> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > İslam Kültürü > İslam Kültürü K-Z > Kıssadan Hisse
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Kıssadan Hisse  (Okunma Sayısı 5038 defa)
27 Ocak 2010, 16:03:47
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 27 Ocak 2010, 16:03:47 »



Kıssadan Hisse
Tâbiînin meşhûr âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden İbrâhim bin Edhem (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası Edhem, Belh şehri pâdişâhıydı. Kendisi Şehzâde olup, tahtta oturur, avlanmayı se­verdi. Her türlü imkâna sâhip, her istediğini yer, her istediğini giyer, her emri hemen yapılırdı. Bir yola çıktığı zaman, kırk altın kalkanlı asker önünden, kırk altın gürzlü asker arkasından yürürdü. O bütün bunları terk etmiş ve Allahü teâlâya gönül vermiştir. Mübârek sözleri ve kerâmetleri dilden dile dolaşmış, muhabbeti hep gönüllerde yaşamıştır. Dünyâ sultânları unutulmuş, fakat O unutulmamıştır.

Tâcını, tahtını bırakıp evliyâdan olması şöyle olmuştur:

Bir gece tahtı üzerinde uyuya kalmıştı. Gece bir gürültü ile uyandı. Tavan sallanıyordu. seslendi: "Kim o?" Damdaki, "Tanıdık biriyim, de­vemi kaybettim onu arıyorum" dedi. İbrâhim Edhem, "Hey şaşkın, ne di- ye damda arıyorsun? Damda deve mi olur?" deyince, damdaki zât, "Ey gâfil, sen Allahü teâlâyı altın taht ve süslü elbiseler içinde arıyorsun. Damda deve aramak bundan daha mı acâyib?" dedi. Bu sözlerden sonra kalbi Allahü teâlânın aşkı ile yandı ve şimdiye kadar yaptığı bütün gü­nahlara, hatâ ve kusurlara tövbe etti.

Başka bir rivâyette: Bir gün sarayda umûmi bir ziyâfet verildi. Devlet adamları yerlerini almış, hizmetçiler beklerken, gayet heybetli bir zat çı­kageldi. Ne askerlerden ne hizmetçilerden hiçbir kimse ona, sen kimsin, burada ne işin var? deme cesaretini bulamadı. Bu heybetli zâta İbrâhim Edhem sordu: "Ne istiyorsun?" O zât, "Bu handa konaklamak istiyorum." dedi. İbrâhim Edhem; "Burası han değil, benim sarayımdır." diye cevap verdi. O zât, "O halde bu saray bundan evvel kimindi?" diye sorunca, İb­râhim Edhem; "Pederimindi!" dedi. Gelen zât; "Ondan evvel kimindi?" diye tekrar sordu. İbrâhim Ethem; "Filân zâtın!" dedi. O zât; "Ondan ev­vel kimindi?" diye sorduğunda, İbrâhim Edhem; "Filân oğlu filânın!" ce­vâbına, o zâtın; "Bunlara ne oldu?" suâline de İbrâhim Edhem; "Öldüler!" cevâbını verdi. Gelen heybetli kimse; "Bu nasıl senin sarayın ki, biri gel­meden biri gitmede?" diyerek geldiği gibi geri çıktı. İbâhim Edhem o zâ­tın peşine düştü ve sordu; "Sen kimsin?" O zât da, "Ben Hızırım." dedi.

Bundan sonra İbrâhim Edhem hazretlerinin derdi çoğaldı. Kalbindeki Allah aşkı fazlalaştı.

Başından geçen bir başka hâdise de şöyledir: Bir gün atının hazır­lanmasını istedi ve av köpeğini de yanına alıp ava çıktı. Karşısına bir hayvan çıktı. Onu yakalamak için atını sürdü, gâibden; "Yâ İbrâhim sen bunun için yaratılmadın ve bununla emr olunmadın!" diyen bir ses işitti. Durdu, sağına soluna baktı hiçbir kimseyi göremedi. "Allah lânet etsin! Bu İblis´tir!" dedi. Atını tekrar sürdü. Biraz öncekinden daha kuvvetli ve daha açık; "Ey İbrâhim! Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emir olunmadın!" dendi.

Durup, sağına soluna baktı, hiçbir kimseyi göremedi: "Allahü teâlâ lâ- net etsin! Bu İblis´tir!" dedi. Atını tekrar sürdü ve aynı sözleri atının eyeri tarafından işitti ve durdu: "Âlemlerin Rabbinden bana bir ikaz geldi. Al- lahü teâlâya yemin ederim ki bu günden sonra Allah´a isyân etmeye­ceğim. Rabbim, sâlih insan olmamı istiyor!" dedi. Bu hâdise üzerine pek fazla ağladı ve elbiseleri göz yaşlarıyla ıslandı. Sonra geri döndü. Bir ço­bana rastladı. Dikkat edince bunun, babasının çobanlarından birisi oldu­ğunu anladı. Onun abasını ve başlığını alıp kendi elbiselerini ona verdi. Her şeyi bırakıp Allahü teâlânın yoluna girdi.

Merv şehrine doğru giderken yolda âmâ bir adamcağız bir köprüden geçiyordu. Gözleri görmediği için nehre tam düşerken, İbrâhim bin Ed- hem bunu gördü. Adamcağıza çok acıdı ve (Allahümmahfezhu= Ey Al- lah´ım. Onu muhâfaza et, koru!) diye duâ etti. Bunu söyleyince köprü­den düşmekte olan âmâ, köprü ile nehir arasında, boşlukta kaldı, düş­medi. Etrafta bulunanlar, âmâyı tutup yukarı çektiler ve İbrâhim bin Edhem´in büyüklüğünü tasdik ettiler. Bundan sonra Nişâbur´a gitti. Hep nefsi ile meşgûl olmak, her an Allahü teâlâya ibâdet ve tâatte bulunmak için, ken- disine dünyâ meşgalelerinden uzak, sâkin bir yer aradı. Burada bu lunan bir mağarada dokuz sene ibâdet etti. Bu mağarada bulunduğu bir gece yıkanması icab etti. Zemherir günleriydi ve çok şiddetli soğuk vardı. Buzu kırmak sûretiyle gusül abdesti aldı ve seher vaktine kadar ibâdet etti. Soğuktan donmak üzere olduğunu hissetti. Isınmak için biraz ateş olsa veya üşümemek için sırtımda bir kürk olsa diye hatırından geçti. Birden sırtında bir kürk bulunduğunu ve bedenini ısıtmakta oldu­ğunu hissetti. Böylece, birazcık istirahat edip, uyumak imkânı hâsıl oldu. Az zaman sonra uyandı. Bu kürkün, çok heybetli bir hayvanın derisinden yapılmış olduğunu anladı. Allahü teâlâya hamd etti.

İbrâhim bin Edhem hazretleri Sahraya çıkmıştı. Bir kuyudan su çek­mek için kovayı sarkıttı. Geri çektiğinde kovanın gümüşle dolu olduğunu gördü. Hemen geri boşalttı ve tekrar sarkıttı. Bu çekişinde, altınla dolu olduğunu gördü. Bunu da geri boşaltıp, kovayı tekrar daldırıp çıkardı­ğında, kovanın mücevherle dolu olduğunu gördü. Bunun üzerine şöyle niyazda bulundu. "Yâ Rabbî! Bana hazine veriyorsun. Benim arzum bunlar değildir. Ben abdest almak için su istiyorum. İhsân et" diye yal­vardı. Kovayı tekrar kuyuya daldırıp çıkardığında su ile dolu olduğunu gördü.

Yolda bir taş gördü. Üzerinde "Çevir ve altını oku!" yazılıydı. Çevirdi; "Eğer öğrendiğinle âmel etmiyorsan ne diye bilmediğini öğrenmek isti­yorsun?" yazısını okudu ve; "Yâ Rabbî! Seni tanıyan hakkıyla tanıya­ma- mıştır. Şimdi seni bilmeyen bir kimsenin hâli nasıl olur." dedi ve ağ­ladı.

İbrâhim bin Edhem hazretleri bir bağda bekçilik yapardı. Bir gün uyu­duğunda, ağzında nergis dalı ile bir yılan gelip, dalı sallayarak ona serin­lik yaptı.

Kendisi anlattı: Bağ sâhibi bir gün gelip bana; "Tatlı nar getir." dedi. Götürdüm. Ekşi çıktı. Yine; "Tatlı nar getir." dedi. Bir tabak daha götür­düm. Bu sefer de ekşi çıktı. Bunun üzerine bağ sâhibi, "Sübhanallah! Bunca zamandır burada bekçisin, narın tatlısını ekşisinden ayırd edemi­yorsun!" dedi. Ben de; "Benim vazifem bağı beklemek, hiç tatmadığım narın tadını nereden bileyim?" diye cevap verdim. Bağ sâhibi, "Sendeki bu hâle bakınca İbrâhim bin Edhem´sin diyeceğim geliyor." dedi. Bu sözü işitince tanınmamak için hemen oradan ayrılıp gittim.

Huzeyfe-i Mer´aşî, İbrâhim bin Edhem´e hizmet ederdi. Sebebini sor­duklarında şöyle anlattı: "Mekke´ye giderken çok acıkmıştık. Kûfe´ye ge­lince, açlıktan yürüyemez oldum. "Açlıktan kuvvetsiz mi kaldın?" dedi. "Evet!" dedim. Hokka, kalem, kağıt istedi. Bulup getirdim. "Bismillâhirrah- mânirrahim. Herşeyde, her hâlde sana güvenilen Rabbim! Her şeyi ve- ren sensin. Sana her an hamd ve şükr eder, Seni bir an unutmam. Aç, susuz ve çıplak kaldım. İlk üçü, benim vazifemdir. Elbette yaparım. Son üçünü sen söz verdin. Senden bekliyorum." yazıp, bana verdi ve; "Dışarı git ve Allahü teâlâdan başka kimseden bir şey umma ve ilk karşılaştığın adama bu kâğıdı ver." dedi. Dışarı çıktım. İlk olarak, deve üstünde biri ile karşılaşdım. Kağıdı ona verdim. Okudu, ağlamaya başladı. "Bunu kim yazdı?" dedi. "Câmide birisi" dedim. Bana bir kese altın verdi. İçinde alt- mış dinar vardı. Bunun kim olduğunu sonradan, et­raftakilere sordum. Nasranîdir (yâni hıristiyandır) dediler. İbrâhim bin Edhem´e bunları anlattım. "Keseye elini sürme. Sâhibi şimdi gelir." bu­yurdu. Az zaman sonra nasrânî, İbrâhim bin Edhem´in huzûruna geldi. "Bu yazıyı yazan siz misiniz?" dedi. "Evet!" cevâbını alınca; "Çok düşün­düm, böyle bir yazıyı yazanın Allah´a olan tevekkülü, ancak hak olan bir dinde olur. Bu parayı verdiğim kimseyi tâkib ederek huzûrunuza geldim. Bana İslâmiye- ti anlatır mısınız?" diyerek, kelime-i şehadeti söyledi ve müslüman oldu."

İbrâhim bin Edhem hazretleri bir gün deniz kenarında oturmuş, elbi­sesini dikiyordu. Memleketin vâlisi yanındakilerle birlikte oradan geçer­ken İbrâhim bin Edhem hazretlerinin başında durdu. Vâli onu seyreder­ken şöyle düşündü: "Bak şu dünün hükümdârına! Böyle yapmakla eline ne geçti?" İbrâhim bin Edhem vâlinin aklından geçenleri anlamıştı. Kaldı­rıp iğnesini denize fırlattı. Sonra; "Balıklar iğnemi getirin." deyince, bir balık, ağzında İbrâhim Edhem´in denize attığı iğneyi getirdi. İbrâhim bin Edhem iğneyi balığın ağzından aldıktan sonra vâliye döndü: "Elime bu iğne geçti!" buyurdu. "Yâni; ben Allahü teâlâdan gayri olanları bırakıp, bütün varlığımla O´na döndüğüm için, bu balıkları bana hizmetçi etti ve bana bu kerâmeti verdi!" demek istedi.

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün yolda gidiyordu. Önünde birkaç koyunla bir çoban çocuk gördü. Ona acıdı ve; "Zavallı, çocuklukta çobanlık yaparsa, büyü­dükte Allahü teâlânın ibâdet ve mârifetine nasıl erişir?" dedi. Sonra kendi kendine; "Gideyim, ona Allahü teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim." deyip, çocuğun yanına geldi ve:

-Evlâdım, Allahü teâlâyı bilir misin? buyurdu.

Çocuk:

-Kul nasıl sâhibini bilmez?" dedi.

-Allahü teâlâ´yı ne ile biliyorsun?

-Bu koyunlarımla.

-Bu koyunlarla, O´nu nasıl bilirsin?

-Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden koruyucu birisi lâzımdır. Bundan anladım ki, kâinat, insanlar, cinler, hayvanlar ve canavarlar ve bu kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Bu binlerce çeşit mahlûkatı korumaya kâdir o- lan, Allahü teâlâdan başkası değildir. İşte bu koyunlarla Allahü teâlâyı, böylece bildim.

-Allahü teâlâyı nasıl bilirsin?

-Hiç bir şeye benzetmeden bilirim.

-Böyle olduğunu nasıl bildin?

-Yine bu koyunlardan.

-Nasıl?

-Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve tasarrufumdadırlar. ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Kıssadan Hisse
« Posted on: 26 Nisan 2024, 07:39:49 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Kıssadan Hisse rüya tabiri,Kıssadan Hisse mekke canlı, Kıssadan Hisse kabe canlı yayın, Kıssadan Hisse Üç boyutlu kuran oku Kıssadan Hisse kuran ı kerim, Kıssadan Hisse peygamber kıssaları,Kıssadan Hisse ilitam ders soruları, Kıssadan Hisseönlisans arapça,
Logged
27 Ocak 2010, 16:06:42
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 27 Ocak 2010, 16:06:42 »

Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri; Bir gece, talebelerinden bir kısmı ile bir yere misâfir oldular. Ev sâhibi, evin aydınlanması için bir kandil yaktı. Bâyezîd-i Bistâmî yanında bulunanlara; "Bu kandilde bir gariblik görüyo­rum. Yanıyor ama ışık vermiyor. Hikmeti nedir?" diye sordu. Ev sâhibi; "Efendim. Biz bu kandili bir gece yakmak için komşumuzdan emânet al­mıştık. Bu akşam ikinci gece yakıyoruz." deyince, Bâyezîd, kandili sön­dürdü ve hemen kandili sâhibine götürüp teslim edin. Arzu ederseniz, bir gece daha yakmak için izin isteyin." buyurdu. Ev sâhibi kandili alıp kom­şusuna götürdü. Olanları anlattı ve tekrar izin alıp geri getirdi. Eve ge­lince kandili yaktılar ve oda aydınlandı. Bâyezîd-i Bistâmî buyurdu ki: "İşte şimdi ışığını görüyorum."

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle anlatmıştır: "Hak yolda ilerle­yip, günahlardan arınmağa ve olgunlaşmağa çalıştığım günlerde, bir gün yolum bir kumarhâneye uğradı. İnsanların kumar oynadıklarını gördüm. Bunlardan iki kişi kumara öylesine dalmışlardı ki, hiçbir şeyin farkında değildiler. Böylece bir müddet devâm ettiler. Nihâyet birisi kaybettikçe kaybetti. Neyi varsa ortaya koydu, onları da kaybetti. Dünyâlık neyi varsa hepsi bitti. Buna rağmen, kumar oynadığı kimseye şöyle diyordu: "Bu kadar kaybıma rağmen, bu oyunda başımı dahî versem oyundan vaz­geçmem." Kumarbazın, kumar oynayıp bu kadar zarar ve ziyân görme­sine rağmen, o oyuna olan hırsı bana ibret oldu. Hak yolunda yürüyüp daha da olgunlaşabilmek için, bende öyle bir gayret hâsıl oldu ki, o gün­den îtibâren Hak yolunda talebim her gün biraz daha arttı."

Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinden Şeyh Ömer Taşkendî şöyle anlatmıştır: "Benim, Behâeddîn Buhârî´ye muhabbetim ve talebe olmam şöyledir: Önce Taşkend´de talebelerinden bir kısmını tanımıştım. Onlar ile sohbet eder, hizmetlerinde bulunurdum. Sohbet sırasında ba- na, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin fazîletini, hâllerini anlatırlardı. Böylece görmediğim hâlde ona karşı içimde bir muhabbet hâsıl oldu. Bir gün Taşkend´deki talebelerinden birinin evine gittim. Hocasını hatırlıyor ve ona râbıta ediyordu. Bir müddet oturduktan sonra yemek getirdi. O anda Behâeddîn Buhârî hazretleri gözüme göründü ve kulağıma; "Senin Horasan´a gitmen gerekir." diye söyledi. Yemekten sonra Horasan´a git­mek üzere yola çıktım. Horasan´a, oradan da Beheâddîn Buhârî´nin ya­kın talebelerinden Mevlânâ Celâleddîn´in bulunduğu yere gittim. Evine varıp kapıda durdum, kendisi tarafından çağrılmamı bekledim. Bir saat sonra evinden bir cemâat çıktı. Beni çağırıp huzûruna kabûl ettiler ve; "Sen geldiğin sırada, gelişinden haberim var idi. Fakat seninle başbaşa görüşmek istedim. Onun için beklettim." dedi. Bundan sonra hâlimi ona anlattım ve çok ağladım, yardımcı olmasını istedim. Yemîn ederek dedi ki: "Behâeddîn Buhârî sana kâfidir, teveccühüne kavuşursun." Sonra onun fazîletinden, menkıbelerinden bahsedip, huzûruna kavuşmak için hemen yola çıkmamı söyledi.

Yolculukta başıma bâzı hâdiselerin geleceğini de işâret etti. Derhâl Nesef tarafına doğru yola çıktım. Oradan da Horasan´a hareket etmek üzere bir gemiye bindim. Gemi bir müddet yol aldıktan sonra sabah na­mazının vakti girdi. Gemide bir ezân okudum. Hiç bir yolcu namaza kalkmadı. Bu duruma üzülüp, onlara nasîhat ettim. Fakat bana kızdılar. Bu durum karşısında bende öyle bir hâl oldu ki, kendimi suya atmak is­tedim. Ayaklarımı suya uzatıp gemiden ayrıldım, fakat batmadım. Öyle bir hâl oldu ki, suyun üzerinde yürümeye başladım. Gemidekiler bu hâ­limi görünce ağlamaya başladılar. "Biz yanlış bir iş yaptık, yaptığımıza tövbe ettik. Gemiye gel, sen ne dersen onu yapacağız." dediler. Bunun üzerine tekrar bindim. Sabah namazını, gemideki yolcular ile cemâat olup kıldık. Bir müddet yolculuktan sonra Âmûre kalesine vardık. Orada da acâib hâdiseler oldu. Behâeddîn Buhârî hazretlerine ilticâ edip, sığın­dım. Şîrmüşter denilen bir dergâha vardım. Yola devâm ederken bir ker­vana rastladım. Bana;

"Bu çöle dalma, çok büyük bir çöldür, yolunu şaşırırsın. Burada dur, şâyet yola devâm edecek olursan sağ tarafa yönel, sol tarafdan gidersen sonunu bulamazsın ve helâk olursun." dediler. Kervan geçip gittikten sonra, kendi kendime; "Ben, Behâeddîn Buharî hazretlerinin huzûruna gitmek üzere yola çıkmış bulunuyorum. Ona tâbi olup, hak yola girece­ğim için bana tehlike gelmez." dedim. Çöle dalıp yürümeye başladım. Bir müddet yürüdükten sonra aç olduğumu hatırladım. Kendi kendime bâzı nefis yemekleri düşünerek; "Âh o yiyecekler olsa da yesem!" dedim. Ben böyle düşünürken, o anda önüme birdenbire bir sofra geldi, üzerinde ak­lımdan geçen yemekler vardı. Bu durum karşısında hâlim değişti. Ağla­maya başladım. "Ey Allah´ım, senin rızânı arayan kimseye her ne lâzım olursa ihsân ediyorsun. Ben de senin rızândan başka bir şey aslâ taleb etmeyeceğim." dedim. O yemekleri yiyip, çölde yola devâm ettim. Yolda karşıma bir ceylan sürüsü çıktı. Beni görünce sağa sola kaçışmaya başladılar. "Eğer bu yoldaki arzum ve isteğimde samîmî isem, ceylanlar benden kaçmazlar" dedim. Böyle der demez, ceylanlar yanıma toplanıp bana yüzlerini sürmeye başladılar. Bu durum karşısında da hâlim değişti ve çok ağladım. Behâeddîn Buhârî hazretlerine karşı muhabbetim o ka­dar arttı ki, huzûruna bir an evvel kavuşmak için can atıyordum. Ehan denilen yere vardığımda, yine Behâeddîn Buhârî hazretlerinin bereketi ile acâib hâllere kavuştum. Oradan Serahs´a vardım. Kendi kendime;

"Her yerde Allahü teâlânın dostları, sevgili kulları bulunur. Bu civarda da vardır. Onlardan müsâade almadıkça bu şehre girmeyeyim." dedim. Böyle düşünürken, karşıma dîvâne hâlde bir kimse çıktı. Halk onu gö­rün ce; "Divâne Dâvûd geliyor." dediler. Benim yanıma yaklaşınca, onu kar- şılayıp, selâmün aleyküm diyerek selâm verdim. "Ve aleykesselâm. Gel- din Türkistanlı derviş!" dedi. Beni yanına yaklaştırıp koynundan bir ek- mek çıkardı. Ekmeği parçalayıp yarısını ba na verdi, ve;Ey derviş, bu ekmeğin yarısını sana verdiğim gibi, bu mülkün yarı­sını da sana verdim!" dedi. Bu hâdiseden sonra Serahs şehrine girdim. Çarşıya girince, bir başka divâne gördüm. Çocuklar taşa tutuyorlardı. "Bu divânenin adı nedir?" diye sordum."Câvadâr´dır. Bu beldenin divâ­nelerindendir." dedi- ler. Kendi kendime; "Bundan da izin alayım." dedim. Bir tarafdan da çocuklar onu taşa tutuyorlardı. Bana bakıp; "Ey Türkis­tanlı derviş, söz divâne Dâvûd´un söylediği gibidir!" diyerek ilk karşılaştı­ğım kimse ile görüşüp kavuştuğumuz şeylere işâret etti. Bundan sonra bende güzel bir hâl, cem´iyyet hâsıl oldu. Yemek arzu ettim ve;

"Her hâlde bu şehirde Behâeddîn Buhârî hazretlerinin sevenlerinden bir kimse bulunur ve ilk lokmayı onun elinden yerim." dedim. Bu sırada yanıma biri gelip; "Ben Behâeddîn Buhârî hazretlerinin hizmetçilerinde­nim. Evime buyur." dedi. Beni evine götürdü. Üç çeşit yemek getirdi. Sonra bana; "Behâeddîn Buhârî hazretleri Behrâb denilen yere gitmişler, oradan burayı teşrif edecekler. Burayı teşrif edinceye kadar sen bizde kalacaksın, senin yerin burasıdır." dedi. Birkaç gün sonra Behâeddîn Buhârî hazretlerinin orayı teşrif etmek üzere oldukları haberini aldık. Karşılamak üzere derhâl dışarı çıktık. Behâeddîn Buhârî hazretleri bir merkeb üzerinde ve etrâfında talebeleri olduğu hâlde teşrif ettiler. Bir mezarlığa yöneldiler. Ziyâretinde o kadar insan toplanmıştı ki, kalaba­lık- tan yanlarına yaklaşmak mümkün olmadı. Kendi kendime;

"Çok uzaklardan geldim. Çok zahmetlere katlandım. Acabâ bana ne­den hiç iltifât etmediler? Artık ben kendi başıma kaldım." diye düşündüm. Bu düşünceler hatırımdan geçtiği sırada, Behâeddîn Buhârî hazretleri merkebden indiler ve yanına yaklaşmamı istediler. Bana;

"Hoş geldin ey Taşkendli Derviş Ömer, yanlış anlama, daha sen bu­raya geldiğin saatte haberdâr oldum. Şimdi şu gördüğün kalabalık ile bir müddet meşgûlüm." buyurdu. Sonra eve gittiler ve kalabalık da dağıldı. Beni huzûruna kabûl edip;

"Başından geçen hâdiselerin hepsini bilmekteyiz. Gemide iken de­nize inince sana biz yardım ettik. Çölde önüne sofra bizim tasarrufu­muzla geldi. Ceylanların sana yaklaşması ve iki divâne ile karşılaşman ve vukû bulan diğer hâdiseler hep bizim teveccühümüz ile oldu." bu­yurdu. Bu sohbeti sırasında bana öyle teveccüh ve tasarrufda bulundular ki, bambaşka bir hâle girip, çok ağladım. "Niçin ağlıyorsun?" diye sordu. Ben de; "Şimdiye kadar geçen ömrü zâyi etmişim." dedim. "Öyle söy­leme; yalnız bundan evvel bunu bilmiş olsaydım diyebilirsin. Şu andaki müşâheden ve teslimiyetin ondan daha büyüktür." buyurdu. Sonra; "Şimdi sen, bulunduğun hâli mi, yoksa geçen hâlini mi istersin?" diye sordu. Ben de; "Bu hâlimi isterim." dedim. "Bu iş tâbi olmadan olmaz." buyurdu. "Ne işâret buyurursanız, ne emrederseniz yerine getiririm. de­dim. Ben böyle deyince; "Huyunuz mübârek olsun!" buyurdu."

Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinden birisi şöyle anlatmıştır: "Bir gün Hâce hazretlerinin sohbetlerine kavuşma ar­zusu içime doğdu. O arzu ile Taşkend vilâyetinden Buhârâ´ya hareket ettim. Hanımım bir mikdâr altın getirip bana verdi ve; "Bu altınları Hâce hazretlerine ver!" dedi. Niçin gönderiyor diye merak edip sordum, fakat söylemedi. Hazret-i Hâce´nin sohbeti ile şereflendiğim zaman, o altınları önüne koydum. Görünce, tebessüm ederek buyurdu ki: "Bu altınlardan çocuk kokusu geliyor. Ümid ederim ki, cenâb-ı Hak sana bir çocuk vere­cektir." Hâce hazretlerinin bereket ve himmetlerinden Hak sübhânehu ve teâlâ hazretleri bana bir sâlih oğul ihsân etti."

Meczûb. Hak âşığı. Çok tanınmış evliyâdan Behlül-i Dânâ (rahme- tullahi teâlâ aleyh)

HER KOYUN KENDİ BACAĞINDAN



Behlül Dânâ şehirde, dolaşıp ara sıra,

Nasîh...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

27 Ocak 2010, 16:08:51
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 27 Ocak 2010, 16:08:51 »

Hakîm Senâî hazretleri nasihat olarak; körlerin hakikatleri göremeye­ceklerine dâir şöyle bir misâl anlatmıştır: Vaktiyle küçük bir şehrin sâ­kinlerinin ekserisi âmâ olup görmezdi. O belde sultanı büyüklüğünü göstermek için büyük bir fil beslemişti. Günün birinde şehir sâkinlerinin içinde herkesin dillerinde dolaşan bu fili görmek arzusu uyandı. Bu se­beple tanımadıkları bu yaratığı görmek ve kendilerine haber getirmek için bir heyet seçtiler. Her biri âmâ olan heyet, incelemelerini yapmak için filin bulunduğu yere gitti ve filin bir tarafına dokunarak tanımaya çalıştı. Neticede fili tanımış olmanın sevinciyle şehirlerine döndüler. Herkes bü­yük bir merakla etrafını sarıp onları soru yağmuruna tuttular ve kalbinin nasıl olduğunu sordular. Bunun üzerine üyelerden sadece filin kulağına dokunmuş olan; "Korkunç, halı gibi sert yassı ve geniştir." dedi. Ancak fi­lin hortumunu ellemiş olan ise buna îtirâz etti ve; "Hayır! Hayır! Hiç de değil. Bir su hortumu gibidir. Ben doğruyu söylüyorum. İçi boş, öldürücü ve tahrif edici." dedi. Bir başka üye ise sâdece filin ayaklarını yoklamıştı. O da buna îtirâz etti ve; "Hayır! Ey insanlar! Biliniz ki o öyle değildir. O yukarı doğru genişleyen bir kolon, bir sütun gibidir." dedi. Her birisi filin bir parçasını tanımıştı. Lâkin tamâmen tanımamışlardı. Bu sebepten bü­yük hatâlara düştüler.

Türkistan evliyâsının büyüklerinden Hakîm Süleymân Ata (rahme- tullahi teâlâ aleyh) zamanında bir Kurban bayramı günü, Ahmed Yesevî hazretlerinin dergâhında bütün sevenleri toplandı. Hoca Ahmed Yesevî imâm oldu. Namaza başladılar. Cemâatte, Hakîm Ata ile Sûfî Muham- med Dânişmend de vardı. Na­maz esnâsında Hoca´dan bir ses çıktı. Cemâat; "İmâmın abdesti bo­zuldu." diyerek namazı terk etti. Hakîm Ata hiç çekinmeden namazına devâm etti. Sûfî Muhammed Dânişmend de, Hakîm Ata´ya bakarak de­vâm etti. Hoca selâm verince; "Ben sizin bu yoldaki derecenizi anlamak istedim. O ses benden değil, belime soktu- ğum ağaç parçasından çıktı. Sizin bu halinizden, benim bir tek mürîdim, bir de yarım mürîdim olduğu anlaşıldı." deyip, Hakîm Ata´ya; "Yarın se- her vakti sana bir deve gelecek, ona bin, nerede durursa orada inersin." buyurdu. Ertesi sabah seher vaktinde bir deve geldi. Hakîm Ata, deveye binip yularını salıverdi. Deve bildiği gibi gitti. Harezm taraflarında bir yerde çöktü. Kaldırmak istedi, kalkmadı ve bağırdı. Bundan dolayı oraya Bağırgan, Hakîm Ata´ya da Süleymân Bağırganî dediler.

Hakîm Ata, devesinden indi. Orası Buğra Hânın at sürülerinin otla­dığı bir yerdi. At sürücüleri, onu buradan kovmak istediler. O da; "Ben bir garîb dervişim, başka bir yere gitmem!" dedi. Onlar da, ellerindeki şey­lerle onun üstüne saldırdılar. Hakîm Ata, ağaçlara seslenip onları tut­malarını istedi. Ağaçlar, Hakîm Ata´nın üstüne saldıranları dallarıyla sar­dılar. İki tânesi kaçıp, hâli Buğra Hana anlattılar. Buğra Han, velîleri se­ven sâlih bir kimseydi. Bu habere çok memnun oldu. "Üç gündür erenle­rin mübârek kokularını alıyordum. Demek, memleketimizi bir Allah dostu şereflendirmiş." deyip, durumu öğrenmek için adamlarından birini gön­derdi. O kimse Hakîm Ata´ya gelip hâlini öğrendi.

Bu sırada ağaçlardan; "Allah dostlarına saldıranlar böyle olur!" diye bir ses gelip, at sürücüleri serbest bırakıldı. Buğra Han da hâle vâkıf olunca, Hakîm Ata´nın gönlünü almak ve Allahü teâlânın rızâsına yakın olmak için kızını ona verdi. Kızının adı Anber olup, çok güzeldi. Çeyiz olarak da birçok deve, koyun ve at verdi. Hakîm Ata kabûl etti. Buğra Han ve yardımcıları ona mürîd, talebe oldular. O da Bağırgan´a yerleşti. Çok meşhûr olup, o beldeleri yıllarca nûruyla aydınlattı. Eline geçen malı da Allah yolunda harcadı. Burada, Anber Ana´dan; Muhammed Hoca, Asgar Hoca, Hubbî Hoca adlarında evlâtları oldu. Birçok talebe yetiştirdi. Halîfeleri arasında Zengi Ata meşhûr oldu. 1186 yılında vefât eden Ha­kîm Ata Harezm´de Bağırgan´a (Akkurgan) defnedildi.

Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerden Hallâc-ı Mansûr (rahme- tullahi teâlâ aleyh) idâm edilmeden önce halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hattâ tebessüm ediyordu. Bir dostu, taş yeri- ne gül attı. O zaman Mansûr hazretleri inledi. Sebebi sorulduğunda; "Taş atanlar beni yakînen tanımayanlardır. Tabiîdir ki halden anlamazlar. Hal- den anlayanların bir gülü bile beni incitti." cevâbını verdi.

Bu arada kendisinden nasîhat istemek için gelen hizmetçisine; "Nef- si, yapması gereken bir şeyle, ibâdetle meşgul et! Yoksa o seni ya­pılma- ması gereken bir şeyle, haramlarla meşgul eder." dedi.

Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Kâbe-i muazzamayı ziyâret ederken bir zâtın, arkasında bir zenbille tavâf ettiğini gördü. Hasan-ı Basrî haz­retleri o kimseye; "Kardeşim arkandaki yükü koyup öyle tavâf etsen daha iyi olmaz mı?" buyurdu. O kimse; "Bu arkamdaki yük değil babamdır. Bu- nu Şam´dan yedi kere sırtımda getirip hac yaptırdım. Çünkü bana dî­nimi, îmânımı o öğretti. Beni İslâm ahlâkı ile yetiştirdi." cevabını verdi. Sonra; Hasan-ı Basrî hazretleri; "Kıyâmet gününe kadar böylece ar­kanda geti- rip, tavâf eylesen, bir kere kalbini kırmakla bu yaptığın hizmet boşa gider ve yine bir defâ gönlünü yapsan bu kadar hizmete mukâbil olur." buyurdu.

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretle­rinin çok güzel on erkek evlâdı vardı. Bir gün onlarla berâber sefere çık­mıştı. Yolda eşkıyâlar çevirdi. Eşkıyâların reisi, İbn-i Atâ´nın gözü önün- de çocuklarını sırayla öldürdü. Çocuklarının her birinin öldürülü­şünde, başını semâya kaldırarak, gülümsüyordu. Sıra sonuncu çocuğa geldi- ğinde, çocuk babasına dönerek: "Sen ne kadar şefkatsiz bir baba­sın. Dokuz yavrunu öldürdükleri hâlde, hiç sesini çıkarmıyorsun ve gülü­yor- sun." dedi. İbn-i Atâ oğluna dönerek: "Babasının ciğerpâresi! Bunu ya- pan zâta bir şey söylenmez ki! Aslında O, biliyor ve görüyor. Dilerse hep- sini korumaya da kâdirdir." dedi. Bunun üzerine eşkıyâ reisinde bir hâl hâsıl oldu ve İbn-i Atâ´ya: "Şâyet bu sözlerini önceden söyleseydin, ço- cuklardan hiçbirini öldürmezdik." dedi ve oğlunu serbest bıraktı. İbn-i Atâ bunun üzerine: "Takdir böyle imiş, söyleseydim bile bir şey değiş­mezdi." dedi.

İbn-i Atâ, çölde yolunu şaşıran bir talebesinin başından geçen bir hâ- diseyi şöyle anlatır: "O çölde yolunu şaşırdı. Dolaşırken kendisini bir su başında buldu. Pınarbaşında çok güzel bir kız gördü. Kızın karşısında durdu. Kız ona; "Benden uzak ol." deyince, "Sen bütün varlığınla benim ol." dedi. Kız; "Şurada, öyle güzel bir kız var ki, ben ona hizmetçi bile o- lamam." dedi. O talebe dönüp o tarafa baktı. Kimseyi göremedi. Tekrâr kıza dönünce, kız ona: "Doğruluk ne kadar güzel, yalan ne kadar kötü, bütün varlığınla bana bağlı olduğunu iddia ediyorsun. Halbuki, benim yanımda, bir başkasına bakmak istiyorsun." dedi. Talebe utancından ba­şını önüne eğdi. Başını kaldırdığında, karşısında kimseyi göremedi."

İbn-i Atâ´nın vefâtı şöyle anlatılır: Hallâc-ı Mansûr´u öldüren vezir, İbn-i Atâ´ya "Hallâc-ı Mansûr hakkında ne dersin?" diye sordu. İbn-i Atâ bu soru üzerine; "Sen kendi işlerine bak, evliyâ ile uğraşma." dedi. Vezir, Hallâc-ı Mansûr hakkında kötü sözler söylemeye başlayınca, İbn-i Atâ ona, "Sâkin ol! Doğru konuş!" dedi. Buna sinirlenen vezir, İbn-i Atâ´nın dişlerinin sökülmesini ve bunların, başına çakılması için emir verdi. İbn-i Atâ, bu eziyetin tesiriyle vefât etti.

Büyük velîlerden İbn-i Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: "Tasavvufta ilerlediğim ilk sıralarda hacca gitmek için yola çıktım. O za- man kendimi bir başka görüyordum. Bağdât´a geldiğimde, Cüneyd-i Bağ- dâdî´yi bile ziyâret etmedim. Çöl yoluna çıktığımda çok susamıştım, ya- nımda bir ip ve su kovası vardı. Bir kuyu gördüm. Bir ceylan bu kuyu­dan su içiyordu. Kuyunun başına geldim ve suyun dibe çekildiğini gör­düm. Susuzluğa dayanamayarak; "Yâ Rabbî! Bu kulunun şu ceylan ka­dar da mı değeri yoktur?" dedim. Sonra bir ses duydum. "O ceylanın ya­nında, ipi ve kovası yoktu. O bize güveniyordu." Bunun üzerine ipi ve ko­vayı at- tım ve yoluma devâm ettim. Bir süre gittikten sonra yine bir ses; "Ey İbn-i Hafîf! Biz seni nasıl sabredeceksin diye imtihan ettik. Şimdi geri dön ve suyunu iç!" dedi. Geri döndüğümde, kuyunun ağzına kadar dolu olduğu- nu gördüm ve suyumu içip abdest aldım. Medîne´ye varıncaya kadar hiç susamadım. Mekke´den geri dönüşümde Bağdât´a uğradım. Cumâ günü câmiye gittiğimde Cüneyd-i Bağdâdî´yi gördüm. Bana; "Eğer sabretsey- din, su, ayaklarının altından fışkıracak ve arkandan akacaktı." dedi.

Evliyânın büyüklerinden İbrâhim Gülşenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında bir gün şehzâdelerden biri, düşman olduğu birisinin zarar görmesini istedi. Bu niyet ile İbrâhim Gülşenî hazretlerine gelip, o zâtın zarar görmesi için yazı yazmasını istedi. İbrâhim Gülşenî de; "İşi Hak te- âlâya havâle etmek iyidir. Kin tutarak, öfkelenerek bir müslümana za­rar vermeye kalkmak, hattâ uğradığı bir zarara sevinmek câiz değildir." buyurdu.

İbrâhim Gülşenî´den bu yazıyı alamayacağını anlayan şehzâde atına bindi, başka birinden böyle bir yazı almak kasdıyla yola çıktı. Yolda at şahlanarak, iki ayağı üzerine doğruldu. Şehzâde, atın arkasına düştü ve kendinden geçip bayıldı. Görenler yetişip, bu hâliyle evine getirdiler. Şehzâde ayılıp kendine gelince; "İbrâhim Gülşenî´ye gidin, ben tövbe et­tim, pişmân oldum. Beni affetsin." diye haber gönderdi. İyi olup ayağa kalkınca, hemen İbrâhim Gülşenî´nin yanına gitti. Huzûrlarında tekrar tövbe etti ve Sâdık talebelerinden oldu.

Evliyânın büyüklerinden İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) nehrin kenarında hurmalıkların olduğu bir yerde oturup, hurma liflerinden zenbil örüp, gayri ihtiyârî elinde olmadığı halde nehre atıyordu. Bu hâl dört gün devam etti. Sonunda bu işin hikmeti nedir? Ben niçin böyle yaptım? d...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

27 Haziran 2016, 13:37:51
Pelinay
Bölüm Görevlisi
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bayan
Mesaj Sayısı: 8.696


« Yanıtla #3 : 27 Haziran 2016, 13:37:51 »

Subhanallah.ne muthis hayatlar...Rabbim hissemize duseni hakkiyla alabilmeyi nasip eyleisn insallah.
Allah razi olsun paylasm icin
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes