> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > İslam Kültürü > İslam Kültürü K-Z > Keramet
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Keramet  (Okunma Sayısı 2602 defa)
27 Ocak 2010, 15:48:25
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 27 Ocak 2010, 15:48:25 »



Keramet
Hangi peygamberin ümmetinden olursa olsun, velîlerden âdet dışı yâni fizik, kimyâ ve fizyoloji kânunları dışında meydana gelen şeyler, hâ­diseler, üstünlükler kerâmet diye isimlendirilir. Allâme Ahmed Hamevî´nin dediği gibi, Allahü teâlâ, sevdiği kullarına kerâmetler ihsân eder. Velîler, kerâmetlerini saklarlar. Kimsenin duymasını istemezler. (E. Ans. c.1, s. 18) İmâm-ı Rabbânî "Kerâmet haktır. Şirkten yâni Allahü teâlâya ortak koşmaktan, kaçıp kurtulmak, mârifete kavuşmak, kendini yok bilmek ke­râmettir." demektedir. (E. Ans. c.1, s. 18)

Abdülganî Nablüsî ise; "Kendisine kerâmet hâsıl olan velî, bu kerâ- me­tin yalnız Allahü teâlânın dileği ve kudreti ile yaratıldığını, kendi dile- ğinin ve kudretinin hiç bir tesiri olmadığını bilmektedir." demiştir. (E. Ans. c.1, s. 18)

Hindistan evliyâsından ve Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­lerinin talebelerinden iki tanesi bir yolculuktan hocalarına dönüyordu. Yolda kendi aralarında konuşurlarken; "Hocamızın yüksek huzurlarına kavuştuğumuzda, bize ikrâm olarak ne istiyelim?" dediler. Biri; "Bana bir seccâde vermesini isterim." öbürü; "Bana bir takke vermesini arzu ede­rim." diye konuştu. Huzurlarına varınca, Abdullah-ı Dehlevî herkese, ar- zu ettiği şeyi ikrâm etti.

Evliyânın büyüklerinden Abdullah bin Ebû Bekr el-Ayderûs (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında, Fakîh Îsâ bin Muhammed şöy- le anlatır: Uzak bir diyârda idim. Abdullah el-Ayderûs´u açıkça bulun­duğum yerde görmeyi temenni etmiştim. Mescide gittim. Oraya bir di­lenci ve yanında birisi gelip benden bir şey istedi. Bir şey vermedim. Oradan ayrılıp başka yere gittim. O dilenci ve yanındaki kişi benim ar­kamdan geldi. Sonra yine yanıma yaklaşarak benden bir şeyler istedi. Yine yüz vermedim. Bunun üzerine o dilenci ve yanındaki ayrılıp gitti. Bir müddet sonra ben, Abdullah el-Ayderûs´un bulunduğu yere döndüm. Şeyh Abdullah´ın yanına giderek; "Ben sizi gittiğim yerde alenen görmeyi temenni ettim. Lâkin bu isteğim hâsıl olmadı." dedim. Bunun üzerine Ebû Muhammed el-Ayderûs; "Sana alenî görünmem hâsıl oldu. Falan gün duhâ vaktinde sen falan mescidde idin. Senin yanına bir dilenci geldi. Yanında birisi de vardı. Senden bir şeyler istediler. Onlara bir şey ver­medin. Sonra kalkıp bir yere gittin. Onlar da seni tâkib etti ve yine bir şeyler istediler. Yine yüz vermedin. İşte o dilencinin yanındaki ben idim. Ben, senin yanına o kılıkla gelmiştim." dedi. Ben; "Efendim! Sizin dedik­leriniz doğrudur. Fakat o size fazla benzemiyordu." deyince, Şeyh Ab­dullah da; "Eğer ben bu hâlimle senin yanına gelse idim, sen beni tanır ve insanlara haber verirdin." buyurdu.

İsfehân´da yetişen evliyânın büyüklerinden ve meşhurlarından Ab­dullah-ı İsfehânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü teâlânın velî kulların­dan birinin cenâzesinde bulundu. Cenâze defnedildikten, kabre konul­duktan sonra, birisi telkine başlıyacaktı. Telkîn için kalkınca, Abdullah-ı İsfehânî hazretleri tebessüm etti. Talebelerinden birisi sebebini sordu. Buyurdular ki: O hoca telkîne başlayınca, kabre koyduğumuz bu mübâ­rek zât bana; "Ey Necmüddîn! Hiç hayret etmiyor musun ki, kalbi ölü o- lan bu hoca, hakîki hayâta yeni başlayan diri bir kimseye telkîn veriyor." dedi. Bunun için tebessüm ettim.

Yemen âlimlerinden birisi şöyle anlatmıştır:
Bir sene hacca gitmiştim. Yola çıktığımda da, babam ağır hasta idi ve yatıyordu. Mekke-i müker- remeye ulaştım. Hac vazîfesini edâ ettim. Fakat devamlı babamın duru- munu düşündüğüm için, gönlüm perişân bir vaziyette idi. Abdullah-ı İsfe- hânî hazretleri de orada idi. Durumumu ona anlattım. Babamın durumu- nu anlayıp bana bildirmesi için yalvardım. Başını önüne eğip bir müddet düşündü. Sonra; "Babanız o şiddetli hastalıktan kurtulmuş, sedi­rinin üze- rinde oturuyor. Elinde misvâkı var. Etrâfına kitaplarını koymuş." Buyu- rup, babamın şeklini ve şemâlini de tarif etti. Hâlbuki daha önce onu gör- müş değildi.

Abdullah el-Kassâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle anlat­mıştır: Bir zamanlar hacca gitmek üzere yola çıkmıştım. Şirâz âlimleriyle görüştüm. Bana dediler ki: "Abdullah-ı Tüsterî ile görüştüğün zaman o- nun fazîletini, üstünlüğünü kabul ettiğimizi ve selâmımızı söyle. Arefe gününde evinden çıkıp hacılarla vakfeye durduğunu işittik. Bu haber doğru ise bildirsin de bizim bu kerâmeti hususunda tereddüdümüz kal­masın."

Abdullah-ı Tüsterî hazretlerinin yanına varınca selâm verdim. Üze­rinde uzun bir elbise vardı. Kendinden geçmiş bir halde oturuyordu. Onu görünce üzerime bir heybet düştü. Konuşmağa cesaret edemedim. Ya­nında bir yere oturdum O sırada bir kadın geldi;

-Efendim benim kötürüm bir oğlum var. Şifâ bulması için duânızı al­maya geldim. dedi. Abdullah Tüsterî:

-Onu niçin Rabbine havâle etmedin? deyince, kadın:

-Siz Rabbimizin sevgili kulusunuz. dedi.

Abdullah-ı Tüsterî bana doğru baktı ve işâret etti. Hemen kalkıp elin­den tuttum. Ayağa kalkıp, ayakkabılarını giydi ve Şat Nehri kenarına gitti. Kadın da peşinden geldi. Kötürüm çocuk nehirde bir sandal içinde oturu­yordu. Çocuğa:

-Elini uzat! dedi.

Annesi: -Elini uzatamaz. deyince,

-Sen çocuğu bırak, ondan ayrıl. buyurdu.

Bu sırada çocuk elini Abdullah-ı Tüsterî hazretlerine uzattı. "Ayağa kalk!" deyince de kalktı. Sonra da sandal sâhibi onu kenara yaklaştırdı ve kötürüm çocuk artık yürümeye başladı. Abdullah-ı Tüsterî çocuğa ab- dest aldırdı ve iki rek´at namaz kılmasını söyledi. Çocuk namazı kı­lınca, annesine:

-Oğlunun elinden tut! buyurdu. Kadın da elinden tutup götürdü.

Onun bu kerâmetini görünce şaşırdım. Yanına yaklaşıp Şiraz âlim- leri­nin sözlerini söyledim. Bir müddet başını eğip durdu. Sonra:

-Ey dostum! Bu insanlar dilediğini yapan Allahü teâlâya inanırlar mı? dedi.

-Evet efendim, dedim. Sonra;

-Onlar, ondan ne istiyorlar? buyurdu.

Yemen´de yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden ve evliyâdan Ab­dullah Yâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) etrafında toplanan insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlattı. Kabir ziyâretine karşı çıkan ve evliyâ­nın kerâmetini inkâr edenlere cevaplar verdi. Bozuk îtikâd, inanış sâhibi olan İbn-i Teymiyye´ye cevaplar verdi. Evliyânın kerâmetiyle ilgili olarak kendisine soru soran talebelerine şöyle buyurdu:

"Allahü teâlânın yardımı ile derim ki, evliyâda kerâmetlerin zuhûru, meydana gelmesi, aklen câiz ve naklen vâkidir. Aklen câiz olması: Alla- hü teâlâ her şeye kâdirdir. Kerâmetler de, mûcizeler kâbilinden mümkün olan şeylerdir. Ehl-i sünnet ve cemâat âlimleri eserlerinde böyle olduğu- nu bildirmişlerdir. Bu, şarkta, garbda, Arab diyârı olsun, Acem di­yârı olsun, her tarafta böyledir.

Kerâmetlerin vukûu naklen sâbittir; bu husus, Kur´ân-ı kerîmde, hadî- s-i şerîflerde ve haberlerde bildirilmiştir. Kur´ân-ı kerîmde, Âl-i İmrân sû- resi otuz yedinci âyetinde hazret-i Meryem hakkında meâlen; "Bunun üzerine Rabbi, Meryem´i güzel bir kabûl ile kabûl buyurdu ve onu iyi bir şekilde yetiştirdi. Zekeriyyâ Peygamberi de ona kefîl (himâyesine me´- mur) kıldı. Zekeriyyâ ne zaman Meryem´in bulunduğu mihrâba girdiyse, onun ya­nında bir yiyecek buldu. "Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?" dedi. O da; "Bu, Allah tarafından gönderiliyor. Şüphe yok ki, Allah diledi- ğini he­sapsız olarak rızıklandırır" dedi." buyrulmuştur. Zekeriyyâ aleyhis- selâm, yazın hazret-i Meryem´in yanında kış meyvesi, kışın da yaz mey- vesi bu­luyordu. Yine Kur´ân-ı kerîmde, Meryem sûresi yirmi beşinci â- yetinde hazret-i Meryem hakkında meâlen; "Hurmanın da dalını kendine doğru silkele, üzerine devşirilmiş tâze hurmalar dökülsün." buyrulmuştur. Bu tâze hurma, zamânının dışında oluyordu.

Yine Mûsâ aleyhisselâmın annesine, oğlu Mûsâ´yı Nil Nehrine bir se­pet içinde bırakması ilhâm olunmuştur. Ayrıca Eshâb-ı Kehf´in (r.anhüm) kıssası, köpeğin onlarla konuşması gibi hayret verici hâdiseler ve daha başkaları, kerâmetlerin naklen delilidir. Bütün buraya kadar zikredilenler, peygamber değil velîlerdendir."

Abdullah Yâfiî hazretleri, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin hâl ve ke­râmetlerinden çok anlatırdı. Buyurdu ki: Abdülkâdir-i Geylânî´ye âit şu kıssa çok meşhûrdur. Evliyânın büyükleri bunu bildirmişlerdir: "Bir kadın, Abdülkâdir-i Geylânî´ye çocuğunu getirip; "Oğlum seni çok seviyor. Ben, Allah için bu oğlumdaki hakkımdan vazgeçtim. Onu sana verdim." dedi. Abdülkâdir-i Geylânî rahmetullahi aleyh de çocuğu kabûl etti. Ona, nef­siyle mücâdeleyi ve tasavvuf yoluna girmeyi emretti. Aradan bir müddet geçtikten sonra, annesi oğlunu görmeye geldi. Oğlunu, açlıktan ve uyku­suzluktan zayıflayıp sararmış gördü. Oğlunun sâdece arpa ekmeği yedi­ğini anladı. Bunun üzerine Abdülkâdir-i Geylânî´nin huzûruna girdi. Bu sı­rada Abdülkâdir-i Geylânî´nin sofrada tavuk yediğini gördü. Abdülkâdir-i Geylânî´ye; "Sen kendin tavuk eti yiyorsun benim çocuk arpa ekmeği yi­yor." dedi. Bunun üzerine Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, elini o kemikle­rin üzerine koydu ve; "Çürümüş kemikleri dirilten Allahü teâlânın izni ile kalk!" dedi. Tavuk, gıdaklıyarak kalktı. Sonra Abdülkâdir-i Geylânî, ka­dına; "Oğlun böyle olduğu zaman, dilediğini yesin." buyurdu. Kadın da çocuğunun böyle bir hoca elinde olgunlaşacağını düşünerek Allahü teâlâya şükür etti.

Osmanlılar zamânında Anadolu´da yetişen velîlerden Seyyid Abdür- rahîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri sohbetlerinde Mevlâ- nâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin Mesnevî´sinden de parçalar okutu- yordu. Böyle sohbet meclislerinden birinde Mesnevî okunurken, orada bulunan İran ahondlarından (mollalarından) biri Mevlânâ´yı ve Mesnevî´yi küçültü...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Keramet
« Posted on: 29 Mart 2024, 14:20:52 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Keramet rüya tabiri,Keramet mekke canlı, Keramet kabe canlı yayın, Keramet Üç boyutlu kuran oku Keramet kuran ı kerim, Keramet peygamber kıssaları,Keramet ilitam ders soruları, Kerametönlisans arapça,
Logged
27 Ocak 2010, 15:49:54
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 27 Ocak 2010, 15:49:54 »

Evliyânın büyüklerinden Seyyid Alevî bin Ali (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri bir zaman sefere çıkmıştı. Dönüşlerinde, Mekke-i müker- remeye yaklaşınca kâfilede olanlardan birisi, Seyyid Alevî´ye;

"Efendim, süratle ileri gidip, çoluk-çocuğunuza ve tanıdıklara gelmek- te olduğunuzu haber vermek istiyorum. Buna işâret olarak da tesbihinizi onlara göstermek istiyorum. Acabâ izniniz olur mu?" dedi. Seyyid Alevî, izin vermedi. Bir müddet sonra kâfile bir yerde konakladı. Seyyid Alevî istirahât ederken (uyurken), o kimse habersiz olarak Seyyid´in tesbihini aldı ve uzaklaştı. Biraz sonra yolun üzerinde çok büyük bir yılan ile kar­şılaştı. Yılan bir türlü o kimsenin geçip gitmesine izin vermiyordu. O kimse Seyyid Alevî´nin tesbihini izinsiz ve habersiz aldığı için bu yılanla karşılaştığını anladı. İşlediği hataya pişmân olarak ve üzülerek mecbû­ren geri döndü. Seyyid hazretlerinden özür diledi.

Evliyânın büyüklerinden Alevî bin Muhammed Sâhib-üd-devîle (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamanında "Râsi´ bin Derviş adındaki bir sultânın adamları, Alevî bin Muhammed´in yakınlarından bi­risinin mahsûlünden zorla alıp, sâhibine zulümde bulundular. O mazlum kişi gelip, durumu Alevî bin Muhammed´e arzetti. Alevî bin Muhammed derhâl sultâna çıkıp, öteden beri yapmakta olduğu bu zulümden vaz­geçmesini tenbih ederek, iki parmağı ile sultâna işâret etti.

Sultan Râsi´ bin Derviş; "Peki efendim!" diyerek teslimiyet gösterdi. Alevî bin Muhammed ora­dan ayrılınca, sultanın yanındakiler;

"Niye korktunuz? Onun dediğini niye tuttunuz?" diye sorduklarında, Sultan;

"Onun uzattığı iki parmağını, gözlerime saplanmak üzere olan iki mız­rak olarak gördüm. Az daha gözlerim çıkacaktı." dedi ve bir daha zu- lüm yapmadı."

Yemen´de yaşamış evliyânın büyüklerinden Seyyid Alevî bin Üstâz-ül-Azam (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri tasavvuf yoluna girdiği günlerden birinde babası ona koyunlar için yeşil otlardan toplamasını söyledi. O da bahçelere gitti lâkin bir tutam ot toplamadan geri döndü. Hiçbir şey koparmamıştı. Babası sebebini sorduğunda, o;

"Babacığım! Her şey Allahü teâlâyı tesbih ediyor, anıyor. Allahü teâ- lâyı zikreden yeşillikleri koparmak cesâretinde bulunamadım. Hayâ et- tim." dedi.

Babası, oğlunun mânevî derecelerdeki bu üstünlüğü sebebiyle;

"Benim şu oğlum, Allahü teâlânın izniyle insanların hâllerini bilir, hâl­leri ona mâlûm olur." buyurdu.

Seyyid Alevî hazretleri; Kâbe-i muazzamayı ziyâret ve hac için Mek- ke-i mükerremeye gitti. Tavâf esnâsında birisi yanına sokulup;

"Biz Sidre denilen yerdeki sınır karakolunda altı mücâhid gâziyiz ve açız. Bizden gâfil olma!" deyip kayboldu. Seyyid Alevî bunun üzerine ta­lebelerinden Ahmed bin Muhammed Bâ-Muhtâr´a altı kişilik yiyecek ha­zırlamasını emretti. Bu durumu talebesi şöyle anlatır:

"Hocam Seyyid Alevî hazretlerinin emrettiği yiyecekleri hazırladım. Sonra târif ettiği yerdeki sınır karakoluna gittim. Orada yalnız bir kişi var- dı. Yiyecekleri verdim. O kişi berâber yemek yememiz için beni de çağırdı. Ben yemek istemedim. İçimden de keşke onunla birlikte birkaç lokma alsaydım, berekete kavuşurdum diye geçirdim. O kişi yemeğe de­vâm etti. Tâ ki birkaç lokmacık kalmıştı. Bana; "Bereket için bari ye!" dedi. Sonra da:

"Altı aydır böyle bir yiyecek ağzıma koymadım." dedi. Sonra oradan ayrıldım ve hocamın yanına gelerek olan bitenleri anlattım. Bana;

"Arkadaşları yanında idi. Lâkin o onları senden gizledi. Sen onları gö­remedin. Sonra yemeği de onlardan gizledi. Onlar da yiyecekleri göre­mediler. Şimdi tekrar oraya git. Yiyecekleri götür!" buyurdu. Ben de bu emir üzerine oraya vardım. Yiyeceklerle içeri girdim. İçeride altı mücâhid gâziyi gördüm. Getirdiğim şeylerin hepsini yiyip duâ ettiler."

Irak´ta yetişen evliyânın büyüklerinden Ali bin Ebû Bekr el-İdrîsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden Abdürrahîm bin Muzaffer şöyle anlatır:

"Zâlim bir kişinin çok zulmünü gördüm. Dayanamayıp, Ali bin Ebî Bekr hazretlerine giderek, durumumu arzettim. Çok heybetli idi. Bahçede ak­şam namazını kıldı. Daha sonra talebeleri etrafına oturdular. İçlerin- den birinin elinde, ok ile yay vardı. Onu aldı, oku yaya takıp bana döndü ve;

"At!" buyurdu. Ben de; "Başüstüne" diyerek, onun dilediği şekilde üç defâ attım. Sonra kendileri alıp attılar. Ok, az ilerideki bir ağacın gövde­sine isâbet etti. O zaman;

"Şimdi cezâsını gördü." buyurdu. Ben; "Allahü ekber" deyip tekbîr ge­tirdim. Oradakiler de tekbîr getirdiler. Oradan ayrıldım. Sabahleyin öğ­rendim ki, o zâlim kişi, baygın bir şekilde yatağa düşmüş, nereden gel­diği bilinmeyen bir ok kendisine isâbet etmiş, cezâsını böylece görmüş."

Irak evliyâsından Ali bin Heytî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Bir yere gidiyordu. Yol üzerinde iki topluluk, ellerinde kılıç çarpışıyorlardı. Ortada bir ölü vardı. Her iki grup da birbirlerini, bu kimseyi öldürmekle suçluyorlardı. Bunlar kavgaya devâm ederken, Ali bin Heytî hâdise ye­rine gelip, öldürülen şahsın yanına oturdu. Elini ölünün alnına koyup;

"Ey Allahü teâlânın kulu! Seni kim öldürdü?" diye sordu. Bu söz üze­rine ölü, Allahü teâlânın izni ile dirildi ve gözlerini açıp, Ali bin Heytî´yi başucunda görünce kalkıp diz üstü oturdu. Gözlerini kavga yapanların üzerinde gezdirip;

"Beni öldüren kimse filancadır" diyerek ismini ve babasının ismini söyledi, tekrar düşüp öldü.

Suriye´de yaşayan velîlerden Ali Kazvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Gençliğinde Hama şehrindeki Seyyid Ali bin Meymun Magribî adlı büyük bir zâtın talebesi idi.

Hama şehri o zaman bağlık, bahçelik, yeşillik bir yerdi. Birkaç kimse berâberce yolda giderken, önlerine bir arslan çıktı. Yollarına devâm ede- mediler. O kâfilede bulunanlar Hama´ya geri gelip, Seyyid Ali haz­retle- rine arslandan şikâyetçi oldular ve;

"Bizim yolumuza çıkıp, geçip gitmemize mâni oluyor." dediler. Ars- lanın zararından kurtulmak için himmet ve yardımlarını ricâ ettiler. Sey- yid Ali;

"O arslan yolunuza çıkarsa, ona karşı ezân okuyunuz! İnşâallahü teâlâ ezânı işitince size bir şey yapmadan çeker gider." dedi. Onlar tek­rar yola çıktılar. Yolda arslan yine önlerine çıktı. Seyyid Ali´nin emri üzere ezân okudular. Fakat arslan, yerinden ayrılmadı. Dönüp tekrar durumu Seyyid Ali´ye bildirdiler. Yine;

"Ezân okuyun!" dedi. Bunun üzerine yola çıktılar. Arslanın yakınına gelince ezân okudular. Fakat arslan, bu defâ da yerinden hiç kıpırda­madı. Durumu tekrar Seyyid Ali hazretlerine bildirdiler. Bunu duyan Ali Kazvânî, elinde olmadan yerinden kalkıp arslanın yanına gitti. Arslanın yanına yaklaşıp karşısına geçince, o anda arslan, oradakilerin gözünden kayboldu. Yer mi yuttu, yoksa eriyip gitti mi kimse bilemedi. Bu durumu, Ali Kazvânî´nin hocası Seyyid Ali´ye bildirdiler. Kerâmetini izhâr etmek, Seyyid Ali´nin yanında kusur sayılırdı. Bu bakımdan Ali Kazvânî´ye kırı­lıp;

"Kerâmet göstermekle sen bizim yolumuzu ifşâ eyledin, açığa çıkar- dın diyerek, bir daha dergâha gelmemesini söyledi.

Ali Kazvânî, üzgün bir hâlde memleketini terkedip, batı tarafına gitti. Şeyh Seyyid Ali´nin vefâtından sonra halîfesi olan Şeyh bin Arafa, Sey- yid Ali´nin talebelerinden Şeyh Alvân´a mektup gönderdi. Mektupta;

"Cenâb-ı Hakk´ın kapısından hiç kimse kovulmaz. Hocamız Seyyid Ali´nin, Ali Kazvânî´yi kovmaktan maksadı, terbiye ve hâlini düzeltmesi i- çindi. Siz onu niçin kabûl etmiyorsunuz?" diye yazıyordu. Bunun üze­rine, Şeyh Seyyid Ali´nin halîfelerinden Şeyh Alvân Hamevî, Ali Kazvânî´yi ta- lebeliğe kabûl etti. Ali Kazvânî, Şeyh Alvân´ın terbiyesi ile mânevî hâllere ve makamlara kavuştu. Bir müddet bu şekilde devâm etti. Ondan çok kimse istifâde etti. Daha sonra Anadolu´ya geldi. Buradan hac ibâdetini yerine getirmek için Mekke-i mükerremeye gitti.

Ali Kazvânî, Mekke-i mükerremede büyük âlim Abdülvehhâb-ı Şa´râ- nî ile görüşüp sohbette bulundu. Ali Kazvânî, insanlar arasında maka- mını gizlerdi. Bir sohbet esnâsında Abdülvehhâb-ı Şa´rânî´ye şöyle dedi:

"Burası, Mekke-i mükerreme. Allahü teâlânın beldesidir. Kim burada iyi hâl ile görünürse, insanlar onun yanına koşuşur. Onu Allahü teâlâ ile berâber olmaktan alıkoyarlar. İşte bu sebepten, Mekke-i mükerremeye girdiğim zaman, dünyâyı seven birisi olarak göründüm, onlardan sadaka istedim. Onlar da, bu, dünyâyı seven birisi deyip, benden uzaklaştılar. Ben de, daha fazla Rabbime ibâdet etme imkânı buldum."

Büyük velîlerden Ali Semerkandî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretle­rinin; Bulunduğu bölgeye ?Ankara´nın Çamlıdere beldesine? ilk geldiği günlerde, köylülerin sığırlarını otlatacak çobanları yoktu. Arıyorlardı, fa­kat çobanlığa kimse yanaşmıyordu. Ali Semerkandî hazretlerinin de bü­yüklüğünü anlamış değillerdi. İnsanların bu sıkıntısını gören Ali Semer- kandî onlara; "Sığırlarınızı otlatabilirim. Bu işten dolayı sizden üc­ret talep etmiyorum." buyurdu. Köylüler bu habere çok sevindiler. Köyle­rine yeni gelen, herkese dinden îmândan bahseden bu zâta dediler ki; "Biz, sı- ğırlarımızla birlikte, buzağılarını da otlattırmak istiyoruz. Eğer buzağıla- rın, annelerini emmeden otlamalarını sağlarsan memnûn oluruz." O da kabûl etti. Ertesi gün inekleri ve buzağıları bir arada otlatmaya gö­türen Ali Semerkandî, otlak yerinde sığırlara dönerek; "Ey inekler ve bu­zağılar! Akşama kadar berâberce otlayınız. Yalnız buzağılar, annelerini emme- sin, anneler de yavrularını emzirmesin!" dedi. Bu söz üzerine, ak­şama kadar inekler buzağılarını emzirmedi. Buzağılar dahî annelerini emmek için uğraşmadı. Akşam merak içinde bekleyen köylüler, ineklerin meme- lerini süt ile dolu görünce hayretten şaşırıp kaldılar. Böylesini ne işitmiş ne görmüşlerdi. Bunun, Ali Semerkandî hazretlerinin bir kerâmeti oldu- ğun...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

27 Ocak 2010, 15:51:45
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 27 Ocak 2010, 15:51:45 »

BİR ANDA KIRK YERDE



Birbirinden habersiz, kırk kişi, ayrı ayrı,

Eve dâvet ettiler, bir gece Mevlânâ´yı.



Hiçbirini kırmayıp, eylediler icâbet,

Hepsi ile oturup, ettiler gece sohbet.



Ertesi gün onlardan; birbirini görenler,

Hemen birbirlerine, verdiler bunu haber.



Ve lâkin diğerleri, şaşırarak bir nice,

Dediler ki: "Mevlânâ, bizde idi dün gece."



Halbuki hiçbirinde, değildi o büyük zât,

Kendi hânelerinde, yalnız idi o saat.

Osmanlı âlimlerinden ve meşhûr velîlerden Şeyh Muslihuddîn Cer- râhzâde (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Ahîzâde (Molla Muhyiddîn) anlatır: "Bir gün bulunduğumuz beldeden bir yere gitmek üzere yola çıkmıştık. Hava çok sıcaktı. Son derece sıkın­tılı ve harâretli bir hâle düştük. Susuzluk son haddine varmıştı. Kâfilede ise hiç su kalmamıştı. Bize suyun bulunduğu yeri gösterecek birisi de yoktu. Susuzluktan ve harâretten ölüm derecesine geldik. Bindiğim hay­vandan indim ve hâlimi düşünerek oturdum. Bir de baktım, uzaktan bize doğru yaklaşan bir karaltı gözüktü. Bize yaklaşınca, ayağa kalkıp karşı­ladık. Yanımıza gelince, heybesini sırtından indirip, içinden birkaç karpuz çıkardı ve önümüze koydu. "Size Şeyh Muslihuddîn Cerrâhzâde´nin se­lâmı var. Yola gidebilmeniz için bu karpuzları yiyiniz. Bundan sonra azık­sız yola çıkmayınız buyuruyor." dedi. Adama nereli olduğunu ve ne için geldiğini sordum. Cevâbında; "Şu dağın ardındaki Şeyh Muslihuddîn Cerrâhzâde´nin köyündenim. Bana; "Filân medresenin müderrisi Molla Muhyiddîn yoldadır. Şiddetli susuzluğa düşmüştür. Biriniz şu karpuzları ona çabukça götürüp versin" buyurdu. O, filân yerde ikâmet etmektedir. Ben onun emrine uyup, sizin tarafınıza bunun için geldim." dedi."

Evliyânın büyüklerinden ve fıkıh âlimlerinden Ebû Abdullah el-Me- hâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak şöyle anlatılır: "E- bû Abdullah hazretlerinin bulunduğu köye bir gün düşman askerleri sal- dırdı. Köylüleri öldürmek için evlerine hücûm ettiler. Kime kılıçla vursalar, ona hiçbir şey olmuyor ve kan bile akmıyordu. Köy halkı ve Ebû Abdul- lah´ın talebeleri bu duruma çok şa­şırdı. Bu sırada talebelerinden biri ken- di kendine; "Burada harb var. Ben kaçıp memleketime gideyim, harb bitince geri dönerim." diye düşündü. Hocasından izin almadan memleke- tine gitmek için yola çıktı. Köyden bi­raz uzaklaştıktan sonra, düşman as- kerleri onu yakalayıp öldürdüler. Düşman askerleri, buna kılıç darbele- rinin nasıl işlediğini, köyde bulu­nanlara ise neden işlemediğini merak ettiler. Bunun sebebini araştır­maya başladılar. Köylülere, bunun sebebini sorduklarında, onlar; "Bu­rada şöyle büyük bir zât vardır. İsmi, Ebû Ab- dullah Câfer´dir. Onun yüzü suyu hürmetine Allahü teâlânın izni ile kılıç darbeleriniz bize tesir etmez." dediler.

Bunun üzerine düşman askerleri, Ebû Abdullah hazretlerinin evine git­tiler. Onu yakalayarak, kılıçla vurmaya başladılar. Ebû Abdullah hazret­leri darbelerle yere düştü. Düşman askerleri onu öldü zannederek, öy­lece bırakıp evi terk ettiler. Onların arkasından Ebû Abdullah´ın talebe­leri, hocalarının evine girdiklerinde, onu namaz kılarken buldular. Na­mazı bitince talebeleri ona; "Hocam! Size bu kadar kılıç darbesi vurduk­ları halde hiçbir şey olmadı ve vücûdunuzdan bir damla bile kan akmadı. Bu nasıl oldu?" diye sordular. Ebû Abdullah; "Allahü teâlâ her şeye kâ­dirdir. Ben onların bana vurduklarının farkında bile değildim." deyince, talebeleri; "Hocam! O anda ne ile meşgûl idiniz?" diye suâl ettiler. Ebû Abdullah bunun üzerine; "Ben o anda Yâsîn sûresini okuyordum. Onlar gittikten sonra namaz kılmaya başladım." dedi.

Düşman askerleri, bütün uğraşmalara rağmen bir şey yapamayacak­larını anlayınca çekilip gittiler. Ebû Abdullah, talebelerine ilim öğretmeye ve insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmaya, feyz ver­meye devâm etti.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri yüksek bir evliyâ olduğu halde kerâmet göstermekten çok sa­kınırdı. En büyük kerâmetin, Allahü teâlânın emirlerine ve Peygamber efendimizin Sünnet-i seniyyesine uygun olarak yaşamak olduğunu bildi­rirdi. Bu hususta buyurdu ki: "Hak teâlâ mûcizeleri ve diğer delilleri açık­lamayı peygamberler üzerine nasıl emretmişse, yabancıların gözü değ­mesin, kimse görmesin ve bilmesin diye aynı şekilde evliyâda zuhûr eden halleri, makamları ve kerâmetleri gizlemeyi de velîlere emretmiştir.

Halep bölgesinde yetişen velîlerden Şeyh Ebû Bekr bin Ebû Vefâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün dergâhda uyuyordu. Yanında bir zât vardı. O sırada bir seveni bir mikdar balmumu getirdi ve; "Bu, Şeyh Efen- dinindir." dedi. Şeyhin yanındaki şahıs, Şeyhe gelen mumu kimse gör- meden ateşte ısıtıp yumuşattıktan sonra beline koydu. Biraz sonra Ebû Bekr Efendi uyandı. O zâta; "Elbisenin altındaki nedir?" diye sordu. O zât korkup, elbisesini açtı ve belinde bir yılanın sarılı olduğunu gördü. Büyük bir korku ile elbisesini çıkarıp attı. Bu sırada yılan mum olarak yere düştü. Bunun üzerine Şeyh; "Eğer onu alsaydın, seni sokardı." dedi.

Kilis beldesinden bir kadının oğlu Frenk memleketinde esir düşmüş- tü. Kadın, Ebû Bekr Efendiye gelip oğlunun kurtulması için duâ istedi. Ebû Bekr Efendi; "Demek ki oğlunun kurtulmasını istiyorsun? Öyleyse bana pirinç ile bir tavuk pişir getir." dedi. Kadın, pirinç ile bir tavuğu gü- zelce pi­şirip, getirdi. Ebû Bekr Efendi; "Kızıl Hamûr!" diye seslendi. Ya- nına kızıl bir köpek geldi. Tavuğu onun önüne atıp; "Ye!" dedi. Köpek ta- vuğu yedi. Kadın bunu görünce, özen göstererek hazırladığı yemeğin köpeğe ve­rilmesine üzüldü. Köpek tavuğu bitirince, Ebû Bekr Efendi, asâsiyle işâ­ret ederek; "Haydi şimdi git!" dedi. Köpek dağlara doğru hızla gitti. Ara­dan bir süre geçince Ebû Bekr Efendi kadına; "Evine dön!" bu- yurdu. Ka­dın evine gidince oğlunun kapı önünde durduğunu gördü. Nasıl kurtul­duğunu sordu. O da şöyle anlattı: "Frenk memleketinde esirdim. Onlar beni domuz çobanı yaptılar. Domuzların başında çobanlık yapar- ken, kırmızı bir köpek gelip bana hücûm etti. Korkup kaçmaya başladım. Düşe kalka kaçıyordum. Nihâyet düşüp bayıldım. Ayıldığımda kendimi Kilis yakınlarında buldum." Akrabâları ve annesi çok sevinçli idi. Annesi bâzı hediyeler alıp, Şeyhin yanına gelmek için yola çıktı. Yolda talebeleri onu geri çevirerek, Şeyhin yanına girmesine izin vermediler. Çünkü Ebû Bekr Efendi bu sırrın yayılmasını istemiyordu.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Ya´fûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Bir gün, bir mecliste bulundu. O mecliste velî ve birçok sâlih var idi. Bu meclisin toplanmasından maksad, kalblerde itminân hâsıl e- den delîllerin açıklanması idi. Herkes bir delîl ileri sürdü. Sonra Ebû Bekr Ya´fûrî´ye döndüler. O da; "Delîl göstermek lâzım mıdır?" deyince, onlar evet dediler. Ev sâhibi, küçük çocuklarını gürültü yapmasınlar diye başka odaya koymuştu. Ebû Bekr Ya´fûrî, eliyle çocukların bulunduğu odayı i- şâret etti. Kapı ortadan yarılarak açıldı. Orada bulunan çocuklar, tövbe ve istigfâr ediyorlardı. Meclis, titredi ve dalgalandı. Sonra tekrar eliyle işâret etti. Duvar yarıldı ve tavan açıldı. Orada bulunanlar yıldızları gör- düler. Bu durum onları korkuttu. Ebû Bekr Ya´fûrî; "Ey sâlihler bunu eski hâline getirin!" buyurdu. Onlar: "Allahü ekber! Buna gücümüz yet­mez." dediklerinde; o, iki elini birbirine vurdu. Her şey eski hâline döndü.

Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; kerâmet peşinde koşanlardan değil, istikâmeti esas a- lanlardandı. Bir gün talebeleriyle birlikte hava almak için bir bahçeye gitmişlerdi. Sohbet tatlanıp talebelerin duygulandıkları sırada bir ceylan koşarak geldi ve başını Ebû Hafs hazretlerinin dizine koydu. Ebû Hafs hazretleri ceylanı yanından uzaklaştırdı. Yanındakiler; "Efendim niçin ceylanı kovdunuz?" deyince, onlara; "Sohbetimiz güzelleştikçe, keşke bir koyun olsa da kesip size ikram etsem de dağılmasanız, sohbetimiz de­vâm etse diye gönlümden geçirdim. Bir de baktım, ceylan dizime yas­lanmış. Hemen hatırıma Nil Nehrini ters akıtması için Allahü teâlâya duâ eden ve duâsı kabûl edilen Firavn geldi. Firavn´a benzemekten korkarak ceylanı kovdum." dedi.

Büyük velî ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Midyen Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinin ve sevenlerinin yaptıkları işleri ve hattâ düşündüklerini Allahü teâlânın bildirmesiyle bilirdi.

Derslerine devâm eden talebelerinden birisi, bir gece hanımına çok hiddetlendi. Onu boşamaya kat´î olarak karar verdi. Sabahleyin, ders için hocasının meclisine geldiği zaman, Ebû Midyen hazretleri bu talebeye hitâben; "Zevceni nikâhında tut! (Onu boşama) Allah´tan kork!" meâlin­deki Ahzâb sûresi otuz yedinci âyet-i kerîmeyi okudu. Talebe; "Vallahi ben bu durumu hiç kimseye anlatmadım." dedi. Ebû Midyen hazretleri buyurdu ki: "Mescide girdiğim zaman, sırtında bulunan hırkanın üzerinde bu âyet-i kerîmenin yazılı olduğunu gördüm. Aranızdaki meseleyi ve se­nin niyetini böylece anlamış oldum."

Bir gün deniz kenarında abdest alıyordu. Yüzüğü denize düştü. "Yâ Rabbî! Yüzüğümü bir sebeb ile göndermeni istiyorum." dedi. O anda de­nizden bir balık çıktı. Ağzında Ebû Midyen hazretlerinin yüzüğü vardı. Yüzüğünü balığın ağzından alıp, Allahü teâlâya şükretti.

Ebû Midyen Mağribî hazretleri bir gün deniz sâhilinde yürüyordu. Bu­lunduğu şehri istilâ eden düşmanlar, onu esir alıp sâhildeki gemiye koy­dular. Gemide pekçok müslüman esir vardı. Yakalayan kimseler, gemiyi hemen hareket ettirmek istediler. Fakat bütün uğraşmalarına rağmen buna muvaffak olamadılar. Müslüman esirler; "Son olarak getirdiğiniz o şahıs, Allahü teâlânın sevgili bir kuludur. O, gemide olduğu müddetçe bu gemiyi hare...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

27 Ocak 2010, 15:53:34
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #3 : 27 Ocak 2010, 15:53:34 »

Sûfî Abdüllatîf isminde bir zât şöyle anlatır: Kayyûm-i Zaman hazret­leri Kâbil´i teşrif etmişti. Huştî Köprüsünün yanında, Mirzâ Muhammed Â- dil ismindeki bir zâtın evinde kalıyordu. Ayaklarında nikris denilen ra­hatsızlık vardı. Bu sebeble doktorlar soğuk su içmesini yasaklamışlardı. Bu yüzden yanında bulunanlar kendisine buzlu su getirmezlerdi. Kayyû- m-i Zaman bir gün bu fakîre; "Bâzı pınarlar vardır ki, suyu kardan daha soğuk olur. Bu yakınlarda böyle bir pınar biliyor musun?" buyurdu. "Buralarda öyle bir pınar yoktur efendim." deyince; "Görmeden cevap vermeyin, kalkın, arayın." buyurdu. Bu yakınlarda böyle bir pınarın bu­lunmadığı bilindiği hâlde emirlerine uyarak talebelerinden bir kısmı ile çıktık. Kapıdan çıkar çıkmaz bir pınar göründü. Duvarın dibinde su kay­nıyordu. Oraya yaklaşınca, bir su gördüm ki, hakkında; "Sütten daha be­yaz, baldan daha tatlı ve kardan daha soğuk." sözü söylenebilirdi. Bu du­ruma oradan gelip geçenler de şaşırdı. Önce o sudan ben içtim. Sonra kabı doldurup huzûruna getirdim. Buralarda böyle bir suyun bulunmadı­ğını, bu hâlin, kendilerinin tasarruf ve himmetleriyle olduğunu arz ettim. Sevindi ve Allahü teâlâya şükreyledi. O pınara, "Nûr pınarı." ismini verdi. O pınar, o güzel hâliyle epey müddet aktı."

Muhammed Sibgatullah hazretlerinin kıymetli oğlu Meyan Şeyh Eh- lullah, sıtma hastalığına yakalanmıştı. Bir sene geçtiği hâlde, iyileş­medi. Doktorlar âciz kaldıklarını söylediler. Bu hastalık devâm ederken, birgün Kayyûm-i Zaman talebelerine buyurdu ki: "Oğlum Şeyh Ehlullah´ın has- talığı çok uzadı. Çok zayıf düştü. Üstelik gittikçe ağırlaşı­yor. Hastalığı kendime çekmem ve bundan sonraki ağrılarını benim yüklenmem îcâb ediyor." Bunu söyler söylemez oğlu tam sıhhate ka­vuştu. Kendisi ise iki sene kadar hasta yattı. Sonra iyileşti.

Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah hazretlerinin daha yaşı çok gençken, babası İmâm-ı Ma´sûm hacca gidiyordu. Yanlarında talebele­rinden bir kısmı ile Muhammed Sibgatullah da vardı. Muhammed Sibga- tullah´ın yaşı çok genç olduğu için, kâfilede bulunanların ekmek ve su ihtiyaçlarını temin etmek vazifesi ona verilmişti. Bir gün diğer hizmet­çile- rin başı, Muhammed Sibgatullah´a gelerek; "Etrafta çalı, çırpı, odun gö- rünmüyor. Hamur hazır, fakat ateş olmadığı için pişirip ekmek yapa­mıyoruz. Hamur olduğu gibi duruyor. Arkadaşların ise yemek zamânı yaklaşıyor. Bu duruma bir çâre bulunuz." diye arz etti. Bu söz üzerine Muhammed Sibgatullah; "Hamuru buraya getirin." buyurdu. Hamuru ge­tirdiler. Hamuru eline aldı. "Kimse gelmesin. Ben şu tümseğin arkasında pişirip getireyim." dedi ve gitti. Hemen başını açtı. Bir parça hamur alıp başına koydu. Çabucak pişiverdi. Böylece bütün hamuru ekmek yap­maya başladı. Arkadaşlarından biri, gideyim bakayım, ekmeği neyle pişi­riyor deyip, yanına geldi. Vaziyeti gördü. O da başını kapadı ve hâlini örtmek istedi. Az bir hamur kalmıştı. Ekmeklerle ve az hamurla babası­nın yanına gelip; "Odun kâfi gelmedi, hepsini pişiremedim efendim!" de­yince, kerâmetler hazînesi yüksek babası tebessüm ederek; "Şu arkadaş gelmeseydi, odun yetişecekti değil mi?" buyurdu.

Kıbrıs velîlerinden Kıbrıslı İbrâhim Sıdkı Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin huzûruna gelen gayr-i müslimler için ayağa kalk­mazdı. Kıbrıs´a gelen bir İngiliz vâli bu durumu işitince; "Ben gideyim, benim için ayağa kalkmasın da görelim." dedi. Medreseye gidip; "Bakın bakalım İbrâhim Efendi odasında mı?" diye söyleyince, talebeleri; "İçer- de oturuyor." dediler. Vâli birden odaya girdi. Ayakkabıları eşikte ol­duğu halde İbrâhim Efendi odasında yoktu. Odaya girip oturduktan sonra İbrâhim Efendi odaya girdi. Vâli onun için ayağa kalkmak mecburiyetinde kaldı.

Anadolu´da yetişen evliyâdan Lütfullah Efendi (rahmetullahi teâlâ a- leyh) ile ilgili olarak Mansûr Halîfe adında birisinden naklolunur ki: Lütful- lah Efendinin bir dergâhı vardı. Kimseyi içeri almazdı. Sâdece bana izin vermişti. Ben orada Minhâc-ül-Âbidîn okurdum. Bir gün dersimiz vi­lâyet, velîlik ve kerâmet konusuna geldi. Ben bunun aslı yoktur, diye in­kâr ettim. Lütfullah Efendi; "İnkâr etmeyin." buyurdu. Fakat ben inkârda ısrar ettim. Lütfullah Efendi gazâba gelip mübârek ayaklarını yere vurdu. Mübârek başı dergâhın tavanına kadar yükseldi. Sonra yerine oturup; "İnandın mı oğlum!" buyurdu. Ben şaşkın ve mahcûb bir halde kalkıp oradan ayrıldım.

Bir gün bir dânişmend, kâdı yardımcısı gelerek Lütfullah Efendi haz­retlerine intisab edip talebe oldu. Zâhiren onun üstünlüğünü kabûl ettiği halde, içinden kerâmet sâhibi olduğunu kabullenmedi. Bir gece yarısın­dan sonra Lütfullah Efendi dânişmendin odasının kapısını vurdu ve; "Kalk abdest al, mescide gidelim." buyurdu. Dânişmend kalkıp abdest aldı ve Lütfullah Efendiyi tâkib ederek mescide vardı. Lütfullah Efendi bir köşede namaza durdu. Dânişmend de bir kenarda namaz kılmaya baş­ladı. Bir müddet sonra Lütfullah Efendi oturup sessizce Allahü teâlânın büyüklüğünü ve O´nun nîmetlerinin sonsuzluğunu düşünmeye, murâ­kabe etmeye başladı. Başını önüne eğdiği sırada, dânişmend onun ya­nına yaklaştı. Bakınca, Lütfullah Efendinin kaftanının kalıp gibi durdu­ğunu fakat içinde Lütfullah Efendinin olmadığını gördü. Bu hal üzerine dânişmend heyecan ve korkuyla halsiz yere düştü. Biraz sonra Lütfullah Efendi gelip danişmende; "Kalk!" dedi. Dânişmend kalkınca, Lütfullah Efendi; "Batı ile doğu arasını gezdim, uyanık bir kimse bulamadım. An­cak Edirne´de bir Hak âşığını kitaba bakarken, Keşiş Dağındaki bir râhibi de puta taparken gördüm. Bir müddet sonra o Hak âşığı kimse dervişler­den olur, o râhib de müslüman olup, Allahü teâlânın sevdiği bir kul olur." buyurdu. Lütfullah Efendinin bu sözleri karşısında tamâmen şaşkınlaşan dânişmend, onun kerâmet sâhibi büyük bir velî olduğunu kabûl etti.

Büyük velîlerden Ma´rûf-ı Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Halîl Sayyâd şöyle anlatır: Oğlum Muhammed kaybol­muştu. Annesi ve ben şaşkına dönmüştük. Ma´rûf-ı Kerhî´ye geldim ve; "Ey Ebâ Mahfûz, oğlum kayboldu, annesinin aklı başından gitti." dedim. "Ne istiyorsun buyurdu?" "Allah´a duâ edin de, çocuğumuzu bize iâde et­sin" dedim. "Yâ Rabbî, gök senin, yer senin, arasındakiler de senin. Mu- hammed´i gönder" dedi. Şam kapısına geldim. Oğlumu orada gör­düm. "Oğlum Muhammed, geldin mi?" dedim. "Şimdi Enbâr şehrinde idim, bir- den kendimi burada buldum." dedi.

Zebid şehrinde yetişen evliyânın büyüklerinden Merzûk Sârifî (rah- metullahi teâlâ aleyh) yaşadığı dönemde Zamânın kâdısı Zebid?de bir câmi yaptırmıştı. Câmi inşâatı tamamlanmış, mihrâbın yerleştirilme­sine sıra gelmişti. Kalabalık bir cemâat toplanmıştı. Merzûk Sârifî de cemâat arasındaydı. Zâten evi de, yeni yapılan mescidin hemen yakı­nındaydı. Mihrâbın tam düzgün yerleştirilmediğini görünce, kâdıya mürâ­caat ede- rek durumu bildirdi. Kıble istikâmetinin tam o şeklide olmadığını, biraz daha dönülmesi îcâb ettiğini söyledi. Kâdı ise bunu kabûl etmedi ve mu- hâlefet etti. Merzûk Sârifî kâdıya; ?Kıble böyledir. İnanmıyorsan bak. İşte Kâbe-i muazzama!? buyurdu. Kâdı, Merzûk Sârifî?nin bildirdiği şe­kilde durarak bakınca, Allahü teâlânın izniyle Merzûk Sârifî?nin bereke­tiyle, tam karşısında Kâbe-i muazzamayı gördü. Orada bulunan cemâa­tin hepsi de gördüler. Mihrâbı da, Merzûk Sârifî?nin bildirdiği şekilde yer­leş- tirdiler.

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) Bağdat´tayken Hâcı Mahmûd Efendi isminde, servet sâ- hibi, kendisine bağlı bir talebesi vardı. Bu zât, Mevlâna Hâlid´in şerefli hânekâhlarına ve diğer yerlere kendi eliyle yüz bin kuruş harcayıp borç- lanmıştı. Bir gün Mevlânâ Hâlid´in huzurlarına gidip; "Efendim, borcumun çokluğundan dışarı çıkmaya yüzüm kalmadı." deyince, Mevlânâ Hâlid hazretleri buyurdular ki: "Bir ay sabret." O, bunun üzerine; "Aman efen­dim, sabra tâkatim kalmadı." diyerek iki defâ tekrarladı. Bu tekrar çok yakınlığından ve samîmiyetindendi. Mevlânâ Hâlid de; "Mâdemki öyle, kaldır şu hasırı istediğin kadar al." buyurdu. Mahmûd Efendi de hasırı kaldırdı ve altında bir altın gördü. Altını aldı, başka bir altın gördü ve böylece her aldığı altının yerinde yeni bir altın gördü. Yüz bin kuruş ta­mamlanıncaya kadar bu işe devâm etti. Mahmûd Efendi bu kerâmeti gö­rünce, Mevlânâ Hâlid´in ellerini öptü.

NÛR VE ZİYÂ


Muhammed Bâbâ Semmâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh)



Allah adamlarından, çok büyük bir velîdir,

Derecesi yüksek ve kerâmet sâhibidir.



Ali Râmîtenî?nin, mübârek sohbetinde,

Yetişerek kemâle, geldi nihâyetinde.

Buhârâ?nın Semmâs nâm, köyünde doğan bu zât,

Çok insan yetiştirip, orada etti vefât.



Resûl?ün kalbindeki, ilim, feyiz ve nûrlar,

Kalbden kalbe akarak, ona vâsıl oldular.



Hocasından aldığı, nûrları o da yine,

Seyyid Emîr Külâl?in, verdi temiz kalbine.



Ayrıca Behâeddîn Buhârî?ye de bu zât,

Çok teveccüh ederek, ilgilenmişti bizzat.



Kasr-i Hinduvân diye, bir köy vardı ki meşhur,

Behâeddîn Buhârî, bu beldede doğmuştur.



Lâkin henüz doğmadan ve işitilmeden adı,

Onun geleceğini, müjdeledi üstâdı.



Şöyle ki, her geçişte, o, Kasr-i Hinduvândan,

Derdi: ?Bana bir koku, geliyor ki buradan,



Zuhur eder bu yerde, çok büyük bir evliyâ,

İnsanların kalbine, saçar o, nûr ve ziyâ.?



Gelince yine bir gün, bu bereketli yere,

Buyurdu ki: ?O koku, fazlalaşmış bu kere.



Öyle zannederim ki, o gelmiştir dünyâya,

Büyüyüp yetişince, bu dîni eder ihyâ.?



Bunu ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

27 Ocak 2010, 15:56:54
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #4 : 27 Ocak 2010, 15:56:54 »

Bir hıristiyan, Saltuk Türkî hazretlerine gelip; "Efendim! Fransızlar, kardeşimi, elinde bulunan ticâret malı ile berâber esir aldılar, hâlbuki onlar da hıristiyandır." dedi. O zaman Saltuk Türkî, hıristiyana; "Eğer kardeşinin esirlikten kurtulmasını temin edersem müslüman olur mu­sun?" dedi. Hıristiyan; "Evet olurum." diye cevap verdi. Bunun üzerine SaltukTürkî, bir müddet olduğu yere çöktü. "Kardeşin kurtuldu. Yakında gelecek!" buyurdu. Birkaç gün sonra esir, yanında malları ile geldi ve şöyle anlattı; "Biz falanca gün otururken, alaca bir doğan gelip; "Ben Saltuk Türkî´yim." dedi ve beni esir alan şahsın başını kesti. Onlar bunu görünce, beni ve yanımdakileri serbest bıraktılar. Bu hâdise, üzerine iki hıris- tiyan kardeş, çoluk-çocukları ve daha pekçok kimse ile berâber müslü- man oldular.

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on dör- dün­cüsü olan Seyyid Emîr külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamâ­nında nakledilir ki, Emîr Külâl bir imâret yaptırmakta idi. Bu binânın in­şâsı için pekçok kimse toplanmış çalışıyordu. Bir gün Emîr Külâl, â- niden evine gitti. O gidince, orada çalışanlar dediler ki: "Emîr Külâl gerçekten velî ise, bizim her birimize birer sıcak ekmek verir. Bir müddet sonra Emîr Külâl geldi. Yanında hiçbir şey yoktu. Yerine oturunca, binâ- nın in­şâsında çalışanlardan bâzıları bir birine; "Eğer velî olsaydı, bizim arzu ettiğimiz şeyi getirirdi." diyerek, aralarında konuşmaya başladılar. Daha sonra onlar böyle konuşurlarken, Emîr Külâl hemen ayağa kalkıp; "Ey tahammülsüzler, işte istediğiniz!" diyerek, elini koltuğunun altına so- kup, herbirine sıcak bir ekmek çıkarıp verdi. Onlar da söyledikleri sözler- den dolayı pişman olup, tövbe ettiler. Bundan sonra, Emîr Külâl hazretle- ri onlara buyurdu ki: "Ey dostlarım, biz arzu ederiz ki, siz bizden âhireti, âhirette kurtulmayı taleb ediniz. Nefsinizin istekelrini terkediniz ki, âhi- rette utanıp, mahcûb olmayasanız. Eğer şükrederseniz, Alahü teâlâ size her istediğinizi ihsân eder. Bu dünyâda ne yaparsak âhirette onun kar- şılığını bulacağız. Ey dostlar, dikkat ediniz ve uyanık olunuz! Bir kimse hevâ ve hevesinden vazgeçmedikçe, tuzağına av düşmeyen ve eli boş kalan avcı gibidir. Eğer insan, Allahü teâlâyı unutur, gaflete dalarsa, be- lâya ve musîbete düşer. Ne yazık ki, ömür bitmek üzere olduğu hâlde, insan dünyâlıklara dalmış, nefsinin esîri olmuş ve âhiret yolculuğunu u- nutmuş, ihmâl etmiştir.

Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretleri´nin talebelerinden bir kısmı, E- mîr Külâl hazretlerine, evliyânın kerâmetinden sordular. Buyurdular ki: "Evliyânın kerâmeti haktır. Aklen ve naklen câizdir. Bu hususta evliyâdan çok nakiller vardır. Mâlûm ve meşhûr olup, hiç şüphe yoktur. Kalbi îmân nûruyla aydınlanmış olan herkes, evliyânın kerâmetine inanır ve bu hu­susta hiç şüphe etmez. Buna misâl çoktur. Süleymân aleyhisselâmın ve­zîri Âsaf´ın, Saba melîkesi Belkîs´in tahtını bir ânda Sana´dan Kudüs´e getirmesi gibi. Bir başka misâl, hazret-i Ömer, bir defâsında Medîne-i münevverede mescidde, Peygamber efendimizin mimberi üzerinde hut- be okuyordu. Bu sırada çok uzaklarda düşmanla cihâda çıkmış olan İs- lâm ordusunun tehlikeli bir durumda olduğunu görüp, ordu kumanda­nına; "Yâ Sâriye, dağa dağa!" buyurdu. Uzakta olan kumandan Sâriye ve ordunun erleri, bu sesi duyup dağa çekildi. Düşmanın tehlikeli hücu­mundan korundu. Bu, apaçık bir kerâmettir. Eğer bir kimse, bu kerâmet, mûcizeden aşağı değil derse, bu yanlıştır. Çünkü, hiç bir velî, Peygam­ber derecesinde olamaz. Evliyâ-i kirâm buyurmuşlardır ki: "Evliyâdan meydana gelen kerâmet, Peygamber efendimizin mûcizesinden dolayı­dır ve peygamberin peygamberliğini tasdîk eder. Ona tâbi olmayı göste­rir. Eğer peygamberler doğru sözlü olmasaydı, evliyânın kerâmeti de hâ­sıl olmazdı. Çünkü evliyâ, Nebî´ye tâbi olmuştur."

Osmanlı âlim ve velîlerinden Sivâsî Abdülmecîd Efendi (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Şeyh Lütfi Efendi Hediyyetü´l-İhvân adlı eserinde bildiriyor ki: Lemezât kitâbı sâhibi Şeyh Hulvî Mah- mûd Efendi şöyle nakletti: "Kocamustafapaşa Dergahında irşâdla vazîfeli olan hocam Necmeddîn Hasan Efendi ikinci defâ hacca gittiklerinde vedâ edecekleri zaman bana; "Hulvî Çelebi! Olgun ve ol­gunlaştırabilen kardeşlerimizden kime kalbin meylederse ondan tasavvuf yolculuğunu tamamla!" deyince, kalbimde Sivâsî Abdülmecîd Efendiye karşı bir meyl ve muhabbet peydâ oldu. Bilâhare Şeyhî Abdülmecîd Sivâsî´nin huzû- runa varıp hâlimi arz ettim. Bana Halvetiyye yolunun usûlüne göre zikir telkîn etti ve hocana teveccüh et buyurdu. Onun bil­dirdiği şekilde zikirle meşgûl oldum. 1610 senesi Rebîulevvel ayının on beşinci günü tekrar huzûruna vardığımda zikir telkîninde bulunduktan sonra bana; "Bundan sonra bize teveccüh et!" dedi. Ben, kendi kendime, her defâsında hoca- na teveccüh et diyordu bunda ise "Bize teveccüh et." dedi. Bunun bir hikmeti vardır; diye düşündüm. Aradan bir müddet ge­çince, hocam Nec- meddîn Hasan Efendiyle hacca gidenler döndü. Fakat hocamı onlar arasında göremedim. Sorduğumda, Necmeddîn Hasan Efendinin, Abdül- mecîd Sivâsî hazretlerinin; "Bize teveccüh edin." buyur­duğu zaman Yemen´de vefât ettiğini öğrendim. Abdülmecîd Sivâsî haz­retlerinin huzû- runa girip; "Sultanım bu ne büyük kerâmettir." dediğimde; "Hulvî Efendi! Görünen kerâmete îtibâr edilmez. Asıl kerâmet mânevî ke­râmet olup İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymaktır." buyurdu.

Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında Anadolu´da yetişen âlim ve ve- lîle rin büyüklerinden Somuncu Baba (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret- lerinin

DUÂ ÇINARI



Niğbolu?dan dönünce, Yıldırım Bâyezîd Han,

Bir câmi yaptırmayı, düşünmüştü bir zaman.



Bursa Ulu Câmiyi, inşâya etti niyet,

Câminin yapılması, sona erdi nihâyet.



Bir Cuma günü idi, ilân edildi o gün,

"Câmi, merâsim ile, açılacaktır bu gün"



O gün, başta pâdişâh, dâmâdı Emir Sultan

Molla Fenârî ile, kim varsa ulemâdan,



Hazır oldu her biri, hem de hâfız olanlar,

Doldurmuştu câmiyi, Bursalı müslümanlar.



Hutbe okumak için, pâdişâh hazretleri,

O gün Emir Sultan?a, verdiğinde bu emri,



Dâmâdı Emir Sultan, emre peki diyerek,

Ve Somuncu Baba?yı, eliyle göstererek,

Arz etti ki: ?Sultanım, baş üstüne ve fakat,

Hutbeyi okumağa, lâyıktır ancak şu zât.?



O dahî mecbûr kaldı, emre peki demeğe,

Kalkıp mimbere doğru, başladı yürümeğe.



Geçerken de, Emîr?e, dedi ?Ey Emîrimiz,

Niçin böyle yapıp da, beni ele verdiniz??



O da ona cevâben, arz etti ki: ?Bu yerde,

Yok idi bir başkası, sizden daha ilerde.?



Cemâat olanları, görüyor, duyuyordu,

Bu sebepten durumu, çok merak ediyordu,



Zîrâ Somuncu Baba, onların nazarında,

Ekmek satan biriydi, Bursa sokaklarında.



Bunun için bu işi, etmişlerdi çok merak,

Ki Cumâ hutbesini, o nasıl okuyacak??



Çıktı Somuncu Baba, biraz sonra mimbere,

Öyle bir hutbe irâd, etti ki müminlere,



Asla duymamışlardı, böyle bir hutbe onlar

Onun büyüklüğünü, o zaman anladılar.



Hutbede Fatiha?nın, yirmi ana ilimde,

Yedi türlü tefsîri, yapılmıştı o günde.



Molla Fenârî dahî, demişti ki ertesi:

?Onun büyüklüğüne, şâhittir bu hutbesi.



Yedi türlü tefsirden, birincisini, yalnız

İyice anladılar, cemâatten her şahıs.



İkinci tefsîrini, bir kısmı anladılar,

Üçüncüsünü ise, çok azdı anlıyanlar.



Dördüncü ve sonraki, tefsîrlere gelince,

Onlardaki mânâlar, çok yüksek ve pek ince,



Olduğundan onları, anlamadı kimseler,

İlim ve mârifette, deryâ imiş o meğer.?

Namaz sona erince, câmideki cemâat,

Mübârek ellerini, öpmek istedi, fakat,



Câminin üç kapısı, var idi dışarıya,

Acep hangi kapıdan, çıkardı bu evliyâ?



Lâkin üç kapıdan da, çıkan seviniyordu,

Hepsi de, ?Öpmek ile, şereflendim? diyordu.



Sonra Molla Fenârî hânesine giderek,

Talebesi olmağı, arzu eylemişti pek.



Lâkin o, ?Bu şehirde, sırrım faş oldu? diye,

İstedi ki Bursa?dan, gitsin başka bir il?e.



Bir sabah, bu niyetle, çıkmıştı ki Bursa?dan,

Duyup Molla Fenârî, yetişti arkasından.



?Bir çınarın dibinde, geri döndürmek için,

Çok yalvardı ise de, mümkün olmadı lâkin.



Bursa?ya doğru dönüp, mübârek zât o ara,

Duâ etti Bursa?ya, hem de Bursalılara.



Duâyı, o çınarın, dibinde etti diye,

Bu gün Duâ Çınarı, deniyor o bölgeye.



Meşhur velîlerden Süfyân bin Abdullah Yemenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir talebesinin, yabancı bir kadına yaklaşmak istediğinde gözü­küp, bir tokat vurdu. Talebenin gözleri görmez oldu. Gelip ağlayarak yal­vardı. Tövbe eder misin deyince, evet ederim dedi. Bunun üzerine gözle­rin açılır ama sonunda kör olarak ölürsün dedi. Bu talebesi ölü­münden birkaç gün önce kör oldu ve o hal üzere vefât etti.

Büyük velîlerden Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri devrinde, o zamânın en büyük âlimlerinden İmâm-ı A´zam hazretleri, Süfyân-ı Sevrî hazretleri, Mis´âr bin Kedâm ve Şüreyk, halîfe tarafından kâdı tâyin edilmek isteniyordu. Lâkin bunlar bu mesûliyetli işten çekini­yorlardı. Halîfe Mensûr bunları yanına çağı...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes