaplamıştı. Selâma cevap verdi. Gelen zât; "Niçin sıkıntılı oturuyorsunuz?" dedi. O da, içinde bulunduğu durumu anlattı. Gelen zât; "Ahmed bin Ali´yi (Ahmed Câmî´yi tanır mısın?" dedi. Ebü´l-Kâsım; "Evet. Eski dostumdur." dedi. O zât; "Onun yanına git. O, kerâmet sâhibi bir kimsedir. Senin derdine dermân olur." dedi. Ebü´l-Kâ­sım, ertesi gün Ahmed Câmî hazretlerinin yanına gitti. Selâm verdi. Ahmed Câmî selâmını alıp; "Ne haldesin?" buyurdu. O da hâlini anlattı. Ahmed Câmî buyurdu ki: "Kaç gündür seni düşünüyordum. Başına bir iş gelmiş olabileceğini tahmin etmiştim. Fakat sen hiç üzülme. İnşâallah, Allahü teâlâ işini kolaylaştırır. Bir çâresi bulunur. Biz de duâ edelim."

Ahmed Câmî hazretlerinin bu güzel sözleri, Hâce Ebü´l-Kâsım´ı ra­hatlatmıştı. Ertesi gün tekrar Ahmed Câmî´nin huzûruna geldi. Ahmed Câmî onu görür görmez; "Allahü teâlâ senin işini kolaylaştırdı. Senin bir günlük ihtiyacın ne kadardır?" diye sordu. O da, bir günlük ihtiyâcına yetecek altın mikdârını söyledi. Ahmed Câmî hazretleri; "Senin ihtiyâcını şu taşa havâle eylediler. Her gün gelir ihtiyâcın kadar altını oradan alır­sın." buyurdu. Hâce Ebü´l-Kâsım; "Peki efendim." deyip teşekkür etti ve o taşın yanına gitti. Taşın altında bir mikdâr altın vardı. Onu aldı sonra, Ah- med Câmî´nin huzûruna gidip; "Efendim! Mâlûmunuz olduğu gibi ben ihtiyarım. Çocuklarım da var. Ben öldükten sonra onların hâlleri nice olur?" dedi. Bunun üzerine; "Hıyânet etmemek şartı ile, oğullarından hangisi gelirse, o altını alır." buyurdu.

Hâce Ebü´l-Kâsım, her gün gider ihtiyacı kadar altını alırdı. Bu hal, vefâtına kadar devâm etti. Vefât ettikten sonra uzun yıllar oğulları gelip oradan altın aldılar. İçlerinden biri hıyânet edinceye kadar böyle devâm etti. Biri hıyânet edince bir daha o taşın altında altın bulamadılar.

Bir zamanlar, Ahmed Câmî hazretleri Herat´a gitmek istedi. Bu haber tellâllar vâsıtasıyla Herat ve civarında yayıldı. Genç-ihtiyar bütün halk sokaklara döküldü. Herkes, kendisini görmekle şereflenmek, mübârek sözlerini duyabilmek arzusuyla yanıyordu. Bir taht yaptırarak onun üs­tünde oturmasını ve tahtı da omuzlarında taşımak istediklerini bildirdiler. Kabûl etmedi fakat çok ısrâr edilince çâresizlikten kabûl etti. O zamanda bulunan en büyük velîlerden dört kişi, tahtın kollarından tuttular. Böylece bir saat kadar gittiler. "Tahtı yere koyunuz. Size bâzı söyleyeceklerim var." buyurdu. İndirdiler. "İrade nedir, bilir misiniz?" diye sordu. "Siz bu­yurunuz." dediler. "İrâde, söz dinlemektir." buyurdu. "Öyledir." dediler. "O halde siz atlarınıza bininiz, tahtı da diğerleri taşısınlar. Biz de sizinle aynı hizâda ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

27 Ocak 2010, 16:27:48
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 27 Ocak 2010, 16:27:48 »

Türkistan´da yetişen büyük velîlerden Ebû Saîd Ebü´l-Hayr (rahme- tullahi teâlâ aleyh) küçük yaşta iken babasının yanında velî zâtla­rın sohbetlerine giderdi. Kur´ân-ı kerîm okumaya başladığı zaman babası onu Cumâ namazlarına götürmeye başladı. Bir seferinde yolda zamânın büyük âlimlerinden ve tasavvuf büyüklerinden Ebü´l-Kâsım Bişr ile kar­şılaştılar. Ebü´l-Kâsım onları görünce, Ebü´l-Hayr Muhammed´e; "Bu ço­cuk kimindir?" diye sordu. "Bizimdir." cevâbını verdi. Bunun üzerine gözleri dalan Ebü´l-Kâsım; "Evliyâlık makâmının boş kalacağını, bu der­vişlerin, talebelerin bizden sonra zâyi olacaklarını görürken bu dünyâdan gönül huzûru ile nasıl ayrılabilirim. Şimdi bu çocuğu görünce gönlüm ra­hatladı. Zîrâ velîlik makâmı buna nasîb olacak. Namazdan çıkınca, ço­cuğu bizim yanımıza getir." dedi. Namazdan çıkınca Ebü´l-Kâsım Bişr´in yanına gittiler. O büyük zât Ebû Saîd´in babasına; "Ebû Saîd´i tutuver. Şu yüksekçe yerde ekmek vardır. Onu uzanıp alsın." dedi. Babası kaldı­rınca, Ebû Saîd oradan ekmeği aldı. Ekmek arpadan olup, sıcaktı. Sı­caklığını elinde hissediyordu. Ebü´l-Kâsım ekmeği alıp, yarısını Ebû Saîd´e verdi ve; "Ye!" dedi. Yarısını da kendisi yedi. Bunun üzerine ba­bası; "Efendim bu ekmekten bana vermeyişinizin hikmeti nedir?" diye sordu. Ebü´l-Kâsım Bişr; "Ey Ebü´l-Hayr! O ekmeği otuz sene önce oraya koymuştum. Bize; insanların mânen ihyâsı, irşadları, doğru yolu bulma­ları bu ekmeğin elinde sıcak olduğu kimse ile olacaktır." diye bildirildi. Müjdelenen kimse senin bu çocuğundur." buyurdu. Sonra Ebû Saîd´e dönerek; "Bu kelimeleri hâtırında tut. Dâimâ söyle. Sübhâneke ve bi hamdike alâ hilmike ba´de ilmike subhâneke ve bihamdike alâ afvike ba´de kudretike." Ebû Saîd Mîhenî bu sözleri ezberleyip devamlı söylerdi.

Büyük velîlerden Ebü´l-Hayr el-Akta (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retlerinin elinin biri kesilmişti. Bu hâdiseyi kendisi şöyle anlatır: "Lübnan taraflarında bir yerde bulunuyordum. Sultan gazâdan zaferle dönmüştü. Kimi gördüyse avucuna bir altın koyuyordu. Birini de bana verdi. Altını elimin içiyle değil de dış tarafında tutarak aldım. Onu bir arkadaşımın eteğine fırlattım. Daha sonra oradan ayrıldım. Şehirde bir yerde tesâdü­fen abdestsiz olarak üzerinde âyet-i kerîme yazılı kâğıt parçalarını tut­muş ve kaldırmış bulundum. Buna çok üzülmüştüm. Pazarda tanıdık bir­kaç kişi ile birlikte dolaşırken hırsızlık yapan birkaç kişi kaçıp kalabalığın arasına girdi. Bütün halkta bir karışıklık başladı. O sırada ben; "Onların reisi benim. Kimse sesini çıkarmasın." dedim. Nihâyet emniyet görevlileri beni alıp götürdüler ve bir elimi kestiler. Gelen birisi beni tanıyıp görevli­lere; "Siz ne yapıyorsunuz? Göklerin üzerimize yıkılmasını mı istiyorsu­nuz? Bu sâlih bir kimsedir. İsmi de Ebü´l-Hayr Tinâtî´dir." dedi. Bunun üzerine görevliler; "Eyvah mahvolduk." dediler ve yaptıklarından pişman olup, üzüntülerini dile getirmeye başladılar. Ben onlara; "Korkulacak, üzülecek bir şey yok. Çünkü elim hâinlik yaptı ve kesilmeye müstehak oldu." dedim. Bana şaşkınlıkla ne yaptığını sordular. Ben; "Elim bir şeye değmişti. Halbuki elim ondan daha temizdi ve o şey de gâzilerin parası idi. Elim bir şeye daha değmişti ama o şey elimden çok çok daha te­mizdi. Bu şey de Mushaf-ı şerîfti. Onu abdestsiz tutup kaldırmıştım." de­dim. Bana; "Hakkınızı helâl edin." dediler. Ben de üzülmemeleri için; "Size hakkımı helâl ettim. Elimi kestiğiniz için sizden bir hak talep etme­yeceğim." dedim ve ayrıldım."

Ebü´l-Hayr Akta (bu halde) evine dönünce, âile efrâdı feryâd etmişti. Onlara da; "Ortada ağlanacak, tâziye edilecek bir şey yok, aksine tebrik edilecek bir hal var. Şâyet elimiz kesilmeseydi, kalbimiz kesilecek, gön­lümüz ölüp gidecekti. Elimizin ne önemi var." diye cevap verdi.

Başka bir rivâyet de şöyledir: Bir kısım insanlar kendisine; "Elinizin kesilmesine sebep ne oldu?" diye sordular. O; "Gençliğimde bir günah iş- ledim. O yüzden kestiler." buyurdu. "Bunun ne zamandan beri oldu­ğunu ve sebebini öğrenmek isteriz." dediler. O; "Ben Magribli idim. İçimde se- fere gitmek arzusu uyandı. İskenderiye´ye gelip on iki yıl ikâmet ettim." Onlar; "İskenderiye mâmur bir şehirdir. Orada kalmak mümkündür. Fakat Şitt ve Dimyat arasında mâmur bir yer yoktur." dediler. Ebü´l-Hayr; "Dim- yat´a dökülen ırmak kenarında kamıştan bir ev yapmıştım. O sıra­larda birçok yolcu Dimyat´a gelirdi. Akşam yemekleri yer ve sofralarını kalenin surlarından dışarıya silkelerlerdi. Dökülen ekmek parçalarına kö­peklerle berâber üşüşür ben de nasîbimi alırdım.

Yaz mevsiminde bütün azığım buydu. Kış olunca şöyle yaptım. Evi­min etrâfında çok saz yetişiyordu. Onun kökünün beyazını ve tâzesini alarak yerdim. Kurumuşlarını veya yaşlarını atardım. Azığım buydu.

Bir gün hatırıma; "Ey Ebü´l-Hayr! Sen halkın azığına ortak olmadığını zannediyorsun ve tevekkül üzere olduğunu iddiâ ediyorsun." diye geldi. Sonra: "İlâhî! Senin izzetin hakkı için, bundan böyle elimi yerden biten şeylere uzatmayacağım ve onlardan hiçbir şey yemeyeceğim. Sâdece bana ihsânın ile göndereceğin şeyleri yiyeceğim." dedim. Bunun üzerin­den on iki gün geçti, namazın farzını, sünnetini ve nâfilelerini edâ ettim. Sonra nâfileleri kılmaktan âciz kaldım. On iki gün de farzı kıldım. Sonra kıyamdan da âciz kaldım. On iki gün de oturarak farzları edâ ettim. Sonra oturmaktan da âciz kaldım. Artık farzları da edâ edemiyordum. Sonra Hak teâlâya sığındım. Gizlice niyâz edip yalvararak; "İlâhî! Benim üzerime farz ettiğin bir hizmetten geri kaldım. Kefil olduğun rızkımı gön­dermeni beklerim; o rızkı bana ihsân et." dedim. O zaman önümde iki sofra belirdi. O sofralar her gece bana gelir oldu.

Bir gün meyvelerinin bâzısı yeşil, bâzısı kızarmış bir ağaç gördüm. Üzerine çiğ düştüğü için parıldıyordu. Çok hoşuma gitti. Bunlar bana etti­ğim yemini unutturdular. Elimi uzattım ve yemişlerden topladım. Bâzıları ağzımda, bâzıları elimde iken yeminimi hatırlattılar. Elimde olanları serp­tim, ağzımda olanları tükürdüm. Kendi kendime, mihnet ve belâ vakti erişti dedim. Harbemi ve kalkanımı uzağa attım. Bir yerde oturdum, elimi şakağıma dayadım. Daha tam karar tutmamış iken bir bölük atlı ve yaya gelip etrâfımı sardılar. Sonra beni alıp deniz kenarına götürdüler. Orada, oranın emîri (sultânı) atın üstünde duruyordu. Atlılar ve piyâdeler etrâfına toplanmışlardı. Bir topluluk elleri bağlı duruyordu. Beni de emirin önüne getirdiler. Bana; "Kimsin, necisin?" dedi. Ben; "Allahü teâlânın kulların­dan bir kulum." dedim. Emir, o eli bağlı olanlara; "Bunu tanıyor musu­nuz?" diye sordu. Onlar, tanımadıklarını söylediler. Emir; "Bu sizin büyü­ğünüzdür. Kendinizi buna fedâ ediyorsunuz." dedi. Sonra kararını verdi. O cemâatı birer birer götürdüler. Birer el ve birer ayaklarını kestiler. Sıra bana gelince; "İleri gel ve elini uzat." dediler. Elimi uzattım, kestiler. Aya­ğımı da uzatmamı söylediler. Ayağımı da uzattım. Ellerimi göğe kaldır­dım ve; "İlâhî! Elim günah işlemiştir. Ayağım günah işlemedi." dedim. Ansızın onların arasından atın üzerinde duran birisi kendini yere attı; "Siz ne yapıyorsunuz. Göklerin üzerimize yıkılmasını mı istiyorsunuz. Bu Ebü´l-Hayr olup, sâlih kişidir." dedi. O zaman emir atından indi. O kesil­miş elimi yerden kaldırarak öptü. Beni kucaklayarak ağladı. "Hakkını he­lâl et." dedi. Ben helâl ettim ve; "Bu günah işlemiş bir el idi." dedim. On­dan sonra ağladım."

Başka bir rivâyette ise şöyle anlatılır: Ebü´l-Hayr hazretlerinin eli cüzzam hastalığına tutulmuştu. Tabibler; "Bu elin mutlaka kesilmesi lâ­zım." dediler. Ama o buna râzı olmadı. Bunun üzerine talebeleri tabib- lere; "Namaza durana kadar sabrediniz. Çünkü o namazda iken kendin- den geçer ve bunun eleminden haberi olmaz." dediler. Böyle ya­pıldı. Namazını tamamladığında elini kesilmiş buldu. Bu sebeple Ebü´l-Hayr hazretleri, Akta, eli kesik lakabıyla tanındı.

Bir gün, Bağdât´tan yanına bir grup misâfir geldi. Herbiri kendi hâlini ve mânevî üstünlüğünü anlatmak istiyordu. Ebü´l-Hayr bu konuşmalar­dan sıkıldı ve dışarı çıktı. Biraz sonra içeri bir arslan girdi. Orada bulu­nanların hepsi korkup, bir köşeye sığındılar ve sustular. Önceki anlattık­ları şeyleri unuttular. Ebü´l-Hayr içeriye girdi ve; "Ey kardeşim! Deminki iddiâlarınız nerede kaldı? Demek onların hepsi boşmuş." buyurdu ve arslanı dışarı çıkarıp, onları korkudan kurtardı.

Bağdât´ın büyük velîlerinden Ebü´l-Hüseyin Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin hizmetinde bulunan, daha evvel de Ebû Hamza ve Cüneyd-i Bağdâdî´ye hizmet etmiş olan Zeytûne isminde bir hizmetçi vardı. Soğuk bir gün idi. Ebü´l-Hüseyin Nûrî´ye; "Sana bir şeyler getireyim mi?" dedi. "Evet." buyurdu. "Ne istersiniz?" dedi. "Ekmek ve süt" bu­yurdu. İstediklerini getirdi. Yanında kömür vardı. Kömürü eli ile karıştırır­ken eli karardı. Böyle iken ekmek yiyor ve üzerinde kömürün siyahlığı bulunan elinden süt akıyordu. Zeytûne onun bu hâlini küçümsedi. Bu dü­şünce ile dışarıya çıktı. Dışarı çıkınca yanına gelen bir kadın onun ete­ğine yapıştı ve; "Benim bohçamı sen çaldın." dedi. Halkı etrafına topladı. Zeytûne´yi zabtiyeler götürüp hapse attılar. Durumu haber alan Ebü´l-Hü­seyin Nûrî vâliye giderek; "Bu kadın için tâkibât ve tahkîkat yapmayın." dedi. Vâli; "Ben bunu nasıl yapabilirim ki, karşıda dâvâcısı var." dedi. Ebü´l-Hüseyin Nûrî hazretleri kaybolan bohçanın gelmekte olduğunu söylediyse de vâli aldırış etmedi. Tam bu sırada bir kadın kaybolan boh­çayı getirdi. Ebü´l-Hüseyin Nûrî´nin kerâmet ehli büyük bir zât olduğunu anlayan vâli yaptıklarına pişman oldu ve Zeytûne´yi serbest bıraktırdı. Ebü´l-Hüseyin Nûrî Zeytûne´ye; "Benim hakkımda küçümseyici düşün­celerde bulunacak mısın?" buyurdu. Zeytûne de hatâsını anlayıp pişman oldu ve; "Aslâ böyle bir şey düşünmeyeceğim." dedi ve tövbe etti.

Osmanlıların kuruluş devrinde Bursa´da yaşamış büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Sultan İkinci Mu- râd Hanın otuz bin a...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

27 Ocak 2010, 16:29:14
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #3 : 27 Ocak 2010, 16:29:14 »

Evliyânın büyüklerinden Niyâzî-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Şeyh Abdüllatîf Gazzî Efendi, Vâkıât adlı eserinde şöyle yaz­maktadır: "Birisi şeyhülislâmın huzûruna varıp, Niyâzî-i Mısrî hakkında tenkid mevzû olan sözü kastederek; "Efendim bu sözü söyleyenlerin ce­zâsı nedir ve dinde ne lâzım gelir." diye suâl edince, ârif ve kâmil bir zât olan şeyhülislâm; "Bu sözü Niyâzî-i Mısrî hazretlerinden başka kim söy­lerse, katlolunur. Fakat Niyâzî-i Mısrî söylerse, bir hikmet ve gizli bir sır vardır. O, zâhirî ilimlerde de kemâl mertebesindedir. Onların böyle söz­leri söylemesinde bir hikmet vardır. Biz onlara dil uzatmağa kâdir olama­yız." diyerek, o şahsı susturdu.

Niyâzî-i Mısrî´nin, talebelerinden Şeyh Ahmed Gazzî´ye yazdığı mek- tup şöyledir: "İzzetli, fazîletli ve kıymetli oğlum! Sonsuz selâmlar ve hayır duâlar takdîminden sonra, hâtır-ı şerîfleriniz suâl olunur. Ahvâli­mizden suâl olunursa, elhamdülillah sıhhat ve âfiyet üzereyiz. Bütün dostların hayırlı duâlarını devamlı bilip, şüphe noktalarını kovup ve hak eyleyip, tarîkat-ı aliyyenin gereğince, ameli elden bırakmayıp, dostlar ile iyi geçin- meyi en fazîletli amel biliniz. Bizim yolumuzda dostlar ile iyi ge­çinmeden daha fazîletli amel yoktur. İzzetli Târık Çelebi´ye selâmımızı tebliğ edip, onlar ile iyi geçinmeniz matlûbumuzdur. Kâsım Çelebizâde´ye, birâderi- ne ve oğluna selâm ederiz."

Niyâzî-i Mısrî´nin, başka bir talebesine yazdığı bir mektup şöyledir: "Mısrî´nin her şeyi yağma oldu. Ancak görünür bir cesedi kaldı. Mısrî´yi şimdiden sonra isteyenler, muhabbet ehli ise, gönülde arasın. Mârifet ehli ise, sözlerimizde arasın. Her ne kadar uzak isek de evvelce ikrârı olanlardan biz ayrı değiliz. Ne kadar yakın olsalar da inkarı olanlar bizi göremez. Hakîkî âşinâlık ise gönülde olup uzak-yakın birdir. Doğru yolda olanlara selâm olsun."

Hindistan´da yetişen evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) Sultan Alâeddîn, bir gün ordusunu güney bölgesine sefere göndermişti. Bir süre bu sefer hak­kında hiç haber alamadı ve endişeye kapıldı. Nizâmeddîn Evliyân´ın ta­lebelerinden olan bâzı komutanları ona göndererek, şu mesajı yolladı: "Sizin, İslâma sevgi ve saygınız bizden çok fazladır. Eğer mânevî gözü­nüzle, güneydeki seferin durumu ve sefer haberlerini öğrenip bize bildi­rirseniz, bizi çok sevindirmiş olacaksınız. Çünkü durumdan çok endişeli­yim." Cevâb olarak Nizâmeddîn Evliyâ buyurdu ki: "Bu zaferden hâriç, başka zaferler de sizi bekliyor." buyurdukları gibi, bir süre sonra ordu zafer haberi ile Dehli´ye geldi. Sultan, şükrân ifâdesi olarak, Kara Beğ ile Nizâmeddîn Evliyâ´ya beş yüz altın gönderdi. Kara Beğ bu para ile der­gâha vardığı sırada, dergahta bulunan Horasanlı bir derviş; "Hediye müşterek." diye seslendi. Bunun üzerine Nizâmeddîn Evliyâ; "Yalnız bir kişi alırsa daha güzel olur." diyerek, o beş yüz altını ona verdi.

Evliyânın büyüklerinden Nûreddîn Cerrâhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün annesine; "Anneciğim! Bana izin ver de hacca gideyim. Dînin ba- na farz kıldığı vazîfemi yapayım." dedi. Annesi bu isteğini uygun buldu. Nûreddîn Cerrâhî hazırlıklara başlayıp, gerekli parayı tedârik et­tikten sonra, annesi ve sevenlerine vedâ etti. Onu hacca götürecek ker­vanın yanına giderken, yolda iki gözü iki çeşme ağlayan bir adam gördü. Adam âdetâ kendisinden geçmiş, hem ağlıyor, hem Allahü teâlâya şöyle duâ ediyordu: "Yâ Rabbî! Ölümden evvel lütfet, bana borçlarımı ödemek nasîb eyle. Beni borçlu yatırma yâ Rabbî!" Nûreddîn Cerrâhî merak edip, adamın koluna girerek; "Kardeşim ne kadar borcun var?" diye sordu. Borçlu adam kendine suâl soran bu nûr yüzlü gence ümitle bakarak, mikdârını söyledi. Adamcağızın borcu, Nûreddîn Cerrâhî´nin cebindeki para kadardı. Nûreddîn Cerrâhî cebindeki para kesesini çıkarıp adama vererek; "Bu sana Allahü teâlânın bir ihsânıdır." dedi ve oradan hızla uzaklaştı. Bir süre sonra; "Ben nereye gidiyorum? Artık param da yok." diye düşündü. Ayakları onu Edirnekapı Sakızağacı kabristanlığındaki namazgâha götürdü. Allahü teâlânın izni ile kilometrelerce uzaklıktaki Kâbe´ye giderek hac törenine katıldı. Arife günü, binlerce hacıyla birlikte; "Lebbeyk, lebbeyk!" derken, semâya uzattığı elleri, kavurucu güneş al­tında yanıp kavruldu. Hac töreni bitince, Nûreddîn Cerrâhî, Sakızağa­cı´ndan evine döndü. Annesi bu duruma hayret etti. Fakat bir şey söyle­medi. Kervanlar dönünce, İstanbul´da bir kaynaşma başladı. Yükünü eve bırakan doğru Nûreddîn Cerrâhî´nin dergâhına gelerek; "Tebrik ederiz, tebrik ederiz. Arafat´ta "Lebbeyk, lebbeyk!" çağırırken ne güzel, ne mü­bârektin! Hepimiz seni seyrederek nûrlandık. Çoğumuz rüyâmızda senin hürmetine haccımızın kabûl olduğunu gördük." dediler.

Osmanlı âlimlerinden ve büyük velîlerden Nûreddînzâde Muslihud- dîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvuf ehlinden Sofyalı Bâlî Efendinin dergâhına gidip, ona talebe oldu. Hizmetinde ve sohbetinde uzun müd- det kalıp, feyz aldı. Tasavvufta yükselip, insanları Allahü teâlânın yüce dînine dâvet etmek ve Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem güzel ahlâkını öğretmekle meşgûl oldu. Allahü teâlâya muhabbetinden dolayı, dünyâya hiç önem vermez oldu. Onun bu duru­munu anlayama- yan bâzıları pâdişâha şikâyet ettiler. Pâdişâh meselenin tahkîk edilme- sini emretti. Tahkîkat için İstanbul´a geldi. Tahkîkat so­nunda berâat etti ve hakkındaki ithamlardan kurtuldu.

Nakledilir ki: Tahkîkatla ilgili haberin Filibe´ye ulaşmasından sonra gösterişi olmayan elbiseler giyerek İstanbul´a geldi. Zeyrek Câmii civâ­rında bulunan hücrelerden birinde kalmak istediği zaman, câminin imâmı onu misâfirliğe kabûl etti. Onun gelişinin bir nîmet olduğunu, hayır ve be­rekete vesîle olacağını düşünerek ikrâmlarda bulundu. Nûreddînzâde Muslihuddîn Efendi oradan ayrılmak isteyince, imâm onun ayrılmasına müsâade etmedi. Nihâyet Cumâ günü namaz kılındıktan sonra, alışıldığı üzere Şeyhülislâm Ebüssü´ûd Efendi câminin önünde bulunanlarla mü- sâfeha ettiği esnâda, Nûreddînzâde de yolun kenarında ve müslüman- ların arasındaydı. Ebüssü´ûd Efendi onunla da müsâfeha edince, yakın- lık duyup tanışmak üzere fetvâ odasına dâvet etti. Fetvâ odasında baş- kaları da vardı. İlmî konuşmalar yapılıyordu. O sırada Ebüssü´ûd Efendi- nin tefsîrinden bir yer okunup müzâkere edildi. Müzâ­kere ve sohbet esnâsında Nûreddînzâde´ye konuşma sırası gelince, âyet-i kerîmedeki hakîkatleri ve incelikleri anlattı. Bunun üzerine Ebüssü´ûd Efendi kalkıp hürmet gösterdi. Kim olduğunu ve memleketini sordu. O da; "Nûreddîn- zâde dedikleri âsî ve günahkâr kimse bu fakîrdir" dedi. Ebüssü´ûd Efen- di, sadrâzama haber gönderip; "Nûreddînzâde de­dikleri muhterem kimse gelmiş, fetvâ makâmımızı teşrîf etti. Yüksek şâ­nını ve irfânını gördüm. Bu kıymetli zât hakkında söylenilenler iftirâdır. Böyle bir kimsenin devlet merkezine gelmesi büyük şereftir" dedi. Bunun üzerine sadrâzam, Şey- hülislâm Ebüssü´ûd Efendinin söylediklerine uyup, Nûreddînzâde Musli- huddîn Efendi´ye ihtimâm ve iltifât gösterdi. Âilesini ve çocuklarını getir- mek üzere memleketine gönderildi. Döndük­ten sonra Küçük Ayasofya Dergâhına yerleştirildi. Orada Allahü teâlânın dînini ve Peygamber efen- dimizin güzel ahlâkını insanlara anlatmakla va­zifelendirildi. Vâz ve soh- betlerinin yanında, hadîs-i şerîf ve tefsîr okut­makla da meşgûl oldu. O- nun sohbet ve ilim meclislerinde âlimler hazır bulunuyor ve istifâde edi- yorlardı. Bir kısım âlimler ona talebe olup feyz aldılar. Vezîr-i âzam So- kullu Mehmed Paşa onun talebeleri arasındaydı. Osmanlı pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân da ona muhabbet edip, soh­bet meclislerinde bulundu. Bâzan da saraya dâvet edip, sohbetleriyle şe­reflenirdi.

Evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden Osman el-Hattâb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerie Sultan Kayıtbay, hitâben; ?Başkalarının ihtiyaçla­rını karşılamak için kendinize çok sıkıntı veriyorsunuz. Bırakın hepsini! Gitsinler ve siz de biraz rahat edin!? dedi. Sultânın bu sözlerini dikkatle dinleyen Osman el-Hattâb hazretleri; ?Siz de bizim durumumuzdasınız. Mâdem öyle, bu işi siz yapın! Bırakın köleleri, askerleri. Herkesi salın gitsinler. Tek başınıza oturun! Rahatınıza bakın!? buyurdu. Bu sözleri hayretle dinliyen sultan; ?Nasıl olur? Nasıl böyle söyleyebilirsiniz? Bunlar İslâm askerleridir? dedi. Bunun üzerine Osman el-Hattâb da buyurdu ki: ?İşte bunlar da Kur?ân askerleridir.? Bu cevap sultânın çok hoşuna gitti. Ona hak verip, kendi düşüncelerinin yanlış olduğunu anladı.

Bir defâsında Sultan Kayıtbay, geniş ve büyük bir saray yaptırıyordu. Osman el-Hattâb hazretleri sultânın yanına giderek; ?Ey efendim! Bu sa­rayın binâ edildiği arsanın dörtte birlik bir kısmı, önceleri câmi idi. Sonra bu câmiyi yıktılar. Yıkıntılar üzerini toprakla doldurup orasını bahçe yap­tılar. Siz de şimdi o yerin üzerine saray yaptırıyorsunuz? dedi. Sultan hiç tereddüt etmeden bu sözleri kabûl etti ve bildirilen yerin derhâl yıkılıp, boşaltılmasını emretti. Dediği gibi yapıldı. Bâzıları bu durumu beğenme­yip, dedi-kodu etmeye başladılar ise de, sultan bunlara hiç îtibâr etmedi. Osman el-Hattâb ise, hakîkati meydana çıkarmak için o yeri kazmaya başladı. Biraz kazılınca, yıkılan mescidin kalıntıları olan mihrâb ve iki tâne de sütun meydana çıktı. Sultâna haber göndererek, gelip buraya bakmasını, kendi gözleri ile görmesini istedi. Sultan gelip baktı. Durum aynen o zâtın bildirdiği şekildeydi. Bu hâli gören îtirâzcılar da îtirâzların­dan vaz geçtiler. Böyle kerâmet sâhibi bir zâtın bildirdiği bir duruma îtirâz etmiş oldukları için çok üzüldüler. Bu hâli, Osman el-Hattâb?ın orada daha çok tanınmasına, hürmet ve muhabbet görmesine sebeb oldu.

Hanefî mezhebi âlimlerinden Şeyhülislâm Nûreddîn et-Trablûsî ve Mâlikî âlimlerinden Seyyid Şerîf el-Hattâbî, Osman el-Hattâb?ın şöyle anlattığını haber veriyorlar: ?Hocam Ebû Bekr ile hacca gittiğimizde, kendisinden, zamânımızın kutbu olan büyük â...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes