> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > İslam Kültürü > İslam Kültürü A-İ > Hidayet
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Hidayet  (Okunma Sayısı 1459 defa)
27 Mart 2010, 14:50:07
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« : 27 Mart 2010, 14:50:07 »



Hidayet
Evlîyanın büyüklerinden Abdullah bin Abdülazîz el-Yuneynî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Kâdı Yâkûb şöyle anlatır: Birgün Şam´da bir mescidin kenarındaydım. Orada bir köprü vardı. Hava çok sıcaktı. Abdullah el-Yuneynî, abdest almak için dereye indi. O sırada bir nasrânî, şarap yüklü katırı ile köprüden geçiyordu. Katır bir ara ürktü ve yük yere yıkıldı. Çevrede başka kimse yoktu. Abdullah el-Yuneynî, yukarı çıkıp bana; "Yükü yüklemeye yardım et!" dedi.

Nasrânîye yardım ettim ve yükü katıra yükledik. Nasrânî, oradan uzaklaşıp gitti. Kendi kendime; "Bu zât böyle yapmamı niye istedi?" diye düşündüm. Sonra nasrânîyi tâkib ettim. Nasrânî, katırıyla şarap satan bir dükkânın önüne geldi. Katırdaki yükü indirip açtı. Hepsi sirke olmuştu. Şarap satıcısı; "Yazıklar olsun sana! Senden şarap getirmeni istedim. Bunlar sirke!" dedi.

Nasrânî hayretten dona kalmıştı. Şaşkınlığından ağlamağa başladı ve; "Bunlar şaraptı. Fakat neden sirke oldu sebebini anladım!" diyerek hemen katırını bir yere bağladı. Doğru Abdullah bin Abdülazîz hazretlerinin dergâhına koştu. Huzûruna girer girmez: "Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühü." diyerek müslüman oldu ve artık huzûrundan ayrılmayıp talebeleri arasına girdi.

Mısır Evlîyasından Abdülkâdir Deştûtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Bir kimsenin hidâyete kavuşması başka insanların elinde değildir. Bize düşen, doğruyu anlatmaktır. Allahü teâlâ o kimsenin hidâyete kavuşmasını murâd etmiş ve bunda da bizi vesîle kılmış ise, çok büyük nîmettir. Her kim; saâdet, Allahü teâlâdan başka bir kimsenin elindedir dese, yalan söylemiş olur" buyururdu. Bununla berâber, evliyâlık yolunda ilerlemiş olan büyükler, açık olan kalb gözleri ve firâset nûrları ile, bâzı kimselere hidayet nasîb olacağını anlayıp, onlarla ilgilenir, alâkadâr olurlar. Dışarıdan gören ve bu inceliği anlıyamıyanlar da, bu hâle hayret ederler.

Evliyânın büyüklerinden, Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Muhammed Ezher şöyle anlatır: Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin meclisi müslüman olmak için gelenlerden boşalmazdı. Müslüman olan bir râhip şöyle anlattı: Ben Yemenliyim. İçimden müslüman olmak geldi. Bunun için Yemen´deki İslâm âlimlerinden birine mürâcaat etmek istedim. Böyle düşünürken, uyuya kaldım. Rüyâmda Îsâ aleyhisselâmı gördüm. Bana; "Irak´a git, orada Abdülkâdir isminde biri var, onun huzûrunda müslüman ol. Çünkü o zamânındaki âlimlerin en büyüğüdür." buyurdu.

Yine on üç kişilik bir hıristiyan cemâati müslüman olmayı kararlaştırdılar. Kimin yanında müslüman olacaklarını düşünürlerken sâhibini görmedikleri bir ses; "Bağdad´a gidin. Abdülkâdir Geylânî ismindeki zâtın huzûrunda müslüman olun. Onun bereketiyle kalbinizde öyle bir îmân nûru parlar ki, başkasının yanında böyle olmaz." diyordu.

Bu hâdiseler, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü, derecesinin yüksekliğini göstermektedir. Yoksa, İslâmiyette, müslüman olmak için, müftüye, imâma gitmek ve formaliteye ihtiyâç yoktur. Bir kimse kelime-i şehâdeti söyleyip mânâsına inanınca müslüman olur.



HIRSIZIN HİDÂYETİ



Abdülkâdir Geylânî, küçükken yaşı bir gün,

Tarlaya, çift sürmeye, gitmiş idi gündüzün.



Öküzün kuyruğundan, tutunmuş gider iken,

Hayvan dile gelerek, konuştu ona birden.



Dedi: "Ey Abdülkâdir, şunu bil ki şüphesiz,

Seni, bu işler için, yaratmadı Rabbimiz."



Korktu ve eve geldi, dedi ki: "Anneciğim,

Bana izin verirsen, Bağdat´a gideceğim.



İlim tahsîl etmektir, gitmekte asıl gâyem,

Ayrıca evliyâyı, ziyâret ederim hem."



Annesi memnun olup, dedi ki: "Ey evlâdım,

İlim öğrenmen idi, benim dahi murâdım."



Koltuğunun altına, dikerek kırk altını,

Dedi ki: "Doğruluktan, ayırma lisânını.



Git, yolun açık olsun, emânet ol Allah´a,

Belki de görüşmemiz, nasîb olmaz bir daha."



Abdülkâdir böylece, annesinden ayrılıp,

Bağdat´a yola çıktı, bir kervana katılıp.



Bir müddet yol gidip de, geçince Hemedan´ı,

Âniden eşkıyâlar, bastılar bu kervanı.



Kervanda mal ve eşya, var ise her ne kadar,

Teker teker sorarak, gasbeyleyip aldılar.



Abdülkâdir´e dahi, sordu bir eşkıyâ;

"Ey çocuk, üzerinde, neyin var, mal ve eşyâ?"



.

Dedi: "Benim sâdece, kırk altınım var ki hem,

Onları koltuğumun, altına dikti annem."



İnanmadı eşkıyâ, onun bu sözlerine,

Gitti ve ikincisi, geldi onun yerine



O da alay ederek, sordu: "Ey fakir çocuk,

Yanında mal ve para, neyin var, söyle çabuk."



Ona dahi dedi ki: "Kırk altın var yanımda,

Onlar da dikilidir, koltuğumun altında."



İnanmadı ise de, o dahi buna yine,

Gidince haber verdi, bunu reislerine.



Reisleri çağırtıp, sordu ki o da tekrar:

"Ey çocuk doğru mudur, yanında altın mı var?"



Dedi: "Evet efendim, kırk altınım var ki hem.

Koltuğumun altına, dikmişti tek tek annem."



Söylediği o yeri, sökerek eşkıyâlar,

Altınları görünce, şaşıp dona kaldılar.



Reisleri dedi ki: "Pekâlâ ey evlâdım,

Ne için doğrusunu, söyledin anlamadım.



Eğer söylemeseydin, bulamazdık biz bunu,

Niçin sen bile bile, söyledin doğrusunu."



Dedi ki: "Ben anneme, sözverdim ki efendim,

Her ne olursa olsun, yalan söylemeyeyim.



Doğrudan sapmamaya, söz vermiştim anneme,

Değer mi altın için, bu ahdimden dönmeme."



Reis bunu duyunca, başladı ağlamaya,

Dedi: "Eyvâh benim de ahdim vardı Allah´a.



Lâkin bunca senedir, yaparım eşkıyâlık,

Şu andan îtibâren, tövbe ettim ben artık."



Diğer eşkıyâlar da, bakarak bu reise,

Dediler: "Bizler dahi, vazgeçtik öyle ise."

Hâlisen tövbe edip, o gün bunca eşkıyâ,

Aldıkları ne kadar, var ise, mal ve eşyâ,



Tekar sâhiplerine, vererek teker, teker,

O günden îtibâren, o işi terk ettiler.



Irak´ta yetişen büyük velîlerden ve Şâfîî mezhebi fıkıh âlimi Abdül- kâhir Sühreverdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dergâhına bir gün üç hıristiyan ile üç yahûdî gelmişti. Onlara îmânı ve İslâmı anlattı. Kabûl etmediler. Bunun üzerine Abdülkâhir Sühreverdî, herbirinin ağzına bir yudum süt verdi. Sonra herbiri kelime-i şehadet getirerek müslüman oldular ve; "O sütü içince kalbimizdeki (hıristiyanlık ve yahûdîliğin) bütün küfür pisliklerinin dışarı çıktığını hissettik." dediler. Abdülkâhir Sühreverdî hazretleri ise; "Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizin önce müslüman olmayışınızın sebebi, şeytanlarınızın mâni olması idi. Burada önce onlar yenildi. Size Allahü teâlânın hidâyet vermesi için biz de duâ ettik." dedi. Sonra Sühreverdî hazretleri mübârek ellerini onların gözlerine sürdü. Kerâmet olarak onlar uzak yerlerdeki tanıdıklarını gördüler ve onlara müslüman olduklarını bildirip İslâm dînine dâvet ettiler.

Tebe-i tâbiînden, Meşhûr hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden olan Abdülvâhid bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: Bir defâsında deniz yolculuğuna çıkmıştık. Bindiğimiz gemi fırtınaya tutuldu. Sonunda dalgalar bizi bir adaya sürükledi. İnip dolaşmaya başladık. Puta tapan bir adama rastladım. "Neden bu puta tapıyorsun. Bu ne fayda ne de zarar verir!" dedim.

"Siz kime taparsınız?" diye sorunca; "Her şeyi yaratan, her şeye kâdir olan Allahü teâlâya ibâdet ederiz." dedim.

"Bunu size kim bildirdi?"

"Allahü teâlâ bize kerîm bir peygamber gönderdi, o bildirdi."

"O peygamber nerededir?"

"Bize Allahü teâlânın gönderdiği dîni bildirip, tebliğ vazîfesini tamamladıktan sonra vefât etti. Allahü teâlâya kavuştu."

"Ondan hiçbir alâmet kaldı mı?"

"Evet O, Allahü teâlâdan bir kitap getirdi. Bizim yanımızdadır."

Aramızda geçen bu konuşmadan sonra: "O kitâbı bana gösterin." deyince Kur´ân-ı kerîmi ona gösterdim.

"Ben bunu okumasını bilmiyorum." dedi. Sonra açıp bir sûre okudum. Ben okudukça o ağladı. Sûreyi bitirince; "Lâyık olan şudur ki, kimse bu kelâmın sâhibine âsi olmasın!" diyerek hemen müslüman oldu. Ona Kur´- ân-ı kerîmden birkaç sûreyi ve kendisine yetecek kadar din bilgisi öğrettik.

O gece yatsı namazını kıldık. Yatma zamânı gelince O yatmadı ve sabaha kadar ibâdet etti. Talebelerime; "Bu yeni müslüman oldu. Aramızda biraz para toplayıp verelim de sıkıntı çekmesin." dedim. Parayı toplayıp götürdüğümüzde; "Bu nedir?" dedi. "Bunu al, kendine nafaka alırsın, sıkıntı çekmezsin." dedim.

"La ilâhe illallah. Ben daha önce bu adada iken, puta tapardım. Al- lahü teâlâyı bilmezdim, fakat O beni zayi etmedi, korudu. Şimdi ise O´nu tanıyorum. Beni hiç zâyi eder mi?" dedi.

Üç gün sonra onun hastalanıp yatağa düştüğünü haber aldım. Hemen yanına koştum. "Bir isteğin var mıdır?" dedim. Benim ihtiyâcımı, her ihtiyacı gideren Allahü teâlâ karşıladı." dedi.

Bu görüşmemizden bir gün sonra da vefât etti. O gece onu rüyâmda bir bahçe içinde gördüm. Bahçenin üzerinde yüksek bir kubbe, kubbenin altında bir taht üzerine oturmuştu. Yanında da bir hûri vardı. Meâlen; "...Melekler de her kapıdan yanlarına vararak şöyle diyeceklerdir: Sabrettiğiniz için, si...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Hidayet
« Posted on: 28 Mart 2024, 16:46:26 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Hidayet rüya tabiri,Hidayet mekke canlı, Hidayet kabe canlı yayın, Hidayet Üç boyutlu kuran oku Hidayet kuran ı kerim, Hidayet peygamber kıssaları,Hidayet ilitam ders soruları, Hidayetönlisans arapça,
Logged
27 Mart 2010, 14:53:28
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #1 : 27 Mart 2010, 14:53:28 »

KIR O ŞİŞELERİ



Necâti Bey isminde, var idi ki bir kişi,

Vaktiyle Adliye´de, müfettişlikti işi.



İşte bu Necâti Bey, vazîfeyle bir sene,

Bir Arefe gününde, gitti "Müks" ilçesine,



Kendisi anlatır ki: Müks´e vardığımda ben,

Bayram namazı için, câmiye gittik hemen.



Kaymakam ve ilçenin, bâzı mühim zâtları,

Baktım, namazdan sonra, çıkardılar atları.



Tahmîn ettim, bir yere, gidiliyordu derhâl,

"Bir yere yolculuk mu, var?" diye ettim suâl.



Dediler: "Bayramlarda, şudur ki âdetimiz,

Namazı müteâkip, Arvas´a gideriz biz.



Orada Seyyid Fehîm, diye var bir evliyâ,

Onu ziyâret edip, alırız hayır duâ."



Dedim ki: "Vaziyetim, değilse de pek iyi,

Beni dahî götürün, göreyim o velîyi."



"Olur" deyip bana da, hazırladılar bir at,

Yola düştük ise de, bir hoş oldum ben fakat.



Çünkü benim aslında, din ile yoktu ilgim,

İslâmî husûslarda, yok idi hiç bir bilgim.



Ayrıca da mâlesef, mübtelâydım içkiye,

Şimdiyse gidiyorduk, bir evliyâ kişiye.



Vaktâ ki sınırından, duhûl ettik Arvas´ın,

Sanki başka bir âlem, zuhur etti ansızın.



Ömrümde hiç böyle şey, görmemiştim doğrusu,

Girince sardı bizi, sanki "Cennet koku"su.



Alışkın olduğumdan, içkiye ve lâkin ben,

Heybeme "iki şişe", koymuştum ihtiyâten.



Zîrâ mübtelâ idim, içmeden edemezdim,

İçmediğim zamanlar, kararırdı gözlerim.



Varınca biraz sonra, Arvas kabristanına,

Sakladım şişeleri, taşların arasına.



Kimseye sezdirmeden, yapmıştım ben bu işi,

Yol arkadaşlarımdan, görmedi hiç bir kişi.



Orada "Fâtiha"lar, okuyarak mevtâya,

Sonra gittik hepimiz, o büyük evliyâya.



Huzûruna girip de, görür görmez o zâtı,

Düşündüm ki "Var bunda, sanki melek sıfatı.



Önce görmüş olduğum, insanlardan değildir,

Bu çok büyük bir insan, bu mürşid-i kâmildir,"



Kendisine gönülden teslîm oldum bin aşkla,

Ellerine sarılıp, öptüm bir iştiyâkla.



Büyük bir arzû ile, arz ettim ki: "Efendim,

Bu tasavvuf yoluna, ben de girmek isterim."



Gülerek buyurdu ki: "Bu, böyle olmaz fakat,

Olur mu bir arada, şişe ile bu hayat?



Gidip kabristandaki, kır o iki şişeyi,

Ondan sonra gel bizden, talep eyle bu şeyi."



"Peki efendim" deyip, birini kırıp attım,

Her ihtimâle karşı, öbürünü bıraktım.



Huzûruna gelince, buyurdu: "Ey müfettiş,

Git, öbür şişeyi de, kır gel ki, bitsin bu iş."



"Peki" dedim ve gidip, kırdım öbürünü de,

Gelip tövbe eyledim, o büyüğün önünde.



Çok memleket dolaştım, çok âlim gördüm, fakat,

Görmedim hiç bir yerde, onun gibi büyük zât.



Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri tövbesinden önce, hangi kervandan bir mal gasbetmişse, onların üzerine o kâfiledekilerin isimlerini yazar ve mallarını saklardı. Tövbe ettikten sonra o malları sâhiplerine götürüp helallaştı ve affını diledi.

Yalnız Ebîverd şehrinde bir yahûdî hakkını helâl etmiyordu. Hiçbir teklifi de kabûl etmiyor, Fudayl bin İyâd´ı zor durumda bırakmak için olmayacak şartlar ileri sürüyordu. Ona; "Eğer hakkımı helâl etmemi istiyorsan, filân yerde kayalık bir tepe var. O tepeyi kazarak oradan kaldır. Oralar dümdüz olsun!" dedi.

Fudayl bin İyâd hakkını helâl ettirmek için buna râzı oldu ve kazmaya başladı. Hazret-i Fudayl´ın bu gayreti sebebiyle Allahü teâlânın ihsânıyla, bir seher vakti rüzgâr çıktı ve orayı dümdüz etti. Yahûdî bunu görünce hayretten dona kaldı. Bu sefer de; "Benden aldığın malımı iâde etmedikçe hakkımı helal etmeyeceğim." diye yemin etmiştim. Benim yastığımın altında altınlar var. Sana hakkımı helâl edebilmem için oradan altınları alıp bana vermen lâzım." dedi. Yahûdî yastığın altına çakıl taşları koymuştu. Fudayl elini yastığın altına soktu. Allahü teâlânın izniyle, çakıl taşları altın olmuştu. Bir avuç altını yahûdîye verdi. Yahûdî hayret içindeydi. "Sana hakkımı helâl etmeden önce bana İslâmı anlat!" dedi. Fudayl; "Bu ne haldir?" diye sorunca yahûdî şöyle anlattı: "Ben Tevrat´ta; "Tövbesinde sâdık ve samîmî olanın elinde çakıl taşları altın olur." diye okudum. Aslında yastığın altında çakıl taşları vardı ve ben seni imtihân için öyle söylemiştim. Elinde, çakıl taşlarının altın olduğunu görünce anladım ki, senin dînin haktır ve tövbende sâdıksın." dedi ve îmân edip, müslüman oldu.

Hindistan´ın büyük velîlerinden Hâce Osman Hârûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok seyâhat ederdi. Bir gün halkı mecûsî, ateşperest olan bir yerin yakınına geldi. Bir ağaç altında namaz kılmaya başladı. Yemek pişirmek için Fahreddîn isimli yardımcısı ateş almak için mecûsi köyüne gitti. Köylülerden ateş yakabilmek için kor istedi. Fakat halk, ateşe tapındıklarından, istediğini vermedi. Ateş almadan geri dönüp, durumu arz edince, Osman Hârûnî abdestini tâzeleyip bu defa kendisi gitti ve halkı ateşe tapar buldu. Başkanlarının yedi yaşındaki oğlu da oradaydı.

Osman Hârûnî onlara; "Allahü teâlânın önemsiz bir mahlûku olan ve az bir su ile sönebilecek ateşe tapmaktan maksadınız nedir? Ateş, cenâ- b-ı Hakk´ın âciz bir yaratığıdır. Onun ve her şeyin sâhibi yalnız Allahü teâlâdır. Niçin O´na tapmıyorsunuz? O´na taparsanız ebedî kurtuluşa ka- vuşursunuz." dedi. Mecûsîlerin başkanı; "Ateşin, bizim dînimizde yeri büyüktür. Biz ona kıyâmet günü yakmasın diye ibâdet ediyoruz." deyince, Osman Hârûnî ona; "Bu kadar kıymetli yıllarını kendisine tapmakla harcadığın ateşe bir uzvunu koy da yakmasın." dedi. Başkan; "Ateşin âdeti yakmaktır. Buna kim karşı gelebilir?" deyince, Osman Hârûnî; "Ateş de, bütün âlemin yaratıcısı olan Allahü teâlânın emrindedir. O´nun izni olmadan bir saç teli bile yakamaz." dedikten sonra yaşlı adamın kucağındaki çocuğu aldı. Besmele çekerek; "Ey ateş! İbrâhim´in üzerine serin ve selâmet ol." (Enbiyâ sûresi:69) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyarak ateşin içinde kayboldu.

Bir müddet sonra Osman Hârûnî kucağında çocuk ile ateşin içinden çıktı. Yaşlı râhib ve etrâfındakiler çocuğu sağ sâlim görmekten memnun oldular ve ona ateşin içinde ne gördüğünü sordular. Çocuk; "Şeyhin sâyesinde bir bahçede oynadım." diye cevap verdi. Mecûsilerin hepsi bu duruma hayran kalarak, müslüman oldu. Başkanın ismini Abdullah, oğlununkini İbrâhim koyan Osman Hârûnî bir süre orada kalarak, onlara İslâmiyeti öğretti. Söz konusu ateş mâbedinin yerine bugün de mevcûd olan çok güzel bir câmi inşâ edildi.

Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Şem´ûn adlı mecûsî bir komşusu vardı. Onun müslüman olması için Allahü teâlâya geceleri niyâz ederek ağlayıp yalvarırdı. Komşusu bir hastalığa tutuldu. Tutulduğu hastalıktan kurtulamayan mecûsî son derece halsiz düştü. Hasan-ı Basrî onu ateşten korumak için yanına gitti. Sonra ona Kelime-i tevhîdi telkîn etti. Allahü teâlânın sıfatlarını açıkladı ve buyurdu ki:

"Ey Şem´ûn! Şu kadar müddetten beri ömür sürüp, rızkın için çalışıp didindin. Ama bu gayretlerin boşa çıkacaktır. Zîrâ sen uzun yıllar ateşe taptın, gece ve gündüz yaratıcı sanarak ona secde eyledin ve küfründe ısrâr ettin. Bu sebeple yerin ateş olacaktır. Ancak şimdiden sonra tövbe ederek "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" deyip, O´nu zikredip verdiği nîmetlere şükredici olmalısın ki, Hakk´ın dergâhına vardığında kendine Cennet´i mekân bulasın." buyurdu. Mecûsî bâzı bahâneler ileri sürerek îmân etmek istemedi. Hasan-ı Basrî hazretleri buyurdu ki: "Se­nin dediğin hususlar teferruattır. Asıl olan îmândır. Îmânla şereflenenler Cehennem ateşine girseler bile elîm azâba uğramazlar. Hattâ Cehennem ateşi bile îmânı kuvvetli bu kişilere pek tesir etmez. Cehennem müminlere hitâb ederek; "Günâha müptelâ olanlara günâhları kadar azâb olursa da sonra çok sevaplara kavuşurlar. Ama kâfirler ebedî, sonsuz azâb içinde nice bin türlü eziyete düçar olacaklardır. Hak teâlâ mü­minleri dünyâda da kerâmet ehli kılıp, hakîkati göstermek için peygamberlerin vârisleri olarak onları kuvvetlendirmiştir. Eğer diğer ateşe tapanlar gibi acıklı bir azâba uğramak istemiyorsan, gel ikimiz elbiselerimizi çıkarıp yanan fırına girelim. Bakalım hangimizin bedenini ateşin alevleri yakmayacak." buyurdu.

Hasan-ı Basrî orada yanan bir ateşin içine kollarını sıvayıp soktu ve; "Ey Şem´ûn! Ateş dünyâ ve âhiret mahlûkudur ve Hakk´ın emriyle yakar. Allah´ın emriyle ateşin mizâcı su gibi, suyun mizâcı ateş gibi olur." buyurarak kor hâlindeki ateşten kollarını çekti. Fakat ellerinde en ufak bir yanma alâmeti görülmedi. Bu hal karşısında gönlü yumuşayan mecûsî, İslâma meyletti ve; "Ey Hasan! Bütün sözlerin ve davranışların güzel. Fakat bu kadar telef edilmiş ömürden ve işlediğim kötülüklerden sonra affa ve merhâmete lâyık olur muyum? O Kelîme-i tevhîdi söylemekle Cennet´e girip hûrilere ve gılmâna nâil olabilir miyim?" dedi. Hasan-ı Basrî hazretleri; "Evet." buyurdu. Mecûsî; "Ey Hasan! Eğer bana bir ahitnâme yazıp bana kefil olursan, îmâna gelirim. Yoksa korkarım." dedi. Hasan-ı Basrî gereken teminâtı vererek onun Kelîme-i tevhîd ile îmân etmesine vesîle oldu. Şem´ûn Hakk´ın affına kavuştu. Sonra da vefât etti. İsteği üzerine ahidnâme ile birlikte mezârına koyup defnettiler.

Hasan-ı Basrî hazretleri evine döndüğünde kendi kendine yapt...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

27 Mart 2010, 14:54:38
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #2 : 27 Mart 2010, 14:54:38 »

Hindistan´ın büyük velîlerinden Muînüddîn-i Çeştî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) havuz başında iken, bir şahıs; "Ey muhterem zât! Bu oturdu- ğumuz yer Mîr Seyyîd Hüseyin´in makâmıdır. Zamânında bu diyâr, onun emrinde idi" dedi. Muînüddîn-i Çeştî bunu öğrenince; "Allahü teâlâ- ya hamd olsun ki kardeşimin mülkünde bulunuyorum! Ecmîr şehrinde putperestlere âit pek çok puthâne vardır. İnşâallah Peygamberimiz Mu- hammed aleyhisselâmın işâret ve yardımı ile bunları yıkacağım." buyurdular.

Muînüddîn-i Çeştî geldiği bu yerde oturuyordu. Hizmetçileri arada bir, inek satın alıp kesiyor ve birlikte yiyorlardı. Bu durum ineğe tapanlar ve putperestler tarafından öğrenilince, şiddetli bir kızgınlık ve düşmanlıkla kıvranmaya başladılar. Toplanıp, Muînüddîn-i Çeştî ve talebelerini oradan çıkarmayı kararlaştırdılar. Nihâyet büyük bir kalabalık hâlinde, ellerinde taş, sopa ve silâhlar olduğu hâlde üzerlerine saldırdılar. Putperestler yanlarına geldikleri sırada, Muînüddîn-i Çeştî namaz kılıyordu. Namazda iken, kocaman bir değirmen taşını üzerine yuvarladılar. Taş üzerine gelmek üzere iken talebeleri haber verdiler. Bunun üzerine Muînüd- dîn-i Çeştî selâm verip namazdan çıktı. Ayağa kalktı ve yerden bir avuç toprak aldı. Âyet-el-kürsî´yi okuyup avucundaki toprağı gelen putperest- lere doğru attı. Atılan toprağın isâbet ettiği her putperest, olduğu yerde kaskatı kesilip, hareket edemez hâle geldi. Ne yapacaklarını şaşırıp peri- şân oldular.

Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin kerâmetleri karşısında tutunamayan putperestler, savaşmaktan vazgeçtiler. Puthânelerine dönüp gittiler ve âciz kaldıklarını belirterek râhiplerinden yardım istediler. Râhib bir müddet susup, sonra; "Ey dostlarım! Sizin o karşılaştığınız zât, kendi dîninde kemâlâta ulaşmış bir kimsedir. Onu ancak sihir ve efsun yaparak yene- rim." dedi. Bildiği bütün sihirleri yeniden tâlim edip okudu. Sonra putperestlerin önüne düştü. Muînüddîn-i Çeştî´nin bulunduğu yere doğru yürüdüler. Muînüddîn-i Çeştî´ye durum bildirilince; "Onun sihri bâtıl bir iştir, hiç tesiri olmaz. İnşâallah onların râhibi doğru yola girecek" buyurdu. Sonra namaza durdu. Yanlarına geldiklerinde, namaz kıldığını gördüler. Hiç birinin yürümeye tâkatı kalmadı. Oldukları yerde donup kaldılar, yaklaşamadılar. Muînüddîn-i Çeştî, namazını bitirince dönüp onlara baktı. Önlerine düşüp gelen râhipleri, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin mübârek yüzünü görünce, söğüt yaprağı gibi titremeye başladı. Bu hâlden kurtulmak için, her ne kadar putlarının ismini söylemek, râm, râm demek istediyse de, ağzından hep Rahîm, Rahîm, sesi çıkıyor, Allahü teâlânın ismini söylüyordu. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, yanındakilerden birine bir bardak su verip, râhibe vermesini söyledi. Râhip, verilen suyu alıp şevkle içti. İçer içmez gönlü temizlenip müslüman oldu. Muînüddîn-i Çeştî, râhibin ismini Şâdî koydu.

Raca, bu hâdiseden sonra, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerine karşı, Hin- distan´ın en meşhûr sihirbâzı olan Ecipâl´ı, Ecmir´e çağırdı. Ecipâl, Muî- nüddîn-i Çeştî´ye doğru giderken yapmak istediği sihri düşünüp hazır- lamak istiyor, fakat aklına gelen sihiri hemen unutuyordu. Bir türlü zihnini toplayıp, sihir yapma gücünü kendinde bulamadı. Ecipâl, Muînüddîn-i Çeştî´nin yanına gelince, Muînüddîn hazretleri Şâdî´yi yanına çağırdı ve bir bardak vererek; "Ey Şâdî! Şu bardağı al ve şu havuzdan doldur. Dol­dururken, "Yâ Bedûh, de!" buyurdu. Şâdî "Yâ Bedûh!" diyerek bardağı havuzun içine daldırdı. Bardak doldu, havuzda hiç su kalmadı. Bu kerâmet karşısında putperestler, hayretler içinde kalıp, şaşkınlıklarından ne yapacaklarını bilemediler.

Muînüddîn-i Çeştî´nin kerâmeti karşısında âciz ve çâresiz kalındığını gören sihirbaz Ecipâl, geri dönüp Raca´ya; "Bütün sihirbâzlar âciz kaldılar. Bu iş benim işimdir. Ancak ben bu işi tek başıma başarırım." dedi. Fakat o da âciz kaldı. Sonunda, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin verdiği bir bardak suyu içince, hemen değişti, gönlü aydınlanıp küfür ve sapıklıktan kurtuldu. Kelime-i şehâdet söyleyerek müslüman oldu. Muînüddîn-i Çeştî´nin teveccühü ile yüksek makâmlara ve üstün derecelere kavuştu.

Bütün bu hâdiseler, Ecmir racası ve Hindistan´ın diğer racaları tarafından hayret ve şaşkınlıkla tâkib edildi. Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin karşısında âciz ve çâresiz kaldılar. Müslüman olup, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerine uymakla şereflenen Şâdî ve Ecipâl, hocalarına; "Efendim, Ecmîr şehrinin ortasında bir yere yerleşmenizi, böylece bütün halkın sizden istifâde etmesini arzu ediyoruz" dediler. Bu teklifleri kabûl edildi. Muînüddîn-i Çeştî, Muhammed adında bir talebesine; "Git, şehrin ortasında bizim için münâsib bir yer hazırla, oraya yerleşeceğiz." buyurunca, emri yerine getirildi. Muînüddîn-i Çeştî, hazırlanan bu yerde dergâhını kurup, talebeleriyle birlikte oraya yerleşti. Sonra, talebelerinden bir kaç kişiyi Raca´ya gönderdi. Ona; "Ey katı kalbli kimse! Putperestliği bırak! Allahü teâlâya îmân edip, müslüman ol! Yoksa hakîr, zelîl ve çok pişmân olur, âh edersin" demelerini tenbîh etti. Talebeleri emir üzerine, Raca ile görüştüler. Söylenilen sözleri aynen bildirdiler. Fakat Raca´nın kalbindeki zulmet kilidi açılmadı ve aslâ îmân etmedi, müslüman olmaktan mahrum kaldı. Gelenleri geri çevirdi.

Raca´yı İslâma dâvet etmek için giden talebeler, Raca´nın kabûl etmemesi üzerine gelip, durumu Muînüddîn-i Çeştî´ye bildirdiler. Bunun üzerine gözlerini yumup, bir müddet murâkabeye daldı. Sonra gözlerini açıp; "Eğer bu bedbaht kimse, Allahü teâlâya îmân etmezse, onu İslâm ordusunun askerlerine teslim ederim." buyurdu. Aradan kısa bir müddet geçti. Gerçekten İslâm ordusu Ecmîr´e geldi.

Sultan Muizzüddîn (Şihâbüddîn) Gûrî, Horasan´da bulunduğu sırada, rüyâsında Muînüddîn-i Çeştî hazretlerini gördü. Onun huzûrunda edeble ayakta duruyordu. Muînüddîn-i Çeştî ona; "Şihâbüddîn! Allahü teâlâ sana Hindistan sultânlığını ihsân etmiştir. Hemen bu tarafa doğru harekete geç! Bedbaht Raca´yı tutup, cezâsını ver." buyurdu. Uyanınca hayrete düşen Sultan Şihâbüddîn, rüyâsını fazîlet sâhibi âlimlere anlatıp, tâbirini sordu. Âlimler; "Sana müjdeler olsun ey Sultan Şihâbüddîn, oraları fethedeceksin! Endişelenme, gönlünü hoş tut. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri sana himmet edecek" dediler. Bunun üzerine Sultan Şihâbüddîn, ordusunu alıp, Hindistan´a hareket etti. Hindistan´da Ecmîr racasının ordusuyla karşılaştı. Şiddetli savaşlar yapıldı. Netîcede, Sultan Şihâbüddîn gâlip geldi ve Raca yakalanıp esîr edildi. Sultan Şihâbüddîn ve ordusu, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin himmetiyle zaferden zafere koştu. Ecmîr´- den Dehli üzerine yürüyen İslâm ordusu, Dehli racası Pethûra´nın ordu- sunu mağlûb edip, kendisini esir aldılar. Sultan Şihâbüddîn, Dehli´de saltanat tahtına oturdu. Dört-beş sene kadar Hindistan´da kaldıktan sonra Gazne´ye döndü. Muînüddîn-iÇeştî hazretlerinin himmet ve tasarrufla- rıyla, İslâmiyet, Hindistan´da her tarafa yayıldı. Pekçok insan küfür hastalığından kurtulup, müslüman olmakla şereflendi. Muînüddîn-i Çeş- tî´nin talebeleri ve bunların da talebeleri, Hindistan´da asırlarca İslâma hizmet ettiler.

ATEŞ SİZİ YAKACAK



Muînüddîn-i Çeştî, kendi evinde her gün,

Yemek yedirir idi, fukaraya her öğün.



Var idi bu iş için, hizmet eden bir kişi,

Her gün yemek pişirip, dağıtmaktı tek işi.



Para lâzım oldukça, bu işte hizmetçiye,

Gelirdi çekinmeden, Muînüddîn Çeştî?ye.



Namaz kıldığı yerde, bir çekmece dururdu,

Onu çeker, içinde, hazîneler bulurdu.



Alırdı kâfi miktar, günlük ihtiyâcını,

Onunla erzak alır, yakardı ocağını.



Var idi o zamanlar, Bağdat?ta yedi kimse

Ateşe tapıyordu, onların yedisi de,



Çekerlerdi hem dahi, her gün sıkı riyâzet

Yâni nefislerine, ederlerdi eziyyet.



Öyle yapmış idi ki, bu riyâzet onları,

Altı ayda bir lokma, ekmekti gıdâları.



Böyle açlık, susuzluk, çekerek gün ve gece,

Bir hayli istidrâca, kavuştular böylece.



Çok insanlar görerek, onların bu hâlini,

Büyük zât bilirlerdi, mâlesef herbirini.

Muînüddîn Çeştî?yi, işitip bu kâfirler,

Onun ile tanışıp, görüşmek istediler.



Geldiler bu maksatla, bulunduğu ülkeye,

Sordular insanlara: ?Hânesi nerde?? diye.



Girdiler, oturdular, karşısında bir yere,

Dehşete kapıldılar ve lâkin birden bire.



Zîrâ henüz onlara, gelmişti bir nazarı,

O an büyük bir korku, kaplamıştı onları.



Peşinden bir titreme, aldı bedenlerini,

Hemen kalkıp öptüler, mübârek ellerini.



Buyurdu: ?Siz Allah´tan, hiç utanmaz mısınız?

Hak teâlâ dururken, ateşe taparsınız??



Dediler: ?Biz ateşe, tapıyoruz elbette,

Ki yakmasın bizleri, dünya ve âhirette.?



Buyurdu: ?Ey ahmaklar, ateş mâbûd olur mu?

Hiç ateşe tapanlar, yanmaktan kurtulur mu?



Zîrâ tek Allah vardır, ibâdete müstehak,

Böyle îmân etmeyen, yanacaktır muhakkak.



Siz eğer ki Allah´a, koşarsanız böyle eş,

Dünyâ ve âhirette, yakar sizi bu ateş.



Ben ise tek Allah´a, inanırım şu anda,

Bu yüzden ateş beni, yakmaz iki cihanda.?



Onlar hayret ederek, dediler: ?Öyle ise,

Bunun doğruluğunu, isbât et şimdi bize.?



Onlar merak içinde, mübâreğe bakarken,

O içerden getirdi, bir yığın kor, yanarken,



Allah´a duâ edip, avuçladı közleri,

Açık kaldı dehşetten, kâfirlerin gözleri.



Hem de onun elinde, söndü yanan ateşler,
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes