> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > İslam Kültürü > İslam Kültürü A-İ > Evliya Hayatından Sahifeler
Sayfa: 1 2 3 [4]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Evliya Hayatından Sahifeler  (Okunma Sayısı 5486 defa)
29 Mart 2010, 03:03:46
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #15 : 29 Mart 2010, 03:03:46 »



Seyyid Abdülazîz hazretleri de babalarının dergâhında hizmet etmiştir. İlimde ve tasavvufta babalarının sâdık halefiydi. Çok hizmetleri olmuştur.

Seyyid Abdülazîz hazretleri hayvanlara çok merhamet gösterirdi. Vahşî hayvanlara acır, onları da doyururdu. Vahşî hayvanlar bunu bilip, belli günlerde kapısına gelip verilen yiyecekleri yer, sessizce dönüp giderlerdi. Bu hâli onun tasavvufta zamânın kutuplarından olduğunu gösterir. Onun bu âdeti âilede Birinci Dünyâ Savaşına kadar devâm etmiştir.

Seyyid Abdülazîz hazretleri, bir defasında gelininden çamaşır istemişti. Her nedense vermek istemedi. Bu davranışı üzerine gelinine; "Ka- sım´ın torunu, sandığına ateş düştü. Çabuk koş hiç olmazsa içindeki ta- bancayı kurtar yazık olmasın." dedi. Gelini koşup odasına gitti. Sandığının alevler içinde yandığını gördü. Kayın babasına vermekten sakındığı çamaşırların tamâmen yanıp kül olduğunu gördü.

Anadolu velîlerinden Seyyid Ahmed Çapakçurî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Bingöl´ün Kür köyünde H. 1246 da doğdu. Halk arasında Çapakçurlu Efendi olarak meşhur oldu. Çocukluğunda çobanlık yapıyordu. İlim öğrenmeye hevesli olmasına rağmen, bir medreseye gidemediğine çok üzülürdü. Bir gün dağda koyunları otlatırken tanımadığı bir zât ile karşılaştı. Biraz konuştuktan sonra Ahmed Çapakçurî derdini açtı. İlim öğ­renmeye hevesli olduğunu, fakat mektebe gidemediğini söyledikten sonra gözleri yaşlı bir halde; "Efendim, 12 yaşındayım. Sâdece Fâtiha sûresini biliyorum." dedi. O zât kendisini teselli edip; "Allahü teâlâ seni ilim erbâbı eylesin. Sana faydalı ilim nasîb eylesin." diye duâda bulundu. Bu duâ bereketiyle bütün sıkıntılarını unutan Ahmed Çapakçurî eve sevinç içinde döndü. Henüz bir şey söylemeden babası onu alıp Palu´da meşhur âlim Ali Septî hazretlerine götürdü ve okutup terbiye etmesi için teslim etti.

Ali Septî´nin derslerinde ilim öğrenen Ahmed Çapakçurî kısa zamanda mânevî derecelere kavuştu. Hocasının vefâtından sonra Palu´dan ayrılarak Harput´a yerleşti. On dört seneye yakın burada kalarak, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için çalıştı. Birçok talebe yetiştirdi. 1906 senesinde Urfa´nın Siverek ilçesine gitti. Sekiz se- ne burada, iki sene de Viranşehir ilçesinde kaldıktan sonra 1916´da Har- put´a döndü.

Ahmed Çapakçurî, Harput´ta olmadığı sırada yerine Hâfız Tevfik Efendi vekâlet etti. Bu sırada 93 Harbi devâm ediyordu. Rus orduları Bingöl´e yaklaşmıştı. Harput´un ileri gelenleri Hâfız Tevfik Efendiye gelerek; "Efendim düşman kapımıza dayandı. Ne yapalım; cepheye mi gidelim, yoksa bu diyârı terk mi edelim?" deyince, o; "Şimdi bir şey demek istemiyorum. Seyyid Ahmed Çapakçurî´ye bir mektupla bildireceğim. Ve­recekleri karar inşâallah hayrımıza olur!" buyurdu. Daha sonra şu mektubu yazdı: "Efendim! Rus askeri Bingöl´ü geçti. Buradaki ahâlinin bir kısmı göç etti. Bir kısmı cepheye gitti. Bir kısmı da bize gelip ne yapmaları gerektiğini soruyor. Bâzı kararsızlar da Harput´tan çıkalım mı? diye suâl ettiler. Allahü teâlânın selâmı üzerinize olsun. Vesselâm!.."

Seyyid Ahmed Çapakçurî bu mektubu alınca; "Mektubunuzu aldık. Allahü teâlâ cepheye gidenden de gitmeyenden de, göç edenden de göç etmeyenden de râzı olsun. Fakat Ruslar artık ilerleyemeyecek. İki gün sonra da çekilecekler. Harput´u terk etmeyin kardeşlerim." cevâbını yaz- dı. Bir süre sonra top sesleri Harput´ta duyulmaz oldu. Ahmed Çapakçu- rî´nin dediği gibi iki gün sonra da Bingöl´den çekildiler.

Seyyid Ahmed Hicâbî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kastamonu velîlerinin büyüklerinden olup, soyu Resûlullah efendimize uzanmaktadır. Büyük velî Seyyid Ahmed Siyâhî hazretlerinin oğludur. H.1242 de dünyâya geldi.

Üç-dört yaşlarında iken pederlerinin hatim toplantılarına katılmaya başladı. Bu sıralarda zaman zaman ilâhî bir aşkla kendinden geçtiği görülürdü.

Babası Ahmed Siyâhî hazretlerinin dergâhına giden yolda kışın zaman zaman Serçeoğlu yokuşunda kızağa binen çocukları seyre giderdi. Yine böyle bir günde yolun kuzeyinde bulunan Aziz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin büyük halîfelerinden Hacı Mustafa Efendi hazretlerinin medfûn bulunduğu türbeden çıkan bâzı kimseler kendisini türbe içine aldılar ve pekçok nîmetlerle gönlünü hoş ettiler. Sonra yine dışarı çıkardı­lar. Bu olay pekçok kere tekrarlandı. Hattâ bâzan her türlü nîmetin mev- cûd bulunduğu o mübârek zâtların yanından ayrılmak istemez, uzunca bir süre içeride kalırdı. Bir defâ uzun aramalardan sonra anne ve babası kendisini adı geçen türbeden çıkarken görüp çok şaşırmışlardı. Küçük Ahmed 12 yaşına gelinceye kadar oranın vefât etmiş bir zâtın türbesi ol- duğunu bilemedi. O nîmetlerle dolu olan bu yeri bir zâtın hânesi zan- nederdi. Öğrendikten sonra ise bir daha o haller meydana gelmedi. İrşâd, insanlara Allahü teâlânın emr ve yasaklarını bildirme makâmına geldiğinde bâzan neşeli sohbetler sırasında bu vakayı talebelerine naklederdi.

Tahsil yaşına geldiğinde önce meşhur kırâat âlimlerinden Hüseyin Hüsnü Efendiden Kur´ân-ı azîmüşşânı hatmetti. Babası Ahmed Siyâhî hazretlerinden sarf, nahiv, fıkıh, hadîs ve kelâm tahsilinden sonra Kes- kinzâde Ahmed Erîb Efendi hazretlerinin sohbetlerine devamla, tasavvuf dersleri aldı. Kara Kâdızâde Mustafa Efendiden ilm-i ferâiz ve Mesûdî Efendiden de ilm-i hadîs dersleri aldıktan sonra babası Ahmed Siyâhî hazretleri kendisine icâzet, diploma verdi. Ayrıca icâzetnâmede pekçok da nasihatler etti.

İcâzetnâmenin özü şu şekildedir:

"...Bu icâzeti kendi irâdemle vermeyip velîlerin kutbu büyük mürşid Şeyh Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinden îtibâren nebîlerin sultanı hazret-i Peygamber efendimize varıncaya kadar silsile-i Nakşibendiyye-i Hâlidiy- yede isimleri yazılı seyyidler ile hâcegân-ı izâm hazretlerinin mübârek ruhlarından izin ve muvâfakat aldıktan sonra takdim ettim.

Ahmed Hicâbî Efendi, 1851´ de Keskinzâde hazretlerinin vefâtı üzerine İstanbul´a geldi. Burada da tahsîline devamla meşhur âlimlerden Müneccimbaşı Tâhir Efendiden hikmet, astronomi, eski sadrâzam Meh- med Rüşdî Paşadan mantık, edebiyat ve Hâzım Efendiden usûl-i fıkıh dersleri aldı.

Bu tahsilleri sırasında Hocapaşa semtindeki Safvetî Paşa Dergâhında ikâmet ve talebeleri yetiştirme işi ile meşgul olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin daha sağken yerine tâyin ettiği, kendi yerine irşâd makâmına geçirdiği Abdülfettâh-ı Akrî hazretlerinin sohbetine koştu ve dört sene hizmetinde bulundu. Bu esnâda tasavvuf mertebelerinde ilerledi.

Ahmed Hicâbî Efendinin çalışmasından, gayretinden ve ihlâsından çok hoşnud olan Abdülfettâh Efendi, onun kavuştuğu ilim ve irfâna bakarak, pederleri Ahmed Siyâhî hazretlerinin verdiği icâzetnâme üzerine kendisi de bir icâzetnâme yazdı.

Böylece Ahmed Hicâbî Efendi, İstanbul´da bulunduğu altı sene içinde bir taraftan büyük âlimlerden ilim tahsîlinde bulunurken, diğer taraftan Abdülfettâh Efendi gibi mükemmel bir yetiştirici elinde tasavvuf yolunda ilerledi ve 1857 yılında Kastamonu´ya döndü. Bir müddet pederlerinin yanında talebelerin terbiyesi ve yetiştirilmesi işi ile meşgul oldu. Abdül- azîz Efendi hayatta olduğu halde irşâd işinin başına Ahmed Hicâbî haz- retleri geçti.

Husûsî halleri, huyları, hareketleri hep Peygamber efendimizin güzel ahlâkını andırırdı. Yalnız bulundukları veya insanlar arasında olduğu zamanlarda hep Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uyar, insanlara İslâm ahlâk ve yaşayışının nasıl yapıldığını gösterirdi.

Kış günlerini talebelerin terbiyesi, dersleri ve zikr-i ilâhî ile geçirirdi. Yaz günlerinde ise bâzan birkaç ay havası güzel, suyu tatlı köy ve kasabalara giderdi. Dağlarda ve kırlarda dolanır, uçsuz bucaksız semâya, yeryüzüne, bitkilere, çiçeklere, böceklere bakarak, Allahü teâlânın sınırsız kudret ve azametini düşünür, daha büyük bir aşkla cenâb-ı Hakk´ı zikrederdi. Onun her hareketi, her işi, her düşüncesi Allahü teâlânın rı­zâsı için olduğundan ve her ne murâd etse O´nun rızâsına uygun bulunduğundan bu seyr ve seyahatlerinde din ve dünyâsı için pekçok fayda hâsıl olurdu.

Bu seyahatleri esnâsında köy ve kasabalarda görüştüğü ahâliye hayırlı nasihatlarda bulunur, bilmediklerini öğretir, İslâmiyete uygun olmayan davranışlardan men ederdi. İlmin yayılması için mektep, medrese gibi hayır eserlerinin yapılmasını teşvik ederdi. Nitekim bu gayretleri neticesinde, İnebolu kazâsının Abana nâhiyesinde bir mekteb-i rüşdiye, bir hamam, Araç kazâsında bir büyük câmi-i şerîf, bir medrese ve bir mekteb-i rüşdiye ve Taşköprü´nün Ayvalı köyünde bir medrese inşâ edilmesine bizzat nezâret etmişlerdir. Ayvalı köyündeki medresenin başına kendi halîfelerinden İsmâil Efendiyi getirmiştir. Bâzan da dâmâdları Keskinzâde Molla Efendinin çiftliğinin bulunması hasebiyle Daday kazâsını teşrif ederlerdi. Burada da bir medrese, bir mekteb-i rüşdiye, misâfir odaları ve pazar mahallinde pekçok dükkanın binâ olunmasına ön ayak olduğu görülmüştür.

Ahmed Hicâbî hazretlerinin seyahatleri ekseriya rûhâniyetlerinden istifâde edilecek, feyz alınacak mübârek zâtların türbelerinin bulunduğu mahallere olurdu. Senede bir defâ Kastamonu´da Ilgaz Dağı eteğinde medfûn Muhyiddîn Beklî Sultan Bayramî, Kasaba köyünde medfun Dayı Sultan, Merkûse nâhiyesinde bulunan Sa´deddîn Horasânî, Sorkun´da Sekûtî Sultan ve Küre´de Mahmûd Şâbânî hazretlerinin türbelerini ziyâret eder ve temiz toprağını koklarlardı. Ne zaman bu mübârek makamları ziyârete gelseler etraftaki köy ve nâhiyelerden pekçok ziyâretçiler de toplanır, Allahü teâlânın rızâsı için kurbanlar kesilir, fakir fukaraya dağıtılırdı.

Yine bir defâsında Bekli Sultan hazretlerini ziyâret maksadıyla türbenin yanına gelmişti. Şeyhin geldiğini duyan pekçok kişi de oraya koştu. Bu sırada türbeye yakın bir köy ahâlisinden Ömer Ağa adında biri yanında bir koyunla geldi. Şeyh hazretlerinin elini öptükten sonra; "Efendim burada bir koyun keseceğimi nezretmiştim. Ancak uzun bir süre geçt...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Evliya Hayatından Sahifeler
« Posted on: 19 Nisan 2024, 14:24:52 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Evliya Hayatından Sahifeler rüya tabiri,Evliya Hayatından Sahifeler mekke canlı, Evliya Hayatından Sahifeler kabe canlı yayın, Evliya Hayatından Sahifeler Üç boyutlu kuran oku Evliya Hayatından Sahifeler kuran ı kerim, Evliya Hayatından Sahifeler peygamber kıssaları,Evliya Hayatından Sahifeler ilitam ders soruları, Evliya Hayatından Sahifelerönlisans arapça,
Logged
29 Mart 2010, 03:04:31
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #16 : 29 Mart 2010, 03:04:31 »

İmâm-ı Şafiî daha on yaşında iken, o zamanın en meşhûr âlimi İmâm-ı Mâlik´in Muvattâ adlı hadîs kitabını, dokuz gecede ezberlemiştir. Gençliğinin ilk yıllarında kendini tamamen ilme verip, Mekke´deki Süfyân bin Uyeyne, Müslim bin Hâlid ez-Zencî gibi fakîh ve muhaddislerden ilim tahsil etti. Hadîs, fıkıh, lügat ve edebiyatta çok yükseldi. Mekkeli gençler arasında, ilimde parmakla gösterilen bir dereceye ulaştı.

Şâfiî´nin tahsil hayâtındaki en önemli safha İmâm-ı Mâlik´e talebe olmasıyla başlamıştır. Mekke´den Medîne´ye gidip, İmâm-ı Malik´den ders almasını şöyle anlatmıştır: "İlk zamanlar Mekke´de, Müslim bin Hâlid´den fıkıh öğrendim. O sırada Medîne´de bulunan Mâlik bin Enes´in büyüklüğünü ve müslümanların imâmı olduğunu işittim. Kalbime geldi ki onun yanına gideyim, talebesi olayım. Sonra onun meşhûr eseri olan Muvat- tâ´nın bir nüshasını, Mekke´de birinden tekrar geri vermek üzere alıp ezberledim. Mekke vâlisine gidip, birini Medîne vâlisine birisini de Mâlik bin Enes´e vermek üzere iki mektup alıp Medîne´ye gittim. Medîne´ye varınca, Medîne vâlisine gidip ona âit olan mektubu verdim ve Medîne vâlisi ile birlikte İmâm-ı Mâlik´in yanına gittik. İmâm-ı Mâlik dışarı çıktı. Uzun boylu ve gâyet heybetli bir görünüşü vardı. Medîne vâlisi, Mekke vâlisinin gönderdiği mektubu İmâm´a takdim etti. Mektupta; "Muhammed bin İdrîs, annesi tarafından şerefli bir kimsedir. Ve hali şöyle şöyledir..." diye yazılı olan kısmı okuyunca; "Sübhânallah! Resûlullah´ın sallallahü aleyhi ve sellem ilmi şöyle mi oldu ki, mektup ile yazılıp, sorulup, talep olunur." dedi. Ben de durumumu ve ilim öğrenmek istediğimi anlattım. Sözlerimi dinledikten sonra bana baktı. Adın nedir, dedi. Muhammed´dir dedim. Ey Muhammed! İleride büyük bir şânın olacak, Allahü teâlâ senin kalbine bir nur vermiştir. Onu mâsiyyetle söndürme! Yarın birisi ile gel, sana Muvattâ´yı okusun buyurdu. Ben de; "Onu ezberledim, ezberden okurum" dedim. Ertesi gün İmâm-ı Mâlik´e gelip okumağa başladım. Her ne zaman, İmâmı üzme korkusundan okumağı bırakmak istesem, benim güzel okumam onu hayretler içerisinde bırakır, ey genç daha oku derdi. Kısa zamanda Muvattâ´yı bitir­dim."

İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik´in yanına geldiği zaman, yirmi yaşlarında bulunuyordu. İmâm-ı Mâlik onu himâyesine alıp, dokuz yıl müddetle ilim öğretti. İlimde yüksek bir dereceye ulaşan Şâfiî hazretleri, Mekke´ye dönünce, oraya gelen Yemen vâlisi, onu Yemen´e götürüp kâdılık vazifesi verdi. Beş yıl kadar bu görevi yaptıktan sonra, Bağdat´a giderek, ilmini ilerletmek için, İmâm-ı A´zamın talebesi İmâm-ı Muhammed´den ders almaya başladı. İmâm-ı Muhammed onu kendi himâyesine alıp, yazmış olduğu kitaplarını okutmak sûretiyle, Irak´ta tedvîn edilen fıkıh ilmini ve Irak´ta meşhûr olan rivâyetleri öğretti. İmâm-ı Muhammed ayrıca İmâm-ı Şâfiî´nin annesi ile evlenerek onun üvey babası oldu. İmâm-ı Şâfiî onun ilminden ve kitablarından çok istifâde etmiştir. Şafiî hazretleri bu hususta şöyle demiştir: "İlimde ve diğer dünyâ işlerinde, İmâm-ı Muhammed kadar bana kimse faydalı olmamıştır." Ebû Ubeyd şöyle demiştir: Şâfiî´den duydum, buyurdu ki: "İmâm-ı Muhammed´den öğrendiğim meselelerle ve ilimle, bir deve yükü kitap yazdım. Eğer o olmasaydı ilim kapısının eşi­ğinde kalmıştım. Bütün insanlar ilimde, Irak âlimlerinin, Irak âlimleri de Kûfe âlimlerinin çocuklarıdır. Onlar da Ebû Hanîfe´nin çocuklarıdır." Yâni bir babanın çocukları için lâzım olan nafakayı kazanıp, çocuklarını beslemesi gibi, Ebû Hanîfe de kendinden sonrakileri böylece ilimle beslemiş ve doyurmuştur. Şâfiî ayrıca Selim-i Râî´nin sohbetine kavuşup, vilâyet (evliyâlık) makamlarına da kavuştu.

Şâfiî hazretleri ilim, zühd, mârifet, zekâ, hâfıza ve neseb bakımlarından zamânındaki âlimlerin en üstünü idi. On üç yaşında iken, Harem-i şerîfde; "Bana istediğinizi sorunuz?" derdi. On beş yaşında iken fetvâ verirdi. Zamânının en büyük âlimi olan ve üç yüz bin hadîs-i şerîfi ezbere bilen İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, ondan ders almağa gelirdi. Çok kimse, İmâm-ı Ahmed´e; "Böyle büyük bir âlim iken, kendi çocuğun gibi bir genç karşısında nasıl oturuyorsun?" dediklerinde; "Bizim ezberlediklerimizin mânâlarını o biliyor. Eğer onu görmeseydim, ilmin kapısında kalacaktım. O, dünyâyı aydınlatan bir güneştir, ruhlara gıdâdır." derdi. Bir kere de; "Fıkıh kapısı kapanmıştı. Allahü teâlâ, bu kapıyı, kullarına İmâm-ı Şafiî ile tekrar açtı." dedi. Bir kerre de; "İslâmiyete, şimdi Şâfiî´den daha çok hizmet eden birini bilmiyorum." dedi. İmâm-ı Ahmed, yine buyurdu ki: "Allahü teâlâ her yüzyılda bir âlim yaratır, benim dînimi, herkese onun ile öğretir." hadîs-i şerîfinde bildirilen âlim, İmâm-ı Şâfiî´dir. Hadîs-i şerîfte; "Kureyş´e sövmeyiniz. Zîrâ Kureyşli bir âlim, yeryüzünü ilimle doldurur." buyuruldu. İslâm âlimleri bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Şâfiî´nin geleceğini bildirmiştir, demişlerdir.

İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik´in ve İmâm-ı A´zamın talebesi İmâm-ı Muhammed´in derslerine devam ederek, İmâm-ı A´zamın ve İmâm-ı Mâlik´in ictihad yollarını öğrenip, bu iki yolu birleştirdi ve ayrı bir ictihad yolu kurdu. Kendisi çok beliğ, edîb olduğundan, âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin ifâde tarzına bakıp, kuvvetli bulduğu tarafa göre hüküm verirdi. İki tarafta da kendi usûlüne göre kuvvet bulamazsa, o zaman kıyas yolu ile ictihad ederdi. Böylece müslümanların ibâdetlerinde ve işlerinde uyacakları bir yol göstermiştir. Onun kendi usûlüne göre şer´î delillerden çıkardığı hükümlere, yâni gösterdiği bu yola "Şâfiî Mezhebi" denildi. Ehl-i sünnet îtikâdında olan müslümanlardan, amellerini yâni ibâdet ve işlerini, bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara "Şâfiî" denir.

Şâfiî mezhebinin reisi olan İmâm-ı Şâfiî, usûl-i fıkıh ilmindeki meseleleri ilk defâ tasnif edip, kitaba yazan kimsedir. Bu ilimdeki eserinin adı Er-Risâle fil- Usûl´dür.

Şâfiî mezhebi, Hanefî mezhebinden sonra en çok yayılan bir mezhebdir. Mısır, Mekke, Medîne´de, Endonezya´da, Aden´de, Filistin´de, Âzerbaycan´da ve Semerkant´ta, Doğu ve Güneydoğu Anadolu´da ve diğer yerlerde yayılmıştır.

Hindistan?ın büyük velîlerinden, tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin çocukluğu bile diğer çocuklardan farklıydı. Oynamasında, gülmesinde, yiyip içmesinde bir başkalık vardı. Zekâ ve hâfızası, edeb ve hayâsı fevkalâde idi. Bir gün bahçede akranı çocuklarla oynayıp eve dönmüştü. Babası yanına çağırıp; ?Evlâdım! Bu günden îtibâren öyle şeylerle meşgûl ol ki, bu meşgûliyetten eline geçen şey yanında kalsın. Bunlar da, okumak, yazmak, ibâdet gibi şeylerdir.? dedi.

Babasının sözlerini dikkatle ve can kulağıyla dinleyen Şâh Veliyyul- lah; o zamâna kadar geçen vakitlerine eyvâhlar edip, o günden sonra bir daha oyun oynamadı. Daha beş yaşındayken babasından Kur?ân-ı kerîmi okumayı öğrenip, temel din bilgilerini de tâlim eyledi. Yedi yaşında ana dili olan Fârisîyi okuyup yazdı. On yaşında Arabî lisânının gramer bilgilerinde Molla Câmî?nin eserini okuyacak seviyeye geldi. Ba­basının nezâretinde, hadîs ilminde; Mişkât, Sahîh-i Buhârî, Şemâil-i Şerîf kitap- larını okudu. Tefsîr ilminde; Şerh-i Vikâye?yi, usûl-i fıkıh ilminde; Hüsâmî, Tevdîh ve Telvîh kitaplarını okudu. Kelâm ilminde; Şerh-i Akâid, Şerh-i Hayâlî ve Şerh-i Mevâkıf ve diğer eserleri, mantık ilminde; Şerh-i Şem- siyye, tasavvuf ilminde; Avârif-ül-Meârif ve Resâil-i Nakşibendiyye?yi okudu. Nahiv ilminde, Molla Câmî?yi ve meânî ilminde, Mutavvel ve Muh- tasar-ül-Me?ânî adlı eserleri okudu. İlm-i hey?et (astronomi), hesab (arit- metik) ilimlerine âit çeşitli kitapları ve tıb ilminde El-Mu?cez fit-Tıb adlı kitabı okudu. İlmin her dalında geniş araştırmalar ve incelemeler yaptı. Dört hak mezhebin fıkıh kitaplarını tâlim edip, inceliklerine vâkıf oldu. On beş yaşına geldiğinde, zamânında okutulan zâhirî ilimlerdeki tahsîlini tamamlayıp kemâle gelmişti. Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yolunda mübârek bir kimse olan babasından feyz alarak, bâtınî hazînelere de kavuştu. Son olarak okuduğu Beydâvî Tefsîri´ni tamamlayınca babası, ulemâ ve sâlihlerin, fakir ve zenginlerin iştirâk ettiği bir yemekte, Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerine icâzet verip, başına da âlimlere mahsus sarığı giydirdi.

Bundan sonra üç sene daha babasının nezâretinde nefsini terbiye edip, velîlik yolunda ilerlemeye gayret etti. On sekiz yaşında iken babası Şeyh Abdürrahîm hastalandı. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde kemâle gelen oğlu Şâh Veliyyullah?ı kendi yerine geçirip, talebelere ilim öğretmek ve hak yolu bildirmek ile vazifelendirdi.

Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî, hem hac farîzasını îfâ etmek, hem de Haremeyn ulemâsının ilminden istifâde etmek maksadıyla, 1730 senesinde Mekke-i mükerremeye gitti. 1732 senesinde Hindistan?a döndü. Bu sırada Hindistan?da her şey karmakarışıktı. Siyâsî iktidar düzensiz ve kudretsizdi. İnsanlardan bir kısmı câhilliklerinden hindû ve diğer kâfirleri taklid eder olmuş, bir kısım müslümanlar da bid´at ehli kimselerin hâl ve hareketlerine kapılmışlardı. İlmin yerini cehâlet, fazîletin yerini ise denâ- et, alçaklık almıştı. Kötü din adamları ortalığı fitneye boğmuş, sâlih müs- lümanlar kıyıda köşede kalmışlardı. İşte böyle bir zamanda Hindistan?a dönen Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri, Eski Delhi?de kına satıcılarının bulunduğu Mehendiyen Çarşısı civârında babasından kalan eve yerleşti. O mütevâzî evinde ders vermeye başladı. İlme susayanlar, akın akın gelip onun gönüllere ferahlık veren derslerinden, ilim deryâsından istifâde ettiler. Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerinin ilim ve feyzinin üstünlüğü bütün beldeye yayıldı. O mütevâzî ev, talebeye kâfi gelmez oldu. Zamânın Gürgâniyye Devleti hükümdârı Sultan Muhammed, Şâh Veliyyullah hazretleri için bir medrese yaptırdı. 1857 senesinde İngilizlerin işgâline kadar bu medresede ilim öğretildi. İnsanlığın ve İslâmiyetin en büyük düşmanı olan İngilizler, yıllarca insanlara ilim ve feyz saçan bu mümtaz mekânı yak...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

29 Mart 2010, 03:05:41
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #17 : 29 Mart 2010, 03:05:41 »

Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: "Bu fakîr, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin gece-gündüz hizmetinde iken, hiç esnediklerini görmedim. Öksürük veya benzeri sebeblerle ağızlarından bir şey çıkardığına şâhid olmadım. Sümkürdüklerini de görmedim. İnsanlar arasında veya yalnızken, bir defâ bile bağdaş kurarak oturduklarını görmedim."

Otuz beş yıl hizmetinde bulunan Mevlânâ Ebû Saîd de şöyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin üzüm, elma, ayva ve benzeri meyveleri yerken kabuklarını ağzından çıkardığını hiç görmedim. Sümkürdüklerine ve tükürdüklerine de şâhid olmadım. Bâzan nezle ve grip olurdu. Bu hâllerinde bile tiksinti verecek bir davranışta bulunmazdı. Hiçbir uzvunda uygunsuz bir hâl, görenlere tiksinti ve rahatsızlık verecek bir davranışı görülmemiştir. Yalnız iken de, başkaları ile bir arada iken de, dâimâ edeb ve güzel muâmele ile hareket ederdi."

Ömrünü İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek, vâz ve nasîhatlarıyla insanların kurtuluşuna vesîle olmakla geçiren Ubeydul- lah-ı Ahrâr hazretleri H.895 senesi Muharrem ayının başında hastalandı. Hastalığı seksen dokuz gün sürdü. Vefâtından on iki gün önce; "Eğer sağ kalırsak, beş ay sonra seksen dokuz yaşım tamam olup, doksana girerim. Bâzı büyükler, ömrünün yıl sayısı ile hasta yattığı gün sayısı arasındaki uygunluğu; "Bir günlük hastalık (humma), bir senenin keffâ- retidir." hadîs-i şerîfinde buyrulan husûsa ugun olduğunu söylemişlerdir." buyurdu.

Konya´nın büyük velîlerinden Ulu Ârif Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaştan îtibâren Kur´ân-ı kerîm, hadîs, tefsîr, fıkıh ilimlerini öğrenmeye, tasavvufda yükselmeye başladı. Kısa zamanda zâhirî ve bâtınî ilimlerde söz sâhibi olacak şekilde yetişti. Çok zekî, pek edebli idi. Her hâliyle Mevlânâ´ya benzerdi. Geceleri sabahlara kadar ibâdet eder, boş yere hiç vakit geçirmezdi. Devamlı ilim öğrenmeye ve insanlara faydalı olmağa gayret ederdi. Çok heybetli idi. Görenlerde, korku ile karışık bir saygı hâsıl olurdu. Yanına beyler, emîrler, makâmı yüksek kimseler, âlimler, velîler gelir, sükût ederek onu dinlerlerdi. Herkesin mertebelerine göre konuşur, sözlerinin herkes tarafından anlaşılmasını sağlardı. Kimsenin kabahatini yüzüne vurmaz, sohbetlerinde ortaya konuşurdu. Mânevî derecesine göre herkes hissesini alırdı. Başkalarının kalblerindeki gizli bilgileri, sormak istedikleri suâlleri anladığını belli etmez, dolaylı yollardan suâllerin cevaplarını verirdi. İslâmiyeti yaymak, Ehl-i sünnet îtikâdını her tarafa duyurmak için çeşitli memleketlere gitti. Doğu Anadolu´yu, İran´ı, Âzerbaycan´ı gezdi. Her gittiği yerde İslâmiyetin güzelliğini, büyüklüğünü anlatıp, doğru ibâdet etmenin, ihlâslı olmanın, her işi Allah rızâsı için yapmanın ehemmiyetini îzâh ederdi. Geçtiği şehirlerdeki âlimler, onun sohbetlerine hayran kalırlar, ayrılırken şehir dışına kadar çıkarak, onu teşyî ederlerdi.

Bursa´da yaşayan büyük velîlerden Muhammed Üftâde (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası Mehmed Efendi, daha küçük yaşta bulunan oğlu Muhammed Üftâde´yi, ipek satan bir tüccarın yanına çalışmaya verdi. Muhammed Üftâde, orada çalışmaya başladı. Fakat bir hafta içinde, ustası ve babası vefât edince, çocuk yaşta âilesinin geçim yükünü omuzuna aldı. Hem çalışıyor, annesinin ve kardeşlerinin kimseye muhtâc olmadan geçinmelerini sağlıyor, hem de boş zamanlarında Bursa´daki medreselere gidip gelerek, zâhirî ilimleri öğrenmeye gayret ediyordu. Seneler sonra, zâhirî ilimleri öğrenerek, Bursa Ulu Câmiinde müezzinlik yapmaya başladı. Sonra Doğan Bey Câmiine imâm oldu. Senelerce bu vazifeyi yaparak, insanların ibâdetlerini doğru yapmasına vesîle oldu.

Bir gün rüyâda Seyyid Emîr Buhârî hazretlerini gördü. "Bizim câmide vâz ve nasîhat eyle!" emri üzerine, sabahleyin Emîr Buhârî Câmiinde vâz ve nasîhate başladı.

Muhammed Üftâde, uzun boylu, müşfik bakışlı, devamlı tebessüm hâlinde olan bir zâttı. Görünüşü ile etrâfındakilere güven ve îtimâd telkin eder, herkesin takdîrine mazhâr olurdu. Kur´ân-ı kerîm okurken, güzel sesinde sanki ağlıyormuş hâli müşâhede edilirdi. Kimsenin kalbini kırmaz, kalb kırarım korkusuyla kendine hakâret edenlere bile hiç karşılık vermezdi. Câmiye sabah herkesten önce gider, yatsı namazından sonra orada gece geç vakitlere kadar ibâdet ederdi. Bâzı geceler evine giderken, ıssız sokaklarda bir sarhoşa rastlasa, ona yardım ederek evine kadar götürürdü. Herkese yardım ettiği için, Bursalılar onu çok severdi.

Vakitlerini hep ibâdet yaparak geçiren Muhammed Üftâde, tasavvuf büyüklerinin yolunda bulunmayı arzu ettiğinden, bir velînin yanında yetişmeyi çok isterdi. Bu sebeple, böyle bir velîyi hep arar dururdu. Bir gün Karacabeyli Hızır Dede isminde bir velînin Bursa´ya geldiğini ve Ulu Câminin yanında ikâmet ettiğini öğrendi. Huzûruna varıp, talebesi olmak istediğini bildirdi. O da kabûl ederek, Muhammed Üftâde´yi yetiştirmeye başladı. Muhammed Üftâde, hocasının verdiği her vazifeyi en güzel şek­liyle yaparak hizmet ediyordu. Nefsini terbiye etmek için, nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapıyordu. Haramlardan şiddetle kaçıyor, şüpheli korkusuyla mübahların bile fazlasını terkediyordu. Bu şekilde hocası Hızır Dede´nin terbiyesinde sekiz yıl canla başla çalıştı. Onun vefâtından sonra da Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde ederek kalb gözü açıldı, kemâle gelip olgunlaştı. Her nefes alıp vermesinde Allahü teâlâya hamd eder, cenâb-ı Hakk´ı bir an olsun hatırından çıkarmazdı. Lüzumsuz hiç konuşmazdı. Konuştuğu zaman da hikmetler saçar, dinleyenlerin herbiri, kâbiliyeti kadar istifâde ederdi. Onun bu konuşmalarını talebesi Azîz Mahmûd Hüdâyî Vâkı´ât adlı eserinde topladı.

Rumeli velîlerinin büyüklerinden Üryânî Mehmed Dede (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) küçük yaşta ilim tahsîli ile meşgûl oldu. Çeşitli dallarda ilim sâhibi olduktan sonra, aşk-ı ilâhî´nin cezbesine kapılıp kendinden geçti. Dizkapağı ile göbeği arası hâriç, diğer taraflarına bir şey giymez oldu. O şekilde etrafta dolaşmaya başladı. Mısır´a kadar gitti. Birkaç se- ne Kâhire çevresinde kalıp, sıkıntı ve riyâzetler çekti. Vahşîlerle birlikte nice yıllar geçirdi. Yıllar sonra Kâhire´ye girdi. Gülşenî dergâhına vardı. O sırada İbrâhim Gülşenî hazretleri vefât etmiş, oğlu Emîr Ahmed Hayâlî yerine kalmıştı. Emîr Ahmed Hayâlî, Üryânî Dede´yi görünce; "Hüner, in- san olmaktır, hayvan gibi ot otlamak değildir." deyip, nasîhatte bulundu. O da orada kalıp, Hayâlî´nin feyz ve himmetinden istifâde etti. Zâhir ve bâtın ilimlerinde kemâle geldi. Ahlâkı güzelleşti. İbâdet ve hâlleri düzeldi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, Resûl-i ekremin yolunu yaymak vazi- fesi ile memleketine geri gönderildi.Yergöğü´nde ikâmet edip, İbrâhim Gülşenî hazretlerinin mesnevî tarzında yazdığı Mânevî adlı eserini oku- yup açıkladı. İnsanlara nasîhatlerde bulundu. H.999 senesinde Yergö- ğü´nde vefât edip annesinin yanına defnedildi. "Yergöğü´nün kutbu vefât eyledi." şeklinde vefâtına târih düşürüldü. Her ikisinin kabri de ziyâretgâh olup, onları vesîle ederek yapılan duâların kabul olduğu çok kere görül- müştür.

Üryânî Dede, Yergöğü´nde birçok talebe yetiştirip, güzel nasîhatleri, tatlı dil ve güler yüzü, güzel ahlâkı, faydalı ilmi ile insanlara doğru yolu gösterdi. Kendisinde görülen hal ve kerâmetler, Allahü teâlânın izniyle birçok kimsenin sâlih müslüman olmakla şereflenmesine sebeb oldu.

Hünkâr şeyhi denmekle meşhur velî Vânî Mehmed Efendi (rahme- tullahi teâlâ aleyh) bilgisi ve hitâbetiyle, herkesin hayranlığına mazhar oldu. Erzurum beylerbeyi Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa ile sohbet e- dip, nasîhatlerde bulundu. Fâzıl Ahmed Paşanın babasının vefâtı üzeri- ne sadrâzam tâyin olunarak İstanbul´a çağrılmasından sonra, Mehmed Efendinin nâmı İstanbul´da da duyulmaya başladı. Pâdişâh Dördüncü Mehmed Hanın emriyle İstanbul´a çağrıldı. Pâdişâh hocası (Hünkâr şeyhi) ve Yeni Câmide ilk kürsü vâizi oldu. Şehzâde Mustafa´nın da hocalığını yaptı. Pâdişâh vâizi olunca, şehzâde Mustafa´nın terbiyesini, talebesi ve dâmâdı Feyzullah Efendiye bıraktı. Pâdişâh hocası olmasından dolayı "Şeyh Mehmed" nâmıyla anılmaya başlanan Mehmed Efendinin Yeni Câmi kürsüsünden ettiği vâzlar, büyük îtibâr gördü. Zühd ve takvâsı, dünyâya ehemmiyet vermeyip, Allahü teâlâdan çok korkması, îtibârını yükseltti. Vâz ve nasîhatleri pek tesirli oldu. 1665 senesinde bâzı sahte tarîkatçıların çığırdan çıkan, zaman zaman İslâmiyetin dışına taşan hâl ve hareketlerinin durdurulması için ferman çıkarttı. Zamânında Sabatay Sevi adında bir haham kendisinin Mesih olduğuna dâir bir takım sapık fikirler ileri sürmüştü. Bir ihbâr üzerine yakalanıp Edirne´ye getirildi. Edirne sarayında Şeyhülislâm Minkarizâde Yahyâ Efendi ve Sultanın imâmı Vânî Mehmed Efendiden müteşekkil bir dîvân kuruldu. Pâdişâhın bitişik odadan tâkib ettiği görüşmeler sonunda Sabatay kendisinin müslüman olduğunu söyledi ve dönme olduğunu îlân etti. Onun müslüman olmuş görünmesiyle ilgili olarak Vânî Mehmed Efendi; "Bu adamın müslümanlığı kalbî hisler ve ihlâs ile kabûl ettiğine kâni değilim. Fakat dînimiz şüpheyi reddeder ve kişinin îmânı üzerinde hüküm ancak cenâb-ı Hakk´ındır. Bu îtibârla ihlâs ile müslüman olmasını niyâzdan başka bir şey yapamam." diyerek İslâmiyetin hükümlerine bağlı olduğunu gösterdi.

İstanbul´daki meşhûr velîlerden Vefâ Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir ara hacca gitmişti. Hacdan deniz yolu ile dönerken, yolda hıris- tiyan korsanları tarafından gemisi yağma edilip, kendisi de esir edildi. Rodos Adasına götürülüp hapsedildi. Zamânının gözüpek kahraman- larından Kahramanoğlu İbrâhim Bey tarafından, esir alanlara para verilmek sûretiyle esâretten kurtarıldı. Hürriyetine kavuştu. İstanbul´a dönüşlerinde, şimdi kendi ismi ile anılan "Vefâ" semtine yerleşti. Vefâtına kadar burada yaşadı. İnsanlara doğru yolu göstermek, dînimizin emir ve yasaklarını bildirmek ile meşgûl oldu.

Evliyâdan ve büyük İslâm âlimlerind...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: 1 2 3 [4]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes