๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslam Kültürü A-İ => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 29 Mart 2010, 02:27:15



Konu Başlığı: Evliya Hayatından Sahifeler
Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Mart 2010, 02:27:15
Evliya Hayatından Sahifeler

İyi insanların hayatları öğrenildikçe, iyilerin adedi artacaktır. Mâzisi- ni, büyüklerini tanıyamayan çocuklar, gençler ve yaşları ilerlemiş insan- lar, büyüklüklere tâlip olamazlar. (E. Ans. c.1, s. 5)

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) evliyânın büyüklerinden ve müslümanların gözbebeği olan yüksek âlimlerdendir. Seyyid olup insanları Hakka dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisidir. Muhammed Bâbâ Semmâsî ile Emîr Külâl´in talebesidir. İsmi, Muhammed bin Muham- med´dir. Behâeddîn ve Şâh-ı Nakşibend gibi lakabları vardır. ALLAHü teâ- lânın sevgisini kalplere nakşettiği için, "Nakşibend" denilmiştir.

Behâeddîn Buhârî hazretlerinin ilk hocası, daha doğar doğmaz kendisini mânevî evlâtlığa kabûl eden ve hakkında çok müjdeler veren Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî´dir. Önce ondan istifâde etti. Sonra bu hocası, onun yetiştirilmesini en meşhûr talebesi Seyyid Emîr Külâl´e havâle etti. Yedi sene Seyyid Emîr Külâl´in sohbetine devâm etti. Sonra da onun izni ile Mevlânâ Ârif Dikgerânî´nin sohbetine devâm etti. Yedi sene de onun yanında kaldı. Bundan sonra Kusam Şeyh ve Halîl Atâ´nın soh­betlerinde bulundu. Bir müddet de Halîl Atâ´nın yanında kaldı. Ayrıca Mevlânâ Behâeddîn Kışlâkî´den hadîs ilmini öğrendi. Sonra, Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz aldı. Üveysî olarak yetiştirildi. Böylece tasavvufda ve diğer ilimlerde çok iyi yetişti. Bu tahsil devresini ve tasavvufta yetişmesini bizzât kendisi şöyle nakletmiştir:

"Çocukluktan bülûğ çağına kadar, büyük hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî´nin sohbetinde bulundum. On sekiz yaşına girdiğim sırada, dedem beni evlendirmek istedi. Hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî´yi düğünüme dâvet etmek için beni Semmâs´a gönderdi. Semmâs´a varıp hocamı görmekle şereflendim ve elini öptüm. Sohbetinin bereketinden bende öyle bir hâl hâsıl oldu ki, devamlı hocamın sohbetine can atıyordum. O gece kalbimdeki bu arzu ve istek ile gece yarısından sonra kalkıp abdest aldım ve hocamın mescidine gidip, iki rekat namaz kıldım. Başımı secdeye koyup çok duâ ettim. Sabah olunca hocamın huzûruna vardım.

Daha sonra sofra kurulup, yemek yendi. Hocam, sofrada bir somun ekmeği alıp verdi. Ekmeği çekinerek aldım. Bu çekingenliğimi görüp; "Ekmeği almakta çekiniyorsun. Fakat bu ekmek, yolda lâzım olacaktır." buyurdu. Nihâyet dâvetimiz üzerine talebeleriyle birlikte köyümüz Kasr-ı Ârifân´a gitmek üzere yola çıktık. Ben, hocamın bindiği hayvanın üzengileri yanında yürüyordum. Rûhum zevkle dolmuş olduğundan kalbimde hiçbir dünyâ düşüncesi yoktu. Aşk ve şevkle dolu olan kalbim heyecanla çarpıyordu. ALLAH sevgisinden başka her şey kalbimden çıkmıştı. Bu sırada kalbim dünyâya meyledecek olsa, hocam hemen; "Kalbini ayrılıktan koru." buyururdu. Hocamın bu kerâmetini ve keşfini gördükçe, muhabbetim kat kat artıyordu. Yolumuz bir köye uğradı. O köyde hocamın dostlarından biri bizi karşılayıp evine dâvet etti. Hocam da bu dâveti kabûl edip, o zâtın evine indi. Ev sâhibinin, mahcûbiyetinden ızdırap içinde yüzü kızardı. Bu hâlini gören hocam, o kişiye; "Senin ızdırabının sebebi nedir?" dedi. O da; "Efendim, size yemek ikrâm etmek istiyorum, fakat sütten başka bir şeyim yoktur." dedi. Bunun üzerine hocam bana; "Behâ- eddîn, sana verdiğim ekmeğe ihtiyaç hâsıl oldu. O ekmeği ver." dedi. Ek- meği çıkarıp verdim. Ev sâhibi de sütü getirip sofraya koydu. Ekmeği süte batırarak yedik ve hepimiz doyduk. Bu kerâmeti karşısında hoca- mıza hayranlığımız arttı. Sonra kalkıp yolumuza devâm ettik."

"Hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî vefât edince, dedem beni Semerkand´a götürdü. Orada bulunan büyük âlim ve velîleri ziyâret edip, benim için duâ ve himmet istedi. Sonra Kasr-ı Ârifân´a döndük. O günlerde Ali Râmîtenî hazretlerinden gelip, emâneten saklanmakta olan taç bana verildi. O anda kalbim ALLAHü teâlânın muhabbeti ile dolup, taştı. Sonra hocam Seyyid Emîr Külâl, Kasr-ı Ârifân´a geldi. Bana çok iltifâtta bulunup; "Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî, bana; "Oğlum Behâeddîn´in yetişmesi ile ilgilen. Ondan şefâatini esirgeme! Eğer onun yetişmesinde kusûr edersen, sana hakkımı helâl etmem." buyurdu. Ben de bu vasiyeti üzerine senin yetişmen ile ilgileneceğime söz verdim." dedi. Seyyid Emîr Külâl hazretleri Behâeddîn Buhârî hazretlerinin yetişmesi için titizlikle meşgûl olup, onu tasavvufta yüksek derecelere ulaştırdı. Hattâ bir gün ona şöyle buyurdu: "Yüce mürşidim Hâce Muhammed Bâbâ Semmâ- sî´nin sizin terbiyeniz ile ilgili vasiyetini yerine getirdim. Sizi istenilen şe- kilde yetiştirdim. Hem hâl bakımından, hem de ilim bakımından yüksek bir himmete sâhip bulunuyorsun. Şimdi nereye gitmeyi arzu edersen gidebilirsin. Her kimden olursa olsun, sohbetinde bulunmak ve istifâde etmek husûsunda serbestsin. Tarafımızdan size izin ve ruhsat verilmiştir. Bizde olan hâl ve makamları size fazlasıyla verdim. Bostânı senin için kuru ettim. Yâni göğsümde, kalbimde olanların hepsini sana verdim. Rû- hâniyet kuşunu, insanlık yumurtasından (dar nefis çerçevesinden) çıkar- dım. Ama senin himmet kuşun, yükseklerde uçuyor. Şimdiden sonra icâzetlisin, müsâdelisin, izinlisin."

Behâeddîn Buhârî hazretleri, hocası Emir Külâl hazretlerinin bu sözleri üzerine Mevlânâ Ârif´in sohbetine gidip, yedi sene de onun yanında kaldı. Sonra Halîl Atâ hazretlerinin yanına gidip, on iki sene sohbetinde bulundu. İki defâ hacca gitti. İkinci haccında Herat´a gidip, Mevlânâ Zey- nüddîn hazretleriyle üç gün sohbet etti. İkinci hacca gidişinde Hicâz´dan dönüp, bir müddet Merv şehrinde ikâmet etti. Daha sonra Buhârâ´ya dönüp orada yerleşti. Emîr Külâl hazretlerinin vefâtından sonra, insanlara doğru yolu gösterip, rehberlik vazîfesini yaptı.

Şâh-ı Nakşibend hazretleri şöyle anlatmıştır: "Bir gece rüyâmda, Türk âlimlerinden Hakîm Atâ, beni yetiştirmesi için talebelerinden birine havâle etti. Sâliha bir ninem var idi, rüyâmı ona anlattım. "Oğlum, senin Türk âlimlerinden nasîbin vardır." dedi. Bunun üzerine rüyâda gördüğüm o dervişin sîmâsını hatırımda tuttum ve karşılaşacağım günü bekledim. Bir gün Buhârâ pazarında, Hakîm Atâ´nın rüyâmda beni yetiştirmesi için kendisine havâle ettiği zât ile karşılaştım. İsmi Halîl Atâ idi. Ben onu derhâl hatırlayıp, tanıdım. Fakat bir türlü yanına yaklaşıp sohbet edemedim. Bundan dolayı üzgün bir hâlde eve döndüm. Akşam bir kimse evime gelip, Halîl Atâ seni çağırıyor dedi. Bu habere çok sevindim ve bir mikdâr hediye bulup, hemen huzûruna gittim. Sohbetiyle şereflendim. Bana çok iltifât etti. Rüyâyı anlatmak isteyince; "Senin hâtırında olanı biz biliyoruz, anlatmana gerek yok." buyurdu. Bundan sonra uzun zaman sohbetine devâm ettim. Çok feyz alıp, istifâde ettim. Bir müddet sonra Mâverâün- nehr sultânının vefât etmesi üzerine, oranın halkı, Halîl Atâ´yı sultanlık yapması için Buhârâ´dan Mâverâünnehr´e dâvet ettiler. Dâveti kabûl edince ben de birlikte gittim. O tahta oturdu. Ben de hizmetine devâm ettim. Kendisinde çok kerâmetler görülüyordu. Bana şefkat ve muhabbet gösterip yetiştirdi. Böylece orada altı sene süren sultanlığı sırasında da hizmetinde bulundum. Kendisine o kadar yakın oldum ki, her sırrına vâkıf, işlerinde idâreci oldum. Görünüşte diğer hizmetçiler gibi çalışırdım. Hâlimi bildirmezdim. Altı sene sonra bu büyük âlim tahttan indi. Sultanlı- ğı sona erdi. Bundan sonra Zeyvertûn köyüne yerleştim.

Yine şöyle nakletti: "Bende tasavvuf hallerinin görüldüğü ilk günlerde mübârek bir zât ile yakınlığım oldu. Bu zât bana; "Seni Hakk´ın âşinâlarından görüyorum." deyince, "Umarım ki, sizin teveccühünüz ve yardımınızla âşinâlardan olurum." dedim. Dedi ki: "Arzular karşısında nefsin ile ne hâldesin?" "Bulursam şükrederim, bulamazsam sabrederim." dedim. "Bu kolay bir iştir. Asıl iş, nefsini bir yerde hapsedip, ekmek ve su vermeyeceksin ve nefsin o hâle gelmiş olacak ki, sana serkeşlik etmeyip, boyun eğsin." buyurdu. Bunun üzerine o zâta yalvardım. Bu hâle kavuşmam için teveccüh etmesini istedim. Buyurdu ki: "Nefsinin, başkalarından ümitsiz ve yalnız kalacağı bir sahrâya gideceksin, ALLAHü teâlâya ibâdet ile meşgûl olacaksın ve orada üç gün kalacaksın, dördüncü gün târif edeceğim bir dağa gideceksin, karşına çıplak ata binmiş bir kimse çıkacak. Ona selâm verip geç. Üç adım geçtiğin zaman sana o; "Ey genç! Dur sana ekmek vereyim." diyecek. Sen hiç aldırmayıp, ekmeği almadan geçip gideceksin. Bu zâtın emri üzerine, söylediği gibi üç gün sahrâda yalnız kalıp ibâdet ile meşgûl oldum. Dördüncü gün târif ettiği dağın eteğine gittim. Giderken buyurduğu gibi ata binmiş bir zât karşıma çıktı. Selâm verip, geçtim. Bana; "Delikanlı sana ekmek vereyim." dedi. Ben aslâ aldırmadım ve ekmeği almadan geçip gittim. Sonra, bana bunları yapmamı tavsiye eden zâtın huzûruna gittim. Bana;

"Behâeddîn! Bundan sonra insanların hatır ve gönüllerini alıp, düşkünlerin hizmetinde bulunup, zayıflara ve gönlü kırık olanlara ikram ve hürmette bulunacaksın! İlim öğrenme husûsunda gayret ederek, kimsesizlere yoldaş olup, onlara karşı tevâzu göstereceksin!" buyurdu. Bu zâtın emirlerini de yerine getirdim. Uzun zaman bu yolda devâm ettim. Sonra tekrar huzûruna çıktım. Buyurdu ki: "Behâeddîn! Bundan sonra da hayvanlara bakacaksın. Onlar, seni yaratan Rabbinin mahlûklarıdırlar. Eğer yük çeken hayvanların vücutlarında yara görürsen tedâvi edeceksin." Bu emre de uyarak çok gayret gösterdim. Yolda eğer önüme bir hayvan gelse, o geçinceye kadar dururdum. Hayvanın önüne geçmezdim ve geceleri izlerine yüzümü sürüp, ALLAHü teâlâya yalvarırdım. Bütün bunlar, içimdeki nefs düşmanının kırılması, ıslâh olması için idi. Yedi se- ne böyle devâm ettim. Sonra tekrar o zâtın huzûruna gittim. Buyurdu ki:

"Behâeddîn! Bundan sonra yolların hizmetiyle meşgûl ol, yolları süpürüp temizle, gelip geçenlere eziyet veren şeyleri kaldır. İğrenç şeyleri yollardan alıp, görünmez bir yere at. Yollardan gelip geçenler zahmet çekmesinler ve rahatsız olmasınlar." Bu emrine de uyarak, bir müddet de bu işle meşgûl oldum. Bu zât ne emretmişse, büyük bir bağlılık ile hepsini yerine getirdim. Bu hizmetleri yaparken, ALLAHü teâlânın nice nîmet­leri ve ihsânları bana göründü. Nefsim iyice ezildi. Nefsâniyetten ve mâsivâdan, ALLAHü teâlâdan başka herşeyden kurtulup, rûhâniyet derecesine eriştim. Bu sırada bana ALLAHü teâlâdan pekçok sırlar tecellî etti."

Behâeddîn Buhârî Şâh-ı Nakşibend hazretleri yine tasavvuftaki ilk hâllerini şöyle anlatmıştır: "Tasavvuf hâllerinden cezbe hâli çoğalıp kararsız düştüğüm günlerde, geceleri ay ışığında kabristanda dolaşırdım. Bir gece, devamlı ziyâret edilmekte olan üç büyük zâtın mezarını gördüm. Her birinin kabrinde yanmakta olan birer kandil vardı. Kandillerin yağı ve fitilleri olduğu hâlde çok sönük yanıyorlardı. Fitillerini hareket ettirmek lâzımdı ki, parlak yanıp, çok ışık versinler. O kandilleri öylece bırakıp, Hâce Muhammed Vasî´nin kabrinin başına gittim. Bana orada Hâce Ahmed Eçkarnevî´nin kabrine gitmem işâret olundu, oraya gittim. Onun kabrinin başına, bellerinde kılıç takılı olan iki kişi geldi. Beni tutup, bir hayvana bindirdiler. Hayvanın yönünü Mezdâhin tarafına çevirip, gittiler. O gece sabaha doğru Mezdâhin mezarlığına ulaştım. Orada da diğer kabirlerdeki gibi bir kandil yanıyordu. Fakat o da sönük yanmaktaydı. Kıbleye karşı dönüp oturdum. Bu sırada bana kendimden geçme hâli geldi. Kıble tarafında bir duvar gördüm. Duvar yarılıp, yeşil örtüler ile süslenmiş bir taht ve bu taht üzerinde bir zât oturmuş idi. Etrâfında ise kalabalık bir cemâat vardı. İçlerinde Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretleri de vardı. Sâdece onu tanıyordum. Bunların vefât eden ve bu yolun büyükleri olduğunu anladım. Fakat kürsünün üzerinde oturan kimdir diye merak ediyordum. Ben böyle düşünürken, kürsü etrâfında bulunan cemâatten biri bana şöyle dedi:

"Kürsü üzerinde oturan mübârek zât, Hâce Abdülhâlık Goncdüvânî´- dir. Etrâfındaki cemâat ise, onun halîfeleri; Hâce Ahmed Sıddîk, Hâce Evliyâ Gülân, Hâce Ârif Rîvegerî, Hâce Muhammed İncirfagnevî, Hâce Ali Râmitenî´dir." Sonunda hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî´yi göste- rerek; "Bunu, sen hayatta iken gördün, o senin şeyhindir. Sana tâc verdi. Kendisini tanıdın mı?" dedi. "Evet hocamı tanıdım fakat bıraktığı tâcın nerede olduğunu bilmiyorum." dedim. "O senin evindedir. Onu sana ke- râmet olarak verdiler ki, bir belâ gelecek olsa, onun bereketiyle belâ def edilir." buyurarak müjdeledi. Cemâatten bana dediler ki: "Dikkat et, kulak ver, şimdi sana Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri nasîhat edecek! O nasîhatten başka bir şeyle Hak yolunda ilerlenemez. Hâce hazretlerinin elini öpmek için izin istedim. Bana izin verildi. Kalkıp yaklaştım. Selâm verip, edeble elini öptüm. Sonra huzûrunda edeble ayakta durdum. Tasavvufda ilerlemek husûsunda buyurdu ki:

"Kabirlerin başında kandillerin sana öyle gösterilmesi, senin bu yolda kâbiliyet sâhibi olduğuna alâmettir. Fakat, fitil gibi olan kâbiliyeti hareketlendirmek lâzımdır ki, bu kâbiliyet ortaya çıksın. Hakkın gizli sırları sana açık olsun. Her durumda dînimizin caddesinde yürümek, azîmet ve sünnet-i seniyye üzere olmak lâzımdır. Emirlere ve yasaklara uymak husûsunda istikâmet üzere olacaksın. Bid´atlerden, Peygamber efendimiz ve arkadaşları zamânında olmayıp sonradan çıkan, ibâdet olarak yapılan şeylerden ve ruhsatla amel etmekten uzak duracaksın. Hadîs-i şerîfleri öğrenip, amel edersin." Sonra cemâattan bana dediler ki:

"Yarın acele Nesef tarafına gideceksin. Seyyid Emîr Külâl´in hizmetinde bulunacaksın. Oraya giderken yolda ihtiyar bir zât ile karşılaşacaksın. O sana sıcak bir çörek verecektir. Ekmeği al, fakat onunla hiç konuşma. O ihtiyârı geçtikten sonra bir kervana, sonra da ata binmiş bir kimseye rastlayacaksın, o kimse senin önünde tövbe edecek. Sen, o evindeki mübârek tâcını al, Emîr Külâl´e götür."

Bu konuşmalardan sonra bendeki o hâl gidip, eski hâlime döndüm. Derhal başında bulunduğum kabrin yanından ayrılıp, Zeyvertûn tarafına gittim. Evime varıp, bana bırakılmış olan tâcı istedim. Getirip verdiler. O- nu giyince hâlim değişti. Bambaşka bir hâle girdim. Tâcı alıp yola çıktım. Sabah namazı vaktinde Mevlânâ Şemseddîn´in mescidine ulaştım. Sa- bah namazını orada kılıp, o gün Eyne adındaki köyde kaldım. Ertesi gün güneş doğarken Nesef tarafına hareket ettim. Yolda, önceden büyüklerin işâret ettiği gibi, bir ihtiyâra rastladım. Bana bir ekmek verdi. Ekmeği alıp, hiçbir şey söylemeden geçip gittim. Sonra bir kervana rastladım. Kervanın başı bana; "Ey yiğit, nereden geliyorsun?" deyince; "Eyne köyünden." dedim. Ne zaman yola çıktığımı sordular. "Güneş doğarken." dedim. Kervana rastladığım vakit kuşluk vakti idi. Kervandakiler bu sözümü işitince hayret edip; "Eyne köyü buraya dört fersah, yaklaşık 24 km mesâfededir. Sabah vakti çıkılsa, ancak buraya ikindiden sonra geli- nebilir." dediler. Kervanı da geçip gittim. Kervanı geçtikten sonra bir atlı- ya rastladım. Bana; "Sen kimsin? Seni görünce içime bir korku düştü." dedi. "Ben öyle bir kimseyim ki, sen benim önümde tövbe edeceksin." dedim. O atlı yanıma gelip tövbe etti. Şarap yüklü bir beygiri vardı. Bey- girin üzerindeki şarabı yere döktü. Onu da geçip yoluma devam ettim. Nesef taraflarında bir köye uğradım. Seyyid Emîr Külâl´in orada oldu- ğunu öğrendim. Hâcegân büyüklerinin mübârek tâcını çıkarıp arz ettim. Bir müddet sükût ettikten sonra; "Bu tâc, Hâcegân büyüklerinin mübârek tâclarıdır." buyurdu. "Evet efendim." dedim. Devâm ederek; "Bu tâc-ı şe- rîfi almakta iki şart vardır. Birinci şart; bunu korumak, ikincisi; îcâbını ye- rine getirmek. Bu iki şart, büyüklerin (Hâcegân´ın) yolunda bulunmak ve bize hizmettir. Bundan sonra ben de bu şartlara uymak üzere tâcı alıp kabûl ettim." Buyurdular.

Behâeddîn Buhârî hazretleri orta boylu, mübârek yüzü değirmi olup, yanakları kırmızıya yakın idi. İki kaşı arası açık, gözleri sarı ile elâ renk karışımı olan kestane renginde idi. Sakalının beyazı siyahından çok idi. Ne hızlı, ne de yavaş yürürdü. Konuşmaları Peygamber efendimizin konuşması gibi tâne tâne idi. Konuştuğu kimseye yönünü dönmüş olarak konuşurdu. Kahkaha ile gülmez, tebessüm ederdi. Her gün kendini yirmi kere ölmüş ve mezara konmuş olarak düşünürdü. Kimseyi küçük ve hakîr görmez, dâimâ güler yüzle karşılardı. Ancak celâllendiği zaman kaşlarını çatardı. Bu zamanda heybetinden karşısında durulmaz olurdu. Şemâili, görünüşü birçok bakımdan Resûlullah efendimize benzediği gibi, sözleri, işleri ve bütün hareketleri sünneti seniyyeye uygun idi.

Fakir olmalarına rağmen, lütuf ve keremleri bol olup, cömert idiler. Bir kimse bir hediye getirse, mümkünse getirilen hediyenin iki misli kıymetin- de bir hediye verirlerdi. Nafakasını çalışarak temin ederdi. Bunun için e- ker, biçerdi. Bir mikdar arpa, biraz da hayvan yemi eker kaldırır, bununla geçinirdi. İşinde bizzat kendisi çalışır, bütün işlerini görürdü.



KOKUSUNU DUYUYORUM


Evliyâ-i kirâmın, en büyüklerindendir,

İnsanların kalbine, nûr salıp etti tenvîr.



"Seyyid Emîr Külâl´in, talebesidir bu zât,

Kararmış olan kalpler, onunla buldu hayat.



Seyyid olup, Resûl´ün, kerîm evlâdındandır,

Dînin yayılmasında, pekçok hizmeti vardır.



Bin üç yüz on sekizde, teşrîf etti dünyâya,

Yetmiş üç yaşındayken, göçtü dâr-ı bekâya.



Buhâra´da bir belde, var ki Kasr-ı Ârifân,

Kabri bu yerde olup, nûr saçılır oradan.



Bu büyük zât, dünyâya, gelmişti bu beldede,

Hem vefâtları dahi, oldu yine bu yerde.



O, dünyâya gelmeden, duyulmadan hiç adı,

Onun geleceğini, müjdeledi üstâdı.



Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî´ydi ki o zât,

Ondan saçılıyordu, dünyâya her füyûzât.



Ne zaman geçse idi, o, Kasr-ı Ârifân´dan,

Derdi: "Bana bir koku, geliyor ki buradan,



Zuhûr eder bu yerde, çok büyük bir evliyâ

Kararmış gönülleri, nûruyla eder ihyâ."



Gelince başka bir gün, bu bereketli yere,

Buyurdu ki: "O koku, fazlalaşmış bu kere.



Öyle zannederim ki, o, dünyâya gelmiştir,

Büyüyüp yetişince, İslâma kuvvet verir."



Böyle söylediğinde, hakîkaten o velî,

Henüz üç gün olmuştu, o dünyâya geleli.



Babası, kucağına, alarak bu oğlunu,

Bu büyük evliyâya, götürdü o gün onu.



O zât onu görünce, sevinip buldu huzur,

Buyurdu: "O dediğim, evliyâ işte budur.



Zaten ben, her ne zaman, geçseydim bu beldeden,

Alırdım kokusunu, bu büyük zâtın hemen.



Bu defâ gelirken de, bu koku geliyordu,

Hattâ biz yaklaştıkça, ziyâdeleşiyordu.



Düşündüm ki "Doğmuştur, dediğim o büyük zât,"

O koku, bu yavrudan, geliyor işte bizzât.



Size müjde olsun ki, işte o, bu bebektir,

Bu, ilerde çok büyük, bir zât olsa gerektir."



Daha sonra şefkatle, bağrına bastı onu,

Buyurdu: "Evlatlığa, kabûl ettik biz bunu."



Sonra Emîr Külâl´e, dedi: "Bu, benim oğlum,

Bunun yetişmesini, sana ısmarlıyorum."

Büyüyüp tâbi oldu, o da Emîr Külâl´e,

Ondan feyiz alarak, erişti tam kemâle.



O, henüz çocuk iken, evliyâlığa âit,

Alnında işâretler, görünürdü her vakit.



Annesi anlatır ki: "Bu oğlum Behâeddîn,

"Kerâmet" sâhibiydi, dört yaşındayken hemin.



Evimizde bir inek, vardı yavrulayacak,

Doğurmasına daha, bir müddet vardı ancak.



Bir gün bana dedi ki, ineği göstererek;

"Beyaz başlı bir yavru, doğuracak bu inek."



Birkaç ay geçmişti ki, o günden îtibâren,

Beyaz başlı buzağı, doğurdu inek aynen."



İmâm-ı Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hadîs-i şerîf âlimlerinin en büyüklerinden ve velîlerdendir. Babası, seçilmiş kimselerden ve hadîs rivâyet ehlinden idi. Evliyânın büyüklerinden Abdullah ibni Mübârek ile sohbet etmiş ilim ve feyz almıştı. Duâsı kabûl olanlardandı. Hattâ birçok defâ; "Yâ Rabbî! Benim duâlarımı isteklerimi kabûl etme, bir kısmını âhirete ayır karşılığını orada göreyim." derdi. Annesi de duâsı kabûl olanlardan sâlihâ bir hanımdı. Buhârî, küçük iken babası vefât etti. Onu annesi yetiştirdi. Annesi Buhârî ile kardeşini yetiştirme konusunda oldukça titiz davrandı. Babalarından mirâs kalan serveti, onların tahsîli ve terbiyesi için harcadı. Buhârî´nin küçük yaşta bir hastalıktan dolayı gözleri görmez olmuştu. Annesi tedâvî ettirmeye çalıştı ise de, oğlunun körlüğü devâm etti. Çocuğunun görmesi için, uzun zaman duâ etti. Bir gece rüyâsında İbrâhim aleyhisselâmı görüp, duâ istedi. İbrâhim aleyhisselâm ona; "Üzülme, ALLAHü teâlâ oğlunun gözlerini geri verecek." diye müjdeledi. Sabah olunca Buhârî´nin gözleri tekrar görmeye başladı.

Buhârî küçük yaşta iken, Buhâra´daki âlimlerden ilim öğrenmeye başladı. Kâbiliyet ve zekâsının üstünlüğü ile dikkati çekiyordu. İlk tahsil yıllarında, hadîs ilmini öğrenmeye ilgi duymaya başladı. Kendisine hadîs ilmini öğrenmeye nasıl başladığı sorulduğunda; "Bu ilmi öğrenmeye kâtipler arasında kâtiplik yaparak başladım. On yaşına kadar böyle devâm ettim." cevâbını vermiştir. On yaşından îtibâren gönlüne hadîs ezberleme arzusu ilhâm edilince, hadîs âlimlerinin derslerine devâm etmeye başladı. Henüz on beş yaşına girmeden, ezberinde yetmiş bin hadîs-i şerîf vardı. Bu garip hâdiseyi duyanlar, hakîkaten bu kadar hadîs-i şerîfi ezberledin mi?" diye sorduklarında, onlara; "Evet! Hattâ yetmiş binden daha fazladır. Ayrıca bu hadîslerin kim tarafından rivâyet edildiğini, râvî- lerin doğum ve ölüm târihlerini de biliyorum." dedi.

Bu ilimde o kadar yükselmişti ki, hocaları ile karşılıklı ilmî münâzaralarda bulunurlardı. Nitekim hocası Dâhilî, bâzı hadîs rivâyetindeki eksikliklerini onun yardımıyla tamamladı. Zekâsının keskinliği ve hâfızasının kuvveti ile etrâfındakilerin hayret ve takdirini kazandı. On altı yaşına gelince, Abdullah ibni Mübârek ve Veki´ bin Cerrâh´ın yazdıkları hadîs kitaplarını ezberledi. Bu yaşta, büyük din âlimlerinin yazılarını okuyup anlardı.

O zaman bilhassa hadîs ilmini öğrenmek için, meşhûr hadîs âlimlerinin bulunduğu ilim merkezlerine gitmek, ilim öğrenmek için önemli bir şart idi. Bu sebeple İmâm-ı Buhârî de on altı yaşından îtibâren, ilim öğrenmek için seyâhatlere çıktı. Pekçok ilim merkezine yaptığı seyâhatleri kırk yaşına kadar devâm etti.

Kendisi anlatır: "On altı yaşında iken Abdullah ibni Mübârek´in ve Veki´ bin Cerrâh´ın kitaplarını ezberledim. Fıkıh ilminde müctehidlerin, bildirdiklerini öğrendim. Sonra annem ve kardeşim Ahmed´le birlikte hac- ca gittik. Hac farizasını yaptıktan sonra, annemle kardeşim Buhâra´ya döndü. Ben Mekke´de kalıp, hadîs-i şerîf toplamaya başladım. On sekiz yaşına girdiğimde, Sahâbe ve Tâbiînin fetvâlarını topladım. Bu arada Medîne´ye gittim. Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfi başında, geceleri ay ışığında Târih-ül-Kebîr adlı eseri yazdım. Bu kitapta yazdığım ve ismi geçen her zâtın, bende bir kıssası vardı. Kitabı uzatmamak için bunları yazmadım." İmâm-ı Buhârî Mekke´de bulunduğu sırada Abdullah bin Zübeyr el-Hamidî´den Şâfiî fıkhını öğrendi. Ayrıca Târih-i Kebîr´ini yazar- ken istifâde ettiği Sahâbe ve Tâbiînin rivâyet ve fetvâlarını da bu sırada öğrendi.

Buhârî´nin gittiği ilim merkezleri; Mekke, Medîne, Bağdât, Basra, Kû- fe, Mısır, Nişâbûr, Belh, Merv, Askalan, Dımeşk, Hums, Rey, Kayseriy- ye ve diğer yerlerdir. Gittiği yerlerde, zamânın meşhûr hadîs âlimleriyle görüşüp, onlardan hadîs-i şerîf dinledi. İşittiği hadîs-i şerîfleri yazdı ve ezberledi. O kadar kuvvetli zekâsı ve hâfızası vardı ki, hadîs-i şerîfi bir kere işitince veya okuyunca hemen ezberliyordu. Haşid bin İsmâil şöyle anlatır: "Buhârî, işittiklerini küçük yaşına rağmen yazmıyordu, ama ezberliyordu. Basra´da bizimle berâber hadîs âlimlerini dolaşırdı, biz yazardık, fakat o yazmazdı. Biz ona yazmamasının sebebini sorar dururduk. Aradan on altı gün geçmişti ki bize; "Yazdıklarınızı getirip gösterin bakalım." dedi. Ona yazdıklarımızı getirdik. O da bize, on beş binden fazla hadîs-i şerîfin hepsini ezberden okuyuverdi. Sonra şöyle dedi: "Görüyorsunuz ki boşuna gelip, günlerimi heder etmemişim!" O zaman hadîs ilminde hiç kimsenin onu geçemeyeceğini anladık."

Süleymân bin Mücâhid şöyle anlatır: "Bir gün Süleymân bin Selâm Bikendî´nin yanına gitmiştim. Yanına varır varmaz: "Biraz önce gelseydin, yetmiş bin hadîs-i şerîf ezberlemiş olan bir çocuk görecektin." dedi. Bu söz üzerine çok merak edip dışarı çıktım. Bir çocukla karşılaştım. Bahsedilen çocuk budur diye düşünerek; "Yetmiş bin hadîs-i şerîfi ezberleyen sen misin?" dedim. "Evet efendim, daha da fazlasını ve Sahâ­beden, Tâbiînden olup da, rivâyet ettiği hadîs-i şerîf ezberlediğim râvile- rin, doğum ve vefât târihlerini, yaşadıkları yerleri biliyorum..." dedi.

İmâm-ı Buhârî hazretleri, hadîs-i şerîflerin râvilerini çok inceler, dînin emirlerine uymayan, edeplerini gözetmeyen, ahlâkında kusur bulunan kimselerin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfleri almazdı. Hadîs-i şerîfin metnini ezberlediği gibi, o hadîs-i şerîfi rivâyet eden zâtların künyesini, doğum-ölüm târihlerini, ahlâkını, yaşayışını, kimden rivâyette bulunduğunu, o râviden başka kimlerin hadîs-i şerîf aldığını hep öğrenir, ezberlerdi. Bir kimse hadîs rivâyetinde ve râvilerin senedinde hatâya düşse, hemen İmâm-ı Buhârî hazretlerini bulur, doğrusunu ondan öğrenirdi.

Buhârî´den hadîs-i şerîf işitip, rivâyet edenlerin sayısı doksan binden fazladır. Gittiği yerlerde, etrâfı hadîs-i şerîf almak ve öğrenmek isteyenlerle dolup taşardı. Nişâbûr´a gittiğinde kendisini dört bin kişi karşılamıştı.

Hadîs ilminde çok yüksek bir dereceye yükselen Buhârî, üç yüz binden fazla hadîs-i şerîfi senetleriyle birlikte ezberledi. Bu sebeple kendisine Hadîs imâmı adı verildi ve İmâm-ı Buhârî adıyla meşhur oldu.

İmâm-ı Buhârî´nin ibâdetteki huşû ve ihlâsı, çok fazla idi. Bir defâ namaz kılarken arılar kendisini tam on yedi defâ soktuğu halde namazını bozmadı. Çünkü onların soktuğunu duymuyordu.

İmâm-ı Buhârî´ye babasından çok mal, para kalmıştı. Herkese iyilik ederdi. Çok cömerd idi. Mürüvvet, başkalarına iyilik yapan; verâ, haram ve şüphelilerden sakınan ve ihtiyat sâhibi idi. Fakirlere çok sadaka verir, talebelerinin ihtiyaçlarını kendisi karşılardı. Kendisi çok az yer, günde iki-üç bâdem ile iktifâ ederdi. Dört sene hiç yemek yemeyip, sâdece ekmek ile idâre etti. Bir zaman hastalandı. Doktorlar; "Bu hastalık, sâdece kuru ekmek yemekden meydana gelmiştir." dediler. Bundan sonra bir bardak su ve ekmek ile idâre etti. Babası; "Malıma, bir dirhem haram ve şüpheli malın karıştığını bilmiyorum." dediği için, helâl mal olarak bildiği, yalnız babasının malından yerdi.

İmâm-ı Buhârî hazretleri, bayram günleri hâriç bütün yılını oruçla geçirirdi. Şüphelilerden dâimâ kaçardı. Gıybetten çok korkardı. Sebebi soruldukta; "İsterim ki Rabbime kavuştuğumda hiç gıybet etmemiş olayım ve böyle bir şey için kimse beni aramasın." dedi. Gecenin ilk saatlerinde biraz uyur, sonra kalkar ilim ve ibâdetle meşgûl olurdu. Üç günde bir hatim ederdi. Sonra duâsını yapıp; "Her hatim sonunda yapılan duâ makbûldür." buyururdu. Ramazân-ı şerîf gecelerinde arkadaşlarına namaz kıldırır, her kıldırdığında Kur´ân-ı kerîmin üçte birini okurdu.

İmâm-ı Buhârî Bağdât´a geldiğinde, buradaki hadîs âlimlerinden çoğu toplanıp, İmâm-ı Buhârî´yi imtihân etmek istediler. Yüz tâne hadîs-i şerîfin metin (Peygamber efendimizin mübârek sözleri) ve sened (bir hadîs-i şerîfi nakleden zâtların isim silsilesi) kısımlarının yerlerini değiştirdiler. Bu şekilde değiştirdikleri hadîs-i şerîflerden, bir kişiye on hadîs-i şerîf vererek, on kişiyi İmâm-ı Buhârî´ye gönderdiler. Bu kimseler, İmâm-ı Buhârî´nin bulunduğu meclise gelip, herbirisi yanlarında bulunan hadîs-i şerîfleri okuyup; "Bu hadîs-i şerîfi biliyor musunuz?" diye sordular. İmâm-ı Buhârî "Bu söylediğiniz şekilde bir hadîs-i şerîf bilmiyorum." dedi. On kişi, onar hadîs-i şerîfi okuyup bitirdikleri zaman, İmâm-ı Buhârî birinci kimseye dönüp; "Senin okuduğun birinci hadîs-i şerîfin metni böyle, isnâdı da şöyledir diyerek, onların okudukları sıra ile birden yüze kadar hadîs-i şerîfleri, sened ve metinlerini doğru olarak okudu. Bunun üzerine oradakilerin hepsi, Muhammed Buhârî´nin hâfızasının kuvvetliliğini, hadîs ilmindeki yüksekliğini anlayıp kabûl ettiler.

İmâm-ı Buhârî bu ilmî üstünlüğü ile çok kıymetli eserler yazdı. Bunlardan bâzıları şöyledir: 1) Câmi-us-Sahîh: En büyük ve en meşhur eseridir. Sahîh-i Buhârî ismiyle tanındı. Hadîs-i şerîfleri toplayan en kıymetli kitabıdır. İmâm-ı Buhârî hazretleri bu eserine Sahîh denilmesinin sebebini şöyle anlatır: "Rüyâda Peygamber efendimizi gördüm. Karşılarında oturuyordum ve elimde bulunan yelpazeyi sallayıp, mübârek vücûdunu serinletiyor, mübârek yüzüne yaklaşmak istiyen sinekleri uzaklaştırıyordum. Büyük zâtlar bu rüyâmı; "Sen, Peygamberimiz aleyhisselâmın hadîs-i şerîflerini, O´nun sözü imiş gibi uydurulan yalanlardan ayırırsın." şeklinde açıkladılar. Bundan sonra, çok uğraşarak, sahîh hadîsleri topladım ve bu şekilde meydana gelen eserin ismi Sahîh oldu."

İmâm-ı Buhârî hazretleri bu eserini Mescid-i Harâm´da yazdı. Her bir hadîs-i şerîfi yazmadan önce istihâreye, işin hayırlı olup olmayacağını anlamak için abdest alıp iki rekat namaz kıldıktan sonra doğru rüyâ görmek ile hakîkatı öğrenmek üzere uykuya yattı. İmâm-ı Buhârî zemzem suyu ile gusledip Kâbe´de, Makâm-ı İbrahîmin gerisinde iki rekat namaz kılıp, koyduğu sağlam usüllere göre sahîh olduğu kesin belli olan hadîs-i şerîfleri yazdı. Bu kitabı müsveddeden temize çekme işini de, Medîne-i münevverede Peygamber efendimizin kabr-i şerîfi ile minberi arasında "Ravda-i Mutahhera"da yaptı. Bu eserini nasıl yazdığını kendisi şöyle anlatır: "Câmi-us-Sahîh kitabını, altı yüz bin hadîs-i şerîf arasından seçtim. Her hadîs-i şerîfi kitaba koymadan önce gusledip, iki rekat namaz kılıp, istihâreye yattım. Ondan sonra hadîs-i şerîfi kitaba koydum. Bunları yapmadan hiçbir hadîsi yazmadım. Bunu on altı yılda tamamladım. Bu kitapta sahîh hadîsleri bildirdim. Bununla berâber almadığım, yâni bu kitapta olmayan hadîsler bunlardan çok fazladır."

İmâm-ı Buhârî ömrünün son yıllarında, Nişâbûr´a döndüğünde, ilimdeki üstünlüğünü bilenler etrafında toplanmıştı. İlim meclisine devâm edenlerin çokluğu ve gördüğü îtibar, bâzı kimselerin kıskanmasına ve iyi olmayan tutum içine girmelerine yol açtı. Bundan dolayı Nişâbûr´dan ayrılıp, Buhâra´ya gitti. Buhâra´ya varınca vâli Hâlid bin Ahmed, İmâm-ı Buhârî´ye haber gönderip, eserlerini alıp, yanına gelmesini, onları bizzat kendisinden dinlemek istediğini bildirdi. Ayrıca kendi çocukları için husûsî hadîs-i şerîf dersi vermesini istedi. Bunun üzerine İmâm-ı Buhârî; "Ben ilmi, emîrin kapısına götürüp zelîl etmem. Eğer ilmi istiyorsan, mescidde, yâhut evimdeki ilim meclisinde hazır bulun. Bu sözümü kabûl etmezsen, beni kürsüde ders vermekten men et de ALLAH katında mâzur olayım. Halbuki ben, Peygamber efendimizin; "Her kime bir ilimden sorulur, o da onu gizlerse, kıyâmet günü ateşten bir gem vurulur." hadîs-i şerîfi gereğince, ilmi gizleyemem." dedi. Çocukları için husûsi ders vermesini istemesine karşı da:

"Ben, bir kısım kimseleri hadîs-i şerîf dersinden men edip, birkaç kişiye ders veremem." dedi. Bunun üzerine vâli, İmâm´ın Buhârâ´dan çıkması emrini verdi. İmâm-ı Buhârî, vâliyi ALLAHü teâlâya havâle edip, Bu- hâra´dan çıktı. Aradan bir ay geçmeden bu vâli görevinden alındı. Bir merkebe bindirilip, şehri dolaştırıldı ve "Kötü işler yapanın sonu işte budur." diye bağırılması emri geldi. Vâlinin sözlerine uyarak, İmâm-ı Buhâ- rî´ye çeşitli ezâ ve cefâlarda bulunan kimselerin de her birine, in­sanların ders ve ibret alacakları çeşitli belâlar isâbet etti.

İmâm-ı Buhârî hazretlerinin Buhâra´dan çıkış haberi üzerine, Semer- kantlılar kendisini dâvet ettiler. Giderken yolda Semerkantlı bir toplulu- ğun kendisini isteyip, bir kısmının istemediği haberini alınca, Hartenk´de akrabâlarının yanında kaldı. İnsanların bu hâlinden kalbi daraldı ve canı sıkıldı. Teheccüd namazından sonra ellerini açıp, "Yâ Rabbî! Yeryüzü bu genişlikle bana dar oldu. Beni tarafına al!" diye duâ etti. O ay, orada hastalandı ve Ramazan bayramı gecesi vefât etti.

Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ilk bilgileri babasının yanında öğrendi. Sonra Başkale´de ibtidâî ve rüştiye mekteplerini bitirdi ve o zaman ilim ve irfan merkezi olan Irak´ın çeşitli şehirlerinde, Müküs kazâsında yüksek âlimlerden, Arap ve Fars dili ve edebiyatı, mantık, münâzara, kelâm, ilâhî ve tabiî hikmet, fen ve matematik, tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf dersleri aldı. Nehrî´de gördüğü bir rüyâ üzerine tahsîline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu rüyâyı şöyle anlatmaktadır:

Nehrî isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını âilemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsîl ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyâda ALLAH´ın Resûlünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risâlet makâmında oturmuşlardı. O´nun heybet ve celâli karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zât... Bu zât sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir suâl sordu: "Hayz zamânında bir kadının, câmiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir câminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer´an serbest midir?" ALLAH Resûlünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suâli tekrar sormaması için gâyet yavaşca ve alçak bir sesle; "Dînin sâhibi hazırdır, buradadır." diye cevap verdim. Maksadım, şerîat sâhibinin huzûrunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resûlullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesâfede bulunmalarına rağmen cevâbımı duydular. Durmadan; "Cevap veriniz!" diye üst üste iki defâ emir buyurdular.

Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin câmiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arzedeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyâmı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâALLAH âlim olursun! Bütün gücünle çalış." diyerek rüyâmı tâbir etti. Babama; "Kâinâtın efendisi huzûrunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden suâl açılmasının ve cevâbının tara­fımdan verilmesi hakkındaki Resûlullah´ın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevâbı verdi:

"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için böyle bir suâl, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işârettir.

Bu rüyâdan sonra, on sene müddetle, Cumâ gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık îcâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsîr gibi ilimlerin yanında kendisini mânevî yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî´nin halîfesi Seyyid Fehîm-i Arvâsî, rüyâsında ALLAHü teâlânın Resûlünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakîm´in terbiyesini sana ısmarladım." buyurmuştu.

Nihâyet Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri H.1295 yılında Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin huzûruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tövbe ve istihâre oldu. İstihârede şöyle bir rüyâ gördü:

Seyyid Tâhâ hazretleri, câmide, talebesi Seyyid Fehîm´e şu emri veriyordu: "Abdülhakîm´i al, elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamâmen yıka! Sonra ikimize de imâm olsun!.. Seyyid Fehîm hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan seccâdeye bırakıyordu.

Bu rüyâ onun talebeliğe kabûl edildiğine dâir gâyet açıktı. Tâbire muhtaç kısmı sâdece cevâzımât-ı hams tâbiri idi. Cevâzım cezm´in çoğulu olup kat´î, kesin demektir. Hams yâni beş adedi ise âlem-i emrin, latîfenin tasfiyesine işâret olduğu açıktı. Rüyânın başka tâbire muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilâhî lütuf ve sonsuz bir ihsândı.

Seyyid Abdülhakîm Efendi, 1897 yılında hac vazîfesi ile Hicaz´a geldiğinde önce Medîne´ye gelip Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Yanında Hacı Ömer Efendi isimli eşraftan bir zât vardı. Onunla berâber bir gece, mübârek Ravza´da akşam namazından sonra, yüzünü saâdet şebekesine döndürmüş, son derece edeb ve hürmet içerisinde beklerken, sağ tarafında oturan Hacı Ömer Efendi kulağına eğilip yavaşça:

"Refikam, şu anda özür sâhibidir. Peygamber Mescidini ziyârete gelemez. Bâb-üs-Selâm´dan girerek Peygamber huzûrunda bir selâm verip, Bâb-ı Cibrîl´den çıkmasına şer´an müsâde var mıdır?" dedi.

Seyyid Abdülhakîm hazretleri o anda 25 yıl önceki rüyânın hatırına gelmesi ile korkuyla sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzüne bir daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyâsında gördüğü şahıs da bu şahıstı. Yavaşça:

"Bu suâlin cevâbına mezun olmak şöyle dursun, bilakis memurum!" buyurdu. Ancak rüyâda olduğu gibi Resûlullah efendimizin huzûrunda bulunduğundan cevap vermekte mazur olduğunu bildirdi. Bâb-ı Rahme- ´den dışarı çıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı ve hem de rüyâyı tafsilâtı ile anlattı.

Şeyh Abdülhakîm Efendi 1907´deki haccı sırasında büyük evliyâ Şeyh Ziyâ Mâsum´un yüksek iltifatlarına mazhar oldular. Birlikte vedâ tavâfını yaparlarken Şeyh Ziyâ Masum hazretleri kendisine:

"Mürşidin Seyyid Fehîm hazretleri tarafından Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî, Çeştî tarîkatlerinden memur ve mezun olduğun gibi ilâveten sana Üveysîlik yüksek yolundan da icâzet verdim." buyurdular.

Seyyid Abdülhakîm Efendinin ikinci haccından dönüşünden bir müddet sonra doğuda karışıklıklar başgöstermeye başladı. 1914 yılında Birinci Dünyâ harbinin başlarında Rus askeri İran tarafından gelerek Doğu Anadolu´yu işgâle başladı. Bir taraftan da Ermenileri silahlandırarak masum Türk halkı üzerine kışkırtıyorlardı. Bu acıklı günleri o mübârek zât şöyle nakletmektedir:

Hızla silâhlanan Ermeniler, Müslümanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada bizim evimizi de tamamiyle yağmaladılar, soydular ve hiçbir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı sıralarında, âile efrâdımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka çare bulamadılar. On gün sonra ALLAHü teâlânın lütfu ve inâyeti ile kasaba geri alındı ve âilece oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara girdik. Mayıs ayında düşman kasabamıza bir saatlik mesafeye yaklaştığından hükümet tahliye emrini verdi. Tekrar dağlara ve çöllere döştük. Evlerimizi, çarşılarımızı, medreselerimizi, câmilerimizi tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret yolu göründü. Düşman istilâsına devam ederek Van, Şafak ve Nurduz´u ele geçirmişti. Keldânî aşîretleri ile Ermeniler dünyânın yaratılışından beri görülmedik zulüm ve vahşete yol açıyorlardı. Hicret edenlere Masiru adındaki bir dereden yol bulup gitmekten başka çâre kalmamıştı. Bu istikâmete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte çoğu kadın ve çocuktan ibâret olan birkaç bin nüfus dağlara sığınmıştı. Zîrâ eli silah tutanların hemen hepsi Erzurum taraflarında ve cephede bulunuyorlardı. Tamamen müdâfaasız kimselerden meydana gelen göç topluluğu bir ana-baba günü manzarasıyla yol alıyordu. Ermeni fedâileri ise Nurduz´- dan beri bu perişan muhacirleri takip ediyor, genç kız ve kadınları esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehîd ediyor, kalanları tekrar takibe ko- yuluyordu. Zaho´nun dağ ve çöllerinde muhacirlerin yüzde yetmişi açlık- tan can verip ve hatta hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Memleketinde hanedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular.

Bizimle beraber yirmi dokuz köyün ihtiyarları, kadınları ve çocukları ıssız çöl ve dağlarda elimize ne geçerse yiyip bin türlü meşakkat ve zahmetle o sene Haziranın birinci gecesi Ravandız´a girdik. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hâlde Ravandız gibi harareti 45 dereceden ziyâde bir yerde 90 gün oturduk. Eylülün ikinci günü Erbil´e çoğumuz hasta olarak girdik. Kardeşim Seyyid İbrâhim Efendiyi kara toprakta ALLAH´ın rahmetine bıraktığımız gibi, Şeyhler hanedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve erkek değerli fertlerini Erbil ve civarında toprağa verdik. Ekim ayının dokuzuncu günü Musul´a vardık. Burada meşhur Celilîzâdelerin yaş bakımından büyüğü bulunan Hacı Emin Efendi tarafından o vaktin rayicine göre, aylık otuz altın lira kirası olan yirmi odalı, harem ve selamlık daireleri, bedelsiz olarak bize ihsan edildi.

Burada on sekiz ay kadar oturduktan sonra, ayrılmak üzere vedâ ederken, gönlümüzü hoş ederek; "Bu evde kırk sene otursaydınız, yine kirâ almazdım." dedi. ALLAHü teâlâ kendisinden râzı olsun.

Devamlı olarak, Bağdat´ta Gavs-ı âzam Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin türbesi civarında oturup orasını vatan edinmek arzusunda bulundumsa da, o civarlarda İngiliz muharebeleri pek şiddetlenmiş bulunduğundan, geçici olarak, yine Musul´da kaldık. Daha sonra nüfusumuz yüz elli iken ancak altmış altı nüfusla, çöl ve sahraları, ALLAH´ın yardımıyla aşarak Adana´ya geldik. Adana´da çeşitli hastalıklar sebebiyle defn ettiğimiz nüfustan kalan 20 kişi ile Eskişehir´e geldik. Bunlardan bir kısmı Konya´da kaldılar. Geçim darlığından büyük sıkıntı içinde yaşadılar. Biz ise 1918 senesinin Nisan ayı ortalarında İstanbul´a geldik. Dâhiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) müsteşarı olup sonra Evkaf Nazırı olan ulemâdan Hayri Efendi tarafından, şu anda sağlık ocağı olarak kullanılan Eyyûb Sultan Yazılı Medresede yerleştirildik. Dağılmış âile efrâdımı, ALLAH´ın inâyeti ile orada toplamaya muvaffak oldum. İstanbul´a bu sûretle sevk-i ilâhî ile geldik. Yollarda görülen meşakkat ve sıkıntılar son buldu.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri daha sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Kaşgari Dergâhının şeyhliği, imâmlığı ve vâizliği ile vazîfelendirildi. Bu arada 5 Ağustos 1919´da Sultan Vahideddîn Han tarafından Süleymâniye Medresesine tasavvuf müderrisi (ordinaryüs profesörü) olarak da tâyin edildi. Böylece hem çeşitli câmilerde vâz ederek ve hem de üniversitede hoca olarak İslâmiyeti yaymaya, din düşmanlarını susturmaya ve sindirmeye başladı.

Seyyid Abdülhakîm Efendi din bilgilerinde ve tasavvufun ince bilgilerinde çok derin idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir, sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevâbını alır, sormaya lüzum kalmadan, o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerâmetler görürdü. Çok mütevâzi, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. İslâm âlimlerinin adı geçtiği zaman:

"Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gâib olsak aranmayız." ve; "Bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz." buyururdu. Halbuki kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.

Sultan Vahideddîn Han kendilerini çok sever, takdîr ederdi ve duâlarını isterdi. Nitekim Abdülhakîm Efendi hazretleri şöyle anlattı:

Memleketin işgâl altında bulunduğu ve kurtuluş savaşının başladığı günlerdi. Beşiktaş´ta Sinanpaşa Câmiinde vâz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir bey inip; "El melikü yak- raükesselâm ve yed´ûke iletta´âm." yâni "Sultan sana selâm ediyor ve seni iftara çağırıyor." dedi. Araba ile saraya gittik. İstanbul´un seçilmiş vâizleri, imâmları çağırılmıştı. Yemekten sonra ser müsâhib geldi. Sultanın selâmı var. Hepinizden ricâ ediyor. Anadolu´da kâfirlerle çarpışan ku- vây-ı milliyenin gâlib gelmesi için duâ etmenizi ve Anadolu´daki mücâhid- lere para ve duâ ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik etmenizi ricâ ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok kimseyi Anadolu´ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum.

Bir defâsında da Sultan Vahideddîn Han, Ramazân-ı şerîf ayında Hırka-ı seâdetin bulunduğu odayı ziyâret edecekti. Seyyid Abdülhakîm Efendi´yi de dâvet etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devâmını hizmetlerini gören Şakir Efendi şöyle nakletmektedir:

Sultan tam Hırka-i seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince, Abdülhakîm Efendi nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık birbirlerine bakıştılar. O isimde birisini tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakîm´dir deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini bekleyip yanyana biri dünyâ, biri âhiret sultanı olarak, Sultanü´l-enbiyâ Peygamber efendimizin seâ- detli hırkalarının bulunduğu odaya girdiler. Berâberce ziyâret ettiler. Çı- kınca Sultan bereket sayarak orada olanlara birer mendil, ona ise iki mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi´yi bekliyordum. Geldiler ve ziyâretlerini anlattılar. "Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane verdi. Birisi senindir." deyip birini bana verdiler.

Abdülhakîm Arvâsî hazretleri siyâsete hiç karışmamış, siyâsî fırkalara bağlanmamıştır. Bölücülüğe karşıydı. Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak sorduklarında:

"Hükümet, tekkeleri değil, boş mekanları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı." demiştir. Bu muazzam görüş, o günlerin umûmî mânâda tekke ve dergâh tipine âit teşhislerin en güzelidir.

Kânunlara uymakta çok titiz davranır, konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi.

Abdülhakîm Efendinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi, ağlaması hep İslâmiyete ve Resûlullah efendimizin hâline uygundu. Onun yemesini gören sanki âdet yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş yerdi. Yakın- ları onu otuz senedir kaylûle yaparken veya yatarken bir defâ olsun sırt üstü veya sol tarafına dönüp yatmadığını söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ elinin içini sağ yanağı altına koyar, öyle yatardı. Her hâli istikâmet üzere idi. "İstikâmet yâni ALLAHü teâlânın beğendiği doğru yol üzere olmak kerâmetin üstündedir." sözünü sık sık tekrar ederdi.



BÜTÜN BUNLARA RAĞMEN  



Sevdiklerinden biri, bir gün huzûrlarına,

Gelerek şu şekilde, bir suâl sordu ona:



"Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî mi yüksektir,

İmâm-ı Rabbânî mi, merak eder bu fakîr?"



Abdülhakîm Efendi, cevâben o kimseye,

Başladı Abdülkâdir Geylânî´yi övmeye.



Buyurdu: "Gavsül âzam, idi ki bu büyük zât,

Ânında yetişirdi, istese her kim imdât.



Öyle çok kerâmeti, vardı ki onun hattâ,

Duâsıyle ölüyü, döndürürdü hayâta.



Kendi zamânındaki, bilcümle evliyânın,

Fevkinde bulunduğu, kesin idi bu zâtın.



Ve kıyâmete kadar, her Velî´ye feyiz, nûr,

Onun vâsıtasıyle, erişir, vâsıl olur.



Mübârek cemâlini, görseydi biri elhak,

ALLAHü teâlâyı, hâtırlardı muhakkak.



Dört yüz kişi yazardı, vâzını muntazaman,

Birbirinin sırtında, yazarlardı çok zaman."



Böylece bu Velî´den, bahsedip uzun uzun,

Çok kerâmetlerini, anlattı önce onun.



Sonunda buyurdu ki: "Bütün bunlara rağmen,

İmâm-ı Rabbânî´nin âşıkıyım ama ben."



Anadolu´da yetişen büyük velîlerden Azîz Mahmûd Hüdâyî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) Fadlullah bin Mahmûd´un oğludur. Çocukluğu Sivrihi- sar´da geçti. Burada ilk tahsîline başladı. İlmini ilerletmek için İstanbul´a gitti. Küçük Ayasofya Medresesinde tahsîline devâm etti. Çok zekî olup bir defâ okuduğunu zihninde tutar, tekrar kitaba bakmaya lüzum hisset- mezdi. Hocalarından Nazırzâde Ramazan Efendi, ona husûsî bir ihti- mâm gösterdi. Mahmûd Hüdâyî genç yaşta; tefsîr, hadîs, fıkıh ve zamâ- nın fen ilimlerinde büyük bir âlim oldu. Hocası Nâzırzâde onu yanına yardımcı olarak aldı. Mahmûd Hüdâyî, bir taraftan hocası Ramazan E -fendiye yardım ederken, diğer yandan da Halvetî yolunun şeyhlerinden Muslihuddîn Efendinin sohbetlerine katılarak tasavvuf yolunda ilerlemeye çalıştı. Bu arada hocası Nâzırzâde´nin, Edirne´de bulunan Sultan Selim Medresesine tâyini çıktı. Mahmûd Hüdâyî, yirmi sekiz yaşında i- ken hocası ile Edirne´ye gitti. Ramazan Efendi, kısa bir süre Edirne´de müderrislik yaptıktan sonra, Şam ve Mısır´a kâdı tâyin edildi. Talebesi Mahmûd Hüdâyî´yi oraya da götürdü. Mahmûd Hüdâyî Mısır´da Halvetî şeyhlerinden Kerîmüddîn hazretlerinden ders alarak, tasavvuf yolunda yetişmeye çalıştı.

Mahmûd Hüdâyî otuz üç yaşında iken, hocası Nâzırzâde ile Bursa´ya geldi. Üç sene Ferhâdiye Medresesinde müderrislik yaptı. Üç sene sonra, hocasının vefâtı ile Bursa kâdılığına getirildi. Bursa kâdısı olarak vazîfeye başlıyan Mahmûd Hüdâyî hazretleri, kâdılığı esnâsında bir gece rüyâsında Cehennem´i ve Cehennem´in ateşinde tanıdığı bâzı kimselerin yandığını gördü. Bu korkunç rüyânın verdiği dehşet ve üzüntü içindeki günlerde, bir hanım bir dâvâ getirdi. Bu dâvadan sonra Bursa kâdılığını bıraktı ki, hâdise şöyle idi:

O günlerde Bursa´da, evliyâullahtan olan Muhammed Üftâde hazretleri halkın mânevî terbiyesi işi ile meşgûl olurlardı. Yine Üftâde hazretlerini seven fakir bir kimse vardı. Her sene hac mevsiminde hacca gitmek ister, fakat gidecek parası olmadığı için arzusuna kavuşamazdı. Üzüntüsünden hiç yüzü gülmez, gözleri hep hacca gidenlerin yolu üzerine takılır kalırdı. Evde hanımı, yüzü gülmeyen kocasının bu hâline oldukça üzülürdü. Yine bir sene hac mevsiminde, parası olmadığı için hacca gidemeyen bu fakir üzüntüsünden ne yapacağını şaşırdı. Aralarında geçen bu konuşmanın sonunda elinde olmayarak hanımına; "Eğer bu sene de hacca gidemezsem seni üç talak ile boşadım." dedi.

Günler geçti. Kurban bayramı yaklaştı. Fakiri bir düşüncedir aldı. Hacca gidemezse, evde hanımı boş olacaktı. Bir yerlerden borç bulup hacca gidememişti. Ne yapacağını şaşırdığı bir gün, hatırına Muham- med Üftâde geldi. Hemen huzûruna gidip ağlayarak durumunu anlattı. O da; "Bizim Eskici Mehmed Dede´ye git, selâmımızı söyle. O seni hacca götürüp derdine dermân olur." buyurdu. Fakir, sevinerek huzûrdan ayrıl- dı, süratle Mehmed Dede´nin dükkânına koştu. Mehmed Dede´ye, hoca- sının selâmını söyleyip derdini anlattı. Mehmed Dede:

"Ey fakir! Gözlerini kapa. Aç demeden sakın açma." dedi. Fakir gözlerini açtığında kendilerini Mekke´de buldular. Mehmed Dede, ALLAHü teâlânın izniyle, fakiri bir anda Hicâz´a götürmüştü. O gün, arefe idi, hacılar Arafat´a çıkmışlardı. Fakir ve Mehmed Dede de ihram giyip Arafat´a çıktılar. Ertesi günü Kâbe-i muazzamada vakfeye durdular. Ziyâret edilecek yerlere gittikten sonra, Bursalı hacıları buldular. Onlar, hemşehrileri olan Mehmed Dede´yi ve Fakiri görünce sevindiler. Fakir birkaç hediye alıp, bir kısmını da getirmeleri için komşusu olan hacılara emânet etti. Vedâlaşarak ayrıldılar. Yine Mehmed Dede´nin kerâmetiyle bir anda, Mekke-i mükerremeden Bursa´ya geldiler.

Fakir getirdiği bâzı hediyelerle eve gelince, hanımı birkaç gündür eve gelmeyen kocasını eve almak istemedi ve; "Sen beni boşamadın mı? Hangi yüzle bana hediye getirerek eve giriyorsun?" dedi. Kocası da; "Hanım, ben hacca gittim geldim. İşte bu getirdiklerimi de Mekke´den aldım." dediyse de, kadın: "Bir de yalan söylüyorsun. Üç beş gün içinde hacca gidilip gelinir mi? Seni mahkemeye vereceğim." dedi ve Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî´ye gelerek; "Kâdı Efendi! Artık ben bu adamla bir arada yaşayamam. Nikâhımızın fesh edilmesini istiyorum. Bunun Kurban Bayramından iki gün evvel Bursa´da olduğunu herkes biliyor. Hâlbuki ona sorun, hacca gitmiş, Arafat´a çıkmış, şeytan taşlamış, zemzemler, sürmeler getirmiş... Beni aldatıyor. Bir haftada oraya gider, bu işleri yapar ve nasıl geri gelir? Yanına da bir yalancı şâhit bulmuş. "Eskici Baba gördü, yanımdaydı." diyor ve bu husus şer´iye siciline işleniyor.

Bu sözler üzerine Azîz Mahmûd Hüdâyî, hanımın kocasını mahkemeye çağırtarak onu da dinledi. Fakir; hacca gittiğini, Kâbe-i muazza- mayı tavâf edip, ziyâret edilecek yerleri gezdiğini, Bursalı hacılarla gö- rüşüp getirmeleri için emânet dahi verdiğini iddiâ etti. Bu sebeple boşan- manın vâki olmadığını söyledi. Fakir, Mehmed Dede´yi şâhit gösterdi. Mahkemeye gelen Mehmed Dede ise kâdının bu sözlere bir türlü inan- mak istemediğini görerek; "A kâdı efendi! Şeytan, ALLAHü teâlânın düş- manı olduğu hâlde, bir anda dünyânın bir ucundan bir ucuna gidip gelir de, bir velînin bir anda Kâbe´ye gitmesi niçin kabûl edilmez!" dedi. Kâdı hayret ederek, mahkemeyi hacıların dönüşüne bıraktı. Aradan günler geçti. Bursalı hacılar geldi. Mahkeme gününde şâhid olarak, fakirin hac vazîfesini yaptığını, hattâ verdiği emânetleri getirdiklerini bildirdiler. Kâdı, şâhitlerin verdiği bu ifâde ile dâvâcı hanımın nikâhı fesh etme isteğini reddetti. Böylece boşanma olmadı.

Ancak bu hâdise, Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendinin günlerce aklından çıkmadı ve çok etkiledi. Nihâyet Eskici Mehmed Dede´nin yanına gidip; "Beni talebeliğe kabûl buyurmanız için gelmiştim." dedi. O da; "Nasîbiniz bizden değil, Üftâde´dendir. Onun huzûruna giderek mürâcaatınızı bildirin." dedi. Kâdı evine gitti. Hizmetçisine atının hazırlanmasını emretti. Kendisi de sırmalı kaftanını, sarığını giyerek hazırlanan atına bindi. Yanına seyisini de alıp, Üftâde hazretlerinin dergâhına gitmek üzere yola çıktı. Bugünkü Molla Fenârî Câmiinin doğu tarafındaki sokağa geldiğinde, atının ayaklarının bileklerine kadar kayalara saplandığını gördü. Bütün uğraşmalarına rağmen bir adım ileri süremedi. (Bu kayanın üç kuzular semtinde olduğu da söylenmektedir.) Çâresiz, atından indi. Sırmalı kaftanıyla Üftâde Dergâhına doğru yürüdü. Kâdı, dergâha vardı­ğında, bahçede yamalı elbiseler içinde bahçeyi çapalayan bir zât gördü. Ona hitâben; "Ben Bursa Kâdısı Mahmûd´um. Şeyh Üftâde´yi görmek istiyorum. Çabuk geldiğimi haber ver." dedi. Kâdının hizmetçi zannettiği Şeyh Üftâde hazretleri dinledi dinledi, sonra hafifçe doğrularak:

"Yazıklar olsun ey Kâdı Efendi! Herhâlde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır ve biz bu kapının kuluyuz. Hâlbuki sen varlık sâhibisin. Bu hâlde ikimizin bir araya gelmesi mümkün mü? Senin ilmin, malın, mülkün, şânın ve mâmûr bir dünyân var. Bizim gibi kulların ALLAHü teâ- lâdan başka kimsesi yoktur. Atın bile gelmek istemeyip ayakları kayalara saplanmadı mı?" buyurdu. Bu sözler ve yaptığı hatâ Azîz Mahmûd Hü- dâyî´ye çok tesir etti. Gözlerinden iki sıra yaş döküldüğü hâlde; "Efendim! Her şeyimi mübârek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Dileğim talebeniz olabilmek ve hizmetinizi görmekle şereflenmektir. Her ne emrederseniz yapmaya hazırım." dedi. Bu samîmî ifâde üzerine Üftâde hazretleri tâne tâne buyurdu ki:

"Ey Bursa kâdısı! Kâdılığı bırakacak, bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın. Her gün de dergâha üç ciğer getireceksin!" Her şeyi bırakacağına, her emri yerine getireceğine söz veren Mahmûd Hüdâyî derhal kâdılığı bırakıp ciğer satmaya başladı. Sırtında sırmalı kaftanı olduğu halde, ciğerleri, Bursa sokaklarında, "Ciğerci! Ciğerciiii!" diye diye bağırarak satıyordu. Bursalıların hayret dolu bakışlarına, kadınların ve çocukların alay etmelerine hiç aldırmıyordu. Onu görenler; "Bursa kâdısı Azîz Mahmûd Hüdâyî aklını oynatmış, tımarhânelik olmuş." diyorlardı. Bu şekilde, nefsini kırıp, rûhunu yükseltmek için her türlü alaya alınmaya katlanıyordu. Her akşam dergâha geldiğinde hocası ona; "Bugün ne yaptın? Ciğerleri satabildin mi?" diye soruyor, o da, başından geçenleri anlatıyordu.

Üftâde hazretleri daha sonra, yeni talebesinin nefsini iyice kırmak ve terbiye etmek için onu dergâhta helâ temizleme işi ile vazîfelendirdi. Hüdâyî bir gün abdesthâneleri yıkarken kulağına davul-zurna sesleri geldi. Şöyle bir kulak kabarttığında, kendi yerine tâyin olunan yeni kâdının geldiğini ve halkın karşılamaya çıktığını öğrendi. Bir anlık dalgınlık ile kendi kendine; "Yeni kâdı geliyor ha!.. Bîçâre Mahmûd, sen böyle bir mesleği bıraktın. Şimdi abdesthânelerde temizlik yapıyorsun." diyerek nefsinin aldatmasına yakalandı. Ancak daha bu düşünceler geçer geçmez derhal toparlandı ve;

"Mahmûd! Sen şeyhine nefsini ayaklar altına alacağına dâir söz vermemiş miydin?" diyerek bu hâle tövbe etti. Sonra da nefsini tahkir için elindeki süpürgeyi atarak, taşları sakalıyla süpürmeye başlayacağı bir anda, şeyhi Üftâde hazretleri kapıda göründü ve;

"Mahmûd, evlâdım! Sakal mübârek şeydir. Onunla böyle bir iş yapılmaz. Maksad sana bu mertebeyi atlatmaktı." buyurarak, Hüdâyî´yi alıp içeri dergâha götürdü.

Böylece nefsinin istek ve arzularına sırt çevirip istemediği şeyleri yapmakta büyük gayret sarfeden Azîz Mahmûd Hüdâyî kısa zamanda üstâdının en önde ve gözde talebesi oldu. Develer yükü kitâbın ona öğretemediğini Üftâde hazretlerinin bir bakışı öğretiyor, gönlünden geçen bir suâline bin cevap birden veriyordu.

Bir gün Üftâde hazretleri talebeleri ile kırlarda sohbet etmişlerdi. Bir ara talebeler etrafa dağılarak herbiri birer demet çiçek topladılar. Hüdâyî Efendi ise elinde kurumuş ve sapı kırılmış bir çiçek olduğu hâlde döndü. Herkes hediyelerini şeyhleri Üftâde hazretlerine takdim etmiş o da kabûl ederek memnuniyetini belirtmiş ve duâlar etmişti. Hüdâyî de hediyesini verince, Üftâde hazretleri:

"Oğlum, arkadaşlarınız demet demet çiçek getirdiler. Siz bize bir tek solmuş çiçeği mi lâyık gördünüz?" buyurdu. Hazret-i Hüdâyî de; "Efendimize ne getirsem azdır. Fakat koparmak için el uzattığım her çiçek ALLAHü teâlâyı tesbih ediyordu. Bu tesbihi işiterek el çekip hiç birini koparamadım. Ancak kurumuş ve sapının kırılmış olmasından dolayı bu çiçeği tesbihten kesilmiş gördüm. Bu sebeple bunu getirebildim." Azîz Mahmûd Hüdâyî bu cevâbıyla şeyhinin bir kat daha muhabbet ve teveccühünü kazandı. Çünkü Üftâde hazretleri Hüdâyî´ye her zaman; "Evlâdım her zerrede Hakk´ı göreceksin, her zerreye Hak muâmelesi yapacaksın, başka yolu yok, bu böyledir." derdi. Sevinci, talebesinin bu mertebeye ulaşmasından geliyordu.

Nitekim bir sabah Hüdâyî hazretlerinin artık nihâyete erdiğini ve halkı irşâda, doğru yolu göstermeye başlayacağının işâretini verdi. Hüdâyî hazretleri her sabah erkenden kalkarak hocasının abdest suyunu ısıtıp hazır ederdi. O sabah ise uykuya dalmış ve ancak son vakitte uyanabilmişti. Derhâl ibriği aldı. Fakat ısıtmaya vakit yoktu. Çünkü hocasının ayak seslerini işitiyordu. İbriği göğsüne bastırmış bir halde kalakaldı. Üftâde hazretleri eğilerek; "Haydi evlâdım suyu dök." dedi. Hüdâyî hazretleri ise ibriği göğsüne bastırmış hâlde duruyor ve buz gibi olan suyu hocasının eline dökmeye kıyamıyordu. Üftâde hazretleri tekrar; "Haydi evlâdım! Ne duruyorsun? Geç kalacağız." deyince, çekine çekine ve korkarak suyu dökmeye başladı. Ancak hocasının sözü onu bir kat daha şaşırttı. "Evlâdım Mahmûd bu su ne kadar ısınmış böyle. Bunu normal ateş ile ısıtmayıp, gönül ateşi ile ısıtmışsın. Bu hâl artık senin hizmetinin tamam olduğunu gösteriyor."

Böylece Muhammed Üftâde hazretleri, Hüdâyî´ye icâzet, diploma verdi ve onu çocukluğunu geçirdiği Sivrihisar´a, İslâmiyeti yaymak, emir ve yasaklarını bildirmek üzere gönderdi. Azîz Mahmûd Hüdâyî, âilesiyle birlikte Sivrihisar´a giderek hizmete başladı. Ancak burada sâdece altı ay kadar kalabildi. Hocasının ayrılığına dayanamayarak tekrar Bursa´ya geldi. Bursa´ya geldiği günlerde, doksan yaşından ziyâde olan hocasının hizmetini görmeye başladı. Bu hizmetlerinden çok memnun olan Mu- hammed Üftâde; "Oğlum! Pâdişâhlar ardınca yürüsün." diye duâ etti. O sene Üftâde hazretleri vefât etti.

Azîz Mahmûd Hüdâyî mânevî bir işâretle Trakya´ya gitti. Bir müddet sonra da Şeyhülislâm Hoca Sâdeddîn Efendi vâsıtasıyla İstanbul´a geldi. Küçük Ayasofya Câmii tekkesinde hocalık yapmaya başladı. Bu arada Fâtih Câmiinde, talebelere, tefsîr, hadîs ve fıkıh dersleri verdi. Burada kaldığı müddet içinde, ilim ve devlet adamlarına kadar uzanan geniş bir muhit edindi. Bu arada, Üsküdar´da kendi dergâhının bulunduğu yeri satın aldı. Buraya dergâhını inşaallahâ eyledi. Dergâhında yüzlerce talebenin yetişmesi için çok uğraştı. Kısa zamanda nâmı her tarafta duyuldu. Akın akın talebeler dergâhına koştular. Hasta kalblerine şifâ olan sohbetlerine kavuştular. Onun feyz ve bereketleri ile mârifetullaha kavuştular. Dergâh, en fakirinden en zenginine ve en üst kademedeki devlet ricâline kadar her tabakadan insanlar ile dolup taşıyordu. Devrin pâdişâhları da ona hürmette kusur etmiyorlardı. Üçüncü Murâd Han, Üçüncü Mehmed Han, Birinci Ahmed Han, İkinci Osman Han ve Dördüncü Murâd Han´a nasî- hatlarda bulundu. Dördüncü Murâd Han´a, saltanat kılıcını kuşattı.

1595 yılında İranlılarla yapılan Tebrîz seferine Ferhat Paşa ile berâber katıldı. Zaman zaman pâdişâhların dâvetlisi olarak saraya gidip, onlarla sohbetlerde bulundu. Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin, çeşitli câmilerde vâz vermesi için sevenleri devamlı taleplerde bulundular. O, Üsküdar İskelesindeki Mihrimah Sultan Câmii ile Sultanahmed Câmiinde belli günlerde vâz vererek, insanlara feyz ve mârifet sundu.

Azîz Mahmûd Hüdâyî´nin talebesi olmakla şereflenmek için, herkes birbiriyle yarışıyordu. Bunların başında; Sadrâzam Halîl Paşa, Dilâver Paşa, Şeyhülislâm Hoca Sâdeddîn Efendi, Şeyhülislâm Hocazâde Esad Efendi, Okçuzâde Mehmed Efendi, İbrâhim Efendi, Nevizâde Atâyî Efendi geliyordu. O zamanda Hüdâyî Dergâhı, İstanbul´un en mühim bir kültür merkezi hâline geldi. Pekçok âlim yetişti.


Konu Başlığı: Ynt: Evliya Hayatından Sahifeler
Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Mart 2010, 02:29:49
HÜDÂYÎ YOLU



Osmanlı Pâdişâhı Birinci Sultan Ahmed,

Bir câmi yaptırmaya, eyledi birgün niyet,



Temel atma gününde, âlimler toplandılar,

Kur´ân tilâvetiyle, kesildi çok hayvanlar.

.

Câminin temeline, o zaman ilk kazmayı,

Sultanın arzûsuyla, vurdu Mahmûd Hüdâyî.



Osmanlı pâdişâhı, Sultan Ahmed Han bile,

Yoruluncaya kadar, çalıştı kazma ile.



Kısa zaman içinde, câmi bitti nihâyet,

Sultan açılış için, herkesi etti dâvet.



Ve Cumâ hutbesini, okutmak gâyesiyle,

Üstâdı Hüdâyî´yi, çağırdı birisiyle.



Lâkin o, otururdu, Üsküdar mevkiinde,

Karşıya geçmek için, kıyıya geldiğinde,



Gördü ki, fırtınadan, denizde çok dalga var,

Cesâret edemedi, gitmeye kayıkçılar.



Nihâyet bir tanesi, geçmeye verdi karar,

Geçtiler selâmetle, Sarayburnu´na kadar.



Dalgalar adam boyu ard arda geliyordu,

Ve lâkin o kayığa, hiç zarar vermiyordu.



Onun bindiği kayık, Allah´ın izni ile,

Dalgalardan bir zarar, görmedi zerre bile.



Kayığın etrafını, çevreleyen bir alan,

Hikmet-i ilâhiyle, oluyordu süt liman.



Gelin gibi süzülüp, vardı Sarayburnu´na,

O gün bunu duyanlar, çok hayret etti buna.



Üsküdar-Sarayburnu, arasına bu yüzden,

Hüdâyî yolu diye, ad verildi o günden.



Hindistan evliyâsından ve Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası Abdullatif Efendi; âlim, sâlih, zâhid, dünyâya rağbet etmeyen, yüksek haller sâhibi Kâdirî yolunda bir zât idi. Bu yolu Hızır´la görüşmüş olan hocası Şeyh Nâsırüddîn Kadîrî´den aldı. Ayrıca Çeştiyye ve Şettâriyye yollarından da feyz almıştı. Tasavvuf yolunda kemâle, olgunlaşmaya çalışırdı. Haram yemekten son derece sakınır, kırlarda yetişen meyvelerle yetinir, nefsini terbiye etmek için uğraşırdı. Sahrâlarda Allahü teâlânın ism-i şerîfini anarak dolaşır, yarattıklarına bakar, O´nun büyüklüğünü tefekkür edip düşünür, bir an olsun Rabbini unutmazdı.

Bir gün rüyâsında hazret-i Ali ona şöyle dedi: "Ey Abdüllatîf! Allahü teâlâ sana bir oğul ihsân edecek, o ilerde büyük bir zât olacak. Ona bizim ismimizi koyarsın."

Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de annesine rüyâsında; "Yakında dünyâya bir oğlun gelecek. Ona bizim ismimizi koyarsın." buyurdu. Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de evliyâdan bir zât olan amcasına rüyâsında, doğacak çocuğa Abdullah isminin verilmesini emretti. Çocuk doğduğunda, ismini babası, Ali, annesi Abdülkâdir, amcası Abdullah koydu. Abdullah-ı Dehlevî altı yaşına gelince, hazret-i Ali´ye karşı sevgi ve edebinden kendisine Ali demeyip Ali´nin hizmetçisi mânâsına Gulam Ali dedi ve bu isimle tanındı.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri Allah vergisi çok üstün bir zekâya sâhipti. Kur´ân-ı kerîmi kısa zamanda ezberledi. Dînî ilimleri ve zamanının fen ilimlerini öğrendi. Delhi´de hocası şeyh Nâsırüddîn´in hizmetinde bulunan babası, onun terbiyesinde yetişip, Kâdiriyye yoluna girmesi için, oğlu Abdullah´ı Delhi´ye çağırdı. Abdullah-ı Dehlevî Delhi´ye vardığı gece Şeyh Nâsırüddîn vefât etti. Babası; "Oğlum! seni Şeyh Nâsırüddîn´den Kâdiriyye yolunu alman için çağırmıştım. Nasîb değilmiş. Artık, sana nereden irşâd kokusu gelirse, oraya git. Serbestsin." dedi.

O sırada Delhi´de Çeştiyye büyüklerinden, Şeyh Muhammed Zübeyr ve iki halîfesi, Şeyh Ziyâüddîn, Şeyh Abdüladl, Şeyh Mîr Dered bin Şeyh Nâsır, Mevlâna Fahrüddîn ve başkaları vardı. Yirmi iki yaşına kadar onların huzûrunda ve sohbetlerinde bulundu. Bu sırada gönlünden, yine Delhi´de bulunan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin dergâhına gitmek geldi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin huzûruna varıp, kendisini talebeliğe kabûl buyurmasını istedi. O da:

"Sen zevkin ve şevkin olduğu yere git. Bizim yolumuz, tuzsuz taşı yalamak gibidir." buyurdu.

Abdullah Dehlevî ise; "Zaten benim mûradım, isteğim de buyurduğunuzdur." dedi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri; "Mübârek olsun." buyurup talebeliğe kabûl etti. Onu Nakşibendiyye yolunun, Müceddidiyye koluna göre yetiştirip, bu yolun esaslarını ve edeblerini öğretti. Abdullah-ı Dehlevî on beş sene onun sohbetiyle şereflendi. Evliyâlıkta yüksek derecelere kavuşunca, mutlak icâzet, diploma alıp, halîfesi oldu.

İlk zamanlarda, "Nakşîbendiyye yoluna girmemden Gavs-ül-a´zam Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri râzı olurlar mı?" diye tereddütler geçirmişti. Bir gün rüyâsında gördü ki, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri bir makâma gelip oturdu. O makâmın tam karşısına da Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn hazretleri teşrif etti. Şâh-ı Nakşi- bend´in yanına gitmek istedi. Bu sırada Gavs-ül-a´zam; "Maksat, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaktır. Sıkılmayın, gidin." buyurdu.

Hocasının vefâtından sonra yerine geçip, talebe yetiştirmeye başladı. Uzak yakın her yerden, Diyâr-ı Rum, Şam, Irak, Hicaz, Horasan ve Mâverâünnehr´den pek çok talebe, ilim ve feyz almak, sohbeti ile şereflenmek için yarışırcasına yanına koştu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Şeyh Ahmed-i Kürdî, Seyyid İsmâil Medenî gibi bâzıları Resûlullah efendimizden aldığı mânevî emirle geldi. Bazısı, sâdâtın, bu yolun büyüklerinin mânevî işâreti ile koşup teslim oldu. Şeyh Muhammed Can bunlardandı. Bâzısı ise, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerini rüyâda görüp geldi.

Dergâhında iki yüz kişi civarında talebe vardı ve onların ihtiyaçlarını temin ederdi. Bununla berâber, dâimâ mütevâzî ve gönlü kırık bulunurdu. Bir gün bir köpeği görüp; "Yâ Rabbî! Ben kimim ki, seninle, sevdiklerim arasında vâsıta olayım. Bu yarattığın hürmetine bana merhamet eyle!" buyurdu.

Peygamber efendimizin sünnet-i seniyesine uygun yaşamaya çok gayret ederdi. Az uyur, teheccüd, gece namazına kalktığında uyuyanları da kaldırırdı. Sonra murâkabeye oturur, peşinden Kur´ân-ı kerîm okurdu. Kur´ân-ı kerîmden her gün on cüz okurdu. Sabah namazını kıldıktan son- ra talebeleriyle beraber işrak vaktine kadar zikir, Allahü teâlâyı anmak ve murâkabe, nefs muhâsebesi ile meşgul olurdu. Sonra hadîs ve tefsîr derslerine başlarlar bu hal zevâl vaktine kadar sürerdi. Sonra yemek ye- nirdi. Zenginlerden birisi, lezzetli bir yemek gönderse yemez, talebeleri- nin de yemesini istemez, komşularına hediye gönderirdi. Birisi para gön- derse, şüpheli bir durumu yoksa, İmâm-ı a´zam hazretlerinin ictihadına göre bir sene dolmadan mal nisaba ulaştığında zekât vermek câiz oldu- ğundan önce onun zekâtını verirdi. Çünkü bir kuruş zekât vermenin bin- lerce lira sadaka vermekten kat kat üstün olduğunu bilirdi. Sonra kalan paranın bir kısmı ile helva ve başka şeyler yaptırır dervişlere dağıtır, bir kısmı ile dergâhın borçlarını öder, birazını da yanına gelen ihtiyaç sâhip- lerine verirdi. Öğleye yakın sünnet-i şerîfeye uymak için bir müddet kay- lûle yapar, uyur, kalkıp bir mikdâr yemek yiyip dînî kitablar okumak, bâzı mevzular üzerinde yazılan yazıları gözden geçirmek ve yazılması lâzım olanları yazmakla uğraşırdı. Öğle namazını kılıp, ikindiye kadar, hadîs ve tefsîr dersi verirdi. İkindiyi kıldıktan sonra, hadîs-i şerîf, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, Avârif-ul-Meârif ve Risâle-i Ku- şeyrî´yi okur, sonra güneş batıncaya kadar talebeleriyle zikir ve murâka- be ile meşgul olurdu. Akşam namazından sonra, mânevî teveccühleri ile talebelerinden ileri gelenlerinin ilerlemelerini sağlardı. Yatsıyı kıldıktan sonra geceyi zikr ve murâkabe ile ihyâ ederdi. Uyku bastırdığında sec- câdesi üzerinde sağ yanı üzere yatardı. Bazan otururken uyuyakalırdı. Hayâsının çokluğundan ayağını uzattığı görülmezdi.

Kur´ân-ı kerîmi okumakdan ve dinlemekten çok hoşlanır şevk hâlinin gâlib olduğu zamanlar dinleyince kendinden geçer ve; "Daha okumayınız, dayanamıyorum." buyururdu. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî´nin Mes- nevî´sini de çok okutup, dinlerdi. Bu esnâda vecd hâli hâsıl olur, coşar, ilâhî muhabbete gark olurdu. Fakat başkalarının yaptığı gibi dînin emir ve yasaklarına uymayan halleri görülmezdi. Her hâli dine uygun olurdu.

Emr-i mâruf ve nehy-i an´il-münker yapar, insanlara Allahü teâlânın emirlerini hatırlatır, yasaklarından sakınmalarını emrederdi. Bir kerre Şimşîr Bahâdır Han papazlara mahsus bir şeyi giyerek huzuruna geldi. Onu o hâlde görünce darılıp bu vaziyette yanında oturmamasını istedi. Bahadır Han, bu kadarına müsâde etmezseniz, bir daha yanınıza gelmem dedi. "Allahü teâlâ sizin bir daha böyle buraya gelmenizi nasîb etmesin." buyurdu. Huzûrundan kızarak ayrılan Bahadır Hanın içi rahat etmeyip, üzerindeki o şeyi çıkarıp, huzuruna gelerek affını istedi ve talebesi oldu.

Dokuzuncu yüzyıldaki hadîs âlimlerinin meşhûrlarıdan Abdullah bin Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyh) dâimâ kitaplarıyla beraberdi. Onları yanından hiç ayırmazdı. Mutlakâ yanında bakacağı bir kitap bulunurdu. Ona; "Niçin kitapları bu kadar seviyorsun?" dediler. O, bunlara şu sözlerle cevap verdi: "İnsana kabirden daha ibret verici ve daha çok nasîhat eden bir şey yoktur. Yalnızlıktan daha emin bir şey yoktur. Kitap ise, insana yakın ve samîmî bir arkadaştır."

Ebû Münzir İsmâil bin Ömer anlattı. Abdullah Ömerî hazretleri şöyle diyordu: "İnsanoğlu gaflete dalar ise, Allahü teâlânın emirlerini yapmaz ve yasakladığı şeyleri yapmaya başlar. İnsanlardan korkarak, emr-i ma´- rûf ve nehy-i an-il-münker (iyiliği emredip, kötülüklerden alıkoyma) farzını terkeder."

Eshâb-ı kirâma karşı çok muhabbeti vardı. Onlar Peygamber efendimizin en yakınları, dostları, arkadaşları olduğu için bütün müslümanla- rın onları sevmesini emrederdi.

İbrâhim bin Sa´d´dan rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfi sık sık okurdu: "Eshâbım hakkında, Allahü teâlâdan korkun. Sakın benden sonra onlara düşmanlık yapmayınız. Onları seven beni sevdiği için sever. Onlara buğ- zeden, kin tutan, bana düşmanlığından dolayı böyle yapmış olur. Onlara eziyet eden, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden, Allahü teâlâya e- ziyet etmiş olur. Kim Allahü teâlâya eziyet ederse, Allahü teâlânın onu cezalandırması çok yaklaşmış demektir."

Evliyânın büyüklerinden Abdullah bin Ebû Bekr el-Ayderûs (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri hep nefsine karşı çıktı. Yedi sene oru- cunu, yedi hurma tanesi ile açtı ve başka bir şey yemedi. Çok açlık çekti. Annesi yemek yemesini ister, o da muhâlefet edemezdi. Fakat nefsi pay çıkardığı için bundan vazgeçti. Yirmi sene bir yatakta yatıp uyumadı.

Ayderûsî yirmi beş yaşında iken amcası Ömer Muhdâr vefât etti. Bunun üzerine halk, Muhammed bin Hasan´a mürâcaat ederek Ömer Muhdâr´ın vazîfesini yapmasını istediler. O da istihâre yaptıktan sonra bu işe Abdullah Ayderûsî´nin daha lâyık olduğunu söyledi. Ayderûsî ise bu vazîfeyi, genç olduğunu ve amcalarının bu işe kendisinden daha lâyık olduğunu söyleyerek kabûl etmek istemedi. Fakat amcalarının ısrarları üzerine, ders vermeye ve talebe okutmaya başladı. Dört bir taraftan gelen talebeler kendisinden fıkıh, tefsîr, hadîs ve tasavvuf yolunu öğrendiler. Sohbetlerinde devlet ileri gelenleri bulunurdu. İmâm-ı Gazâlî´nin İh- yâu Ulûmiddîn kitabını çok okurdu. Neredeyse ezberlemişti. Bunu talebelerine de tavsiye ederek; "Bizim için kitap ve sünnetin dışında bir yol, bir usûl yoktur. Bu yolu da musanniflerin efendisi, müctehidlerin sonuncusu, Hüccet-ül-İslâm İmâm-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmiddîn adlı eserinde açıklamşıtır. Bu eser, Kitab (Kur´ân-ı kerîm), Sünnet (hadîs-i şerîfler), ta­rîkat ve hakîkatin açıklamasından ibârettir." buyurdu.

Abdullah Ayderûsî cömerd, ikrâm sâhibi idi. Bütün malını, mevkıini müslümanlara tahsis ederdi. Herkese durumuna göre muâmele eder ve herkesin seviyesine inerdi. Konuştuğu kimse onun en çok kendisini sevdiğine inanırdı.

Evliyânın büyüklerinden Seyyid Abdullah Haddâdî (rahmetullahi te- âlâ aleyh) uzun boylu ve gür saçlı olup, güler yüzlüydü. Kendisine eziyet ve sıkıntı verenlere af ve sevgi ile muâmele ederdi. Sözü, sohbeti hoş idi. Bozuk ve kötü yolda bulunan bir kimse yanına geldiğinde onun iyi yola girmesi için bütün gücü ile çalışırdı. Çok kerâmetleri görüldü. Kerâmetlerini göstermekten çok çekinirdi. Bâzı talebeleri kerâmetleri hakkında risâleler yazmışlardı. Bu durumdan haberi olunca onları çağırıp; "Yazdığınız kâğıtları suya koyun. Yazıdan hiçbir eser kalmasın." buyurdu. Onlar da hocalarının dediğini yaptılar, sonra talebelerine; "Böyle şeyleri yazacağınıza dînî nasîhatler, îmân bilgileri, fıkıh bilgileri, fetvâ kitapları ve bunlar gibi faydalı kitaplarla meşgûl olmanız yazmanız daha uygun olur." buyurdular.

Bağdâd´da yetişen büyük velîlerden Abdullah Hayderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) yüksek ilmine rağmen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin önünde diz çöktü. Bağdâd müftülüğünden ayrılarak hocasının hizmetin- den ve sohbetlerinden ayrılmadı. Mevlânâ Hâlid hazretleri ona:

"Abdullah su kırbasını yüklen. Bağdâd sokaklarında ve pazarlarda "Sebîl" diyerek insanlara su dağıt." buyurdu.

Önceki makâm ve şöhretini düşünmeden hocasının emrini yerine getiren Abdullah-ı Hayderî, yirmi gün müddetle sırtına yüklendiği su kırbasıyla sokak sokak dolaşarak insanlara su dağıttı. Her şeyin görünüşüne bakan insanlar Abdullah-ı Hayderî´yi bu şekilde görünce hayretle birbirlerine, onun hakkında ileri geri sözler sarf ettiler. Fakat dünyânın makâmına, şöhretine önem vermeyen, insanların dedikodularına aldırış etmeyen Abdullah Hayderî kendisine verilen emri kusursuz olarak yerine getirmeye devâm etti. Sonra hocasının huzûruna geldi.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bu sefer: "Abdullah on gün de para ile su sat." buyurdu.

Bu emre de îtirazsız uyan Abdullah-ı Hayderî, on gün müddetle su sattı. Böylece nefsinin istediklerini yapmamak, istemediklerini yapmak sûretiyle nefsini kötülüğü emretmekten, kalbini de kötü huy ve düşüncelerden temizledi. Abdullah-ı Hayderî´nin evliyâlık yolunda yüksek derecelere ulaştığını gören Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, ona bütün talebeleri arasında ilk olarak hilâfet verdi. Bağdâd´da bulunduğu sırada Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerini çekemedikleri için karşı çıkanlara reddiye yazarak, tarîkatların hak olduğunu açıkladı. Kitap, sünnet ve ta­savvuf kitaplarındaki açık delilleri gösterdi. Yazdığı bu kitabı bütün büyük âlimler beğendiler.

Abdullah-ı Hayderî devamlı hocasının yanında bulundu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin Süleymâniyye ve Şam´a gittiği sırada da yanından ve hizmetinden ayrılmadı.

Anadolu evliyâsının büyüklerinden Abdullah-ı İlâhî hazretleri; Şah-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yolunu Buhârâ´da Ubeydullah-i Ahrâr´dan alarak Anadolu´ya ilk olarak getirip yayan âlimdir. İlk tahsîlini Simav´da tamamladıktan sonra İstanbul´a gitti. Zeyrek Medresesinde büyük âlim Alâeddîn Tûsî´nin talebesi oldu. Zahirî ilimlerde ilerledi. Hocası Alâeddîn Tûsî, Hocazâde ile yaptığı münazara netîcesinde İran´da Kirman taraflarına gitti. En çok sevip takdir ettiği talebesi Abdullah-ı İlâhî´yi de yanında götürdü. Abdullah-ı İlâhî, Kirman´da da bir müddet ilim tahsîl etti. Fakat bir türlü tatmin olmadı. Zâhirî ilimleri bırakıp bâtınî ilimlerle uğraşmayı arzu etti. Hattâ bütün kitaplarını yakmak veya suya atmak gibi bir düşünceyle karşı karşıya kaldı. Yanına gelen evliyâdan bir zâtın tavsiyesi ile ihtiyâcı olmayan kitapları satıp parasını fakirlere dağıttı. Bilahare Semerkant´a gitti. Bu sırada Semerkant´ta Yâkub-ı Çerhî hazretlerinin talebesi ve halîfesi Hâce Ubey- dullah-ı Ahrâr, Hâce Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî´nin yolunu yaymak ve insanlara İslâm ahlâkını anlatmakla meşgûldü. Binlerce talebe etra- fında feyz almak, Allahü teâlânın râzı olduğu yolu öğrenmek için çırpını- yordu. Abdullah-ı İlâhî de, bu seçilmişlerin halkasına dâhil oldu. Ubey- dullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebelerinin Ehl-i sünnet îtikâdına bağlılığını, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin sünnet-i şerîfine uymaktaki gay- retlerini görüp hayran kaldı. Yıllarca Semerkant´ta kalıp Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin hizmetinde bulundu. Feyzlerinden istifâde etti. Hoca- sının emriyle Buhârâ´ya gidip Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin kabrini ziyâret etti. Orada bir yıl insanlardan uzak kalarak yalnız ibâdetle meşgûl oldu. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz aldı. Çok zaman Behâeddin-i Buhârî´nin kabri yarılarak dışarı çıkar, rüyalarını yo- rumlar, çeşitli iltifatlarda bulunurdu. Zâhirde hocası Ubeydullah-ı Ahrâr olmasına rağmen, hakikatte tasavvuf yolunu Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinden üveysî olarak tahsîl etti. Daha sonra tekrar Semerkant´a döndü. Bir müddet daha Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin hizmetinde bulunup tasavvufta yüksek derecelere kavuşarak icâzet aldı. Sonra Seyyid Ahmed Buhârî ile birlikte Anadolu´ya gönderildi. Gelirken Herat´ta Mevlânâ Abdurrahmân Câmî (v.1492) ve diğer büyükler ile görüşüp sohbet etti. Anadolu´ya gelip memleketi olan Simav´da yerleşti. Hak âşıkları, kısa zamanda onun büyüklüğünü anlayarak etrafına toplandılar. Sohbetinde bulunmayı câna minnet bildiler.

Abdullah-ı İlâhî hazretleri de, hocasından öğrendiklerini Anadolu´da yaymayı kendisine vazîfe edinip, insanların huzur ve saâdete kavuşmaları için gece gündüz çalıştı. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin dergâhından aldığı feyzleri Anadolu´da ilk yayan velî oldu. Bir müddet sonra Anadolu kâdıaskeri Manisalızâde Muhyiddîn Mehmed Çelebi (v.1483)´nin dâveti üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hanın vefât ettiği günlerde İstanbul´a geldi (1481). Kâdıasker Mehmed Çelebi´nin gösterdiği odaları ve teklifleri kabul etmeyip, daha önce ilim tahsîl ettiği Zeyrek Câmii etrâfındaki vîrâne hâline gelmiş boş medrese odalarını tercih etti. Orada yerleşti. Şeyh Ebü´l-Vefa Konevî gibi Allah dostları ile sohbet etti. İstanbullular onun gelişini rahmet bilip, sohbetine koştular. Az zamanda halktan ve devlet adamlarından birçok kimse, Abdullah-ı İlâhî´nin talebeleri arasında yer aldı.

Bunlardan biri de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin torunlarından Âbid Çelebi idi. Kâdılık hizmetini bırakarak Abdullah-ı İlâhî´ye talebe olmuştu. Bir gün Zeyrek Câmiinde Âbid Çelebiye sâdece onun farkedebileceği bir kerâmet göstererek iltifâtlarda bulundu. Bunun sebebini soran talebesi Uzun Musluhiddîn´e;

"İnsanların meşrebleri ayrı ayrıdır. Avâmın çocukları dayaktan, büyüklerin çocukları lütuftan anlar. Ona iltifât etmesem, beni ve bu büyüklerin yolunu bırakır." buyurdu.

Yine Âbid Çelebi, Abdullah-ı İlâhî´nin dergâhına uzun bir müddet devam ettikten sonra kalbinin açılmadığını fark edip Muhyiddîn İskilibî (Şeyh Yavsî) hazretlerine talebe olmayı kalbinden geçirdi. Kafası bu düşüncelerle dolu olarak Zeyrek Câmiinde namaz kıldı. Namazdan sonra hocası Abdullah-ı İlâhî kendisine dönüp; "Seni namaz kılarken Muhyid- dîn İskilibî´nin şeklinde gördüm." buyurdu. Bunun üzerine Âbid Çelebi, özür dileyip hocasının elini öptü ve hizmetine devam etti. Gün geçtikçe gönlü açılıp ard arda gelen feyzlere kavuştu.

Halkın ve devlet erkânının iltifatları, Abdullah-ı İlâhî hazretlerini İstanbul´dan uzaklara gitmeye zorladı. Zâten meşhur Osmanlı kumandanı Evrenos Beyin oğlu Ahmed Bey, sancakbeyi olduğu Vardar Yenicesi (Selanik yakınlarında)´ ne dâvet edip duruyordu. Abdullah-ı İlâhî hazretleri çok sevdiği Ahmed Beyin arzusuna uyup Vardar Yenicesi´ne gitti. Seyyid Ahmed Buhârî hazretlerini İstanbul´da yerine halîfe bıraktı. Teşrifi ile Vardar Yenicesi şenlendi. Şehir onun hürmetine îmâr edildi. Câmiler, hanlar, medreseler, darü´l-hadîs, tekke ve türbeler inşâ edildi. İnsanlar bu Allah adamının sohbetinden istifâde etmek, meclisinde bulunmak için yarış ettiler.

Bir gün ihtiyar bir kadın Abdullah-ı İlâhî´nin meclisine gelip bir müşkülü olduğunu arzetti. O gece rüyasında kendisini kurbağa şeklinde gördüğünü söyledi. Abdullah-ı İlâhî; "Hayırdır inşaallah korkacak bir şey yok." buyurup, kendi haliyle meşgul oldu. Ama bu cevap kadını tatmin etmemişti. Bir kenarda bekledi. Biraz sonra başını kaldıran Abdullah-ı İlâhî; "Anacığım! Sen dervişleri evine davet etmek istemiş, sonra da vazgeçmişsin. Bu rüyâ ona alâmettir. Git huzurla işine bak." buyurdu. İhtiyar kadın bu sözleri tasdik edip; "Evet aynen öyle oldu. Evim dar olduğu için davetten vazgeçtim." dedi.

Abdullah-ı İlâhî hazretleri, Vardar Yenicesi´nde uzun yıllar insanlara Allahü teâlânın dînini anlattı. İnsanlara rehberlik, zevk erbabına pîrlik, şevk, istek sâhiplerine şeyhlik yaptı. Sırların kaynağı, doğruların dayanağı, ilâhî sırların açıklayıcısı oldu. 1491 yılında burada vefat edip, şehir içinde yüksek bir yerde, Evranosoğlu Ahmed Beyin yaptırdığı mescid, medrese, tekke, dârül-hadîs ve türbeden müteşekkil külliyenin türbesine defnedildi. Ahmed Bey, Murâd Baba, Şeyh Feyzullah Efendi, Yazıcızade Mehmed Efendi oğlu Mehmed Çelebi (Yazıcı Çelebi Efendi) de daha sonra burada defnedildiler. Bunlar büyük ihtimalle Abdullah-ı İlâhî´nin VardarYenicesi´ndeki belli başlı talebeleri idiler. Türbe, Osmanlıların son zamanlarına kadar ayakta kalmış, ziyâret edilmiş, fakat daha sonra ortadan kaldırılmıştır.

Anadolu velîlerinden Abdurrahmân-ı Harpûtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Diyarbakır´da tahsîli sırasında, bütün derslerden geri kalması üzerine, arkadaşları onunla alay ederlerdi. Bu durumu hocası öğrenince, onun daha çok rencide olmaması için, yanına çağırarak; "Şimdiye kadar okudukların ve öğrendiğin bilgi sana kâfidir. Köylerde çok rahat imamlık yapabilirsin. Var git oralarda kısmetini ara." dedi. Bunun üzerine med­rese tahsîlini bırakarak, şehirden ayrıldı. Yolda bir hanın önünden akmakta olan bir çayın kenarında oturup düşünürken, çayın içerisindeki taşların, suyun şiddetli akıntısından yusyuvarlak olduklarını ve pırıl pırıl parladıklarını gören genç Abdurrahmân, üzüntü ve kırık bir kalb ile; "Yâ Rabbî! Beni sen yarattın. Bu dersleri anlayamamam da senin kudretin iledir. Senin emrinde akan sular, şu taşları nasıl yusyuvarlak yapıyor ve parlatıyorsa, sen de benim zihnime kuvvet ihsân et de, rızâna kavuşturacak ilim deryâsından biraz nasîb alayım." diye Allahü teâlâya yalvardı. Daha sonra yorgunluğu sebebiye uykuya daldı. Rüyâsında, yanına nûrânî üç zât gelerek, yanlarında getirdikleri bir çuval darıyı Abdurrahmân Molla´ya nöbetleşe yedirdikten sonra, kaybolup gittiler. Abdurrahmân Harpûtî uyanınca, içinde bir ferahlık bir sevinç duydu ve zihninin açıldığını hissetti.

Abdurrahmân-ı Harpûtî bu hâdiseden sonra medreseye geri döndü. Arkadaşları onu aralarında görünce yine alay etmeye başladılar. Fakat bunlara hiç aldırış etmedi. Ders saatinde hocasının huzuruna çıkarak elini öptü ve müsâade isteyerek yerine oturdu. Cevapsız kalan bâzı sorulara, Abdurrahmân Efendi cevap verince, hocası dâhil herkes hayret içinde kaldı. Hocasının geçmiş derslere âit sorularını da rahatlıkla ce­vaplandırdı. Aradan kısa bir zaman sonra yapılan imtihanda birincilik alınca, hocası ona icâzet, diploma vererek İstanbul´a gönderdi.

Abdurrahmân-ı Harpûtî, İstanbul´a gitti ise de bir vazîfe verilmemesi üzerine memleketine döndü. Burada tâliblere ders vermekle meşgûl oldu. Bir müddet sonra tekrar memleketini terk ederek İstanbul´a gitti. Bir gün vakit namazını kılmak için girdiği Ayasofya Câmiinin duvarında asılı bir levhaya gözü takıldı. Levhanın altındaki kâğıtta; "Bu levhadaki ibâreyi, her kim doğru olarak hâllederse, mükâfatlandırılacaktır." yazıyordu. Hemen bir kâğıda ibâreyi bütün kâideleri ile çözen Abdurrahmân-ı Har- pûtî, kâğıdın altına "Daha başka mânâların da mevcûd olduğu ibâreden anlaşılmakta ise de, kâğıdım olmadığı için bu kadarıyla iktifâ edilmiştir." diye bir şerh koyarak adını ve adresini yazdı ve tahlilnâmelerin içine bı- raktı. Ertesi gün kâğıtlar sultânın huzûrunda teker teker tetkik edildi. Bu tetkik esnasında Abdurrahmân Efendinin yaptığı tahlilin diğerlerine göre, daha yüksek bilgilerle donatılmış olduğu anlaşıldı ve Abdurrahmân E- fendi irâde-i seniyye ile saraya dâvet edildi. Kendisine mesleğinin gereği kıyâfetler giydirilerek sultânın huzûruna çıkarıldı. İkinci Mahmûd Han; "Siz benim hocamsınız." diyerek yanına oturttu ve büyük iltifâtlarda bu- lundu. Üsküdar´da bir ev verildi ve evlendirildi.

Bu sırada Osmanlı Devleti içerisinde yeniçeri isyân ve zorbalıklarının önü alınamaz bir hâle gelmişti. Tâlim ve eğitim kabûl etmiyorlar, savaşa çıkmayı da reddediyorlardı. Kendilerine harp fenlerinin öğretilmesini isteyen din ve devlet adamlarına karşı harekete geçtiler. Bunun üzerine İkinci Mahmûd Han vezirleri ve ulemâ sınıfını toplantıya çağırdı. Abdur- rahmân-ı Harpûtî hazretleri de bunlar arasında idi. Yeniçerilerin artan zorbalıklarından bahisle ne yapılması gerektiği soruldu. Mesele son de- rece nâzikti. Yeniçeriler tekrar isyân ederek devlet ileri gelenlerinin kellelerini istemeye başlamışlardı. Tamâmen bid´at yuvaları hâline gelen bektâşî tekkeleri de kendilerini tahrik ediyordu. Sonuçta ulemâ birlik içe- risinde bunların öldürülmeleri câizdir diye fetvâ verdi. Savaşın başlangıcı olmak üzere sancak-ı şerîfin çıkarılması kararlaştırıldı. Fakat sancağı şerîfin açılması çok önemli bir olaydı. Bu işin dönüşü yoktu. Yeniçeriler ile yapılacak mücâdelenin sonu ise kestirilemiyordu. Bu sebepten karar alınmasına rağmen herkeste bir tereddüd vardı. İşte bu devlet adamla- rının çekingen ve kararsız hâlleri sırasında Abdurrahmân Harpûtî haz- retleri söz aldı.

"Bu din ve devletin ayakta kalması Allahü teâlânın istediği şeyse yeniçerileri vururuz, yok ederiz. Değilse biz de bu din ile berâber batıp gideriz, daha ne ihtimâl kaldı?" diyerek kalplerdeki şüpheleri giderdi. Herkes tek bilek tek yürek oldu. Nitekim bu inanç ve îmânla harekete geçerek yeniçeri ocağını ortadan kaldırdılar ve bozulmuş bektaşî yuvalarını kapattılar.

Büyük velîlerden Abdurrahmân Tâgî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri,Tâhî ve Nurşînî nisbeleriyle bilinir. Üstâd-ı A´zam ve Seydâ lakaplarıyla meşhûr olmuştur. Asîl ve temiz bir âileden gelen Abdurrahmân Tâgî´nin bulunduğu ev, halk arasında Sûfî evi olarak şöhret buldu. Çünkü, babası Molla Mahmûd Efendi kemâlât, olgunluklar sâhibi, ilmiyle amel eden, Peygamber efendimizin yüce sünnetine uymakta titizlik gös­teren sâlih biri idi. Önceleri Kâdiriyye yoluna girmişti. Sonra Nakşiben- diyye yoluna da bağlandı. Aslen hazret-i Hüseyin efendimizin soyundan gelen ve seyyide olan annesi Meyâsin Hanım da sâliha bir kadındı. Babası Molla Mahmûd Efendinin erkek kardeşleri yoktu. Kâdiriyye yoluna mensûb kerâmeti ile meşhûr bir kız kardeşi vardı.

Küçük yaşta tavrı ve hareketleri ile dikkat çeken Abdurrahmân Tâgî hakkında anne ve babası; "Cenâb-ı Allah´ın bize lutfettiği bu çocuk başka çocuklara benzemez. Bunun maddî bakımdan ziyâde mânevî yönden yetişmesine ihtimâm göstermeliyiz!" diyerek îtinâ gösterdiler. Dedesi Molla Muhammed´in de en büyük arzûsu onun ilimde ve mâneviyatta yetişmesiydi. Hattâ dedesi çocuğun omuzuna elini koyarak; "Bizim âilemizin ilmi, irsî olarak dededen oğula devâm eder. Halbuki benim oğullarımdan hiçbirisi bendeki ilmi taleb etmedi. İlmime vâris, mirasçı olacak sen varsın." derdi.

İstanbul´da yetişen büyük velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek işâretleri ile Midilli´ye gönderildi. Giderken en kısa zamanda tekrar İstanbul´a döneceğini bildirdi. Abdülehad Efendi Midilli´yi teşrif ettiklerinde, yetmiş gayri müslim, onun vâsıtasıyla İslâmiyeti kabûl etti. Midilli halkı Abdülehad Efendiyi çok sevdi ve hemen hepsi ona talebe oldu. Dayısı ve hocası olan Abdülmecîd Sivâsî bu durumu duyunca; "Âferin Abdül- ehad´a! Umduğumuzdan fazla tasarruf kuvvetine sâhipmiş." buyurdu. O sırada, donanma komutanlarından hayır sâhibi bir zât olan Bâlî-zâde Hasan Bey, Midilli´ye gelişinde; câmi, dergâh ve pekçok odalar ve yemekhâneden meydana gelen bir külliye yaptırdı. Burayı Abdülehad Efendi ve ondan sonra gelecek talebelerine tahsîs etti.

Zamânın şeyhülislâmı Yahyâ Efendi, Midilli´de Abdülehad Efendinin verdiği vâzları, dersleri ve hizmetleri çok beğenerek, kalbten bir sevgi beslemeye başladı. Bir gün Abdülmecîd Sivâsî´nin ziyâretine giden Yah- yâ Efendi ona; "Abdülehad Çelebi´yi dâvet edin de, Mehmed Ağa dergâ- hını ona verelim. İnşâallah o, İstanbul´da vâzları ve halkı doğru yola gö- türmesi ile, zamânının bir tânesi olacaktır." dedi. Abdülmecîd Sivâsî bu teklifi kabûl etti. Bir mektup yazıp, Abdülehad Efendiyi çağırınca, derhal İstanbul´a geldi. Doğruca dayısı ve hocası Abdülmecîd Sivâsî´nin huzû- runa girdi. Dayısı; "Oğul, Şeyhülislâm Yahyâ Efendi seni ister. Varın zi- yâret edin. Murâd-ı şerîfleri nedir? Bir görün." buyurdu. Yahyâ Efendinin huzûruna varınca, Şeyhülislâm; "Abdülehad Çelebi! Sana merhûm Meh- med Ağa dergâhını verdik. Burası şerefli bir dergâhtır." dedi. Abdülehad Efendi, Şeyhülislâm Yahyâ Efendi´nin bu teklifini kabûl etti ve duâ buyur- du. Oradan ayrılıp, hocası Abdülmecîd Sivâsî´nin yanına gitti ve durumu arz etti. Dayısı da; "Allah mübârek eylesin. Midilli´yi, feth ile gönülleri ihyâ ettin. İnşâallah İstanbul´da da çok kimsenin ebedî saâdetine vesîle olur- sun. Hiç durma, yerine bir talebeni tâyin edip, vâlideni ve talebelerinden gelmek isteyenleri alıp gel! Dergâhında talebelerini terbiye ile meşgûl ol." dedi. Abdülehad dayısı ve hocası Sivâsî´nin emrine uyup, talebelerinden fıkıh ve tasavvuf yolunu iyi bilen, Alîmî Efendiyi yerine bıraktı. Vâlidesini ve talebelerinden birkaçını alıp, İstanbul´daki Mehmed Ağa dergâhına yerleşti. Burada yirmisekiz sene vâz ve nasîhatla meşgûl oldu. 1635 se- nesi Rabî´ul-âhir ayından îtibâren; Ayasofya, Fâtih ve Sultan Ahmed câ- milerinde vâz vermeye başladı.

Anadolu´da yetişen İslâm âlimlerinden ve büyük velîlerden Abdüllatîf Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hep dünyâ ile meşgûl ve dünyâya düş- kün olanlar ile hiç alâkadâr olmaz, onlara rağbet etmezdi. Onlarla yakın- lık ve berâberlik hâlinde olmanın, onların bitmeyen işleriyle, tükenmeyen sıkıntı ve gamlarıyla gamlanmak olacağını bildirirdi. Faydası, menfaati az olan dünyâ malının hevesiyle, sâf, pâk, arı ve temiz kalbini doldur- mazdı. Âhirete yarar işleri yapmakta gâyet titizlik ve hassâsiyet gösterir, bu hususta hiçbir zaman gevşek davranmazdı. Dünyâ ile âhiretin birbi- rine zıt olduğunu bilir, birini memnûn etmeye çalışılınca, diğerinin güce- neceğini bildirirdi. Dünyâya düşkün olanların âhıretlerini harâb ettiklerini, âhiretini düzeltmeye gayret edenlere ise Allahü teâlânın dünyâyı hizmetçi kılacağını söylerdi.

Hambelî mezhebi fıkıh âlimi, meşhûr evliyâ Abdülvâhid bin Mu- hammed (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Şam´da zamânın en bü- yük âlimlerindendi. İlmiyle amel eden, güzel huylu, herkesle iyi geçinen, güler yüzlü, ihsânı bol, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem sün- netine uyan, çok ibâdet eden, haramlardan kaçınan, şüphelilerden uzak- laşan, ârif, kerâmetler sâhibi, duâsı makbûl olan Allahü teâlânın sevgili bir kuluydu. Hızır aleyhisselâm ile görüşmüş, onunla sohbetler yapmıştır.

Mısır evliyâsından Abdülvehhâb-ı Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) âlim, fâzıl, vekar sâhibi, kâdılık görevinde çok dikkatli, âbid, çok ibâdet eden bir zât idi. Dâimâ abdestli bulunurdu. Yüzü, kalbinden taşıp gelen nûrlarla parlardı. Kendisini ahlâkî güzelliklerle bezemişti. Allahü teâlânın sevgili bir kuluydu. Yürüyenlerin ayak sesi duyulmasın diye, dergâhını si- yah keçe ile döşemişti. Bu husûsu merak edip sormak isteyenlere şöyle derdi: "Dervişlerin yeri Hakk´ın huzûrudur. Orada ne yüksek bir ses duyulmalı, ne de yüksek sesli bir hareket olmalıdır."

Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi Abdül- vehhâb-ı Şa´rânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İmâm-ı Şa´rânî ve Kutb-i Şa´rânî lakabıyla meşhurdur. Abdülvehhâb´ı babası küçük yaşında ilim tahsiline verdi. Henüz yedi yaşında Kur´ân-ı kerîmi ezberledi. Sekiz yaşında iken, geceleri teheccüd namazlarını hiç terk etmeden kılmaya başladı. Büluğ çağına gelmeden, kıldığı gece namazlarında Kur´ân-ı kerîmi hatmederdi. Bir işe başlayınca, en ince ayrıntılarına kadar iner, o işi en iyi şekilde yapardı. Çalışkanlığı ve anlayışı ile, hocalarının kısa zamanda gönüllerini fethederdi. Hocalarından okuduğu kitapları ezberlerdi. Genç yaşında, hadîs ve fıkıh ilimlerinde ehliyet kazandı. Tasavvuf yolunda da çalışarak, pekçok velînin feyz ve teveccühlerine kavuştu.

Hindistan´ın büyük velîlerinden Seyyid Âdem-i Bennûrî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymaya, bid´atleri yok etmeye, tam istikâmet sâhibi olmaya çalıştı.

Fakirle zengini, darda olan ile rahatlıkta olanı, hizmetçi ile efendiyi, oğlu ile talebesini bir tutup, hepsine ikrâmda bulunmak onun güzel ahlâkından idi. Yemeğin, gönül huzûru, tam bir temizlik ve abdest ile pişirilmesini buyurur ve eşit olarak dağıtılmasına ihtimâm gösterirdi. Meclisinde; riyânın, iki yüzlülüğün ve yapmacıklığın yeri yoktu. Emr-i ma´rûf ve nehy-i münker onun en güzel huyu idi. Bilhassa dünyâyı sevenlere, dünyâya düşkün olanlara, o kadar hakîmâne ve edîbâne olarak, öyle güzel ve tesirli sözler söylerdi ki, başkaları kolay kolay öyle sözler söyleyemezdi. Bu faydalı sözleri karşısında hiçkimse ona kırılmazdı. Sözü kime ve ne için ise, tesirli olur, Allahü tealânın izniyle tesiri, o anda görülür ve o kimse tövbe etmekle şereflenirdi. Konuştuğu zaman bütün sözleri ya iyiliği emir şeklinde veya ilim ve mârifet olurdu. Böyle olmayan sözler pek az duyulurdu. Görünüşte ilgisiz gibi olan sözler söylediği zannedilse bile onun da altında mutlaka bir nasîhat ve bir hikmet bulunurdu. Onun sohbeti insanları kötü sıfatlardan, fenâ ahlâktan ve alçak dünyâyı sevmek ve ona düşkün olmaktan temizlerdi.

Seyyid Âdem-i Bennûrî, zamânında yeryüzünün en meşhûr en büyük mürşidlerinden, hidâyet rehberlerinden idi. Talebelerinin sayısı yüzbin- den çoktu. Her tarafta büyük kabûl gördü. Dünyânın her tarafından grup grup insanlar, aradaki mesâfenin uzaklığı ve yol meşakkatine aldırma- sızın huzûruna gelirler, sohbetinde bulunmak şerefine kavuşmağa can atarlardı. Bu sebeple dergâhı, devamlı kalabalık olurdu.

Herkese yardımcı olmaya çalışırdı. Kendisine gelen ihtiyaç sâhibi bir kimseyi boş çevirmez, yapabildiği nisbette yardımcı olur, o kimsenin işini hâllederdi. Başkalarına yardımcı olmaya çalışırken başına bâzı sıkıntılar gelse, onlara sabreder, şikâyette bulunmazdı.

Öyle bir aşk, muhabbet ve edebe sâhipti ki, hacdan sonra, Mescid-i Kubâ´dan Mescid-i Nebevî´ye kadar olan yolu, her adımda iki rekat namaz kılarak gitti.

Medîne-i münevvereye gidince, Kabr-i Nebevî´yi ziyâretinde, Peygamber efendimiz onun selâmını aldı ve pek az kimseye nasîb olan müsâfeha etmek şerefine kavuştu.

Ziyâretten sonra, memleketine dönmek üzere ayrılmak istediği zaman, Resûlullah efendimizden saâdet müjdesi aldı. Kendisine hitâben; "Ey oğlum! Sen benim yanımda kal!" buyuruldu. Bunun üzerine orada kaldı ve H.1054 senesinde; Medîne-i münevverede, çok sevdiği, hiç unutmayıp her an zikrettiği Rabbine, yüksek ceddi olan Resûlullah efendimize ve diğer sevdiklerine kavuştu

Evliyânın büyüklerinden olan Ahmed bin Alevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Kâdı Ahmed Şerîf, Abdullah bin Abdurrahmân, Şeyh Abdurrahmân bin Ali gibi zâtlardan tasavvuf, fıkıh, hadîs ilimlerini öğrendi. Tasavvuf ilminde ileri derecelere kavuştu. Kâmil bir zât idi. Çok kerametleri görüldü. Zâhid, dünyaya düşkün olmayıp aza kanâat ederdi. Derslerinde ibâreleri gâyet açık, net ve tâne tâne olurdu. Derslerinde ve sohbetlerinde tasavvuf büyüklerinden nakiller ya­pardı. Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine uymakta gayretli idi. Ekseriyetle sükût üzereydi. Cenab-ı Hakkın büyüklüğünü, verdiği nimetleri düşünür, susardı. Zarûret olmadan konuşmazdı. Geceleri çok ibâdet ederdi.

Bir gün talebelerinden birinin çocuğu vefât etti. O talebe buna çok üzüldü. Çocuğunu kucaklayıp, doğruca hocası Ahmed bin Alevî´nin huzûruna götürdü ve; "Efendim, Allahü teâlâya duâ edin de, ya bu oğlumu diriltsin veya benim de rûhumu alsın." dedi. Ahmed bin Alevî, Kâdı Muhammed bin Hüseyin´e dönüp; "Bunun için duâ etmek câiz midir?" buyurdu. O da; "Bir zararı ortadan kaldırmak veya bir iyilik sebebiyle câizdir." dedi. O zaman Ahmed bin Alevî talebesine; "Senin için hayırlı olan duâda bulunacağım. Yavrum! Kazaya rızâ gösterip sabredeceksin. Alla- hü teâlâ, bu yavruyu sana emânet verdi. Şimdi geri alırken sana çok sevâb, iyilik verecek, acıyarak doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsân edecektir. Bu merhamete ve ihsâna kavuşabilmek için sabretmeli, O´nun yaptığını hoş görmelisin. Kızar, bağırıp çağırırsan, sevâba kavuşamazsın. O´nun emrine râzı olup, kazâya rızâ göstereceksin." buyurup, duâ etti. Talebe de; "Efendim, Allahü teâlânın takdîrine râzı oldum." dedi.

Ahmed bin Alevî, az yer az içerdi. Gıdâsı çoğunlukla sütten ibâretti. Bâzan birkaç gün yalnız bir hurma kâfi gelirdi. Helâl lokma yemeye çok dikkat ederdi.

Talebelerinden biri; "Efendim sizden yemek yeme arzusu nasıl gitti? Siz gençliğinizde yerdiniz." diye sordu. O da; "Gençliğimden sonra zamanla öyle bir hal meydana geldi. Nasıl şu gördüğün duvarın bir şeye arzusu yok, bende de tıpkı onun gibi yemek arzusu kalmadı." dedi.

Mısır evliyâsından olan Seyyid Ahmed-i Bedevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin nesebi, Peygamber efendimize ulaşır. Ahmed-i Bedevî hazretleri küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Kur´ân-ı kerîmi ezberle- di. Önceleri, çok cesûr, atılgan bir mîzâca sahipti. Çok iyi ata binerdi. Kendisine ezâ eden olursa onlara karşılık verirdi. Bunun için Attâb diye tanındı.

Bir gün Kabe-i muazzamanın kenârında bir yerde uyuduğu sırada rüyâsında gizliden bir ses Ahmed-i Bedevî´ye; "Uykudan uyan! Allahü te- âlânın bir olduğunu zikret." diyordu. Kalkıp abdest aldı. İki rekat namaz kılıp, Allahü teâlâyı zikretti. Sonra tekrar yatıp uyudu. Rüyâsında önceki sesi tekrar duydu. Ona; "Kalk Allahü teâlânın bir olduğunu zikret, uyuma! Yüksek derecelere kavuşmak isteyen uyuyamaz! Ne bir şey yiyebilir, ne de bir şey içebilir. Dâimâ, oruç tutmak ve geceleyin herkes uykuda iken namaz kılmak sûretiyle nefsinle mücâdele et. Kalk böyle yap! Sana, yüksek haller ve dereceler verilecek." diyordu. Rüyânın tesiriyle uyanan Ah- med-i Bedevî, hemen rüyâsını yaş, ilim ve derece bakımından yüksek olan ağabeyine anlattı. O da; "Sırrını gizli tut! Söylenilenlere uygun ya- şa!" dedi. Ahmed-i Bedevî bu nasihatlere uyarak, gayret gösterdi, Allahü teâlânın izni ve ihsânı ile nice güzel hâl ve yüksek derecelere kavuştu.

Ahmed-i Bedevî kendisini ilme ve ibâdete verdi. İnsanlarla alâkasını azalttı ve konuşmayı terk etti. Bir şey söylemesi îcâb edince bunu işâretle anlatırdı. Üst üste gördüğü rüyâ üzerine Irak´a gitti. Orada; Ahmed Rıfâî, Abdülkâdir-i Geylânî, Hallâc-ı Mansûr, Sırrî-yi Sekatî, Ma´rûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdâdî gibi evliyânın kabirlerini ziyaret etti. 1236 senesinde, rüyâsında Mısır´ın Tanta şehrine gitmesi işâret olundu ve yola çıktı. Kahire´ye geldiğinde Mısır sultânı, onu, askeri ile birlikte karşıladı ve husûsî misafirhânesinde ağırladı. Kendisine çok hürmet etti. Sonradan o da talebelerinden oldu.

Bu sırada Mısır´ın Tanta şehrinde bulunan bir çok âlim ve evliyâ arasında en meşhûrlarından olan Hasan Saîg ve Seyyid Sâlim Magribî hazretleri, Seyyid Ahmed-i Bedevî´nin Tanta şehrine teşrif edeceğini ve yolda olduğunu haber alınca, Tanta´dan ayrılıp başka bir beldeye yerleştiler. Sebebi suâl edildiğinde; "Kasabanın asıl sâhibi geliyor. Onun bulunduğu yerde bulunmak bize yakışmaz. Bizim yapacağımız olsa olsa ona talebe olmaktır. Ona yakın bulunmakla, ona karşı edepte ve hizmette kusûr etmekten korkuyoruz." dediler.

Ahmed-i Bedevî hazretleri, zamanla herkes tarafından tanındı. Her tarafta meşhûr oldu. Hak âşıkları her taraftan yanına koşarak, huzûru ve sohbeti ile şereflenmek için can atarlardı. Tanınan, büyük bilinen âlimler bile gelip kendisine talebe oldular.

Ahmed-i Bedevî devamlı zikir ve murâkabe hâlindeydi. Her an Allahü teâlâyı düşünür, bir an hatırından çıkarmazdı. Hiç evlenmedi. Evlenmesini teklif edenlere; "Beni kendi hâlime bırakınız. Cennet hûrîlerinden başka biri ile evlenmemeye azmettim." derdi. Dünyâ malının, onun kalbinde yeri yoktu. Üzerine giydiği elbise ve başına sardığı sarık, eskiyip kullanılmayacak hâle gelmedikçe yenisini almazdı. Devamlı oruç tutardı. İftâr ve sahurda birer zeytin ile nefsini körlettiği ve buna kırk gün devâm ettiği rivâyet edilir.

Âlim ve velîlerden Ahmed Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) on altıncı asır âlim ve velîlerinden olup, küçük yaştan îtibâren Kütahya ulemâsından dersler aldı. Din ve fen ilimlerinde söz sâhibi oldu. Bundan sonra tasavvuf yolunda ilerlemek üzere büyük velî Şeyh Sinan Karamânî hazretlerinin sohbetlerine katıldı. Onun kalplere, gönüllere tesir eden bereketli sohbetlerinden istifâde etti. Yine Şeyh Abdüllatîf Efendi hazretlerinin de derslerinde ve sohbetlerinde bulundu. Onun mübârek nazarları ile yüksek derecelere kavuştu.

Bir gün yanında bir arkadaşı ile hocalarının yanına vararak, kendisinden, içlerinden geçen arzu ve isteklerin gerçekleşmesi için duâ etmesini istediler. Bu istek üzerine Şeyh Abdüllatîf Efendi bir müddet murâkabeye, düşünceye daldı. Daha sonra Molla Ahmed´e dönerek; "Siz içinizdeki arzuya uygun olarak ilim ve mârifete kavuşup, bitmez tükenmez bir nîmete ve hayırlı uzun ömre sâhib olacaksınız." dedi. Sonra arkadaşına hitâben; "Siz de içinizdeki isteğe uygun olarak pâdişâh askerine kuman­dan olacaksınız." dedi.

Molla Ahmed bundan sonra İstanbul´a geldi. Burada olan büyük âlimlerin derslerinden ve sohbetlerinden istifâde etti. İcâzet alarak hocalarının tavsiyesi ile Kastamonu´ya geldi. Burada halka doğru yolu göstermek ve talebelerine ilim öğretmekle meşgûl oldu.

Ahmed Dede daha sonra köyüne dönerek orada bir zâviye inşâ etti. Burada talebelerine ders verir, gelip gidenleri doyurup misâfirlerine ikrâm ederdi. Hiç kimseden hediye ve sadaka kabûl etmezdi. Helal rızık kazanmak için zirâatle meşgûl olurdu. Buğday ve çavdar ekimi yapar, cenâb-ı Hakk´ın bereketiyle kat kat verim alırdı. Hubûbatı doldurduğu ambarların ağzı açık durur, gelen giden ve ihtiyâcı olan herkes oradan serbestçe alırdı. Buna rağmen ambardaki hubûbât hiç bitmezdi. Bu se­beple Ahmed Dede´ye Çavdar Şeyhi denmişti.

Velîlerin büyüklerinden ve Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı Ahmed bin Hanbel (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerinin nesebi, Şeyban kabîlesine dayanır ve Nizar kabîlesinde Peygamber efendimizin soyu ile birleşir.

Ahmed bin Hanbel´in babası, daha o çok küçük yaşta iken, vefât etti. Otuz yaşında vefât eden babasından, önemli bir mîrâs da kalmadı. Onun yetişmesi ile annesi ilgilendi. Küçük yaşta, ilim tahsiline başladı. Bu sırada Bağdat önemli bir ilim merkeziydi. Burada hadîs ve kırâat âlimleri, tasavvufta yetişmiş büyük zâtlar ile diğer ilimlerde yetişmiş kıymetli âlimler bulunuyordu. Önce Kur´ân-ı kerîmi ezberledi. Bundan sonra lügat, hadîs, fıkıh, Sahâbî ve Tâbiîn rivâyetlerini öğrendi.

Ahmed bin Hanbel, emsâli arasında ciddiyeti, takvâsı, sabrı, metânet ve tahammülü ile meşhûr oldu.

Henüz 15 yaşlarında İmâm-ı A´zâmın talebesi olan Ebû Yûsuf´tan fıkıh ve hadîs dersi aldı. Bundan sonra da üç sene Huşeym´in derslerine devâm ederek ondan hadîs-i şerîf dinledi. Bundan başka Bağdat´ta bulunan meşhûr âlimlerden de ders aldı.

7 yıl Bağdat´ta ilim öğrenen Ahmed bin Hanbel daha sonra ilim tahsili için seyahatlere başladı. Önce Basra´ya, bir yıl sonra da, Hicaz´a gitti. Böylece Kûfe, Basra, Mekke-i mükerreme, Medîne-i münevvere, Şam ve el-Cezîre´ye giderek hadîs ilmini öğrendi. Hadîs râvilerini bizzât görerek, onlardan hadîs-i şerîf dinledi. Basra ve Hicaz´a beşer defâ seyahat yaptı. Hicaz´a yaptığı ilk seyâhatinde, fıkıh ilminde hocası olan, İmâm-ı Şâfiî ile görüştü. Bu görüşme Mekke´de Mescid-i Harâm´da oldu. İkinci defa ise, Bağdat´ta buluştular.


Konu Başlığı: Ynt: Evliya Hayatından Sahifeler
Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Mart 2010, 02:31:48
Ahmed bin Hanbel hac seferlerinden birinde, hac yaptıktan sonra bir müddet, mücâvir olarak Mekke´de kaldı. Bu zaman zarfında hadîs-i şerîf öğrenme faâliyetlerini sürdürdü. Sonra Yemen´in San´a şehrinde bulunan meşhûr hadîs âlimi Abdürrezzâk bin Hemmam´dan hadîs-i şerîf öğrenmek için San´a´ya gitti. İlim öğrenmek için çıktığı bu yolculukta çok sıkıntı çekti. Yolda yiyeceği bitti. Parası da olmadığı için, San´a şehrine varıncaya kadar, nakliyecilerin yanında ücretle hamallık yaptı. Ticâret ve kazanç için elverişli olmayan San´a´da iki sene kalıp, sıkıntılara katlandı. Abdürrezzâk bin Hemmam´dan hadîs-i şerîf dinledi. Böylece İmâm-ı Zührî ve İbn-i Müseyyib yoluyla rivâyet edilen, birçok hadîs-i şerîfi işitip öğrendi.

Ahmed bin Hanbel, ilim öğrenmek için pekçok İslâm beldesini dolaştı ve bu uğurda pekçok meşakkate katlandı.

Ahmed bin Hanbel hazretleri, ders ve fetvâ verme işine, kırk yaşında başladı. Bundan sonra hadîs rivâyetinde ve fetvâda başvurulan önemli bir kaynak oldu.

İki çeşit ders halkası (meclisi) vardı. Biri, talebelerine verdiği muntazam dersler, diğeri, hem talebelerinin, hem de halktan isteyenlerin katıldığı derslerdi. Onun ilim meclisine pekçok kimse katılırdı.

ALLAHü teâlâya olan bağlılığı sebebiyle son derece tevâzu sâhibiydi. İnsanlara yardım etmeyi severdi. Herkesin derdine derman olmaya çalışırdı. Yoksulları korurdu. Son derece halîm selîm, yumuşak huyluydu. Aceleci değildi. Çok alçak gönüllüydü. Ağır başlı ve vakarlıydı. Câmiye gittiği zaman ön safa geçmeye çalışmazdı. Mecliste nerede yer bulursa oraya otururdu.

Ahmed bin Hanbel çok ibâdet ederdi. Her gece Kur´ân-ı kerîmin yedide birini okur, her yedi günde bir hatmederdi. Yatsı namazını kılınca biraz istirahat eder, sonra kalkıp sabaha kadar ibâdet ve tâatla meşgûl olurdu. Gece namazını hiç bırakmazdı. Halka dâimâ kolaylık yollarını gösterir, ağır vazîfeleri yüklemezdi. Acıktığı zaman bir şey bulamazsa, kimseden yiyecek istemez ve rahatsız etmezdi. Çoğu zaman ekmeğine sirke katık olurdu. Yolda yürürken, hızlı adımlarla yürürdü. Onu daha çok, mescidde, cenâze namazında ve hasta ziyâretinde görürlerdi. Giydiği elbiseyi en ucuz kumaştan yaptırırdı. Çok kere az şey yer; "Ölecek kimse için bunlar çok bile." derdi.

ALLAHü teâlâdan korkması, verâ ve takvâsı çoktu. Fakir bir hayat yaşadı. Haram şüphesi olan şeyi reddederdi. Haram mala sâhib olmaktansa, onu almamayı tercih ederdi. Borç karşılığı bir malı alacaklıya rehin bıraktı. Parayı bulunca alacaklıya gidip borcunu verdi. Rehin bıraktığı malı alacağı zaman alacaklı olan iki mal gösterip, rehin bıraktığının hangisi olduğunu kesin bilmediğinden; "Bunlardan birini seç, ikisi de aynı." dedi. Fakat Ahmed bin Hanbel rehin bıraktığı malın hangisi olduğunu bilemediği için kendi malı yerine başkasının malını almış olurum korkusu ile ikisini de bıraktı, almadı. Başkasının hakkı geçer diye kendi hakkından vazgeçti.

Ahmed bin Hanbel, Peygamber efendimizin sünnetine son derece bağlıydı; "Hiç bir hadîs-i şerîf yazmadım ki, onunla amel etmeyeyim." buyururdu.

Ahmed bin Hanbel talebeliği sırasında bir grup kimseyle bir su kenarında bulunuyordu. Onlar soyunup, suya girdiler. Ahmed bin Hanbel ise, Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfine uyarak soyunmadı: "Kim ALLAH´a ve âhiret gününe îmân ediyorsa, hamama (avret yerlerini örtmeden) girmesin." O gece rüyâsında bir kimse ona; "Ey Ahmed! Sana müjdeler olsun! Zîrâ ALLAHü teâlâ, Resûlullah´ın sünnetine uyduğun için seni bağışladı. Seni imâm kıldı. İnsanlar sana tâbi olurlar." dedi. "Siz kimsiniz?" diye sorunca o zât; "Cebrâil´im." cevâbını verdi.

Ehl-i sünnet îtikâdından aslâ tâviz vermezdi. Bağdat´ta Mu´tezile fırkası mensupları; "Kur´ân-ı kerîm mahlûktur." diyerek, bu yanlış îtikâd- larına Abbâsî halîfesi Me´mûn´u da inandırdılar. Bunu kabûl etmesi için, Ahmed bin Hanbel hazretlerini de zorlayıp, Me´mûn vâsıtasıyla bu hususta baskı ve işkence yaptılar ve 28 ay hapsettiler. Bütün bunlara rağmen O; "Kur´ân-ı kerîm, ALLAHü teâlânın kelâmıdır. Mahlûk değildir." dedi. Bu sırada kendisine İmâm-ı Şâfiî Mısır´dan mektup göndermişti. Okuyunca ağladı. Sebebi sorulunca; "Rüyâsında Resûlullah efendimizi görmüş, Ahmed bin Hanbel´e mektup ile benden selâm yaz ve de ki, Kur´ân-ı kerîmin mahlûk olup olmadığı kendisinden sorulacak. Cevâb vermesin buyurmuş." dedi.

Hindistan´ın büyük velîlerinden Ahmed Kihtû (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini sevenlerden Sultan Zafer Han (Birinci Muzaffer), Gü- cerât pâdişâhı idi. Onu Dehli´de iken tanımış birbirlerini ALLAHü teâlânın rızâsı için sevmişlerdi. Sultan, ALLAHü teâlânın bu sevgili kulunun feyzinden, ülkesinin bereketlenmesini arzu etti. Gücerât´ta kalması için yalvardı. O da, Ahmedabat yakınlarında Serkeç kasabasında yerleşmek ar­zusunda olduğunu söyleyip, sultânı sevindirdi. Serkeç´te yerleşip, insanlara İslâmiyeti anlattı, dînin emirlerine uymalarını sağladı. Bütün feyz kapılarını, zâhir ve bâtın bereketlerini orada saçtı. Bölge halkı, onun saçtığı feyz ve nûrlarla, ALLAH yoluna bağlılıkta, birbirlerine karşı sevgi ve muhabbette çok yüksek derecelere ulaştı. Güneş altında olgunlaşan meyveler gibi, insanlar da onun nûrlarıyla olgunlaştı.

Dergâhında devamlı yemek verirdi. Her gelen yer, doyar, ALLAHü teâlâya şükredip kalkardı. Ne kadar kalabalık olsa farketmezdi. Vefâtından sonra, aynı sofra, türbesinde sevenlerine açıktı. Vâliler, sultanlar, kumandanlar, oraya gelip askerleriyle birlikte yemek yerler, onun yüksek feyzinden istifâde ederlerdi. Dehli sultânı, Fîrûz Şâhın da ona muhabbet ve bağlılığı vardı. Birbirlerini çok severlerdi. Ahmed Kihtû, ona nasîhat eder, duâlarında her zaman Fîrûz Şâhı zikrederdi.

Tîmûr Hanın Hindistan seferi esnâsında, Dehli´deydi. Dehli işgâl edilmeden on beş gün önce, ALLAHü teâlânın izniyle şehrin işgâlini haber verdi. Sevenleri, hocalarının tavsiyesi üzerine şehri terkedip, Cavnpûr şehrine gittiler. Ahmed Kihtû ise; "Biz halka tâbiyiz." buyurup, diğer insanlarla berâber Dehli´de kaldı. Sonunda Tîmûr Hanın askerleri şehri işgâl ettiler. Birçok kimseyi esir ettiler. Esirler arasında Ahmed Kihtû hazretleri de vardı. Kapatıldıkları yere, gâibden sıcak ekmek gelirdi. Askerler bu hâle hayret edip, onun hâlinden Tîmûr Hanı haberdâr ettiler. Tîmûr Han, onu ziyâret edip serbest bıraktırdı. Çok hürmet edip, duâsına maz- har oldu.

Ahmed Mekkî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) âlim, ârif, veliy-yi kâmil olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî´nin büyük oğludur. Annesi büyük velî, kerâmetler sâhibi, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin büyük oğlu M. Reşid Arvâsî´nin kızı Âişe Hanımdır. Küçük yaştan îtibâren fazîletli babalarından ve amcası Seyyid Tâhâ Efendiden ilim tahsîline başladı. Medrese tahsîlini bitirdikten sonra yine babasından zâhirî ilimlerin inceliklerini alarak icâzetle şereflendi. Yüksek teveccühlerine ve himmetlerine mazhar olarak evliyâlık yolunda kemâl mertebelere ulaştı.

Ahmed Mekkî Efendi, din ilimlerindeki bu üstün derecesine rağmen son derece edeb ve tevâzu sâhibi idi. Bu hâli ile kendisini diğer insanlardan gizlerdi. Görünüşte herhangi bir kimse gibi insanlar arasında bulunur, ancak gerçekte, devamlı cenâb-ı Hak ile olurdu.

Ahmed Mekkî Efendi uzun yıllar Üsküdar ve Kadıköy müftülüklerinde bulunup, sağlam fetvâlar verdi. Bu vazîfeleri sırasında temiz ruhlu yüzlerce genci ilim ve fazîletle süsledi. Cenâb-ı Hak, İstanbul halkını bu feyz ve bereket kaynağından yıllarca faydalandırdı. İlim öğretmek için ekseri zamanlarda talebelerine kendisi giderdi. Şâyet talebesi okumak istemezse, tatlı dili ile onu iknâ edip okuturdu. Bu işleri sırf cenâb-ı Hakk´ın rızâsı için yapar, hiç bir karşılık beklemezdi.

Yakınlarından birisi çocuklarını küçük yaşta okumaları için Ahmed Mekkî Efendiye gönderdi. Bir müddet sonra çocuklar derse girmekte gevşek davrandılar. Nasihat da fayda vermedi. Bu husûsu Mekkî Efendiye arz ettiğinde buyurdu ki: "Onlara her ders için para vereceğini vâd et. Her gün benden dersini okuduğuna dâir imzâlı kâğıt getirene şu kadar para vereceğini söyle." O yakını dediği gibi yapınca, çocuklar ders­lere severek geldiler ve çok şeyler öğrendiler. Küçük yaştaki çocukları bu yolla okutmanın kolay ve faydalı olduğu anlaşılmış oldu.

Cumartesi ve Pazar günleri öğleden sonra Fâtih Câmiinde vâz verirdi. Bu vâzlarında Beydâvî Tefsîri´ni şerhleri ile birlikte, baştan sonuna kadar dinleyenlere anlatıp îzâh etti. Bu şekilde başlayıp bitirmek babalarından sonra bir de kendilerine nasîb oldu. Ahmed Mekkî Efendi kendisine suâl sormaya gelenlere, Ehl-i sünnetin gözbebeği İslâm âlimlerinin eserlerine bakmadan cevap vermezdi. Hattâ bâzan aynı suâli sormak için değişik zamanlarda farklı kimseler geldiğinde, hepsinde de; "Hele bir kitaba bakalım." der ve kitaptan okuyarak cevâbını verirdi.

Çok cömert idi. Gece-gündüz kapısı sevenlerine, gelenlerine açıktı. Misâfirlerine karşı her zaman ikrâm edilecek bir şeyler de bulurdu. Kendisi de çağırılan, dâvet edilen yere gider ve gittiği yerlerde büyüklerin hallerinden, yaşayışlarından bahsederdi. Müftülük yaptığı zamanlarda din görevlilerine dâimâ şefkatli davranır, hal ve hatırlarını sorup gönüllerini alırdı. Maddî durumu iyi olmayanlara elinden geldiği kadar yardımcı olurdu. Bu sebeple emrinde çalışanlar onu bir müftü olarak değil, şefkatli bir baba gibi görürlerdi. Bir gün genç bir müezzin askere giderken vedâ maksadıyla yanına geldi. Ahmed Mekkî Efendi, ona duâ ederek; "Evlâdım gidince adresini bana bildir." diye tenbih etti. Müezzin, asker olduktan sonra, Ahmed Mekkî Efendiye bir mektup göndererek adresini bildirdi. Bir ay kadar sonra komutanı kendisini arayarak İstanbul´dan parası geldiğini ve almasını istedi. Müezzin çok şaşırmıştı. Çünkü İstanbul´dan kendisine para gönderecek hiç kimsesi yoktu. Sonra parayı gönderen zâtın, Ahmed Mekkî hazretleri olduğunu öğrendi.

Dînî ilimleri öğrenip hâfızlığa çalışan bir genç, Üsküdar Müftülüğünde imâmlık imtihânı açıldığını işitti. Fakir ve garipti. İmtihan günü müftülüğe gittiğinde mürâcaat edenlerin çok kalabalık olduğunu gördü. "Bana burada iş vermezler. Elbiselerim eski, yaşım küçük, tecrübem de yok." diye düşünerek tam geri dönmeye karar vermişti ki, o sırada müftülüğün kapısı açıldı ve dışarıya çıkan bir kişi gerilerden onu çağırarak; "Oğlum sakın imtihana girmeden gitme." dedi ve içeri girdi. Genç bu işte bir hayır var deyip imtihana girdi ve kazandı. Sonra bu zâtın müftü Ahmed Mekkî Efendi olduğunu öğrendi.

Devamlı abdestli olurdu. Dünyâ malına, mülküne değer vermezdi. Bâzı sevdiklerine sık sık şu sözü tekrar ederdi:



"Mâla mülke olma mağrûr, deme var mı ben gibi?

Bir muhâlif yel eser, savrulur harman gibi."



Ahmed Mekkî Efendi 71 yaşında iken H.1387´de âhirete irtihâl eyledi. Son sözü "Elhamdülillah." oldu. Cenâze namazına binlerce kişi katıldı. O zamâna kadar İstanbul böyle bir cemâati az görmüştü. Edirnekapı kabristanlığına defnedildi.

Ahmed Mekkî Efendinin kabri üç yıl kadar sonra çevre yolu yapılması sebebiyle Ankara, Bağlum´a babalarının yanına nakledildi. Bu üç sene içinde cesedi aynen duruyordu. Kefeninin de kabre konduğu gündeki gibi bozulmamış olduğu görüldü.

Şam evliyâsından olan Ahmed Nahlâvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tahsil çağına geldiğinde ilk olarak Kur´ân-ı kerîm okumayı öğrendi.

Mektebe gidip gelirken, edeb ve terbiyesinin güzelliği ve derslerine çok gayretli çalışmasıyla dikkat çekmeye başladı. Emsâl ve akranından ileri geçti. Küçük yaşta, büyüklük, üstünlük hâlleri kendisinde görülmeye başladı. On yaşında iken, diğer çocuklar gibi koşup oynamaz, bir kenarda sessizce oturup, başını önüne eğerek tefekkür ederdi. Fıkıh ilmini Şeyh Ahmed Düsûkî´den okudu. Şam´da Nûriyye ve Hâtuniyye medreselerine devâm etti. Bir müddet ev işleri ile meşgûl oldu. Bu arada ibâdetlere devâm etmeyi ihmâl etmedi.

Bir gün zeytin toplamak üzere, merdivenle zeytin ağacına çıkıyordu. O sırada kendisini, evliyânın, tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde bulunmaya teşvik eden bâzı sesler duymaya başladı. Bunun üzerine tasavvuf yolunda bulunmak arzu ve isteği belirdi. Bütün varlığı ile bu yola yöneldi. Dünyâlık olarak ne varsa, hepsini ALLAHü teâlânın rızâsı için ihtiyaç sâhiplerine dağıttı ve cezbeye kapılarak, sahrâlara düştü. Zaman zaman Bab-üs-sagîr denilen yere gidip, orada ellerini açarak ALLAHü teâlâya duâ ederdi.

Kardeşi Şeyh Muhammed birgün eve geldiğinde, kardeşi Ahmed´i evde bulamadı. Nerede olduğunu sordu. Bir müddet önce çıkıp Sâlihiyye mahallesine doğru gittiğini söylediler. Hemen o tarafa gitti. Çok aradı ise de izini bulamadı. Yedi gün sonra Şeyh Muhammed´e bir kimse gelerek, kardeşi Ahmed´in Sâlihiyye´de bir yerde olduğunu söyledi. Süratle oraya gitti. Târif edilen yerde, bir dağ eteğinde durduğunu gördü. Aç ve bitkin bir halde idi. "Ey Ahmed! Neredesin?" diye sordu. Bunun üzerine; "Bâzı büyük zâtlar beni alıp Bağdat´a, ALLAHü teâlânın ism-i şerîfinin zikredildiği bir meclise götürdüler." dedi. Devamla; "Beni yalnız bir yere bırakıp; burada zikirle meşgûl ol! dediler. Daha sonra bir kimse şerbet getirerek, içmemi söyledi. İçtim. Sonra beni buraya (Şam´a) getirdiler." dedi. Ondan bunları dinledikten sonra; "Haydi kalk. Eve gidelim." dedi. Gitmek istemedi. Fakat zorla kabûl ettirip bir hayvana bindirdi. O da bindi. Bâb-üs-Serâyâ denilen yere geldiklerinde, evliyânın büyüklerinden Şeyh Halîl ile karşılaştılar. O büyük zâtı görünce iki kardeşi de bir cezbe aldı ve ikisi de hayvandan düştüler. Ahmed Nahlâvî bundan sonra, o zâtın talebesi oldu.

Büyük velîlerden Seyyid Ahmed Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) orta boylu, nûr yüzlü, buğday benizliydi. Saçları siyah, sakalı seyrek, alnı açık ve geniş idi. Gözlerine sürme çeker, tebessüm buyururdu. Güzel konuşmaları ile kalpleri harekete getirir, sohbetine doyum olmazdı. Kürsüde oturarak konuşurdu. Konuşmaya başlayınca, sesini uzak ve yakındakiler işitirlerdi. Çevre köydeki kimseler de, aynı şekilde duyarlardı. İnsanlar evlerinin üzerine çıkar, Seyyid Ahmed Rıfâî, yanlarındaymış gibi dinlerlerdi. Öyle ki, bütün kelimeleri eksiksiz anlaşılırdı. Hattâ sağırlar, yarım işitenler, onun sohbetine katıldıkları zaman, ALLAHü teâlânın ihsâni- yle kulakları açılır, söylenilenleri işitirler ve anlarlardı. Beyaz gömlek gi- yer, pirinç unundan ekmek yaptırıp yerdi. Misâfirler için verdiği yemek hâricinde başka bir şey yemezdi. Yemeği soğutarak yer, misâfirsiz iftar etmezdi. Kendisine âit misâfir konağı, her gün dolup taşar, günde iki ö- ğün yemek çıkardı. Yolda her rastladığı kimseye, hattâ çocuklara bile se- lâm verirdi. Hastaların sıhhatlerini sormak için uzak yollara gitmekten ü- şenmez, onları ziyâretten zevk alırdı. İhtiyarlara, âmâlara, sıkıntıda olan- lara yardımcı olurdu. Peygamber efendimizin; "Kim, saçı sakalı ağarmış müslüman bir kimseye ikrâm ederse, ALLAH da ona ihtiyarladığında hür- met ve ikrâmda bulunacak kimseleri vazîfelendirir, ona ikrâm ederler." hadîs-i şerîflerinde bildirildiği gibi hareket etmeyi âdet edinmişti.

Alçak gönüllü olduğundan, hiç bir mecliste baş köşeye geçmez ve seccâde üzerinde oturmazdı. Daimâ az konuşur ve; "Sükûtla emr olundum." buyururdu. Birçok defâ azamet-i ilâhiyye tecellisine mazhâr olup, güneşin karşısında buzun eridiği gibi kendisi de bir avuç su gibi kalıncaya kadar eridiğini hisseder sonra ilâhî rahmet yetişerek eski hâlini bulurdu. Daha sonra da cemâatine hitâben; "Cenâb-ı Hakkın lütfu olmasa, yanınıza dönemezdim." derdi.

Ahmed Rıfâî hazretlerinin talebelerine bağlılığı çok fazlaydı. Onların arasında bulunmanın, onlarla sohbet etmenin, büyük sevaplar hâsıl eden ibâdet olduğunu buyurur ve talebelerine de kendi talebelerine böyle yapmalarını tavsiye ederdi.

ALLAH adamlarıyla berâber olmayı sever, onların duâlarını almaya çalışırdı. Düşkünleri çok sever, her zaman onları himâye ederdi. Eli, ayağı olmayan veya cüzzam gibi ağır hasta olan kimseleri yanına alır, onları bizzat kendi elleriyle yıkar, temizler ve elbiselerindeki yırtıkları yamardı. Bunlardan haz duyduğunu bildirir, talebelerini de teşvîk ederdi. Acıkmış bir fakîri görse, gider kendi eliyle yiyecek hazırlar, berâberce yerlerdi. Buyururdu ki: "Bütün evliyâlık yollarından geçirildim. Fakat fakirlik, başkaları gözünde hakîr olmak ve hastalık gibi ALLAHü teâlâya yakın ve daha uygun yol göremedim."

Bir yere gidip de dönerken, yanında hazır bulundurduğu ipine, topladığı odunları bağlardı. Bunları getirir, şehirde bulunan dul, yetim, fakir, hasta olanlara dağıtırdı. Dünyâ malına hiç kıymet vermez, onları dîne hizmette kullanırdı. Kendisi için, dünyâlık nâmına hiçbir şey alıkoymazdı. Bütün malını fakir müslümanlara dağıtırdı.

Seyyid Ahmed Rıfâî hazretleri, hayâtını hep dîne hizmet ile geçirirdi. Bid´at sahiplerine öğüt verir gittikleri yolun bozukluğunu bildirir, kurtuluşlarına vesîle olurdu. Ahmed Rıfâî hazretleri vefâtına yakın ishale yakalanmıştı. Hastalık bir ay kadar devâm etti. Hizmetçisi; "Efendim! Hiçbir şey yemediğiniz halde, bu gelenler neredendir?" diye sordu. O da; "Bu gelen ettir. Dışarı çıkıyor. Artık eridi kalmadı. Yalnız kemiklerimin içindeki ilik kaldı. O da bugün çıkar biter. Yarın da ALLAHü teâlâya gitme günüdür." buyurdu. İyice ağırlaştığı zaman hizmetçisi; "Efendim! Kavuşmak vakti yaklaştı herhalde." deyince; "Evet öyle görünüyor. Hastalığımın şu son zamânında bâzı hâdiseler cereyân etti. İnsanlar üzerine büyük bir belâ gelmekteydi. Bu belâlara karşı kendi vücûdumu fedâ edip, bu belânın giderilmesi için, ALLAHü teâlâya yalvardım. ALLAHü teâlâ kabul buyurdu." dedi. Daha sonra mübarek yüzünü toprağa sürmeye başladı. Yüzü gözü toz toprağa bulanmış bir halde ağlayarak; "Yâ Rabbî! Affet!" Yâ Rabbî! İnsanların üzerine gelecek olan dert ve belâlar için beni siper yap da, belâlar benim üzerime yağsın." diye yalvardıktan sonra kelime-i şehâdet getirip; "Dünyâda âhiret için çalışıp yorulan pişman olmaz, râhata kavuşur. Her hayr işleyenin ameli kendisine sunulacaktır. Her şer, kötü iş yapanın da ameli kıyâmet gününde önüne çıkacaktır." buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden Ahmed Şemseddîn Marmaravî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) halk arasında Yiğitbaş Velî diye meşhûr olmuştur.

İlk tahsîlini babasından aldı. Sonra medreseye devâm etti ve zâhirî ilimleri öğrendi. Fakat kendisi ilâhî aşka tutulmuştu. Tasavvuf yolunda ilerlemek gönül gözünü görür hâle getirmek istiyordu.

"Tasavvuf, aşk ateşiyle yanmaya derler." sözü sanki onun için söylenmişti. Nitekim gâyesine erişmek için, Uşak´ın Kabaklı köyünde insanlara doğru yolu gösteren büyük âlim Şeyh Alâeddîn Uşşakî hazretlerinin huzûruna vardı. Onun sohbetleri ile mânevî mertebelerden geçerek şeyhlik pâyesine yükseldi.

Şeyh Alâeddîn Uşşakî hazretleri Ahmed Şemseddîn´e icâzet (diploma) verdikten sonra, onu İslâmiyeti yaymak, talebeler yetiştirmek ve gönülleri aşk-ı ilâhî ile doldurmak üzere Manisa´ya gönderdi.

Ahmed Şemseddîn hazretleri Manisa´da hocasının isteği doğrultusunda talebeler yetiştirmekle meşgûl oldu. Ancak bu sırada Şâh İsmâil de, Ehl-i sünnet îtikâdını, müslümanların Peygamber efendimizden gelen doğru inancı yıkmak için harekete geçmişti. Bu gâye ile Anadolu´ya "dâî" adı verilen halîfeler göndermiş, sahte şeyhler eliyle bozuk ve yanlış tarikatler kurdurmuştu. Ayrıca Antalya´dan Bursa´ya kadar pek çok yerde isyanlar çıkartarak halkı silâh gücü ile de sindirmek istemişlerdi. Karışık­lık had safhada idi. Öyle ki bu sahte şeyhler Osmanlı merkezine kadar sızdılar. İstanbul sahte şeyhlerle doldu ve halk kime inanacağını şaşırdı.

Velî pâdişâh İkinci Bayezîd Han sahte tarîkatlerin ayıklanarak kapatılmasını istedi. Böylece halkın yanlış inanışlara kapılıp Ehl-i sünnet îtikâdından uzaklaşmasına mâni olmak üzere harekete geçti. Kurulan bir mecliste şeyhlerin imtihana tâbi tutulmasını istedi. Bu düğümü çözmek için de Ahmed Şemseddîn hazretlerini Manisa´dan İstanbul´a dâvet etti.

Ahmed Şemseddîn hazretleri derhal bu ulvî görevi kabûl edip İstanbul´da Sultan Bâyezîd-i Velî hazretlerinin huzûruna çıktı ve Osmanlı Sultânının da hazır bulunduğu imtihan heyetine reislik etti.

O gün Ahmed Şemseddîn hazretlerinin tuttuğu şerîat süzgecinden hak ve doğru yolda bulunan şeyhler rahatlıkla geçerken sahteleri tutuldu. Bunlar mahcup ve perişan oldular. Tekkeleri kapatıldı ve yaptıkları işten men edildiler. Ahmed Şemseddîn hazretlerine, imtihan sırasında gösterdiği kemâl, dirâyet ve olgunluk sebebiyle "Yiğitbaşı" lakabı verildi. Pâdişâh çok hoşnut kaldığı ve takdir ettiği bu büyük velîyi hediyelerle taltîf etti. O ise bu hediyelerin tamamını fakirlere dağıttı. İstanbul´da kalması tekliflerine rağmen, tekrar Manisa´ya döndü. Bu hâdise dilden dile, şehirden şehire yayıldı. Sohbetine kavuşmak isteyenler Manisa´ya akın ettiler ve çevresinde geniş bir sohbet halkası meydana getirdiler.

Hindistan evliyâsından olan Ahmed Şeybânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İmâm-ı A´zam hazretlerinin en yüksek talebelerinden İmâm-ı Mu- hammed Şeybânî´nin soyundandır. Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Ahmed Şeybânî Hâce Hüseyin Nâgûrî´nin talebesi oldu. Zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsîl etti. Ayrıca başka âlimlerin de sohbetlerinde bulundu. İlim tahsîlini tamamladıktan sonra, Ecmîr´e yerleşti. Orada yetmiş seneden fazla kaldı. Dünyâya düşkün olmaktan, haramlara ve şüphelilere düş- mekten uzak bir şekilde, nefsin isteklerine muhâlefet tanıdık ve yabancı, herkese karşı, fitne çıkarmadan emr-i mârûf yapardı ve bu hususta hiçbir zaman gevşeklik göstermezdi. Arabî ve Fârisiyi çok güzel konuşurdu.

Ahmed Şeybânî, küçüklüğünde akrabâları ile birlikte alışveriş için Mendev beldesine gitmişti. Şeyhülislâm Şeyh Mahmûd Dehlevî de oradaydı. Cemâat ile namaz kılındı. Namazda Mahmûd Dehlevî en ön safta başka âlim zâtlar ile birlikte bulunuyordu. Mahmûd Dehlevî, namaza dururken iftitâh tekbîrini imâmdan önce aldı ve bu hâl Ahmed Şeybânî´nin dikkatini çekti. Namazdan sonra, başka âlimlerin, bu hâli Şeyhülislâm´a söylemekte gevşek davrandıklarını görünce çok hayret etti. Nihâyet dayanamayıp yanına giderek; "Sizin bu namazınız olmadı. İmâmdan evvel tekbîr aldınız." dedi. Bu hâli öğrenen Şeyhülislâm, bu çocuk yaşta, fakat dînini bilen ve çok uyanık olan Ahmed Şeybânî´ye teşekkür edip, namazını iâde etti.

Ahmed Şeybânî hazretleri öğünme vesîlesi sayılabilecek gösterişli elbiseler giymezdi. Namazlarda sarık sarardı. Cumâ ve bayram günlerinde, sünnet olduğu için ve dünyâ ehlinden yanına gelenler olursa onlara karşı da heybetli olmak, İslâmın şerefini, vakarını korumak için kıymetli elbise giyerdi. "Din ehlini dünyâ ehline aşağı göstermemelidir. Zîrâ dünyâ ehli, görünüşe bakarlar." buyururdu.

Sohbetlerinde, ALLAHü teâlâ buyurdu ki Resûlullah efendimiz buyurdu ki gibi ifâdeleri, ehemmiyetine binâen tam bir azamet ve heybetle söylerdi ve böyle söylemesi, insanlara çok tesirli olurdu.

Ahmed Şeybânî hazretleri, gece yarısı geçtikten sonra kalkıp, Hâce Muînüddîn hazretlerinin türbesine gider, orada teheccüd namazını kılıp, kuşluk vaktine kadar zikir ve tesbîh ile meşgûl olurdu. Bu arada hiç konuşmazdı. Kuşluk vaktinde duhâ namazını kıldıktan sonra, talebelerine i- lim öğretir, ders verirdi. Bundan sonra, sünnet olduğu için kaylûle yaparak öğle üzeri bir mikdâr uyur, kalktıktan sonra öğle namazını kılar, ikin-diye kadar zikir ve tesbîhle meşgûl olurdu. İkindi namazından sonra meclisinde bulunanlara Tefsîr-i Medârik´den okur, anlatırdı. ALLAHü teâ- lânın îmân sâhipleri için Cennet´te hazırladığı nîmetlere ve din düşmanları için Cehennem´de hazırlanan sonsuz azâba âit haberleri okuyunca çok ağlar, bu ağlaması sebebiyle gözleri kızarırdı.

Tîcâniyye tarîkatının (yolunun) kurucusu olan Seyyid Ahmed-i Ticânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İnsanlara ALLAHü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Bir çok yerleri dolaştıktan sonra, Sem´un köyünde yerleşti. Burada halvete girerek insanlardan uzak durdu ve kimse ile görüşmedi. Devamlı zikir ve ibâdetle meşgul oldu. Mânevî perdeler kalkıp, yüksek derecelere kavuştu. Mübârek ceddi (dedesi) Resûlullah´ı sallallahü aleyhi ve sellem uyanık iken, baş gözü ile gördü. Peygamber efendimiz ona görünüp çeşitli zikirler öğretti. Sonunda Resûlullah ona; "İnsanları irşâd et. Onlardan uzak durma. Bu sûretle vâdolunduğun yüksek mertebeye ulaşırsın." buyurdu. Resûlullah efendimizin izni ve emri olduğu için insanları irşâd ve terbiyeye başladı. Tasavvufun esâsını teşkil eden tövbe (günahlardan pişmanlık), zühd, (dünyâya rağbet etmeme), sabr, şükr, havf (ALLAHü teâlânın azabından korkma), recâ, (ALLAHü teâlâdan rahmetini ümit etme), tevekkül (ALLAHü teâlâya güvenme), rızâ (ALLAHü teâlâdan gelen her şeyden hoşnûd olma), muhabbet (ALLAHü teâlâyı sevme ve her an ALLAHü teâlâyı hatırlayıp, O´ndan başkasını unutup gönlünden çıkarma) demek olan fenâfillah mertebelerine kavuştu.

Ahmet Ticânî hazretleri beyaz tenli nûrânî yüzlü, gür sesli, susması çok, tebessümü hoş, sözü, sohbeti tatlı, heybet, vakar, hayâ, firâset ve kerâmet sâhibiydi. ALLAHü teâlânın izni ile kısa zamanda uzak mesâfelere giderdi. Gizli şeyler kendisine mâlum olurdu.

Evliyânın büyüklerinden Ahmed Yekdest Cüryânî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden ve büyük evliyâdan olan Mehmet E- mîn Tokâdî hazretleri anlatır: "Ahmed Yekdest Cüryânî hazretlerinin hiz- metinde, ders ve sohbetlerinde bulundum. 1702 senesinde hocamın izni üzerine İstanbul´a dönüş hazırlığı yaptım. Vedâlaşmak üzere huzûruna vardığımda; "Mısır üzerinden mi, Şam´dan mı gideceksiniz?" buyurdu. "Efendim bir arkadaşım var, Şam hacılarıyla dönmeye niyet et­tik." de- dim. Bunun üzerine; "Otur bakalım karşıma. Gözlerini yum, bakalım hangi kâfile ile gitmeniz takdir olunmuştur?" buyurdu. Karşısına geçip gözlerimi yumarak oturunca, birden kendimi Cebel-i Nûr (Hira Dağı) üzerinde Mekke´ye karşı oturuyor buldum. Dağ üzerinden Mekke´yi seyredi- yordum. Baktım ki, bir kâfile Mekke´den çıkmaya başlayıp Şam tarafına yöneldi. Yol alıp kısa bir moladan sonra yola devam etti. Bu manzarayı gördüğüm sırada hocam: "Kâfilenin başına bak." buyurdu. Baktım bir şe- hir görüldü. "Bu gördüğün şehir Şam´dır. Kâfile Şam´a ulaştı, sen kâfile i- çinde var mısın?" buyurdu. "Yokum." dedim. "Yine Mekke´ye bak." buyu- runca, Mekke tarafına baktım. Gördüm ki başka bir kâfile Mekke´den çıkıp ilerledi. Kendimi kâfile içerisinde tanıdığım bir arkadaşımla beraber gördüm. Paçalarımı sığayıp omuzuma bir tüfek almışım ve yanımdaki arkadaşla sohbet ederek yol alıyoruz. Ben bu hâli seyrederken hocam; "Kendini görebildin mi?" buyurunca; "Evet efendim." dedim. "Kâfilenin baş tarafına bak." buyurunca, baktım. Mısır göründü. Yanımda gördü- ğüm arkadaşım Mısır´a girmek üzereydi. Bu sırada; "Aç gözünü." buyu- runca açtım ve kendimi huzûrunda oturuyor buldum. "Şimdi git sana yol- culukta arkadaş olmak üzere gördüğün o kişiyi bul, yolculuğunuz Mısır tarafındandır." buyurdu. Huzûrundan çıkıp Harem-i şerîfe giderken yolda o gördüğüm kişiye rastladım. Selâm verip elinden tuttum. Berâberce Ha- rem-i şerîfe girip bir kenara çekilerek sohbet et­meye başladık. Sonra o- nun da hocamın talebelerinden olduğunu öğrendim. Nihâyet yolculuğu- muz hususunda görüşüp Mısır´a gidecek kâfile yola çıkmadan yol hazır- lığımızı tamamladık. Yolculuğumuzdan bir gün önce hocam Ahmed Yek- dest hazretlerinin huzuruna tekrar gittim. Bu sırada; "İstanbul´a varınca nerede kalacaksın?" buyurdu. "Efendim malumunuz kendi evim yoktur. Siz nerede kalmamı emrederseniz orada kalayım." dedim. Bana bir mek- tup uzatıp; "Al bunu İstanbul´da Hâcegân divân-ı hümâyûndan Hüseyin Paşazâde Kumul Muhammed Bey vardır. İstanbul´a varınca bu mektubu ona verirsin. Seni onun sohbetine havâle eyledik. Ne buyurursa ona itâat et, ona teslimiyetin bize teslimiyettir." buyurdu. Bu sırada öyle bir nazar ve iltifât ettiler ki o ana kadar kavuştuğum derecelerin ve nîmetlerin bin- lerce üstünde derecelere kavuştum. O anda nasîb olan müşâhadeler, makamlar ifâde edilemeyecek kadar fazlaydı. Mektubu aldıktan sonra; "İnşâALLAH birkaç sene sonra buraya tekrar gelirsiniz. Fakat bizi bula- mazsınız. Bizde olan emanetinizi (yazılı icâ­zeti) Medîne-i münevverede bulunan Hâce Abdurrahîm´e verdik. Onunla görüşünce sana teslim e- der." buyurdu.

Ertesi gün kâfile Mısır´a hareket etmek üzere iken tekrar hocamın huzûruna gidip vedâlaştım. Bana çok duâ edip iki yüz altın harçlık verdi. Sonra vedâlaşmak üzere dost ve arkadaşlarımın yanına gittim. Beni yolcu etmek ve vedâlaşmak için otuz kişi kadar toplanmıştı. Onlardan da ayrılırken bana bir anahtar ve bir liste verip; "Bu size hediyemiz olan eşyaların ve paraların listesi ve içine koyduğumuz kutunun anahtarıdır. Kutuyu size Mısır´da teslim etmek üzere kervancı başına verdik ve ta­şıma ücreti de verilmiştir." dediler. Nihayet vedâlaşıp yola çıktık. Epey bir yolculuktan sonra Mısır´a vardık. Mısır´da kervancı başı; "Efendim bu kutuda size âit emânetler var, listenizi çıkarıp kontrol edelim ve teslim alınız." dedi. Kontrol edip teslim aldıktan sonra Mekke´deki dostlarıma verilmek üzere noksansız teslim aldığımı bildiren bir mektub yazmamı ricâ etti. İstediği yazıyı kervancı başına verdim Bana teslim edilen bu hediyeler ud, amber gibi güzel kokulardan başka bir kese içinde (o zamânın parasıyla) bin kuruşluk altın, ayrıca iki bin kuruş değerde çeşitli eşyalar vardı. Bunları kimin hediye ettiği belli değildi. Ancak listede dost- larınızın size hediyeleridir yazılıydı.

Mısır´a vardıktan sonra Kâhire´de bir kaç ay kaldım. Daha sonra İstanbul´a gitmekte olan bir kalyona, Yelkenli gemiye binerek kısa zamanda İstanbul´a ulaştım.

İstanbul´a varınca dostlarımdan Aksaray civârında oturan Kafesdâr Abdülbâki Efendinin evine gittim. Oturup sohbet ettik. O gece orada kaldım, haccımı tebrik ettiler. Hocam Ahmed Yekdest hazretlerinin emri üzerine Hüseyin Paşazâde Muhammed Efendinin yanına gidecektim. Evini sorup öğrendim. Bir sabah vakti gidip kaldığı yeri buldum. Binaya girip yukarı çıkarak hazîne dâiresini sordum. Beni bir odaya dâvet edip, oturttular. Nereden geldiğimi sorduklarında Mekke´den geldiğimi ve Mu- hammed Efendiye bir mektup getirdiğimi söyledim. Hemen Hazînedâr kalkıp dışarı çıktı. Biraz sonra da gelip; "İsminiz Muhammed Emîn midir?" deyince; "Evet! dedim. "Buyurun." deyip beni Muhammed Efendinin yanına götürdü. İçeri girince ayağa kalkıp beni kucakladı, gözlerimden öptü; sonra mektubu verdim. Bana yer gösterip oturmamı söyledi. Mektubu sevinçle alıp okuduktan sonra hazînedârlarından birini çağırıp; "Emin Efendi kardeşimize kalacağı yeri gösterin." buyurdu. Hazînedâr bana onun odasının yanında bir oda gösterip; "buyurun." dedi. Odaya girdiğimizde gördüm ki oda döşenmiş, hazırlanmıştı. Yanımdaki kişi oradaki malzemeyi bir bir gösterip; "Burada istirahat edersiniz, efendimizin emridir," diyerek dışarı çıktı.

1711 yılında tekrar hac vazifesi ile Mekke´ye gittiğimde Hocam Ahmed Yekdest hazretleri vefât etmişti."

Türkistan´da yetişen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şeyhi Arslan Baba´nın mânevî işâreti ile Buhârâ´ya gitti. Orada Ehl-i sünnet âlimlerinin en büyüklerinden Yûsuf-i Hemedânî´ye bağlandı ve mânevî ilimleri tahsil etti. İnsanlara ilim öğretmek, doğru yolu göstermek için ondan icâzet, diploma aldı. O büyük zâtın halîfeleri arasına katıldı. Onun vefâtından sonra bir mikdâr Buhârâ´da kaldı. Talebe yetiştirmeye başladı. Bir zaman sonra onların terbiye ve yetiştirilmesini, Yûsuf-i Hemedânî´nin en önde gelen, gözde talebesi Abdülhâlık Gonc- düvânî hazretlerine bırakıp, kendisi Yesi´ye döndü ve talebe yetiştirmeğe burada devâm etti. Talebeleri git gide çoğalıyordu. Büyüklüğü ve şöhreti kısa zamânda, Türkistan, Mâverâünnehr, Horasan ve Harezm´e yayıldı. Kendisinde daha çocuk yaşta iken başlayan evliyâlık hâl ve dereceleri günden güne artıyordu. Zamanındaki âlimlerin ve evliyânın en büyükle- rinden, en üstünlerinden oldu. Hanefî mezhebinde idi. Zâhirî ve bâtınî bütün ilimlerde derin âlim olan Ahmed Yesevî, Hızır aleyhisselâm ile gö- rüşüp sohbet ederdi.

Ahmed Yesevî hazretleri vakitlerini üçe ayırırdı. Günün büyük bölümünde ibâdet ve zikirle meşgûl olurdu. İkinci kısmında talebelerine zâhirî ve bâtınî ilimleri öğretirdi. Üçüncü ve en kısa bölümde ise alınteri ile geçimini sağlamak üzere tahta kaşık ve kepçe yaparak bunları satardı.

Bir rivâyete göre; "Onun halden anlar bir öküzü vardı. Bu öküzün sırtına bir heybe asar, içine de yaptığı kaşık ve kepçeleri koyup, Yesi çarşısına salıverirdi. Kim kaşık ve kepçeden alırsa ücretini heybenin gözüne bırakırdı. Mal alıp da, ücretini vermeyen olursa, öküz o kimsenin peşini bırakmaz, nereye gitse peşinden o da giderdi. Adam ücreti heybeye koy- madıkça, o kimsenin yanından ayrılıp başka yere gitmezdi. Akşam olun- ca da Hâce Ahmed hazretlerinin evine gelirdi. Hattâ heybenin gözüne fazla para bırakanlar da olurdu. Hâce hazretleri bunları ve kendisine ge- len sayısız hediyeleri muhtaçlara ve bilhassa talebelerine sarf ederdi.

Ahmed Yesevî hazretlerinin şöhreti, kerâmetleri her tarafa yayılıp, ta- lebelerinin sayısı yüz bine yaklaşınca, kendisini çekemeyenler düşman- lıklarından, çeşitli iftiralara başladılar. Sohbet meclislerine örtüsüz kadın- lar geliyor, erkeklerle birlikte oturuyorlar." dedikodularını yaydılar. Bu şâ- yiayı duyan makam sâhipleri, bâzı müfettişler vazifelendirerek durumun araştırılmasını emrettiler. Müfettişler, Ahmed Yesevî hazretlerinin ders verdiği meclisine gizliden gizliye gelip gittiler. Her şeyin, herkese açık ol- duğu bu yerde, insanlardan ve kanunlardan saklı uygunsuz bir hâlin bulunmadığını, söylenilenlerin tamâmen asılsız olduğunu, bu zâta iftirâ etmek için uydurulduğunu bildirdiler.

Ahmed Yesevî hazretleri kendisine iftirâ edenlere bir ders vermek istedi ve toplandıkları yere geldi. Elinde ağzı mühürlü bir kutu vardı. Oradakilere hitâben: "Bâlig olduğu günden bu âna kadar, sağ elini avret mahalline hiç uzatmamış bir velî istiyorum. Kim vardır? Bu mühim kutuyu ona teslim edeceğim" buyurdu. Hiç kimse çıkmadı. O sırada, Ahmed Yesevî´nin talebelerinden, Hâce Atâ ortaya çıktı. Hâce Ahmed hazretleri kutuyu ona verip, bunu Horasan ve Mâverâünnehr memleketlerine götürmesini emretti. Talebe kutuyu alıp, bildirilen yere vardı. Her tarafa haber salınıp, âlimler ve Hâce hazretlerine iftirâ edenler geldiler. Herkes bu kutunun içinde ne olduğunu merak ediyordu. O talebe, toplananlara, bu kutuyu hocası Ahmed Yesevî hazretlerinin gönderdiğini söyleyip kutuyu açtı. Kutu açılınca, herkes gördükleri manzara karşısında donakaldılar. Kutunun içinde kor hâlinde ateş, bir mikdar pamuk arasında duruyordu.

Ateş kızarıyor ve pamuğa birşey olmuyordu. Bu hâli gören herkes hayretler içinde kaldı. Hâce hazretlerinin bu kerâmeti karşısında, onu sevenlerin muhabbeti daha da arttı. Kendisine muârız olanlar hatâlarını anlayıp tövbe ettiler. Hâce hazretlerine hediyeler gönderip, özürler dileyip pekçoğu ona talebe oldu.

Buhârâ´da yetişen evliyâdan olan Alâeddîn Goncdüvânî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) gençliğinde Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin talebele- rinden oldu. Behâeddîn-i Nakşibend vefât edinceye kadar, onun hizmet ve sohbetinde bulundu. Yanından hiç ayrılmadı. Şâh-ı Nakşibend vefât edince, Hâce Muhammed Pârisâ ve Ebû Nasr-ı Pârisâ hazretlerinin sohbetlerine devâm etti.

Ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmek yolunda harcayan Alâeddîn-i Goncdüvânî, bu yolun edeb ve usûlüne uymakta son derece gayretli idi. Tasavvuf halleri kendisini o derece kaplamıştı ki, söz söylerken kendinden geçtiği olurdu. Tasavvuf ve hakîkat yolunda emek sarfedip uğraşanlar içinde, yükseklik bakımından, görülen az kimselerden biri de Alâeddîn-i Goncdüvânî´dir. Zamânını o kadar kıymetlendirirdi ki, boşa geçirdiği bir ânı yoktu. Bir an ALLAHü teâlâdan gâfil olmazdı. Kendini bildiği andan îtibâren uykuda olsun, uyanık iken olsun, bir serçe kuşunun başını suya sokup çıkaracağı zaman kadar bile gaflette olmadı. Nâdir insanlarda görülen, gâyet derin, kendinden geçme hâlleri vardı.

Muhammed Pârisâ Buhâra´da bulunduğu sırada, Alâeddîn Goncdü- vânî doksan yaşlarında idi. Birgün Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin kabrini ziyâret için Kasr-ı Ârifân şehrine gitti. Ziyâretten dönerken, yolda Alâ- eddîn Goncdüvânî´ye rastladı. Alâeddîn Goncdüvânî ona;

"Ben de sizi, geceyi kabrin başında geçirir zannetmiştim. Buraya onun için geldim." dedi. Bu söz üzerine Muhammed Pârisâ ona katıldı ve geri döndü. Birlikte Kasr-ı Ârifân´a gelip yatsı namazını berâber kıldılar. Namazdan sonra;

"Sizin gibi Hak yolunda bir merde bu geceyi uyumadan ihyâ edip, ibâdetle geçirmek düşer." dedi. Kendisi de, yatsıdan sabah namazına kadar öyle bir kendinden geçme ve teveccüh hâliyle diz çökerek oturdu ki, dizleri bile kıpırdamadı. İnsanın rûhunda kendinden geçme hâli olmadan, iki diz üstünde kımıldamadan sabaha kadar durması hiç kimsenin harcı değildir. Muhammed Pârisâ genç olmasına rağmen, o gece o kadar yorgun ve hâlsiz düştü ki oturduğu yerde uyuyup kalmamak ve biraz açılmak için ayağa kalktı. Alâeddîn Goncdüvânî ona;

"Ağırlığını atmaya mı çalışıyorsun?" dedi. Sonra yine murâkabeye vardı."

Hindistan evliyâsının büyüklerinden Alâeddîn-i Sâbir (rahmetullahi teâlâ aleyh) doğumundan îtibâren bir sabır nümûnesi olarak görüldü. İlk altı ayda, kırk gün annesinin sütünü emmedi. Bir yaşına kadar, diğer altı ay içinde 15 gün oruç tutar, 15 gün süt emerdi. Üç yaşında ana sütünü terk ederek, ara sıra küçük bir parça arpa ekmeği ve Hindistan´a mahsus bir çeşit nohut ekmeği yerdi. Konuşmaya başladığında, ilk söylediği söz; "Lâ mevcûde illallah" (ALLAHü teâlâdan başka hiçbir şey yoktur) oldu. Beş yaşında iken, mübârek pederi vefât etti. Bunun üzerine bir sene konuşmadı. Yedi yaşında iken muntazaman hergün oruç tutmaya başladı. 4 ilâ 5 günde bir, biraz kuru ekmek kırıntısı yerdi. Bu yaşında teheccüd namazı kılardı ve kendisini tamâmen ALLAHü teâlâya verirdi. O yaşında dahî, annesinin ısrârlarına rağmen karyolada hiç yatmadı.

Annesi; "Yavrum neden bu kadar sıkı mücâhedeyi nefsin ile uğraşmayı bu yaşında yapıyorsun?" dedikte; "Sevgili anneciğim elimde değil, kendimi ALLAHü teâlânın aşkında yakmak istiyorum. Böyle yaşamak hakîkaten hoşuma gidiyor." buyurmuştur.

Horasan´da yetişen velîlerin meşhurlarından, tefsîr, kırâat, hadîs, fıkıh ve tasavvuf âlimi olan Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin künyesi Ebü´l-Mekârim´dir. Lakabı Rükneddîn, Alâüd- dîn ve Alâüddevle olup, daha çok Alâüddevle Semnânî diye tanınmıştır. Bağdat emirliği yapan babası, Uluğ Bitikçi ünvanıyla Gazan Hana vezir olmuştur.

Alâüddevle Semnânî gençliğinde, amcası Melik Şerefüddîn Semnânî ile berâber Argun Hânın hizmetinde iken, bir anda değişerek, makam ve memûriyetini terk etti. Semnân´da bulunan Ahî Şerefüddîn Semnânî´nin hânegâhına giderek, tasavvuf yoluna girdi. Sonra hacca gitti. Dönüşte Bağdat´a uğradı. Orada Abdürrahmân el-İsferâînî ve Nûreddîn Keser- kî´nin sohbetlerinde bulundu. Büyük bir gayret ve arzu ile ilim öğ­renmeyi iki senede tamamlayıp, tasavvufta kemâl derecesine ulaşıp icâzet, diploma aldı. Kendisine insanlara hakîkati bildirmesi ve onlara doğru yolu göstermesi için vazîfe verildi. Ayrıca Reşîd bin Ebi´l-Kâsım ve başka âlimlerin sohbetlerinde de bulunarak, ilimde çok yükseldi. Sadrüddîn bin Hameveyh, Sirâcüddîn el-Kazvînî, İmâmüddîn Ali bin Mübârek el-Bekrî ve başka zâtlar ondan ilim öğrenip rivâyetlerde bulundular.

Alâüddevle Semnânî hazretleri, tasavvuf yolunda kemâle geldikten sonra;

"Şimdiki aklım olsaydı, vaktiyle devlet işlerini ve memuriyeti terket- mez, o makamda riyâsızca ibâdet eder, mazlumları himâye eder, insan- ların hizmetinde bulunurdum." demiştir.

Evliyânın büyüklerinden Alevî bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, küçük yaşta Kur´ân-ı kerîmi ezberledi. Hadramût, Yemen, Mekke ve Medîne-i münevverede ilim tahsîl etti. Babasından ilim ve edeb öğrendi. Onun gibi fazîletli üstün bir zât oldu. Haram ve şüphelilerden uzak dururdu. Çok ibâdet eder, çok oruç tutar, çok sadaka verir, iyilik yapardı. Yaptığı yardımlar gizli olur, sağ eliyle yaptığından sol elinin haberi olmazdı. Akrabâsından, sevdiklerinden ve talebelerinden bâzılarıyla hac yapmak için Mekke´ye gelmişti. Seksen kişi kadar idiler. Onların bütün ihtiyâçlarını karşıladı. Büyük bir titizlik ile sünnetlerine uyarak hac vazîfesini yaptı. Orada bulunan ilim sâhipleriyle görüştü. Dönüşte kendisiyle birlikte hac yapan bütün tanıdıkları için ayrı ayrı hediyeler aldı. Yumuşak sözlü, güzel ahlâk sâhibi idi.

Yemen´de yetişen evliyânın büyüklerinden olan Alevî bin Ali (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri "Ümmî" bir zât olup, okuması yazması yoktu. Bir müddet memleketinde kaldıktan sonra bulunduğu Terîm bel- desinden çıkıp, Yemen´in diğer beldelerine ve Haremeyn´e (Mekke ve Medîne´ye) gitti. Önceleri ticâret ile meşgûl olurdu. Gittiği yerlerde âriflerden, evliyâdan olan birçok kimseyle görüşüp sohbetlerinde bulundu. Onlardan çok istifâde etti. Bir Kadir gecesinde, ALLAHü teâlâya, rızkının ve ömrünün bereketli olması için duâ etti. Ayrıca;

"ALLAH´ım! Beni de hidâyete kavuşturduğun kullarından eyle!" diye yalvardı. ALLAHü teâlâ onun bu samîmî duâsını kabûl buyurdu.

Seyyid Alevî hazretleri, bundan sonra ticâreti terk ederek, tamâmen evliyâlık yoluna yöneldi. Mekke-i mükerremede yerleşti. Orayı vatan edinip evlendi. Çoluk-çocuğu oldu. Âlim ve evliyâ zâtların huzur ve sohbetlerinde bulundu. Tasavvuf yolunda yetişip kemâle geldikten sonra, insanlar onun sohbetlerine devâm etmeye başladılar.

Seyyid Alevî, öyle yüksek oldu ki, diğer insanların yanında Mekke-i mükerremenin ileri gelenleri, yöneticileri de, bereketlerinden ve duâlarından istifâde etmek için yanına gelirler, sohbetinde bulunmak için can atarlardı. O ise, şöhrete, parmakla gösterilmeye sebep olur endişesiyle, insanların fazla gelip gitmelerini hoş karşılamazdı. Devamlı olarak kendi nefsini kötüler ve ayıplar, kendisinin hal ve makam sâhibi olduğunu hiçbir zaman belli etmezdi. Ahlâkı, Resûlullah efendimizin ahlâkına uygun olup, o güzel edeb ile edeblenmiş idi. O zamânın Mekke şerîfi olan zât da, Seyyid Alevî´yi çok sever, hürmet eder, sohbetlerinde bulunurdu.

Her kim ki, Seyyid Alevî´ye îtirâz eder, ona eziyet verir veya büyüklüğünü inkâr ederse, yaptığının cezâsını kısa zamanda mutlaka görürdü. İnkâr eden kimse, kısa zamanda ya hastalanır, ya ölür, ya malı çalınır, ya çok yakınlarından ve sevdiklerinden biri ölür, yâhut vatanından ayrılmak durumunda kalırdı. Hâsılı, kısa zamanda bunlara benzer bir musîbet ile karşılaşırdı.

Evliyânın büyüklerinden Seyyid Alevî bin Muhammed (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin huzurlarına hac mevsiminde bir kâfile gelip, hacca gitmek üzere kendilerinden izin istediler. Seyyid hazretleri;

"Haccınızı gelecek seneye tehir edin." buyurdular. Lâkin gelenlerin reisi kabul etmedi ve; "Mutlakâ bu sene Hicaz´a gitmemiz lâzım." cevâbını verdi. Seyyid hazretleri de; "Mâdem bu sene gitmek arzusundasınız, o halde gidip dönünüz." buyurdular.

Bu topluluk, Seyyid hazretlerinin yanından ayrılarak, bir gemi ile yola çıktı. Rüzgâr esmediği için gemi zamânında gidemeyince haccı yapamadılar. Hac farizasını yerine getiremeden dönmüş oldular. Bunun, Seyyid Alevî hazretlerinin sözünü dinlememekten ileri geldiğini anladılar. Ertesi sene yine hacca gitmeye karar verip Seyyid hazretlerinin duâsını taleb ettiler. Seyyid hazretleri; "Bu sene gitmenizde bir beis yoktur, gidiniz. Hak teâlâ size selâmet nasîb etsin. Murâdınıza nâil olunuz." buyurdu ve ellerindeki tesbihi birine verdi.

"Mekke-i mükerremede Makâm-ı İbrâhim´de buluşuruz, orada bu tes- bihi sizden alırım." dedi. Hacılar Mekke-i mükerremeye vardıklarında, Seyyid Alevî hazretlerini orada gördüler. Buyurdukları gibi tesbihi eline verdiler. Milibar´a döndüklerinde Seyyid Alevî hazretlerini ellerindeki aynı tesbih ile buldular.

Arabistan Yarımadasının Hadramut bölgesinde yetişen evliyâdan Ali bin Alevî bin Muhammed (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Kur´ân-ı kerîmi ezberledi. Kırâat ilmini yâni Kur´ân-ı kerîmi okuma ilmini babasından öğrendi. Babası ona başka ilimleri de öğretti. Büyük hadîs âlimlerinden hadîs-i şerîf dinledi. İlimde yüksek dereceye ulaştıktan sonra ALLAHü teâlâya çok ibâdet etmekle meşgûl oldu. Sözleriyle ve yaşayışıyla çevresindeki insanlara güzel örnek oldu. Güzel ahlâk sâhibi olup, cemiyet içinde seçilmiş kimselerdendi. Bir müddet doğup büyüdüğü ve ilim öğrendiği şehirden âlim ve sâlih kimselerin çok olduğu Terîm´e gidip geldi ve oraya yerleşti. 1127 senesinde kardeşleri ve amcaoğullarıyla birlikte yirmi bin dînara bir yer satın aldı. Buraya, Basra´da bulunan bir yer adı olan Kasem adını verdi. Oraya hurma ağaçları diktiler ve hasat mevsiminde kalabilecekleri bir ev yaptılar. Sonra birçok kimse o evin çevresinde evler yapıp yerleştiler. Nihâyet, "Kasem" adıyla meşhur büyük bir köy meydana geldi. Bundan dolayı Ali bin Alevî´ye "Hâliu Kasem" lakabı verildi. O bölgede herkes ona çok saygı gösterdi. Ona gösterilen saygı, hükümdarlara gösterilmiyordu. Terîm´e yerleştikten sonra insanlar ona yakın ve uzak beldelerden gelip sohbetinde bulundular. Onlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatıp seâdete kavuşmalarına vesîle oldu. İnsanlar onun kendilerine emir olmasını istediler. Fakat dünyâya, makam ve mevkîlerine önem vermediği için bu teklifi kabûl etmedi. O şehrin insanları meclislerini, mescidlerini ve medreselerini onunla süslediler pekçok kimse ondan hadîs-i şerîf dinledi. Terîm şehri onun ilim ve mârifet nûrlarıyla aydınlandı.

Ali bin Alevî hazretleri güzel ahlâk sâhibi idi. Cömert olup çok ikram ve ihsânda bulunurdu. Kendisine ihtiyâcı için gelip de geri gönderdiği kimse olmamıştı. Herkes tarafından çok saygı gösterilmesine rağmen o, yaşayışında, giyinişinde ve konuşmasında mütevâzî idi. Hiç bir kimseden kendini üstün görmezdi. Onun meclisinde halk ile ileri gelen kimselerin birbirlerinden farkı yoktu. Kendisinin büyük bir âlim olduğu fark edilmezdi. Ancak ilmî konularda sohbet ederken, anlattıklarından yüksek bir âlim olduğu anlaşılırdı. Pekçok kerâmetleri görülmüştü. Resûlullah efen­dimizi rüyâda veya uyanıkken görür, müşkül meselelerini O´na arz eder, bunları aldığı cevaba göre, açıklardı. Namazda oturunca "Ettehıyyâtü"yü okurken veya başka zamanlarda "Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtüh" dediği zaman, Peygamber efendimiz sallal- lahü aleyhi ve sellem ona;

"Ve aleyküm selâm yâ Şeyh ve rahmetullahi ve berekâtühü." diye cevap verirdi. Bâzan bu selâmı tekrarlayınca, yanında bulunanlar; "Niçin bunu tekrar tekrar söylüyorsun?" diye sorarlardı. Onlara; "Ben, Resûlul- lah efendimizin selâmıma cevâb verdiğini duyuyorum." buyururdu.

Amasya´da yetişen velîlerden olan Ali Hâfız (rahmetullahi teâlâ aleyh) tahsîl çağına geldikten sonra ilim tahsîline başlayarak Bayburt´ta Eşref Efendinin derslerini tâkib etti. Sonra Hâfız İbrâhim Efendi´nin talebesi oldu ve ondan icâzet, diploma aldı. İnsanlara doğru yolu göstermek için önce Amasya´nın İlyas köyüne, sonra da Karasenir köyüne yerleşti.

Güzel ahlâkı, yumuşaklığı, merhameti ile tanınan Ali Efendi, senelerce Amasya ve köylerinde yaptığı sohbetlerle sevenlerine doğru yolu, güzel ahlâkı anlattı. Birkaç defâ tutuklandı ise de; "Biz siyâset ile uğraşmayız. Biz insanlara güzel ahlâkı anlatırız" dediği için serbest bırakıldı. Kur´ân-ı kerîm okumanın, ALLAH ismini söylemenin yasak olduğu dönemde, Amasya ve köylerinde İslâm dînini anlatarak müslümanların îmânını korudu.

Gözü çok yaşlı idi. Ümmet-i Muhammed´e olan aşırı merhametinden çok ağlardı. Âhirette kurtulmaları için çok duâ ederdi. Sohbetlerinde Ehl-i sünnet büyüklerinden nakiller yapardı. Kur´ân-ı kerîmi çok güzel okurdu. Talebeleri ile baba-oğul gibi idi. "Evlâdım benim ile sizin aranızdaki fark, benim yaşlı, sizin genç olmanızdır." derdi.

Çok cömertti. Bir lokması olsa talebeleri ile berâber yemek isterdi. Çocukları çok severdi. Onları karşısına alır, tatlı tatlı sohbet eder, îzâhât verirdi. Dünyâ malına hiç değer vermezdi. Maaşını olduğu gibi hanımına verirdi. Talebelerine, sevdiklerine hanımlarına karşı çok yumuşak davranmalarını, onların hukukunu iyi gözetmelerini, merhametli olmaları gerektiğini sık sık anlatırdı.

Ali Hâfız, sohbetine gelen herkesin seviyesine, mesleğine, aklına göre sohbet ederdi. Sohbetine gelenler onu severek ayrılırdı. Birgün başı ve kolları açık bir hanım, Şamlar Türbesinde iken ziyâretine geldi. Amasya târihi üzerine kendisinden bilgi öğrenmek istedi. Ali Hâfız, istenen bilgileri gayet açık ve teferruatlı bir şekilde anlattı. Hanım çok memnun olup, teşekkür ederek ayrıldı. Ayrılıp giderken orada bulunan bir şahıs arkasından hafifçe tükürdü. Bu hareketi gören Ali Hâfız çok üzüldü ve; "Neden böyle yaptın. O da ALLAHü teâlânın kuludur. O kadın îmânlı idi. ALLAHü teâlâ bizi benlik tuzağından kurtarsın." dedi.

Talebelerinden biri vefât etti. O zâtın çocukları durumu Ali Efendi´ye bildirmek için bir haberciyi türbeye yolladılar. Haberci daha türbenin kapısına geldiğinde hoca efendiyi gördü ve bir şey söylemeden Ali Hâfız; "Ziyâeddîn Efendi vefât etti. Onu mu haber vermeye geldin?" diye sordu. Haberci; "Evet efendim." deyince; "Hemen geliyorum." dedi.

Ali Efendinin üçüncü oğlu Necâtî, âni rahatsızlıktan hastâneye kaldırıldı ve ameliyat sonrası kurtarılamayarak vefât etti. Vefât haberini vermek üzere bâzı talebeleri Ali Hâfız´ın yanına gittiler, fakat bir şey söyleyemediler. Ali Efendi onlara; "Hepimizin âkibeti bu. Bundan kurtuluş yok. Necâtî´nin vefât ettiğini niçin söylemiyorsunuz?" dedi. Orada bulunanlar hocalarının bir kerâmetini daha görmüş oldular. Oğlunu bizzat kendisi yıkayıp, namazını kıldırıp defnetti.

Ali Hâfız ile aynı devirde Gümüş kasabasında yaşayan Garip Hâfız (İbrâhim Hakkı) isminde bir zât vardı. Bu zâtla sık sık görüşürdü. Garip Hâfız ikindi vaktine kadar ziyâretçi kabûl etmezdi. Birgün Ali Hâfız talebeleri ile Garip Hâfız´ın ziyâretine gitti. Vakit ikindiden önce idi. Ali Hâfız, kapıda bekleyen talebeye; "Evlâdım! Garip Hâfız´a geldiğimizi haber ver." dedi. Talebe; "Efendim geleceğinizi söyledi sizi bekliyor." dedi. İki zât uzun süre sohbet ettiler. Orada bulunanlar konuşulanlardan hiçbir şey anlayamadılar. Zîrâ onlar birbirlerinin derecesine göre konuşuyorlardı.

Ali Efendide nefes darlığı hastalığı vardı. Yeşilırmak kıyısında yetişen bir bitkinin yapraklarını kıyar, tütün gibi yapıp sarar içerdi. Birgün nefes darlığından rahatsız olup yattığı sırada, talebeleri ve sevenleri onu ziyârete geldi. O hemen ayağa kalkıp onlarla sohbet etti. Onun bu hâlini gören hanımı; "Efendi! Ben senin hastalığına inanmıyorum." dedi. Ali Efendi de; "Hanım... Hanım!.. Onlar geldiğinde ALLAHü teâlâ bana bir şevk veriyor, hemen ayağa kalkıyorum, sıhhat buluyorum." dedi.

Talebelerinden biri, Ali Hâfız´ı görmeden önce elinde saz, köy köy dolaşıp, saz çalıp söylüyordu. Bu zât birgün, Ali Efendinin ismini duyup, onun yanına gitti. Aklında arz edeceği bâzı sualleri vardı. Mütevâzî şekilde onu karşılayan Ali Hâfız onunla sohbete başladı. Söyleyeceklerinin hepsini unutan o zât, oradan ayrılınca, soracağı sualleri tekrar aklına geldi. O zaman Ali Hâfız´ın mübârek bir zât olduğunu anladı ve ona ta­lebe olmak istedi. Sonra; "Efendim! Yalnız ben sazımı bırakmam." dedi. Ali Efendi de; "Çalabilirsen çal!" dedi. Zamanla sohbetlerin tesiriyle kalbinden tamâmen saz sevgisi çıktı. Çalmak istedi ise de çalamadı. Ali Hâfız, teveccühleri ile kalbinden o nefsânî sevgiyi alıp çıkardı.

Talebeleri ile birgün sohbet ederken, talebeleri gördükleri rüyâları anlattılar. O sırada bir talebeye sen ne gördün diye soruldu. O talebe de rüyâsında güzel sûrette bir insan görmüştü. Acabâ Peygamber efendimiz mi idi? diye düşündüğünden, gayr-i ihtiyârî; "Ben de Resûlullah efendimizi gördüm." dedi. Ali Hâfız bir başka konuya geçerek sohbetin havasını değiştirdi. Sonra Resûlullah efendimizi rüyâda nasıl görüleceğini anlattı; "Ben ömrümde bir kere Resûlullah efendimizi rüyâmda gördüm. ALLAHü teâlânın Resûlünü gören rahat bir şekilde anlatamaz. O´nu görmenin aşkı ile iki-üç gün kendinden geçer, ağlar, gözyaşı döker. Rüyâmda gördüğümde; "Yâ Resûlallah! Dilde var, gönülde yok." dedim. O mübârek elini uzattı ve öptüm. Bana; "Sen her zaman benimle berâbersin."buyurdular." dedi. Bunun üzerine o talebe yaptığı hatâyı anlayarak hemen tövbe etti.

Mısır evliyâsından Ali Havâs Berlisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ümmî olup, okuma-yazması yoktu. ALLAHü teâlânın ihsânı ile Kur´ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler üzerinde, âlimleri hayrette bırakan çok kıymetli açıklamalarda bulunurdu.

Ali Havâs, önceleri dolaşarak, sabun ve temizlik malzemeleri satardı. Sonra zeytin satmaya başladı ve birkaç sene zeytincilik yaptı. Sonra bu işi de bırakıp, sepet örmeye başladı. Vefâtına kadar bu işle meşgûl oldu. Ali Havâs´ın bir gün gözleri şişmişti. Buna rağmen, yine sepet örmeğe devâm etti. Onu sevenlerden birisi kendisine biraz para getirip;

"Efendim, buyurun bunları harcarsınız, gözleriniz iyileşinceye kadar istirahat edersiniz." dedi. Ali Havâs bu paraları almadı ve; "Şu hâlimle kendi kazancıma güvenemiyorum, başkasının kazancına nasıl güvenebilirim?" buyurdu.

Ali Havâs dükkanını erken saatlerde açar ve; "Ey ALLAH´ım! Kullarına faydalı bir iş yapmaya niyet ettim." derdi. İnsanların ihtiyâcı olan; yağ, un, tahin, pirinç, bakla, sepet gibi şeyleri satardı. Alış verişte müşterilerden birinin kendisine inanmadığını anlayınca, tartı ve ölçüyü fazla tutardı. Müşterisinin kendine inandığını ve güvendiğini anlayınca da, o kişinin hakkını tam tamına tartıp verirdi. Bir kimse kendisinden bir dirhemlik bir şey satın alır, parasını vermeyi unutur veya vermezse, evine kadar o müşteriyi tâkib eder, hakkını ister ve şöyle derdi:

"Bizler, bu davranışımızla insanlara hakların büyüklüğünü, ehemmiyetini gösteriyoruz; böylece onlar ödemede ihmâlkâr olmasınlar. Kıyâmet gününde kendilerini mihnet altında bırakmamak için hakkımızı istemekle, kendilerine karşı samîmî davranmış oluyoruz. Çünkü dünyâda göz yumduğumuz haklarımızı, kıyâmette nefslerimiz taleb edebilir."

İkindi vaktine kadar dükkanda çalışır, vakit dolunca; "Şimdiden sonra ALLAHü teâlâya ibâdet için hazırlanmalıyım." diyerek dükkanını kapatırdı.

Ali Havâs Berlisî, zâlimlerin ve yardımcılarının yemeklerini yemezdi. Onların verdiği parayı, kendisinin ve çoluk-çocuğunun ihtiyaçları için harcamazdı. O paraları, dul kadınlara, iş yapamıyacak durumda olan yaşlılara, çalışıp gücü yetmiyen ve zor durumda olanlara taksîm edip, verirdi.

Irak evliyâsından olan ve küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Ali bin Heytî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; ALLAHü teâlânın ihsânlarına kavuştu. Tâc-ül-Ârifîn Ebü´l-Vefâ hazretlerinin talebesidir. Hocası, onu diğer talebelerinden önde tutar, üstünlüğünü bizzât kendisi söyler ve çok överdi.

Ali bin Heytî çok talebe yetiştirdi. Âlimler huzûruna gelir, ona talebe olmakla şereflenir, pek büyük makamlara kavuşurlardı. ALLAHü teâlâ insanların gönüllerine onun heybeti ve sevgiden doğan korkusunu, kalplerine de sevgisini yerleştirdi. İnsanlara rehber eyledi. Dînin emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçmakta çok titiz olup, mütevâzî, alçak gönüllü idi.

Ali bin Heytî´nin simâsı çok güzel idi. Çok zarîf ve kibâr olup pek mütevâzi idi. Güzel ahlâk sâhibiydi. Herkese iyilik ederdi. Çok zekî ve akıllı olup, îsâr sâhibiydi. Yâni kendisine lâzım olanı, ihtiyâcı olanlara verirdi. Diğer müslümanların rahatını, kendi rahatına tercih ederdi. Onun talebeleri de, onun yolunda yürüdüler, izinden ayrılmadılar. Ali bin Hey- tî´nin yanında, takke ve elbise olmak üzere, iki önemli giyeceği vardı. Bunlar elden ele dolaşarak kendisine kadar gelmişti. Ebû Bekr bin Hevvar bir gece rüyâsında, Ebû Bekr efendimizi gördü. Hazret-i Ebû Bekr, kullandığı hırkasını, Ebû Bekr bin Hevvar´a hediye etti ve giymesini emretti. İbn-i Hevvar, emri yerine getirip, hırkayı giydi. Sabah uyandığında, gece rüyâda giydiği hırkayı üzerinde buldu. O hırkayı ölmeden önce Şembekî´ye emânet etti. O da Tâc-ül-Ârifîn Ebü´l-Vefâ´ya, o da Ali bin Heytî´ye emânet etti. Ali bin Heytî de Ali bin İdrîs´e verdi. Bu zâtta hırka kayboldu, nerede olduğu bulunamadı.

Evliyânın meşhûrlarından ve fıkıh âlimlerinden olan Ali bin Mûsâ Feşlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Yemen´in Zebîd şehrinde yaşadı. Âlim, sâlih ve velî bir zât olan Ali bin Mûsâ´da, bâzı vakitlerde tasavvuf büyüklerinde bulunan cezbe, ALLAHü teâlânın muhabbetiyle kendinden geçme hâli hâsıl olurdu. Bu hâlde ve her zaman, hep ALLAHü teâlâyı zikreder, hiç bir zaman O´ndan gâfil olmazdı.

Ali Mûsâ el-Feşlî hazretleri ibâdet ettiği sırada kendinden geçer, muhabbet-i ilâhiyyeye dalar giderdi. Dış dünyâdan tamâmen habersiz bir hâl alırdı. Bir gece mescidde ibâdet ve tâat ile meşgûl olurken, içeriye bir hırsız girdi. Hırsız gelip, içeride bulduğunu alıp gidiyor, içeride bulunan zâtın kendisine müdâhale etmediğini, kendinden geçmiş hâlde ALLAHü teâlânın zikri ile meşgûl olduğunu görünce, tekrar tekrar girip mescidden bir şeyler götürüyordu. Nihâyet alacak bir şey kalmayınca, onun üzerinde bulunan elbiseyi almak için tuttu. O da, kendinden geçmişlik hâlinden bir an çıkıp, hırsıza;

"Beni elbisesiz mi bırakacaksın?" dedi. Elbisesini geri çekti. Hırsızın gözü dönmüş olduğundan bu sözleri dinlemeyip elbiseyi çekip aldı ve mescidden çıkıp kaçtı. Bu sırada onu gören gece bekçisi hırsızı yakalayıp, sabah olunca vâlinin huzûruna götürdü. Başka suçları da meydana çıktı. Vâli bunun cezâlandırılmasını, fakîh hazretlerinin elbisesinin de kendisine geri verilmesini emretti.

Mısır evliyâsından Ali bin Şihâb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtına kadar hiçbir kimsenin gıybetini yapmadı. Bundan uzak durdu. Ömrü boyunca boş durmadı ve lüzûmsuz bir işle meşgûl olmadı. İbâdet ve insanlara faydalı işlerle meşgûl oldu. Geceleyin biraz uyur, sonra kalkar abdest alır, namaz kılardı. Daha sonra büyükçe bir kap alır, su doldurulması gereken yerleri doldurur, bir taraftan da Kur´ân-ı kerîm okurdu. Bu hâli, sabah namazına kadar devâm ederdi. Çok kere, bu zaman zarfında Kur´ân-ı kerîmin yarısını okumuş olurdu. Dergâh, câmi ve o civârdaki yolculara âit sebilleri su ile doldururdu. Hattâ hayvanlara âit su içme yerlerine de su koyardı. Sonra câmideki abdest alma yerlerinin suyunu doldururdu. Temizlenmesi gereken yerlerin temizliğini yapardı. Bütün işleri bitirdikten sonra, dergâhın damına çıkar, ALLAHü teâlâdan af diler, tesbîh okurdu. Sonra sabah ezânını okur, iner câmiye girerdi. Sabah namazının sünnetini kıldıktan sonra talebeleri ile birlikte kırâatine uygun Kur´ân-ı kerîm okurdu. Bunu bitirince, cemâate namaz kıldırırdı. Namaz bittikten sonra, güneş doğuncaya kadar tekrar Kur´ân-ı kerîm okurdu. Bu vakitte mektep çocukları gelirdi. Onlara, ikindi vaktine kadar ders okuturdu. Sonra tekrar abdest alma yerlerinin suyunu doldururdu. Bu işten sonra, dergâh kapısının yanındaki dükkânı açar, zeytinyağı, bal, pirinç, biber gibi şeyler satar, halkın bu tür ihtiyâcını da karşılar, gün batmadan evvel işini bitirirdi. Sonra da ezân okur, cemâate akşam na­mazını kıldırırdı. Namazdan sonra, yatsı namazına kadar Kur´ân-ı kerîm okurdu. Yatsı namazını kıldıktan sonra, Ali bin Şihâb evine gider, bir miktar istirahat ederdi. Sonra tekrar aynı işleri yapmaya başlardı. Hanımı onun bu hâline acıyıp; "Efendi, bir gece olsun kendine dinlenecek bir zaman ayırmaz mısın?" diye sorunca; "Biz buraya dinlenmek için gelmedik." buyururdu.

"Hac dönüşü, insanlar kendisini karşılamaya çıktılar. İkindi vakti idi. O, hemen dergâhın damına çıkıp ezân-ı Muhammedîyi okudu. Sonra inip, namaz kıldırdı. Namazdan sonra da etrâfı temizlemeye, abdest alma yerlerinin sularını doldurmaya başladı. Daha evine gitmeden, bu işlerini yapıp bitirdi. O geceden îtibâren, önceki âdeti üzere, hiç aksatmadan sebilleri doldurmaya devâm etti. Başkalarının hac dönüşü günlerce dinlendiği, boş durduğu gibi yapmadı. "Vakit, keskin bir kılıçtır." bu­yururdu. Hacdan döndükten sonra, ağlaması ve hüznü daha da fazlalaştı. Vefâtına kadar hep bu hâl üzere yaşadı."

Tâbiîn devrinin büyük hadîs, kırâat, fıkıh imâmlarından ve velî A´meş (rahmetullahi teâlâ aleyh) hadîs ilminde hâfız (yüz bin hadîs-i şerîfi râvi- leri ile birlikte ezberlemişti), sikâ, güvenilir, sağlam bir zât olup, ilmi ve fazîleti çok yüksekti. İlminin çokluğu sebebiyle kendisine "Allâmet-ül-İslâm"; Sıdkı, doğruluğu dolayısıyla da "Mushaf" denilmiştir. Zamânında, Kûfe´de ALLAHü teâlânın kitâbını onun kadar iyi okuyan, onun kadar güzel söz söyleyen, onun kadar anlayışlı, sorulan her suâle onun kadar süratle cevap veren biri yoktu.

Onun nazarında herkes eşit idi. Sohbetlerinde zenginler, fakirler, hattâ sultânlar aynı safta bulunurlardı. Zengin, fakir herkes, huzûrunda emirlerini bekleyip arzûlarını yerine getirmek için can atarlardı. Bununla berâber, çoğu zaman bir dilim ekmeği bile bulunmazdı. Yediği lokmanın helâldan olmasına çok dikkat eder, şüpheli şeylerden kaçınan zâhid bir zât idi. Hep ölümü düşünür, ona hazırlıklı olmak için çalışırdı. Uykudan uyandığı zaman, su bulup abdest alması gecikecek olursa derhal teyemmüm ederdi. Su ile abdest alıncaya kadar geçecek olan az bir zamânı böylece abdestli geçirmiş olurdu. Bu hâlini görenlere; "Ben abdestsiz ölmekden korkuyorum. Çünkü ölümün ne zaman geleceği belli değildir." buyururdu.

A´meş hazretleri kırâat imâmlarından, hadîs ilminde çok yükselmiş olanlardan ve Kûfe´de bulunan fıkıh âlimlerindendi. Çok ibâdet ederdi. Yetmiş seneye yakın bir zaman, bütün namazlarını cemâatle ve birinci safda kıldı.

Kırâat ilminde on imâmdan sonra meşhur olan dört kırâat imâmından birisi de A´meş´dir. Bu dört kırâat tevâtür derecesine ulaşmamıştır. A´- meş, hadîs ilminde de âlim olup Kûfe´de en son vefât eden Sahâbî Ab- dullah bin Ebî Evfa hazretleri ile görüşüp ondan hadîs-i şerîf rivâyet etti.

Büyük hadîs âlimi olan A´meş, İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe´den bir çok mesele sordu. İmâm-ı A´zam bu suâllerin her biri için hadîs-i şerîfler okuyarak cevab verdi. A´meş, İmâm-ı A´zam´ın hadîs ilmindeki derin bilgisini görünce; "Ey fıkıh âlimleri! Sizler mütehassıs tabib, bizler ise eczâcı gibiyiz. Hadîsleri ve bunları rivâyet edenleri biz söyleriz. Bizim söylediklerimizin mânâlarını siz anlarsınız." dedi. Bir defâsında bir kimse gelip bir mesele sordu. A´meş bunun cevâbını düşünmeye başladı. O esnâda İmâm-ı A´zâm Ebû Hanîfe geldi. A´meş, bu süâli imâma sorup cevâbını istedi. İmâm-ı A´zam, hemen geniş cevap verdi. A´meş, bu cevâba hayrân olup; "Yâ İmâm bunu, hangi hadîsten çıkardınız?" dedi. İmâm-ı A´zam bir hadîs-i şerîf okuyup; "Bundan çıkardım, bunu senden işitmiştim." buyurdu.

İmâm-ı A´zam hazretleri bir gün A´meş´in yanına gidip; "Hadîs-i şerîfte bildirildiğine göre, ALLAHü teâlâ kimin gözlerinden görme hassasını alırsa, ona karşılığını verir, sana ne verdi?" diye sordu. A´meş cevâbında dedi ki; "ALLAHü teâlâ, mükâfât olarak bana sıkıntı, ağırlık verenleri görmekten kurtardı."

"Neden gözün yaşarır?" diye sorduklarında, A´meş: "Ağırlık veren ahmak kimselere bakmaktan yaşarır." diye cevâb vermiştir.

Biz öyle kimselere yetiştik ki, onlardan biri, günlerce kardeşini göremez, sonra onunla karşılaştığında; "Nasılsın? Ne haldesin?" diye sorardı. Bu sorma laf olsun diye olmaz. Kardeşi, kendisinden malının yarısını istemiş olsa bile hemen verirdi. Şimdi öyle insanlar var ki, kardeşiyle her gün karşılaşsa bile; "Nasılsın? Ne haldesin?" diye soruyor. Hattâ evdeki tavuklarını bile soruyor. Fakat kardeşi kendisinden bir dirhem istese vermiyor..." buyururdu.



Konu Başlığı: Ynt: Evliya Hayatından Sahifeler
Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Mart 2010, 02:43:24
Hanım evlîyadan Âmine-i Remliyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) ilmî seviyesinin yüksekliği ile hanım evliyâ arasında bilinmektedir. Kalbinde, dünyânın şan, şöhret ve malına zerre kadar yer vermezdi. Nefsinin zevk ve arzularından tamâmen uzak yaşar, devamlı Allahü teâlâya ibâdetle meşgul olurdu ve duâ ederdi. Haramlardan ve şüphelilerden kaçması, her şeyi Allah rızâsı için yapması herkes tarafından bilinirdi. Bu bakımdan onu tanıyanlar, devamlı duâsını isterlerdi. Hattâ zamânın büyük velîlerinden olan Bişr-i Hafî hazretleri, devamlı ondan duâ isterdi. Günlerden bir gün Bişr-i Hafî hazretleri hastalandı. Yaşlı ve ihtiyar olduğu rivâyet edilen, o büyük hanım evliyâ, Remle´den kalkıp, Bişr-i Hafî´nin ziyâretine geldi. Bu sırada Hanbelî mezhebinin kurucusu İmâm Ahmed bin Hanbel de Bişr-i Hafî´nin ziyâretine gelmişti. Yanında bulunan ihtiyar ve yaşlı hanımın kim olduğunu sorduğu zaman; Âmine-i Remliyye diye cevap verdi. İmâm Ahmed bin Hanbel hemen kendisinin duâsına ihtiyâcı olduğunu belirtti ve duâ istedi. Bunun üzerine; Âmine-i Remliyye´nin şu şekilde duâ ettiği rivâyet edilmektedir:

"Ey Allah´ım! Bişr-i Hafî ve Ahmed bin Hanbel, Cehennem azâbından kurtulmak istiyorlarsa, onları kurtar ve bağışla. Ey merhameti ve bağışı bol Allah´ım! Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin...

Tâbiînden ve evliyânın meşhurlarından Âmir bin Abdullah Anberî (radıyallahü anh) hazretlerinin Sahâbî olduğuna dâir rivâyetler de vardır.

Âmir bin Abdullah hazret-i Ömer ´in (radıyallahü anh) halîfeliği sırasında Medâin ve Tüster´in fethine katıldı. Sonra da Basra´ya yerleşti. Basra´da vâli Ebû Mûsâ el-Eş´arî´den kırâat ilmini öğrendi. Kendisi de ders verir, vaktinin çoğunu Kur´ân-ı kerîm ve kırâat ilmini öğretmekle geçirirdi. Ayrıca yapılan savaşlara katılır, cihâd ederdi. Savaşa çıktıkları zaman arkadaşlarının hizmetini, müezzinliği o yapardı. Ayrıca arkadaşlarına mümkün olan her ikrâmı yapmaya çalışırdı. Bu üç hususu kendisinin yapmasını şart koşar, kabûl edenlerle yol arkadaşı olurdu. Yaşayışı gâyet sâdeydi. Az yer ve çok ibâdet ederdi. Hiç evlenmemişti. Hâli bir yerden bir yere gitmek üzere olan yolcu gibi olup, dünyâya rağbet etmezdi. Geceleri namaz kılar, gündüz oruç tutardı. Namaza durduğu zaman şeytan gelip secde edeceği yere uzanırdı. Bunun farkına varıp şeytanı secde yerinden eliyle kovardı. O namaz kılarken şeytan yılan şeklinde gelip gömleğinin içine girer, kolundan çıkardı. Bu hali görenler hayret edip, namazdan sonra, yanına yaklaşıp, yılanı niçin kovmadığını sorarlardı. O ise; "Vallahi ben namaza durduktan sonra koynuma girip gömleğimin kolundan çıktığını söylediğiniz bu yılandan hiç haberim yok, farkında değilim. Allahü teâlâdan başkasından korkmaktan Allah´dan utanırım." derdi.

Bir gün bir kâfile ile yolculuğa çıkmıştı. Epey yol aldıktan sonra karşılarına korkunç bir arslan çıkıverdi. Yolcular korku ve şaşkınlık içinde donakaldılar. Dehşete ve telâşa düştüler. Onların bu hâlini görüp ne oldu size? diye sorunca, kendilerine doğru yaklaşmakta olan arslanı gösterdiklerinde, arslana yaklaşıp ağzını tuttu. Aslan onu görünce sâkinleşti hareketsiz bir halde durdu. Kervandakiler oradan geçip gittiler. Sonra arslanı bıraktı. Hiç kimse zarar görmedi.

Kışın şiddetli soğuklarda abdest alacağı zaman soğuk su, sıcak su olurdu. Biri bir şey hediye ettiği zaman alıp cebine kor, karşılaştığı herkese verir ve o hiç eksilmezdi.

Son derece kanâatkâr ve merhamet sâhibi idi. Garibleri, özürlü ve delileri toplar onlara yemek yedirir, ikrâmda bulunurdu. Bunlar yemeği, ikrâmı ne bilir diyenlere; "Allahü teâlânın bilmesi kâfidir." cevâbını verirdi. Bir ibriği vardı. Abdest almak isteyince ibrikten su akardı. Acıkınca da aynı ibrikten süt akardı. "Dünyâda gam ve kederler var. Âhirette ise he- sab ve Cehennem var! İnsan nasıl rahat ve ferahlık içinde olabilir! Mal, kadın, uyku ve yemek dünyâ lezzetleridir. İlk ikisine ihtiyâcım yok, uyku ve yemeğe gelince onları da gayretimle yenmeğe çalışacağım." Buyu- rurdu.

Vefâtına sebeb olan hastalığa tutulduğu zaman; "Niçin ağlıyorsun, ölümden mi korkuyorsun?" dediler. "Benden daha çok ağlamaya lâyık kim var? Dünyâ hırsıyla veya ölüm korkusuyla ağlamıyorum. Fakat yolun uzunluğundan ve azığın azlığından ağlıyorum. Gecelerimi hep Cennet´e kavuşma ümidiyle ve Cehennem´e düşme korkusuyla geçirdim. Şimdi hangisine gideceğimi bilmiyorum! Sıcak günlerde oruç tutmaktan, uzun gecelerde namaz kılmaktan mahrum kalacağım için ağlıyorum. Çünkü dünyâ, kederler, üzüntüler yeridir. Âhiret ise, cezâ ve mükâfat yeridir."

Buyurdu ki: Kalbimde Allahü teâlânın sevgisi, muhabbeti yerleştikten sonra başıma gelen şeylere aldırmam. Bu muhabbet olduktan sonra günüm nasıl geçerse geçsin, nasıl sabahlarsam sabahlayayım umurumda değil!..

Buhârâ´da yetişen büyük âlim ve velîlerden Ârif-i Dikgerânî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) bâzı velîlerin sohbetinde bulundu. Tasavvufa karşı a- lâka duydu. Zamânının en büyük velîsi Seyyid Emir Külâl hazretlerinin huzûruna gidip sohbetleriyle şereflendi. Uzun müddet hizmetinde bulu- nup maddî mânevî pekçok ihsânlara kavuştu. Tasavvuf yolunda ilerleyip Seyyid Emir Külâl hazretlerinin önde gelen talebelerinden oldu. Seyyid Emir Külâl hazretleri onun hakkında; "Benim yakınlarım arasında iki kimseden daha üstünü yoktur. Bunlar Behâeddîn Buhârî ve Ârif-i Dikge- rânî´dir. Bunlar akranları ile olan yarışmada topu kapmışlardır." buyurdu. Hocası zâhirî ve bâtınî ilimlerde yükselen Ârif-i Dikgerânî´ye talebe ye- tiştirmek ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak husûsun- da tam icâzet, diploma ve hilâfet verdi.

Seyyid Emir Külâl hazretleri ölüm hastalığında iken, talebelerini toplayıp vasiyetini bildirdi. Sonra yanında bulunan oğullarından Emir Bur- hân´ı yetiştirilmek üzere Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî´ye, Emir Hamza´yı Mevlânâ Ârif-i Dikgerânî´ye, Emir Şâhı Şeyh Yâdigâr´a, Emir Ömer´i de Mevlânâ Celâleddîn Dehkesânî´ye havâle etti. Oğullarına dönerek buyurdu ki: "Hanginiz, Allahü teâlânın kullarına hizmet etmek hu­sûsunda benim vekîlim olur?" Oğulları; "Ey yakîn yolunun rehberi! Biz buna nasıl güç yetirebiliriz. Fakat bu işi kim kabûl ederse biz onun hizmetinde bulunuruz." dediler. Oğullarının bu sözü üzerine başını eğip murâkabeye dalan Seyyid Emir Külâl hazretleri, bir müddet sonra başını kaldırdı ve; "Büyüklerin rûhâniyeti, Emir Hamza´nın bu işi kabûl etmesini işâret buyurdular." dedi. Yetiştirilmesi Ârif-i Dikgerânî´ye emânet edilmiş olan Emir Hamza, kabûllenmeyeceğini arz etti ise de; "Bunu kabûl etmekten başka çâre göremiyorum. Kabûl edeceksin. Bu iş bizim elimizde değildir. Sen de biliyorsun." buyurdu.

Bundan sonra Seyyid Emir Külâl hazretleri talebelerinden ve oğullarından ayrılıp husûsî odasına geçti. Üç gün üç gece dışarı çıkmadı. Sonra dışarı çıktı. Meclisinde toplananlar neden üç gündür dışarı çıkmadığını sordular. Buyurdu ki: "Üç geceden beri benim ve talebelerimin hâli nasıl olur?" diye düşünüyordum. Gâibden kulağıma bir ses geldi. Şöyle deniliyordu: "Ey Emîr Külâl! Kıyâmet gününde seni, senin talebelerini, dostlarını, sizin mutfağınızdan uçan bir sineğin üzerine konduğu kimseleri bile affettim." Allahü teâlâ, fadlından ve kereminden ihsân etti." Bunları söylediği Perşembe günü sabaha doğru vefât etti.

Ârif-i Dikgerânî, Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin vefâtından sonra insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatarak onların kurtuluşlarına vesîle olmaya çalıştı. Şâh-ı Nakşibend Buhârî hazretleri, hocası Emîr Külâl hazretlerinin Ârif-i Dikgerânî hakkındaki; "Bizim yakınlarımızdan iki kimseden daha üstünü yoktur." işâretine uyarak ona büyük saygı ve hürmet gösterdi.

Tam yedi yıl Mevlânâ Ârif-i Dikgerânî´nin sohbetlerine devâm etti. Öylesine saygı gösterdi ki, su kenarında abdest alsalar, onun üstüne geçmemeye ve altında abdest almaya dikkat etti. Yolda birlikte giderlerken de ileriye geçmemeye dikkat etti. Çünkü Mevlânâ Ârif-i Dikgerânî, Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin hizmetine kendilerinden evvel girmiş, zaman yönüyle kendisinden daha kıdemliydi.

Evliyânın büyüklerinden Aslan Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) mec- zûb diye tanınır. Aslan Dede, bir müddet kâdı vekilliği yaptı. Daha sonra tasavvuf yoluna yöneldi. Mevki ve rütbeyi terketti. Çok riyâzet ve mücâ- hede yaptı. Yâni nefsin arzularına uymamak, onu terbiye etmek için çok çetin sıkıntılar çekti. Yapayalnız bir kimse idi. Câmilerde yatar kalkardı. Bir de küçük bir kulübesi vardı. Ara sıra orada kalırdı. Gece-gündüz hüc- resinde bulunur, dışarı pek çıkmazdı. Devamlı ibâdet ve tâat ile meşgûl olurdu. Çok az konuşurdu. Zarûret olmadıkça ağzını açmazdı. Muham- med Acemî isimli bir zât, kendisine hizmet ederdi.

Aslan Dede, birçok büyük zâta hocalık yaptı. Sesi ve yazısı çok güzel idi. Kadri yüce bir zât olup, herkesten hürmet görürdü. Hediye olarak gelen malların hepsini ihtiyaç sâhiblerine dağıtır, kendisi fakirlik ve sâdelik içinde yaşamayı tercih ederdi. İnsanlar onun bu hâlini görürler ve gıpta ederlerdi. Önceleri Antakya´da ikâmet ederdi. Sonra Haleb´e yerleşti.

Menkıbe ve kerâmetleri çok olup, bir çok kimse bunlara şâhid olmuştur. Yemen´de, Aslan Dede´nin büyüklüğünü, kerâmet sâhibi olduğunu bilip, onu çok seven, Muhammed Zücâc isminde sâlih bir kimse vardı. Bu zât, Antakya´da bulunan Ahmed ismindeki bir tanıdığına mektup yazarak, Aslan Dede´yi ziyâret ederek ellerinden öpmek istediğini, fakat mühim vazîfede bulunduğu için gelmesinin mümkün olmadığını, Aslan Dede´yi ziyâret edip, selâmını söylemesini ve kendi yerine elini öpmesini bildirdi. Antakya´da bulunan Ahmed Efendi mektubu alır almaz, doğruca Aslan Dede´nin yanına gitti. Ahmed Efendi henüz bir şey söylemeden, Aslan Dede; "Merhabâ! Bize Yemen´deki dostumuzdan selâm getiren..." dedi ve bunu dört defâ tekrar etti. Sonra; "Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü." dedi ve bunu da dört defâ tekrar etti.

Zamânın sultânı Dördüncü Murâd Han, 1638 senesinde Bağdât´ı fethe giderken, Aslan Dede´yi de yanında götürdü. Harb esnâsında, Aslan Dede´nin, daha önce görülmeyen, tanınmayan bir çok asker ile birlikte düşmana karşı hücum ettiği görüldü. Nihâyet, Allahü teâlânın izni ile Bağdat fethedildi. Fetihten sonra Dördüncü Murâd Han; "Görünürde Bağdat´ı biz fethettik ise de, gerçekte onu fetheden Aslan Dede´dir." demiştir.

Anadolu´da yetişen âlimlerden ve evliyâdan Atâullah Efendi (rahme- tullahi teâlâ aleyh) Osmanlılar zamânında Anadolu´da yetişen âlimlerden ve evliyâdan olup, Sultan İkinci Selîm Hanın hocasıdır.

Dînine bağlı ve ilim ehli olan bir âileden olan Atâî Ahmed Efendi, çocukluğunda iyi bir tahsîl ve terbiye gördü. Zamânının âlimlerinden çeşitli ilimleri tahsîl etti. Lebisîzâde Pîr Ahmed Çelebinin talebesi oldu. Onun ilim meclislerinde, sohbet ve hizmetinde bulunarak istifâde etti. Sonra Merhaba Efendiden okuyup bütün ilimlerde yükseldi. Büyük âlim Ebüs- süûd Efendi ile İstanbul kâdısı Sâdi Efendiden ilim tahsîl edip, yük­sek il- mî derecelere ulaştı. Sâdi Efendiden Kâdı Beydâvî Tefsîri´ni okudu. Sâdi Efendinin derslerine devâm ederken H.932 senesinde İsrâfilzâde Hay- reddîn Efendi, Bursa Sultâniyye Medresesine müderris olunca, Atâullah Efendinin hocası Sâid Efendiye haber göndererek, Atâullah Efendiyi talebe okutmak üzere Bursa´ya göndermesini istedi. Hocasının izniyle bir müddet Bursa´ya gidip vazîfe yaptıktan sonra tekrar İstanbul´a döndü. Hocasının hizmetine devâm etti. Sâdi Efendi H.942 senesinde Şam kâdılığına tâyin edilince, Atâullah Efendi de yardımcı olarak yanında gitti. Hocasının kızıyla evlenip, ona dâmâd oldu, aynı senede Kâdı vekîli oldu. Şam vilâyetinden hacca gitmek üzere hazırlanan hac kâfilesine başkan olarak vazîfelendirildi. Hac ibâdetini yaparak sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîflerini ziyâret edip, döndükten sonra, yirmi akçe yevmiye ile Birgi´deki Aydınoğlu Medresesine, sonra da, yirmi beş akçe ile Mudurnu Yıldırım Han Medresesine müderris tâyin edildi. Bir müddet talebe oku- tup, ilim öğrettikten sonra otuz akçe yevmiye ile Tokat Sultâniyye Med- resesine nakledildi. Sonra otuz akçe yevmiye ile İstanbul´da Hacı Hasan- zâde Medresesine, daha sonra da Dursun Efendi yerine kırk akçe ile Kâdı Hüsâm Medresesine müderris oldu. Bütün bu medreselerde İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlattı ve ilim ve edeb sâhibi pekçok talebe yetiştirdi. Hasan Bey Efendi isminde bir zâtın vâsıtasıyla Vezîr-i âzam Rüstem Paşa ile görüşüp, Rüstem Paşanın iltifât ve ihsânlarına kavuştu. H.954 senesinde Rüstem Paşanın yeni yaptırdığı medreseye elli akçe ile müderris tâyin edildi. H.957 senesinde Manisa sancağında şehzâde ola- rak bulunan Sultan İkinci Selîm Hanın hocası ve terbiye edicisi Akşem- seddîn evlâdından olan Şemsî Çelebi vefât edince, onun yerine Şeh- zâde hocalığı ile vazîfelendirildi. İlim ve edeb yönünden Şehzâdenin iyi yetişmesine çalıştı ve bu hususta büyük hizmetleri oldu.

Sultan İkinci Selîm Han tahta geçip pâdişâh olunca, Atâullah Ahmed´i büyük bir câmide halka vâz ve nasîhat etmesi için vazîfelendirdi. Vâz ve nasîhatleri insanlar üzerinde çok tesirli idi. Çok sevilip sayıldı.

Asrındaki âlimlerin en büyüklerinden olan Atâullah Efendi, ulemânın ve vüzerânın mürâcaat kaynağı oldu. Âlimler ve vezirler, pek çok meseleyi Atâullah Ahmed´e sorarlardı. Karar vermekte keskin kılıç gibi idi. Gerek askerî, gerekse idârî makamlara tâyin olunacak kimseler tâyin edilmeden evvel, Atâullah Ahmed ile bu konuda istişâre yapılır, istişâre netîcesinde onun fikir ve sözüne göre amel edilirdi. Devlet dâirelerinde öyle îtibârı vardı ki, içeriye girerken hiç kimse mâni olmaz, istediği yere serbestçe girip çıkardı.

Zâhirî ilimlerde olduğu gibi tasavvufda da yüksek derece sâhibi idi. Gerek saray çevresinde, gerekse câmilerde vâz, nasîhat ve sohbetleriyle insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Pekçok kimsenin dünyâ ve âhiret seâdetine vesîle oldu.

Atâullah Ahmed rahmetullahi aleyh, çok zekî idi. İlim ve irfân kaynağı idi. Üstün hâlleri, zâhirî görünüşünden de anlaşılırdı. Affı ve keremi, ihsânı ve ikrâmı pek çok idi. Fehmi, anlayışı ve idrâki, hâfızası çok kuvvetli idi. Sünnet-i seniyyeye yapışmakta, bütün işlerinin dînimizin emirlerine tam uygun olmasına gayret etmekte çok hassas idi. Çok tedbirli, temkinli ve ihtiyatlı hareket ederdi. Verâ ve takvâ sâhibi idi. İnsanlar için velînîmet olup, himmet ve feyz kaynağı idi.

Hindistan´da yaşamış evliyânın büyüklerinden olan Abdülkâdir bin Şeyh Ayderûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) daha dünyâya gelmeden on beş gün önce babası, rüyâsında evliyâdan Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, Şeyh Ebû Bekr Ayderûs ve başkalarını gördü. Abdülkâdir-i Geylânî, ona bir istek ve bir arzusunun olup olmadığını sorunca, doğacak çocuğu için hayır duâ istedi. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de oğluna Abdül- kâdir ismini, Ebû Bekr künyesini ve Muhyiddîn lakabını vermesini söy- ledi. O da doğacak oğlunun şan ve şerefinin üstün olacağını bu hâdiseden anladı. Çocuk doğunca, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine olan sevgi ve bağlılığından, ismini Abdülkâdir koydu. Ayderûsî, âilesi içinde sevgi ve muhabbetle yetiştirildi. Âilesinden ilim ve edeb öğrendi. Zâten baba ve dedeleri âlim ve velîlerden idiler.

Kur´ân-ı kerîm okumayı babasından öğrendi. Âlim ve velîler huzûrunda hatim okudu. Kırâat ilminden başka, birçok âlimden çeşitli ilimleri tahsîl etti. Bu ilimlerle ilgili icâzet, diploma aldı. Yazılmış bâzı eserleri tasnif etmeye başladı. İmâm-ı Muhammed Gazâlî hazretlerinin İhyâu Ulûmi´d-Dîn adlı eserini çok okudu. Bu eserden medh ederek bahsederdi.

Bir zaman, o beldenin vâlisi gelip, bir işi için Ayderûsî´nin babasından duâ istedi. Ayderûsî daha o zaman küçük idi ve orada bulunuyordu. Vâli, meselesini anlattı. O zaman küçük Ayderûsî, Sâf sûresinin on üçüncü âyet-i kerîmesini okuyuverdi. Bunun üzerine babası, vâliye; "Cevâbını bu çocuk verdi." buyurdu. Daha sonra vâlinin meselesi halloldu. Ayderû- sî´nin annesi sâlihâ ve çok cömert bir hanımdı. Ramazan ayında bir Cu- mâ günü vefât etti. Son sözü; "Lâ ilâhe illallah." oldu. Ayderûsî an­nesine çok hürmet ve hizmet edip, onun hayır duâsını kazandı.

Zamânının meşhûr âlimlerinden ilim öğrenen ve ders okuyan Abdül- kâdir Ayderûsî, ilimde pek yüksek dereceye ulaştı. Tasavvufa karşı alâka duydu. Velîlerin sohbetlerinde bulunup onlardan istifâde etti. Tasavvuf yolunda ilerledikçe bir şey bilmediğini ve boş olduğunu hissetti. İlim ve tasavvuftaki yüksek derecesi gerek Hindistan´da gerekse Hindistan dı- şındaki yerlerde duyuldu. İlminden istifâde için pekçok kimse onun meclis ve sohbetlerine koştu.

Şeyh bin Abdullah Ayderûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Yemen´de yetişen meşhûr fıkıh âlimlerinden ve evliyânın tanınmışlarındandır. İyi bir çevrede yetişti. Önce Kur´ân-ı kerîmi ezberledi. Bâzı ana metinleri de ezberledikten sonra ilim tahsîline başladı. İlk bilgileri babasından okudu ve güzel bir edeble yetişti. Daha sonra Şehâbüddîn Abdurrahmân´dan, Şeyh Abdullah bin Muhammed´den ders aldı. Bundan sonra Yemen´e gidip Benderâden´de Şeyh Muhammed bin Ömer´den ve diğer âlimlerden ilim öğrendi. Buradan da hac yapmak için babası ile birlikte Mekke´ye gitti. Mekke´de Şeyhülislâm Ebü´l-Hasan el-Bekrî ve onun oğlu Tâcü´l-Ârifîn ile görüştüler. Babaları karşılıklı olarak birbirinden yanlarında bulunan oğulları için duâ istediler. Yapılan duâlar bereketiyle her ikisi de zamanlarının meşhûr âlimlerinden oldular. Hac ibâdetini tamamladıktan sonra babası ile birlikte Peygamber efendimizin kabri şerîfini ziyâret et­mek üzere Medîne-i münevvereye gittiler. Büyük bir aşk ve muhabbet içinde ziyâret ettiler. Mübârek türbesine girmekle şereflendiler. İçeriye girdikleri sırada Ayderûsî´yi bir hâl kapladı. Kendinden geçip yere düştü ve bayıldı. Babası onun bu hâlden kurtulması için Peygamber efendimizi vesîle ederek duâ etti. Kendine geldi. O sırada çok yüksek hâllere kavuştu.

Ziyâretten sonra memleketine döndü. 1534 senesinde tekrar hacca gitti. Bu ikinci haccında üç sene Mekke´de kaldı. İlim ve ibâdetle meşgûl olup, tasavvuf yolunda çalıştı. Usûl, tefsîr, hadîs, fıkıh, ferâiz, sarf, nahiv, tasavvuf, hesab ilimlerinde iyice yetişti. Mekke´de kaldığı süre içinde pekçok umre yaptı. Ramazan ayında büyük bir tâkat göstererek dört defâ geceleri, dört defâ da gündüzleri umre yapardı. Ramazanda yapılan bir umrenin, sevâbının bir hac sevâbı kadar olduğu hadîs-i şerîfte bildirilmiştir.

Mekke´de kaldığı müddet içinde Medîne´ye de gidip Peygamber efendimizin kabri şerîflerini ziyâret ederdi. Bir defâsında ziyârete giderken hocası İbn-i Hacer Heytemî, hastalığının geçmesi için duâ istemişti. Duâsı makbûl idi. Duâ etti hocası hastalıktan kurtuldu.

Velî ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Aysâvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Şam´ın büyük âlimlerinden, ileri gelen zâtlarından idi. Fıkıh ilminde ve bu ilme uygun fetvâ vermekte diğer âlimlerden önde idi. Bütün zamânı ders ve fetvâ vermekle, insanlara faydalı olmakla geçerdi. Her hâli dînimizin emirlerine tam uygun idi. Haramlar ile birlikte şüpheli olan şeylerden de son derece kaçınırdı. Herkes tarafından sevilip hürmet edilen pek yüksek bir zât olup, büyüklüğü, üstünlük ve asâleti her tarafta konuşulurdu. Gâyet yumuşak huylu, İslâmın güzel ahlâkı ile süslü idi. Ayıb ve çirkin hâllerden, kin ve düşmanlık gibi bozuk düşüncelerden uzak idi. Güzel huylar ve iyi sıfatlar onda, meleke, alışkanlık hâline gelmişti. Konuşmasında bir şeyi anlatmasında öyle hoş, yumuşak, nâzik ve mülâyim idi ki, dinleyenler onun bu güzel hâline hayrân kalırlardı.

Bahşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Haleb´de yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden ve tasavvuf büyüklerinden olup, İsmi Muhammed bin Mu- hammed Halebî´dir.

Bütün ilimlerde yükselmiş, pekçok âlimden icâzet, diploma almış, himmet sâhibi bir zât olarak, ilim neşretmeye, öğrendiği yüksek ilimlerden başkalarının da istifâde etmeleri niyetiyle, insanlara faydalı olmaya başladı. Haleb´de bulunan fazîlet sâhibi birçok zât, ondan çok istifâde etti. İlim ve tasavvuf yolunun tâlibleri onun sohbetine ve derslerine koştu. Ruhlara şifâ olan sözlerinden ve sohbetlerinden Halebliler yıllarca faydalandı.

Muhammed Muhibbî hazretleri, Hulâsatü´l-Eser isimli kitabında Mu- hammed Bahşî´nin hâl tercümesini verirken şöyle anlatır:

Muhammed Bahşî 1675 senesinde Anadolu´ya geldi. Ben kendisiyle Edirne´de buluştum. Edirne´de bir müddet kaldı. Ekserî vakitlerde onunla görüşüp sohbetinde bulunurdum. Konuşmasının, faydalı şeyler anlatmasının güzelliği karşısında, sohbetlerini pür dikkat dinlerdim. Onda gördüğüm güzel hâllere, edeb ve sükûnete hayran kalırdım. Gördüğüm kimseler arasında ondan daha halîm, yumuşak ve ondan daha tahammüllü, sabırlı bir kimse görmedim. Kerem ve ihsân sâhibi, iyilik yapmaktan hoş- lanan, çok cömert bir kimse idi. Edirne´den İstanbul´a döndükten sonra, kendisiyle İstanbul´da da karşılaştım. Vezîri âzam Fâzıl Mustafa Paşa´- nın, Muhammed Bahşî´ye karşı husûsî muhabbeti vardı. Fırsat buldukça sohbetlerine katılır ve duâsını almayı büyük nîmet bilirdi. İlminden daha çok kişinin istifâdesi için onu Haleb´de bulunan Halvetî İhlâsiyye Tekke- sinin meşîhatine, şeyhliğine tâyin etti. O da kabûl edip bir müddet vazîfe yaptı. Ayrıca, Haleb´de bulunan Mukaddemiyye Medresesinde ders ver- di. Bir müddet vazîfe yaptıktan sonra, yerine oğlu Muhammed Efendiyi bırakarak, hac niyetiyle yola çıktı. Şam´a uğradı. Buradan Hicaz´a gitti. Mekke-i mükerremeye ulaştığında, ahâlî Muhammed Bahşî´yi çok güzel karşıladı. Başta Mekke-i mükerreme emîri, Şerîf Ahmed bin Zeyd olmak üzere, âlim ve fâdıllardan ve diğer insanlardan birçok kimse, onun geli- şinden büyük bir sevinç duyarak memnûniyetlerini belirttiler. Onu med- heden şiirler söylediler.

Hac vazîfesini îfâ edip, yerine getirdikten sonra geri dönmeyen Bahşî hazretleri, bu mübârek beldede daha çok ibâdet etmek için bir müddet ikâmet etti. Orada iken 1687 yılının 18 Şubatına (5 Rebî-ül-âhir 1098) rastlayan Salı gecesi vefât etti.

Anadolu´da yetişen velîlerden Akbilek Bahşî Halîfe (rahmetullahi teâlâ aleyh) Amasya´ya bağlı Taşova´nın Uluköy (Sonusa) kasabasında doğdu. Çok fazla zühd ve takvâ sâhibi idi. Yâni dünyâya düşkün olmayıp haramlardan çok sakınırdı. Dînî ilimleri iyi bilirdi. Devamlı nâfile namaz kılar ve oruç tutardı. Kanâat sâhibi olup, az bir dünyâlıkla idâre ederdi. Sert ve kalın elbiseler giyerdi. Fıkıh ve tefsîr ilimlerinde söz sâhibi idi. Tefsîrlerin çoğunu ezbere bilirdi. Osmanlılar zamânında yetişmiş İslâm âlimlerinin en büyüklerinden olan Müftiy-yüs-sekaleyn İbn-i Kemâl Paşa, Bahşî Halîfe´den tefsîr ilmi okuyup, hadîs-i şerîf öğrenen âlimlerdendir. Tefsîr, hadîs ve fıkıh gibi yüksek dînî ilimleri talebelere okuturdu. Ayrıca İnsanlara vâz ve nasîhat eder, din ve dünyâ saâdetlerinin yollarını gösterirdi. İlmî sohbetlerinde bâzı âyet-i kerîmelerin fazîletleri hakkında söylediği sözler için; "Levh-i mahfûzda böyle yazılı olduğunu gördüm." der ve îzâh ederdi. Bu şekildeki cevaplarında hatâ ettiği hiç görülmedi.

Bir gün câmide vâzında abdest almanın fazîletlerini anlatırken, alınan abdest suyu ile günahların döküldüğünü söyledi. Cemâat arasında bulunanlardan birinin kalbine, bu nasıl olur diye bir düşünce geldi. O zaman Bahşî Halîfe kollarını sığayarak dirseklerine kadar havaya kaldırdı ve; "Böyle olur." dedi. Cemâat, Bahşî Halîfe´nin kollarından nûr fışkırdığını gördü. Bu yüzden Akbilek lakabı verildi.

Anadolu?daki evliyânın büyüklerinden Bâlî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânın âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Kânûnî Sultan Süleymân´ın hocası Hayreddîn Efendinin yanında tahsilini tamamlayıp stajını bitirdi. Önce İstanbul´da Kepenekçi Medresesine müderris tâyin edildi. Burada bir müddet vazîfe yaptıktan sonra, Bursa´da talebe iken gördüğü bir rüyâyı aynen yaşadı ve hayâtının akışı değişti. Bu rüyâ onun tasavvufta yetişip kemâle ermesine vesîle oldu. Rüyâ ve hâdise şöyle idi:

Rüyâsında büyük bir caddede gidiyordu. Birden, Allahü teâlâyı zikreden, tesbîh ve tehlîl getiren insanların seslerini duyup yanlarına yaklaştı. Nûr yüzlü bâzı kimseler, halka hâlinde Kelime-i tevhîd okuyorlardı. Halkanın kenarında heybetli bir zât, murâkabe hâlinde oturuyordu. Başını kaldırınca Şeyh Bâlî´yi gördü. Onu da bu halkaya katılmaya dâvet etti. Şeyh Bâlî özür dileyerek; "Şu anda ilim tahsiline devâm ediyorum. Eğer dâvete uyarsam, tahsilim yarıda kalır. Fakat tahsilimi bitirdikten sonra dâvetinize icâbet edebilirim." dedi. O anda uykudan uyandı. Bu rüyâsı, birkaç sene sonra İstanbul´da aynen vâki oldu.

Bir arkadaşıyla berâber, Ali Paşa Zâviyesi yanından geçerken Kelime-i tevhîd sesleri duydu. Birkaç sene önce gördüğü rüyâyı hatırladı. Elinde olmayarak hânekâhın, zâviyenin içerisine girdi. Orada, rüyâsında gördüklerinin aynısını gördü. Kenârda duran zât, onu yanına dâvet etti. Hadîd sûresinin; "Müminlerin Allahü teâlâyı ve Hak´tan ineni (Kur´ân-ı kerîmi) zikr için kalplerinin yumuşama zamânı gelmedi mi?" meâlindeki on altıncı âyet-i kerîmesini okuyup; "Bundan önce bize katılmak için tahsili ve dersleri bahâne etmiştin. Artık bahâne kalmadı. Bundan sonra senin için en faydalı olan bu işle meşgûl olmaz mısın?" dedi. Bâlî Efendi, hemen o anda, bu dâveti cân u gönülden kabûl etti. Şeyhin elinde, daha önce yaptığı hatâlarına tövbe etti. Bu zâtın kim olduğunu araştırınca; Ramazan Efendi olduğunu öğrendi. Ramazan Efendinin yanında; ahlâkını güzelleştirmek, kalbini tasfiye ve nefsini tezkiye etmekle tasavvufta yetişip olgunlaşmakla meşgûl oldu. Zâhirî ilimlerindeki yüksekliklerine, bâtınî ilminin üstünlüklerini de ilâve etti. Ahlâkını Resûl-i ekremin sallal- lahü aleyhi ve sellem yüksek ahlâkı ile süsleyip, ibâdetleri zevkle ve seve seve yapmakla şereflendi. Kendisine verilen nîmetlere şükretmek için büyük gayret sarfetti. Ramazan Efendi H.963 senesinde vefât edince, halîfesi olan Bâlî Efendiye talebeleri yetiştirmek vazîfesi verildi.

Bâlî Efendi, Allahü teâlâdan başka kimseye boyun eğmez, mevkı ve makam sâhiplerinin yanlarına gitmez, dâvetlerini münâsip bir lisanla reddederdi. Rüyâ tâbirinde çok ileri, cezbesi çok fazla idi. Serhatteki gâzile- re yardım için para gönderirdi. Güzel ahlâkı ile herkes tarafından sevilir- di. Vefâtına yakın devamlı Allah aşkı ile sarhoş olduğu için, Sekrân Bâlî Efendi de denilirdi. Bu yüzden vefâtına târih düşüren zamânının şâirle- rinden Sâ´î Çelebi şöyle dedi:



"Mâh-ı Zilka´de de sâkî-i ecel.

Şeyh Bâlî´ye içirdi bir mey.



Geçti ol mest-i mey cânı fenâ,

Nâr-ı hasretle kodu dillere key.



Rihletin gûş edip onun Sâ´î,

Dedi târihini "Hey şeyhim hey"(980).



Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, insanları Hakk´a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuştu- ran ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin beşinci- sidir. Sultân-ül-Ârifîn lakabıyla meşhûrdur. Künyesi, Ebû Yezîd´dir. İsmi Tayfûr, babasının adı Îsâ´dır. Daha annesinin karnında iken kerâmetleri görülmeye başladı. Annesi ona hâmile iken şüpheli bir şeyi ağzına ala- cak olsa, onu geri atıncaya kadar karnına vururdu.

Çocukken bir gün câmi avlusunda oynuyordu. Oradan geçmekte o- lan Şakîk-i Belhî kendisini görüp; "Bu çocuk büyüyünce zamânının en büyük velîsi olacak." buyurdu. Yine bir gün hadîs âlimlerinden bir zât onu görünce çok hoşuna gitti. Zekâ ve anlayışını ölçmek için sordu: "Güzel çocuk, namaz kılmasını güzelce biliyor musun?" Bâyezîd-i Bistâmî de ona; "Evet Allah dilerse becerebiliyorum." cevâbını verince; "Nasıl?" diye sordu. Bâyezîd-i Bistâmî de; "Buyur yâ Rabbî! Emrini yerine getirmek üzere tekbir alıyor, Kur´ân-ı kerîmi tâne tâne okuyor, tâzim ile rükûya varıyor, tevâzu ile secde ediyor, vedâlaşarak selâm veriyorum." deyince, o zât hayran kalarak; "Ey sevgili ve zekî çocuk! Sende bu fazîlet ve derin anlayış varken, insanların gelip başını okşamalarına niçin izin veriyorsun?" diye sordu. Bâyezîd-i Bistâmî de; "Onlar beni değil, Allahü teâlâ- nın beni süslediği o güzelliği meshediyorlar. Bana âid olmayan bir şeye dokunmalarına nasıl engel olabilirim?" cevâbını verdi.

Hindistan´ın büyük velîlerinden Bedî´uddîn Sehârenpûrî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) İmâm-ı Rabbânî hazretlerine talebe olmadan önce memurluk yapıyordu. Zaman zaman hazret-i İmâm´ın yâni İmâm-ı Rab- bânî´nin sohbetlerini dinlemeye giderdi. Bu sırada bir kıza âşık oldu. Sâlih amelleri yapmak, haramlardan kaçınmak gibi mühim amellere pek dikkat etmiyordu. Hazret-i İmâm, ona; "Bedî´uddîn, niçin namaz kılmıyor­sun ve günahlardan sakınmıyorsun?" buyurdu. O da; "Çoklarından böyle nasîhatler dinledim. Eğer bu hususta teveccüh buyurursanız ve beni bu hâlden teveccüh ve tasarrufla kurtarırsanız, buyurduklarınızı yapabilirim, yoksa bana nasîhat tesir etmiyor." diye arzetti. Bir an teveccüh edip; "Yarın bu niyet ve emniyetle buraya gel." buyurdu. Ertesi gün, çok sevdiği kız onlara misâfir geldi. Onunla konuşmaya dalıp, hazret-i İmâm´a gidemedi. İki-üç gün sonra İmâm-ı Rabbânî´nin sohbetine gitti. Buyurdu ki: "Verdiğin sözü tutmadın. Ama mâdem ki bugün geldin, yine iyi ettin. Git abdestini yenile, iki rekat namaz kıl ve yanıma gel." Buyurdukları gibi yaptı. Onu husûsî odalarına götürdü ve teveccüh buyurdu. Kendinden geçip yere yıkıldı. O hâlde onu kaldırıp eve götürdüler. Bir gün bir gece sonra kendine geldi. Kalbini yoklayınca, o tutkunluktan bir iz kalmadığını gördü. Kalbini temizlenmiş, belki bütün tutulma ve bağlardan kopmuş buldu. Bundan sonra hocasının sohbetlerine devâm etti. O istekler hazînesinin yüksek teveccühlerinin bereketi ile sonsuz yükselme ve derecelere kavuştu.

Bedî´uddîn Sehârenpûrî, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine memuriyeti bırakıp, hep hizmetinizle şerefleneyim diye arz ettiğinde; "Bu sefer bırak- ma." buyurdu. Ne kadar ayrılmayı söylediyse râzı olmadılar. Bir ara yıllık izne ayrılmıştı. Saltanat merkezi Ekberâbâd´dan ayrıldığı ilk gün, Bur- hânpûr´a gidinceye kadar, her gün sabahtan akşama kadar, hocası haz- ret-i İmâm´ı yanında görürdü. Gelirler, insanlar arasında onun elini tutup kenara çekerler ve terbiye ederlerdi. Bu günlerde hiçbir gün ve hiç bir zaman ondan ayrılmadılar.

Bedî´uddîn Sehârenpûrî Ecbin´e gittiğinde, kâfirlerin râhiplerinden istidrâc ehli olup, zamânın pâdişâhının ve emirlerinin kendisine îtikâdı olduğu ve görmeye gittikleri Ecyed Rub Çükî´ye adlı biri vardı. Devlet ileri gelenleriyle birlikte onu görmeye gitti. Râhip onu görür görmez; "Ey Bedî´uddîn! Bugün dünyâda kendisinden daha büyük velî bulunmayan hocanı bırakıp da böyle nereye geldin?" dedi. "Sen onu nereden biliyorsun?" diye sorunca; "Bu asırda senin hocan gibisinin bulunmadığı bana keşf ve mâlum oldu." dedi. Bunun üzerine; "Mâdem ki öyledir, sen niçin onun hizmet ve sohbetine gitmiyorsun?" dedi. "Ben kendi dînimde olgunlaşmışım, ona ihtiyâcım yoktur." cevâbını verdi ve küfründe ısrâr etti.

Osmanlılar zamânında Anadolu´da yetişen evliyânın büyüklerinden, tefsîr, hadîs ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi Behâeddînzâde (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ismi, Muhammed bin Behâeddîn bin Lütfullah, lakabı Muhyiddîn´dir. Behâeddînzâde ve Behâî diye tanınır. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. H.952 senesinde Kayseri´de vefât edip, hocası- nın hocası Şeyh İbrâhim-i Kayserî hazretlerinin yanına defn olundu.

Çocukluğundan îtibâren tam bir edeb ve terbiye ile yetiştirilen Muh- yiddîn Efendi, ilim öğrenmek çağına geldiğinde, ilk tahsîlini zamânının âlimlerinden olan babası Behâeddîn bin Lütfullah´ın huzûrunda yaptı. Ay- rıca; Mevlânâ Hatîbzâde, Müslihuddîn Kastalanî ve Sultan Bâyezîd Han Gâzinin hocası Mârûfzâde gibi devrin meşhûr âimlerinden ilim öğrendi. Bu mübârek zâtların bereketli sohbetlerinde bulunmakla, kısa zamanda yetişip ilim ve fazîlette emsâl ve akrânından ileri geçti. Zâhirî ilimlerin tahsîlini tamamladıktan sonra, tasavvuf yoluna yönelerek, büyük âlim ve evliyâ Şeyh Muhammed İskilibî´nin huzûr ve hizmetlerine vâsıl oldu. Bu yolda ilerlemek için çok gayret etti. Hocasının bereketli nazarlarına ka- vuşmak için bir an yanından ayrılmadı. Verdiği her emre; "Baş üstüne." deyip sarıldı. Bu ihlâs ve samîmî gayretlerinin mükâfatı olarak, tasavvuf yolunda da kemâle gelip, parlayan sabah güneşi misâli etrafı aydınlat- maya, feyz ve nûr saçmaya başladı. Evliyâlık derecelerinin yükseklik- lerine, mânevî kemâlâta kavuştu. Talebeleri yetiştirmek üzere hocasın- dan icâzet aldı. Bundan sonra asıl vatanı olan Balıkesir´e yerleşti ve ora- da bir mikdâr insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl oldu. Talebe yetiştirdi.

Bu arada, Muhammed İskilibî´nin talebelerinin en yükseği ve halîfesi olan Abdürrahîm Müeyyedî de, hocasının İstanbul´daki zâviyesinde talebe yetiştirmekle meşgûl idi. Onun vefâtından sonra Behâeddînzâde, hocasının mânevî işâreti üzerine İstanbul´a geldi. Hocasının zâviyesine yerleşerek ders vermeye başladı.

Behâeddînzâde hazretlerinin sohbetleri gâyet tatlı idi. Dinleyenlerin gönlünü çeker, bağlananların kalplerini mânevî kirlerden temizlerdi. Alla- hü teâlânın nîmetlerinin kendisinde tecellî ettiği bir kimse idi. Mübârek sînesi ilim hazînesi idi. Dili hep hakkı söylerdi. Her sözü hikmet dolu idi. Mübârek vücûdu mutlak nûr idi. İslâmiyetin emir ve yasaklarını gözetmekte gâyet titiz ve gayretli idi. Bunun için çok çalışırdı. Hakkı, doğ­ruyu söylemekten çekinmezdi. Hakkı ve bâtılı ayırmakta keskin kılıç gibi idi. Kimseden korkmazdı. Bu hususta başkalarının ayıplamalarından çekinmezdi.

Hindistan´da yetişen büyük velîlerden Behâeddîn Zekeriyyâ (rah- metullahi teâlâ aleyh) bulunduğu beldede talebe yetiştirmekle kalmayıp, maddî bakımdan da insanların birçok hizmetlerinde bulunup, onlara fay- dalı oldu. Bulunduğu beldenin civârında, sırf ormanlık bölgelerde yaşa- yan, acı ve sıkıntı çeken insanlara yardım etti. Sulama kanalları ve su kuyuları açtırarak, bereketli yeşil tarlalar ve meyve bahçeleri meydana getirdi. Çok zaman ve emek isteyen bu işleri yaparken, talebe ye­tiştir- meyi hiç ihmâl etmeyip çok gayret gösterdi. Maddî bakımdan zengin bir kimse idi. Fakat bütün varlığını insanların faydasına ve Allahü teâlânın dînine hizmet etmeye harcadı. Ömrü boyunca bu hizmetinden hiç geri durmadı. Allahü teâlânın ve dîne hizmet eden büyüklerin aşkı ile yanar- dı. Bu aşkla yaşadı ve bu aşkla vefât etti. "Allahü teâlânın muhabbetiyle hakîkaten dolmuş olan kalbler, nasıl olur da bu aşkdan ve insanlara hiz- metten kaçabilir." buyururdu. Talebelerinin bütün ihtiyaçlarını kendisi karşılardı. Bir zamanlar Mültân´da ciddî bir kıtlık olmuştu. Zamânın vâlisi bu büyük velînin yardımını istedi. Hâce Behâeddîn, malı çok olduğundan fakirlere, ihtiyaç sâhiplerine dağıtılmak üzere bol mikdârda tahıl, ayrıca yedi ölçek dolusu gümüş para gönderdi. Fakat kendisinin dünya malına hiç bağlılığı yoktu. Hepsini Allahü tealânın râzı olduğu, faydalı yerlere sarfederdi. "Mal sevgisi, hiçbir zaman Allahü teâlâya olan sevgi ve mu- habbetimizi geçemez." buyururdu. Malın, kendisini Allahü teâlâdan uzak- laştıracağı kimseler için düşman olduğunu, mala düşkün olanların Allahü teâlânın rahmetinden uzaklaşıp, günaha ve kötülüğe doğru kayacaklarını bildirirdi.

Şeyhülislâm Berdeî Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) Anadolu´yu aydınlatan meşhûr velîlerdendir.

Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânındaki adıyla Hamidili diye anılan Isparta Vâlisi Hızır Bey, âlimleri ve velîleri çok sever, hürmet ve himâye ederdi. Bir defâsında hacca gitmişti. O sene evliyânın meşhurlarından Berdeî Sultan da hac ibâdetini yapmak için Mekke´ye, gitmişti. Bu zât Kâbe´yi tavâf ederken, Hızır Bey onun büyük bir velî olduğunu anlayıp kendisiyle tanıştı. Sohbet sırasında bir Osmanlı vâlisi olduğunu söy­ledi. Sonra da vâli olduğu yeri tanıtıp, dâvet etti; "Vâlisi bulunduğum diyârın havası, suyu pek güzeldir. Beldeleri, köyleri bağlık, bahçelik bir memlekettir. Fakat halkına İslâmiyeti anlatıp rehberlik edecek bir mürşîd-i kâmil, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehber yoktur. Bu sebeple halk, nefislerine uymuş ve bozuk bir haldedir. Acaba siz lutfedip o diyârın halkını irşâd için oraya hicret buyursanız olmaz mı? Büyük ve hesapsız sevâba kavuşacağınız şüphesizdir. Eğer lutfedip bu arzumuzu kabul buyurursanız, ben köleniz, sultanım için (sizin için) Eğridir kasabası civârında havası ve suyu güzel bir yerde size bir dergâh, makam yapıp, hayır duânızı almak istiyorum." diyerek büyük bir arzu ve edeb içinde, gâyet nâzik ifâdelerle dâvet etti. Berdeî Sultan hazretleri vâlinin bu samîmî ve hâlis niyyetle yaptığı dâvet üzerine; "İstihâre edelim." buyurarak, eğer gitmelerine mânen bir izin ve işâret verilirse gitmeyi kabûl ettiğini açıkladı. Birkaç gün sonra tekrar bir araya geldiklerinde vâliye; "Rûm diyârına, Anadolu´ya yapılan dâveti kabûl etmem için işâret olundu. İnşâallah bu sene memleketimize dönelim. Gelecek sene Allahü teâlânın izniyle Anadolu´ya gidelim!" buyurdu. Vâli Hızır Bey, bu sözleri üzerine son derece sevinip memnun oldu. Sonra Şeyhülislâm Berdeî ile vedâlaşıp Eğridir´e döndü. O sene Eğridir´de göl kıyısında Mezâr-ı Şerîf denilen yerde bir dergâh yaptırarak, Berde-î hazretlerinin gelmesini bekledi.

Şeyhülislâm Berdeî hazretleri ise söyledikleri zaman gelince memleketi Berde´den Anadolu´ya hicret etmek üzere âilesi, on altı oğlu ve kırk talebesiyle yola çıktı. İran´ın Hoy şehrine geldikleri sırada sonradan talebelerinin en meşhûru ve dâmâdı olan Pîrî Halîfe Muhammed ile görüşüp tanıştı. Daha o Hoy şehrini teşrif etmeden, Pîrî Halîfe bir gece Peygamber efendimizi rüyâsında görmüş, Resûlullah efendimiz ona rüyâsında; "Benim evlâdımdan, benim yolumda kâmil ve mükemmil bir mürşid (yetişmiş ve yetiştirebilen rehber) olan Şeyhülislâm Berdeî gelmektedir. Gâfil olma, onunla Rum diyârına, Anadolu´ya git." diye emir buyurmuştur. Şeyhülislâm Berdeî hazretleri onun bulunduğu şehre uğrayıp, onunla görüşüp tanıştı. Ona; "Oğlum Pîr Muhammed! Emre itâat eder misin?" diyerek daha o anlatmadan gördüğü rüyâyı ve Peygamber efendimizin emrini hatırlattı ve ayrılıp gitti. Şehrin dışında bir yerde konakladı. Pîrî Halîfe de hemen onunla birlikte gitmeyi arzûladı. Ancak annesi-babası ve akrabâları şiddetle karşı çıkıp gitmesini istemediler. Hattâ onu hapsedip zincire vurdular. Fakat kilitledikleri kapıların ve vurdukları zincirlerin kırıldığını görünce, şaşırıp kaldılar. Sonra arayınca şehrin dışında Şeyhülislâm Berdeî´nin yanında buldular. Geri götürmek istediler. Bunun üzerine Şeyhülislâm Berdeî; "Onu diyâr-ı Rûm´a (Anadolu´ya) alıp, götürmemiz, terbiye ve irşâd etmemiz emrolundu." dedi. Bu sözler üzerine annesi, babası ve akrabâları râzı olup bıraktılar. Babası âlim bir zâttı. Onu yanına alıp Eğridir´e gittiler. Eğridir´e varınca, gölün kenarından karşı tarafa bakıp; "Bizim toprağımız şu makamdan alınmış." diyerek tam hazırlanan dergâhın bulunduğu yeri işâret etti. Geldiklerini haber alan vâli Hızır Bey onları büyük bir memnuniyetle karşılayıp yaptırdığı dergâha yerleştirdi. Şeyhülislâm Berdeî hazretleri bir işâret üzerine yanına alıp getirdiği Pîrî Halîfe´yi altı ay kadar kısa bir zaman içinde tasavvufta yetiştirip kemâl derecelerine ulaştırdı. Ayrıca kızıyla evlendirip dâmâd edindi ve yerine halîfe bıraktı. Bu evlilikten evliyânın meşhurlarından olan Muhammed Çelebi Sultan doğdu.


Konu Başlığı: Ynt: Evliya Hayatından Sahifeler
Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Mart 2010, 02:46:12
Şeyhülislâm Berdeî hazretleri Eğridir´e geldikten sonra tesirli sohbetleriyle, ders ve vâzlarıyla halka doğru yolu anlattı. Ehl-i sünnet îtikâdının yayılmasını ve insanların İslâmiyet´i öğrenmelerini ve öğrendikleri doğru din bilgilerine göre yaşamalarını sağladı. Böylece onların dünyâ ve âhiret saâdetine vesîle oldu.

Osmanlı âlimlerinin meşhûrlarından, büyük velî İmâm-ı Birgivî (rah- metullahi teâlâ aleyh) Türk âlimlerinin baş tâcıdır. Hanefî mezhebinden olup, asrının en meşhûr âlimlerinden idi.

İmâm-ı Birgivî´nin babası âlim bir zât olup, müderris idi. Önce babasından ilim öğrendi. Babasının derslerinde yetişip, akranlarını geçti. Sonra yüksek ilimleri öğrenmek üzere İstanbul´a gitti. İstanbul´da bulunan meşhûr Semâniyye Medresesi müderrislerinden Ahîzâde Mehmed Efendiden, sonra da Kâdıasker Abdürrahmân Efendiden ders aldı. Büyük bir şevk ve gayretle ilim öğrenip, Semâniyye Medresesinden mezun oldu. Parlak bir başarı ile icâzet imtihânını vererek, müderrislik rütbesini kazandı. Bundan sonra bir müddet İstanbul medreselerinde müderrislik yaptı. Bu vazîfesi sırasında Bayrâmiyye tarîkatının şeyhlerinden olan Abdürrahmân Karamânî´ye talebe olup, onun sohbetlerinde bulunarak tasavvufta yetişti. Daha sonra hocalarından Abdürrahmân Efendinin vâsıtasıyla Edirne´de Kassâm-ı Askerî (Mîrâs taksîm eden kâdılık) vazîfesi yaptı. Bir müddet sonra bu işten de ayrıldı. Sonra uzlete çekilmek yâni dünyâ işlerini tamâmen bırakmak istemişse de, tasavvufta hocası Abdürrahmân Karamânî´nin ısrârı üzerine ders ve vâz vermeye devâm etti. İkinci Selîm Hanın hocası Atâullah Efendi, Birgivî´nin ilimdeki kudretini takdir ederek kendisini, Birgi´de yaptırdığı medresenin müderrisliğine tâyin etti. Bundan sonra orada, talebe yetiştirmek, vaz vermek ve kitap yazmakla ömrünü geçirip, büyük hizmetler yaptı. Yaşadığı bu yere nis- betle "Birgivî" adıyla meşhûr oldu.

Haramlardan sakınmanın önemini ve dünyânın fânîliğini çok iyi anladığından, dînin emirlerini aslâ tâviz vermeden açıklardı. Zamânın âlimleriyle, yazılı ve sözlü pek çok münâzaralara girerdi. Hak bildiğini, ilmî delilleri ile söylemekten hiç çekinmezdi. Birgi´den İstanbul´a gelerek, Sadrâzam Mehmed Paşaya nasîhatte bulunmuştur.

Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda Horasan´ın Merv şehrinde ve Bağdât´ta yaşamış olan büyük velîlerdendir. İsmi, Bişr bin Hâris Abdurrahmân, künyesi Ebû Nasr´dır. Yalınayak gezdiği için "Hafî" lakabıyla bilinir. Bişr-i Hâfî diye meşhûr olmuştur.

Îtibârlı bir âileye mensûb olan Bişr-i Hâfî, Merv reislerinden birinin oğludur. Bu sebeple çocukluğu ve gençliğinin bir kısmı bolluk, refâh içinde geçti. Gençliğinde kendisini oyun ve eğlenceye verdi. Dünyânın câzibesine kapıldığı ve nefsin, şeytanın ve kötü arkadaşların teşviklerine kapılarak oyun ve eğlence âlemlerine daldığı gençlik yıllarında, bir gün kapısı çalındı. Hizmetçisi kapıya çıkarak gelen kimseye kimi aradığını sordu. Kapıdaki adam; "Bu evin sâhibi hür mü, kul mu?" diye sordu. Hizmetçi, "Hürdür." diye karşılık verdi. Adam; "Belli!.. Eğer kul olsaydı, kulluğun edebine riâyet edecek oyun ve eğlence ile uğraşmayacaktı." diyerek çıkıp gitti. Hizmetçi içeri girip kapıda olanları Bişr-i Hâfî´ye anlattı. Bişr-i Hâfî, yalın ayak adamın peşinden koştu. Ona yetişerek söylediklerini tekrarlattı. O kimsenin sözlerinden etkilendi, yaptıklarına pişmân olup tövbe etti. Bir müddet sözünde durup oyun ve eğlence âlemlerine gitme­diyse de, kötü arkadaşların tesiriyle tekrar eski hayâtına döndü. Babasından kalan serveti için kendisinden ayrılmayan arkadaşları onu bir türlü bırakmadılar.

Bir gün eğlence âlemlerinden sonra sarhoş ve bitkin olarak evine dönerken yolda üstünde Besmele yazılı bir kağıt buldu. İçi sızlayıp yerden aldı. Öpüp, çamurlarını silerek, temizledikten sonra, güzel kokular sürüp, evinin duvarına astı. O gece âlim ve velî bir zâta, rüyâda; "Git Bişr´e söyle! İsmimi temizlediğin gibi seni temizlerim. İsmimi büyük tuttuğun gibi, seni büyültürüm. İsmimi güzel kokulu yaptığın gibi, seni güzel ederim. İzzetime yemin ederim ki, senin ismini dünyâda ve âhirette temiz ve güzel eylerim." dendi. Bu rüyâ üç defâ tekrar etti. O zât sabah Bişr-i Hâfî´yi arayıp meyhânede buldu. Mühim haberim var diye içerden çağırdı. Bişr geldiğinde; "Kimden haber vereceksin?" dedi. "Sana Allahü teâlâdan haber vereceğim." deyince, ağlamaya başladı. "Bana kızıyor mu, şiddetli azap mı yapacak?" dedi. Rüyâyı dinleyince arkadaşlarına; "Ey arkadaşlarım! Beni çağırdılar, bundan sonra bir daha beni buralarda göremeyeceksiniz." dedi. O zâtın yanında hemen tövbe etti. Bu anda ayağında ayakkabı bulunmadığı için, hiç ayakkabı giymedi. Sebebini soranlara, "Allahü teâlâya tövbe ettiğim, günâh işlememeye söz verdiğim zaman yalın ayaktım. O zaman giymediğim ayakkabıyı şimdi giymeye hayâ ederim. Allahü teâlâ Bekara sûresi yirmi ikinci âyetinde meâlen; "Biz yeryüzünü sizin için tefriş ettik, döşedik." buyuruyor. Pâdişâhların mefrûşâtı üzerinde ayakkabı ile yürümek edebe uymaz. Ayağım ile yer arasında bir vâsıta olduğu hâlde onun sergisine basmayı câiz görmüyo­rum." derdi. Bu zamandan sonra ayakkabı giymediği için kendisine yalın ayak mânâsında "Hâfî" lakabı verildi.

Hanbelî mezhebinin kurucusu Ahmed bin Hanbel, Bişr-i Hâfî´yi çok sever, devamlı yanına giderdi. Talebeleri; "Siz âlimsiniz. Hadîste, fıkıhta, ictihadda ve bütün ilimlerde eşiniz yoktur. Niye Bişr-i Hâfî gibi birini sık sık ziyâret ediyorsunuz?" dediklerinde; "Evet, dediğiniz ilimleri ondan iyi bilirim. Fakat o, kalp ilimlerini benden iyi bilir." derdi.

Bişr-i Hâfî´ye, bu ilme, yüksek derecelere nasıl kavuştun diye sorduk- larında; "Az yemekle." deyip, "Yiyip gülen ile, yiyip ağlayan aynı olmaz." buyurdu.

İlim ve fazîletteki yüksekliği, haram ve şüphelilerden sakınması sâyesinde insanlar arasında yüksek bir velî, konuşmaları ile, tesirli bir yol gösterici oldu. Mânevî derecesi öylesine yükseldi ki, Halîfe Me´mûn onu ziyâret edebilmek için, Ahmed bin Hanbel´in arabuluculuk yapmasını istedi. Hattâ Halîfe Me´mûn onun hakkında; "Bişr-i Hâfî´den başka bu diyarda (Bağdât´ta) kendisinden hayâ edilip çekinilecek bir kimse kalmadı." demişti.

Dînî ilimlerde yüksek bir âlim, tasavvufta yüksek bir velî olan Bişr-i Hâfî, zamânının tıb bilgilerinde de söz sâhibi idi.

Seyyid Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Anadolu velîlerinden ve Hazret-i Hüseyin´in torunlarından olup, seyyiddir. İlim öğrenme arzusunun fazlalığından dolayı Belh´e giderek Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled hazretlerine talebe oldu. On iki yıl hocasının hizmetinde bulundu. Bu zaman zarfında bütün ilimleri öğrendi ve mânevî yüksek derecelere kavuştu. Hocası, oğlu Mevlânâ Celâled- dîn´in terbiyesini ona havâle etti. Seyyid Burhâneddîn, Mevlânâ´nın lalası ve atabeği olmakla meşhûr oldu. Daha sonra Allahü teâlânın aşkı ile uzun süre dağlarda tek başına yaşadı. Nefsinin istek ve arzularını yap- mamakla çok riyâzet çekti. On iki günde bir yemek yerdi. Bir gün seher vakti gayb âleminden; "Bugünden îtibâren riyâzeti bırak." diyen bir ses geldi. Bunun üzerine Seyyid Burhâneddîn; "Peygamber efendimizi bütün insanlara gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, cenâb-ı Hakk´ın ce- mâlinin tecellîleri ile şereflenmeden mücâhedeyi bırakmam." dedi. Alla- hü teâlâdan bütün isteklerine kavuştu. Bu sırada Sultân-ül-Ulemâ Behâ- eddîn Veled, âilesiyle birlikte Anadolu´ya göç etti. Riyâzetini tamamlayıp, hocasını ziyâret için Belh´e geldiğinde, onun Anadolu´ya hicret ettiğini öğrenince Tirmiz´e yerleşti.

Seyyid Burhâneddîn bir gün Tirmiz´de âlimler ile oturmuş sohbet ediyordu. Birden; "Eyvâh! Üstâdım gitti. Âlimlerin sultanı efendim vefât etti. Bizi terkederek bekâ âlemine göç eyledi." diyerek ağlamaya başladı. Hâlbuki, hocasının bulunduğu yer ile kendisi arasında binlerce kilometrelik mesâfe vardı. Hocasının vefât ettiğini kalp gözüyle anlamıştı. Hocasının vefâtından sonra, günlerini gâyet mahzûn ve dertli olarak geçirdi. Bir gece rüyâsında hocasını gördü. Hocası ona; "Burhâneddîn! Benim Celâleddîn Muhammed´imi nasıl yalnız bıraktın? Bu hâl, lalalık ve atabeklik vazîfene yakışmaz." buyurdu. O da bu işâret üzerine; "Hocamın oğlu Celâleddîn Muhammed yalnız kalmıştır ve beni beklemektedir. Anadolu diyârına gitmek, onun hizmetinde bulunmak ve hocamın bana bıraktığı bu ilmi ona teslim etmek bizzat bana farz olmuştur." diyerek yola çıktı. Tirmiz´deki âlimler bu büyük velînin gitmesine çok üzüldüler. Bir sene yolculuktan sonra Konya´ya gelebildi.

Mevlânâ da, babasının vefâtından dolayı fevkalâde hüzünlü ve kederli olduğundan hem biraz teselli bulmak ve hem de ilim tahsîlini devâm ettirebilmek niyetiyle Karaman´a kayınpederinin yanına gitmişti. Mevlâ- nâ´nın ilim öğrenmek husûsunda pek gayretli olduğunu, daha çocuk iken büyük bir âlim ve velî olacağını anlayan Seyyid Burhâneddîn, mübârek hocasının emri olduğu için, onunla berâber olmayı arzu edi­yordu. Mev- lânâ´nın; ilim, irfân ve velîlik yolunda yükselip yetişmesi için, Karaman´a mektup yazarak Konya´ya gelmesini istedi. Mevlânâ mektubu alınca, merhum babasının bu çok kıymetli talebesinin kendisiyle meşgûl olmak, kendisini yetiştirmek üzere Konya´da bulunmasına pek fazla sevinip der- hâl yola çıktı. Konya´ya geldi. Hemen Seyyid Burhâneddîn´i ziyâret etti. Birbirleriyle kucaklaştılar. Sonra Mevlânâ Celâleddîn, lalası Seyyid Bur- hâneddîn´in sorduğu bütün sorulara cevap verdi. Seyyid Burhâneddîn ona birçok iltifatta bulunduktan sonra; "Din ve dünyâ ilimlerinde bir hayli ilerlemişsin. Fakat baban hem dünyâ hem de âhiret ilimlerini tamamladı. Bundan sonra senin de tasavvuf ilmini öğrenmeni istiyorum. Bu, pey- gamberlerin ve velîlerin ilmidir. Bu ilmi babandan öğrendim. Sen de benden al da babanın hakîkî vârisi ol!" buyurdu.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî büyük bir aşk ve şevk ile bu yüksek zâtın derslerine devâm etti. Seyyid Burhâneddîn hazretleri, hem mübârek hocasının yâdigârı ve hem de ilim öğrenmekteki gayret ve istîdâdı pekçok olan bu kıymetli talebesinin mânevî terbiye ile yetişmesi için çok gayret gösterdi. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî tahsîlini tamamlayıp, zâhirî ve bâtınî ilimlerde kemâle geldikten ve maddî mânevî olgunluklara, tasavvufta çok yüksek derecelere kavuştuktan sonra, Burhâneddîn Muhakkık Konya´dan ayrılıp Kayseri´ye gitmeye karar verince, Mevlânâ, ayrılığa tahammül edemeyeceğini bildirerek, gitmemesi için çok ısrâr etti. Fakat Seyyid hazretleri bunda kararlı idi. Mevlânâ, bu kadar ısrârına sebebin ne olduğunu suâl edince; "Öyle anlıyorum ki, yakında buraya Şems-i Tebrizî gelecek. Senin bundan sonraki yükselmen, onun vâsıtasıyla olacak. Sen artık ona havâle olundun. Onun şefkat kanatları altında aşamadığın engelleri aşar, daha yüksek mânevî hâllere kavuşursun. O seni, tasavvufun en mahrem noktalarına çeker. Sen de ona aynı âlemi anlatırsın. Bu şekilde birbirinizi tamamlar ve yeryüzünün en büyük iki dostu olursunuz. Ben de Kayseri´ye gidip, ömrümün sonlarını orada geçiririm." buyurdu. Mevlânâ, Kayseri´ye gitmeye kesin kararlı olan hocasını, hürmet ve edeple uğurladı. Daha sonraki senelerde onu ziyâreti terk etmedi.

Şeyh Selâhaddîn ismindeki bir zât da, Seyyid hazretlerinin önde gelen talebelerinden idi. Seyyid Burhâneddîn; "Hâlimi Selâhaddîn´e, kâlimi yâni sözümü de Mevlânâ´ya verdim." buyurmuştur.

İmâm-ı Busayrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; İslâm âlimlerinin meşhûrlarından ve büyük velîlerdendir.

Sevgili Peygamberimizin üstünlüğünü anlatan, O´nu öven en kıymetli kasîdesi, Kasîde-i Bürde´dir. İmâm-ı Busayrî bu kasîdesini yazdıktan sonra, daha çok meşhûr olup, bütün âlimlerin ve evliyânın sevgisine, iltifâtına kavuşmuştur. Bu kasîdenin yazılmasına sebeb olan hâdise şöyle anlatılmaktadır:

"İmâm-ı Busayrî hazretlerine, ömrünün sonuna doğru felç hastalığı geldiğinden, bedeninin yarısı hareketsiz kaldı. Allahü teâlâya, hastalığına şifâ vermesi için Resûlullah´ı vesîle edip çok duâ eyledi. İnsanların en üstünü olan Peygamberimizi öven meşhûr kasîdesini hazırladı. Rüyâda Resûl-i ekreme okudu, çok beğendiler, hoşlarına gitti. Üzerlerinde bulunan mübârek hırkasını çıkarıp, İmâm-ı Busayrî´ye giydirdiler. Bedeninin felçli yerlerini mübârek eli ile sığadılar. Uyanınca, vücûdu sıhhate kavuşmuş idi. Ayrıca Peygamber efendimizin rüyâda giydirdiği hırka-i seâdet de üzerinde idi. Bunun için bu kasîdeye Kasîde-i Bürde denildi. Bürde; hırka, palto demektir. İmâm-ı Busayrî sevinerek sabah namazına giderken, yolda, Allahü teâlânın sevgili kullarından evliyâ bir zâta rastladı. O evliyâ zât, İmâma; "Ey Busayrî, kasîdeni dinlemek isterim." dedi. "Benim kasîdelerim çoktur. Hepsini herkes bilir." dedi. O zât; "Kimsenin bilmediği, bu gece Resûlullah´a okuduğunu istiyorum." deyince, bunu hiç kimseye söylemedim. Nereden anladın?" dedi. O zât da, İmâmın rüyâsını, olduğu gibi haber verdi.

O zamanın vezîri Behâeddîn bu kasîdeyi işitince, hepsini okutup saygı ile ayakta dinledi. Hastalara okununca iyi oldukları, okunan yerlerin derdlerden, belâlardan emin oldukları görüldü. Faydalanmak için inanmak ve hâlis niyetle okumak lâzımdır.

Kasîde-i Bürde, on kısımdır:

Birinci kısım, Resûlullah´a olan sevginin kıymetini bildirmektedir.

İkinci kısım, insanın nefsinin kötülüğünü anlatmaktadır.

Üçüncü kısım, Resûlullah´ı övmektedir.

Dördüncü kısım, Resûlullah´ın dünyâyı teşrîfini anlatmaktadır.

Beşinci kısım, Resûlullah´ın duâlarının hemen kabûl olduğunu bildirmektedir.

Altıncı kısım, bu kısımda Kur´ân-ı kerîm övülmektedir.

Yedinci kısım, Resûlullah´ın mîrâcındaki incelikleri bildirmektedir.

Sekizinci kısım, Resûlullah´ın cihâdlarını anlatmaktadır.

Dokuzuncu kısım, Allahü teâlâdan af ve magfiret ve Resûlullah´tan şefâat istemektedir.

Onuncu kısım, Resûlullah´ın derecesinin yüksekliğini bildirmektedir.

Bu kasîdeye, El-Kevâkib-üd-Düriyye fî Medh-i Hayr-ül-Beriyye ismi verilmesine rağmen manzûme, Kasîde-i Bürde ismiyle meşhûr olmuştur. Çeşitli dillerde doksandan fazla şerhleri olan Kasîde-i Bürde´ye, Kasîde-i Bür´e (Şifâ kasîdesi) diyenler de olmuştur. Eshâb-ı kirâmdan Ka´b bin Züheyr´in (r.anh) yazdığı ve Peygamber efendimize okuduğu Bâned Suâd (Sevgili uzaklaştı) diye başlayan kasîdeye de Kasîde-i Bürde denilmiştir.

Câfer-i Huldî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Bağdât´ın büyük velîlerindendir. Haram ve şüpheli şeylerden çok sakınır, dünyâya meyletmezdi. Hasır dokuyarak geçimini temin ederdi. Tasavvuf büyükleri arasında zamânın en önde gelenlerinden (en büyüklerinden) olup, kerâmetler ve fazîletler sâhibi, emîn, sâdık ve sika, güvenilir bir zât idi. Tasavvufun inceliklerini ve bu yolun büyüklerinin hayat ve menkıbelerini çok iyi bilirdi. Bu yolun büyüklerinden bir çoğunu hâfızasında tutar; "Yanımda, tasavvufu ve tasavvuf büyüklerini anlatan yüz otuz tane kitap var." buyururdu. Diğer bütün ilimlerde de söz sâhibi olup, ince hakîkatlere vâkıf idi. Çok ibâdet ederdi. Altmış defâ hacca gittiği rivâyet edilmektedir.

Câfer-i Huldî, hâlini gizler, husûsî hâllerini, başkalarına nisbet ederek, menkıbe şeklinde herhangi bir zâtın başından geçmiş bir hâdise gibi anlatırdı

Câfer-i Huldî kendisine sorulan suâllere, velîlere has bir üslûb ile, çok güzel cevap veren, derecesi yüksek bir zât, iyilikler ve fazîletler kaynağı idi.

Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) İslâm âlimlerinin gözbebeklerinden olup, seyyid ve oniki imâmın altıncısıdır.

Eshâb-ı kirâmı görmekle şereflenen Tâbiîn devrinin yükseklerinden evliyânın büyüklerinden ve tasavvufda büyük rehberlerden olup kendilerine silsile-i aliyye denilen Nakşibendiyye yolu âlimlerinin dördüncüsüdür.

İmâmlığı, yâni tasavvufta, Kur´ân-ı kerîmin mânevî hükümlerini kalb- lere yerleştirme vazîfesi, feyz vermesi otuz dört sene sürmüştür.

Câfer-i Sâdık hazretleri, temiz ve yüksek bir neseb ve soya sâhip olduğu gibi, güzel yüzlü ve tatlı dilliydi. Bedeni sanki nûr saçıyordu. Yüzünün renginde beyaz ve kırmızı karışmış olup, tatlı bir çehresi vardı. Kuvvetli ve orta boylu idi. Kısa ve şişman değildi, saçı kumrala yakındı. Hazret-i Ali´ye çok benzerdi. On evlâdı olup, yedisi erkek, üçü kız idi. Oğulları: Mûsâ Kâzım, İshak, Muhammed, İsmâil, Abdullah, Abbâs ve Ali´dir. Evlâtlarının hepsi zamânının süsü, âlimi ve üstünlerinden olup, evliyânın rehberiydiler. Mûsâ Kâzım, oniki imâmın yedincisidir.

İmâm-ı Câfer, ilmi, oniki imâmdan beşincisi olan babası Muhammed Bâkır´dan öğrendi. İlim ve fazîlette zamânının bir tânesi oldu. Bütün din bilgilerinde olduğu gibi, zamânının bütün fen ilimlerinde de söz sâhibiydi. Yetiştirdiği talebeler, cebir ve kimyâ ilimlerinde çeşitli keşifler yapmışlar, bu ilimlerin temel sistematiğini kurmuşlardır. Fizik ve kimyâ ilimlerinin konusunu teşkil eden madde ve onlar üzerindeki bilgisi, o kadar çoktu ki, bu hususlarda zamânında yaşayan herkese akıl-ilim hocalığı yapardı. Kimyânın babası sayılan Câbir de, Câfer-i Sâdık´ın talebesidir. İmâm-ı Câfer´in en meşhûr talebesi, Hanefî mezhebinin kurucusu ve Ehl-i sünnetin reisi olan İmâm-ı A´zâm Ebû Hanife Nu´man bin Sâbit´tir. İmâm-ı A´zâm, Câfer-i Sâdık´ın derslerine ve sohbetlerine iki sene devâm ederek, o gizli ve âşikâr mârifet kaynağından ilim ve evliyâlık yolunda çok istifâde etti. İmâm-ı A´zâm, onun huzûrunda kavuştuğu yüksek mertebeleri anlatmak için; "O iki sene olmasaydı, Nûman helâk olmuştu." buyur­muştur. İmâm-ı A´zâm bu sözü ile hocası Câfer-i Sâdık hazretlerinin büyüklüğünü, kıymetini, kavuştuğu yüksek dereceleri anlatmak istemiştir.

Kalbi, bütün kötü huylardan temizleyip, Allahü teâlâya kavuşmak için lâzım gelen mârifetleri, ibâdet ve işleri öğreten tasavvuf yollarının çeşitli isimler alması, başka başka olduklarını göstermez. Aynı mürşidin yol göstericinin talebeleri, birbirlerini tanımak ve hocaları, mürşidleri ile öğünmek için bulundukları yola, onların isimlerini vermişlerdir. Hazret-i Ebû Bekir vâsıtası ile gelen yolda zikr-i hafî yâni sessiz zikir yapılmış olup, hazret-i Ali vâsıtası ile gelen yolda da zikr-i cehrî yâni yüksek sesle zikir yapılmıştır. Bütün tasavvuf yolları, İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretlerinde birleşmektedir. İmâm-ı Câfer-i Sâdık, iki yoldan Resûlullah´a bağlıdır. Birisi babalarının yolu olup, hazret-i Ali vâsıtası ile Resûlullah´a bağlıdır. Bu yola vilâyet yolu denir. İkincisi anasının babalarının yolu olup hazret-i Ebû Bekir vâsıtası ile Resûlullah´a bağlanmaktadır. Bu yola da Nübüvvet yolu denir. İmâm-ı Câfer-i Sâdık, hem ana tarafından Ebû Bekr-i Sıddîk soyundan, hem de, onun vâsıtası ile Resûlullah´tan feyiz almış olduğu için; "Ebû Bekr-i Sıddîk, beni iki hayâta kavuşturmuştur." buyurdu. Câfer-i Sâdık hazretleri, Resûlullah´tan gelen Peygamberlik, nübüvvet üstünlüklerine hazret-i Ebû Bekir, Selmân-ı Fârisî ve Kâsım bin Muhammed bin Ebû Bekir silsilesi ile kavuşmuştur. Evliyâlık, vilâyet üstünlüklerine de, hazret-i Ali, hazret-i Hasan ve Hüseyin, Zeynelâbidîn ve babası Muhammed Bâkır yolu ile kavuşmuştur. İmâm-ı Câfer-i Sâdık´ta bulunan bu iki feyiz ve mârifet yolu, birbirleri ile karışmış değildir. İmâm hazretlerinden, Ahrâriyye büyüklerine, hazret-i Ebû Bekir yolu ile, öteki silsilelere ise, hazret-i Ali yolu ile feyz gelmektedir.

İmâm-ı Câfer-i Sâdık´ın ilimde, mârifette, zühd, takvâ, kanâat ve bütün güzel ahlâktaki üstünlüğünü, büyüklüğünü duymayan kalmamıştır. Büyükler gibi çocuklar arasında da meşhûr olmuştur. Hikmetli sözleri ve menkıbeleri ile ibret dolu hayat olayları her yere yayılmış, kitaplara yazılmıştır.

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin asıl adı Muhammed, lakabı Celâleddîn, ünvânı Mevlânâ´dır. Hüdâvendigâr, Sultân-ül-Âşıkîn, Sultân-ül-Mahûbbîn, Molla-yı Rûm ve Molla Hünkâr gibi lakapları da vardır. Babası, Sultân-ül-Ulemâ (Âlimlerin Sultânı) ismiyle meşhûr Muhammed Behâeddîn Veled hazretleridir. Soyu hazret-i Ebû Bekr´e ulaşır. Annesi sâlihâ ve evliyâ bir hanım olan Mü´mine Hâtun, İbrâhim Edhem hazretlerinin neslindendir.

Mevlânâ Celâleddîn, küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Âlim ve evliyâ bir zât olan babasının terbiye ve himâyesinde yetişti. Mânevî olgunluklara kavuştu. Henüz beş yaşında iken kendisinden bir takım hârikulâde ve olağanüstü hâller görüldü. Kirâmen kâtibîn meleklerini görür, evliyânın ruhlarıyla konuşurdu. Melekler ve Allahü teâlânın ricâl-i gayb ismi verilen velî kullarının rûhları kendisini ziyâret ederlerdi. Zâhiren tanımadığı bu kimselerin böyle sık sık görünmelerinden dolayı, mübârek benizleri sararıp solardı. Babası Sultân-ül-Ulemâ, ondaki bu hâlin, meleklerin ve velîlerin oğlunu ziyâreti sebebiyle olduğunu bildiği için memnûn kalırdı. Ancak, aklına bir noksanlık gelmesin diye, talebelerinden birkaçını oğluyla meşgûl olmaları için vazîfelendirip; "Oğlum Muhammed´e görünenler, Allahü teâlânın çok sevdiği velî kullarıdır. Şefkat ve merhâmetleri sebebiyle oğluma görünüp, onunla sohbet ediyorlar. Kendi hâllerini ona öğretiyorlar, melekler âlemini gezdirip gösteriyorlar. Her ne kadar bunlar iyi şeyler ise de, o daha küçüktür. Kendisini zaptedemeyip, aklına bir ârıza gelmesinden korkarım. Bunun için sizler, onun heyecanlanmasına engel olun." derdi.

Sultân-ul-Ulemâ hazretlerinin talebelerinden Bedreddîn anlatır: "Hocam Muhammed Behâeddîn Veled´in mübârek el yazısı ile yazılmış bir sayfada şu notları gördüm: "Belh´te, oğlum Celâleddîn Muhammed beş yaşında iken, Cumâ günleri bizim evlerin damları üzerinde dolaşır, dâimâ Kur´ân-ı kerîm okurdu. Belh´in büyüklerinin oğulları da, her Cumâ hazır bulunur, onunla sohbet ve ülfet ederlerdi. Namaz vaktine kadar onun yanında kalırlardı. Bir gün onların arasında bir çocuk, ötekine; "Gel bu damdan öteki dama atlayalım." deyip, bunun için de bahse tutuşuyorlar. Oğlum onlara gülümseyerek; "Ey kardeşler! Bu türlü hareketi, kedi, köpek ve diğer canlılar da yapar. Allahü teâlânın şerefli kulu olan insana, hiç böyle şeylerle uğraşması yakışır mı? Eğer rûhânî kuvvetiniz ve candan isteğiniz varsa, geliniz göklere uçalım, Melekût âleminin konaklarını dolaşalım." diye cevap verir. Hemen o anda gökyüzüne doğru uçarak, o topluluğun gözünden kaybolmaya başlar. Çocuklar bu hâl karşısında feryâd edip çığlık koparırlar. Nihâyet herkesle birlikte ben de bu hâdiseyi işittim. Çocukların yanına gittim. Biraz sonra Celâleddîn´in rengi uçmuş, mübârek vücûdunda da bir değişme olduğu hâlde tekrar dönüp geldi. Bütün çocuklar, Celâleddîn´e sarılıp tebrik ettiler. Oğlum onlara dönüp; "Sizinle konuştuğum anda yeşiller giymiş, bâzı kimseler beni aranızdan aldı. Gökyüzünün tabakalarında dolaştırdı, melekler âleminin görülmemiş şeylerini bana gösterdiler. Sizin çığlığınız kulaklarıma gelince, tekrar beni buraya getirdiler. Eğer sizin üzüntünüz ve babamın bana olan şefkat ve muhabbeti olmasa idi, bu alçak âleme geri dönmezdim." dedi.

Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled hazretleri mübârek oğlu Mevlânâ Celâleddîn´in terbiyesiyle meşgul iken, Belh civârındaki bâzı hasetçiler onun hizmetlerini çekemeyip sultâna şikâyet ettiler. O da kimseye zarar dokunmasın diye bir takım yakınlarıyla birlikte Belh´ten ayrılıp Nişâbur´a gitti. Nişâbur´a geldiklerinde evliyânın büyüklerinden Ferîdüddîn-i Attâr hazretleri kendilerini karşıladı. Onlara izzet ve ikrâmlarda bulundu. O sırada küçük yaşlarda bulunan Mevlânâ Celâleddîn bir rüyâ gördü. Rüyâsında nûr yüzlü bir pîr, kendisine altı dallı bir gül fidanı verdi. Mevlânâ Celâleddîn rüyâsını babasına anlattığında o; "Altı dallı gül, senin altı ciltlik bir kitap yazacağına işârettir." buyurdu. O anda orada hazır bulunan Ferîdüddîn-i Attâr da; "Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile meşgûl olursunuz." diyerek; Mantık-ut-Tayr isimli kitabı Celâleddîn´e hediye etti. Meğer rüyâda görülen ve kendisine gül veren kimse, Ferîdüd- dîn hazretleri imiş.

Ferîdüddîn Attâr hazretleri, Mevlânâ Celâleddîn´de ilâhî nûrlar ve fıtrî, yaratılıştan gelen bir takım kâbiliyetleri görmüş ve ona dua etmişti.

Bir müddet Nişâbur´da kalan Behâeddîn Veled hazretleri ve Mevlânâ Celâleddîn, daha sonra yakınlarıyla birlikte Bağdât´a gelip Mustansıriyye Medresesine yerleştiler. Sultân-ül-Ulemâ burada oğlu Mevlânâ Celâled- dîn´in ve talebelerinin terbiyesiyle meşgul oldu. Behâeddîn Veled hazret- leri bâzı gecelerde oğlu Mevlânâ Celâleddîn´den su isterdi. Mevlânâ Ce- lâleddîn de yatağından kalkar su aramaya giderdi. Geceleyin medre- senin kapısına gelince kilitli kapı kendiliğinden açılır, Mevlânâ Celâleddîn de Dicle´den kabına suyu doldurur, babasının odasına getirirdi. Medre- seye gelişinde kapı kendiliğinden kapanır kilitlenirdi. Bir defâsında kapıcı bu hâdiseye vâkıf oldu. Bâzı kimselere de söyledi. Mevlânâ´nın babası bunu duyunca, o kapıcıyı çağırıp; "Bu hâli kimseye açma, yoksa helâk olursun." buyurdu. Bunun üzerine kapıcı Mevlânâ Celâleddîn´in kerâme- tini gizleyeceğine söz verip Sultân-ül-Ulemâ´nın ta­lebeleri arasına katıldı.

Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled hazretleri daha sonra Bağdât´tan, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye geldiler. Hac ve Peygamber efendimizin kabr-i şerîflerini ziyâretten sonra Şam´a ve Erzincan´a, oradan da Lârende´ye (Karaman´a) gelip yerleştiler. Sultân-ül-Ulemâ, Lârende´de (Karaman´da) Emîr Mûsâ´nın kendisi için yaptırdığı medresede, başta oğlu Mevlânâ olmak üzere yedi sene kadar talebe okuttu. Yüzlercesine icâzet (diploma) verdi. Şöhreti her tarafa yayıldı.

Mevlânâ Celâleddîn, din ve fen ilimlerinde yetişip bülûğ, evlenme çağına erince, babası onu Hoca Şerâfeddîn Lâlâ Semerkandî´nin kızı Gevher Hâtunla evlendirdi. Mevlânâ Celâleddîn´in bu evliliğinden oğlu Sultan Veled dünyâya geldi. Daha sonra Mevlânâ´nın annesi Mü´mine Hâtun ve ağabeyi Muhammed Alâeddîn, Lârende´de vefât ettiler.

Bu sıralarda Mevlânâ Celâleddîn´in babası Sultân-ül-Ulemâ´nın ismi Selçuklu Devletinin her köşesinde duyulmuştu. Konya´da oturan Sultan Alâeddîn Keykûbâd onu Konya´ya dâvet etti. Bu dâvet üzerine Behâed- dîn Veled hazretleri Lârende´den ayrılıp Konya´ya yerleşmek üzere yola çıktı. Kervan Konya´ya yaklaştığında sultan onu büyük bir hürmet ile kar- şıladı. Atının dizginlerinden tuttu. Saygı ve sevgi ile ellerinden öptü. Atın dizginleri sultanın elinde olduğu hâlde şehre girdiler. Behâeddîn Veled ve yanındakiler, Konya´da Altun Han Medresesine yerleştirildiler.

Mevlânâ Celâleddîn burada da tahsîline devâm etti. Konya´da iki seneyi doldurdukları sıralarda babası Sultân-ül-Ulemâ Hakk´ın rahmetine kavuştu. Babasının vefâtından sonra Mevlânâ Celâleddîn; babasının halîfesi, vekîli Seyyid Burhâneddîn Tirmizî´nin ders halkasına girdi. Dokuz sene kadar husûsî ve umûmî sohbetleriyle iyice yetişip olgunlaştı.

Mevlânâ Celâleddîn´in çocukluk yıllarında, terbiyesiyle meşgul olan ve kendisini çeşitli ilimlerde yetiştiren Seyyid Burhâneddîn Tirmizî hazretleri, babası Sultân-ül-Ulemâ´nın ileri gelen talebesiydi. Tirmiz şehrinde yaşardı. Bir gün talebeleriyle sohbet ederken birden; "Eyvah! Eyvah! Hocam Sultân-ül-Ulemâ vefât etti. Haydi namazını kılalım." diyerek, talebeleriyle gıyâben hocasının cenâze namazını kıldılar. Ondan sonraki gecelerden birinde, rüyâsında hocasını gördü. Hocası Sultân-ül-Ulemâ; "Burhâneddîn! Oğlum Celâleddîn Muhammed´e ilim öğretmeye devâm et!" emri üzerine yollara düştü. Konya´ya geldi. Bu sırada Mevlânâ, Lârende´de bulunan kayınpederinin yanına gitmişti. Hocasının Konya´ya geldiğini duyunca, derhal döndü ve tahsîline devâm etmeye başladı. Seyyid Burhâneddîn, zâhirî ilimlerde kemâl derecesine yükselen Mevlâ- nâ´yı mârifet, Allahü teâlâyı tanıma ilminde de en yüksek seviyeye çı- karmak için Mevlânâ Celâleddîn´e riyâzet, nefsin isteklerini yapmama ve mücâhede, nefsin istemediği ve ona zor gelen şeyleri yaptırmaya başla- dı. Bir müddet sonra Halep ve Şam´a gidip, oradaki âlimlerden de ilim öğrenmesi gerektiğini Mevlânâ´ya anlattı. Böylece onu Halep ve Şam´a gönderdi. Kendisi de Kayseri´ye gitti.

Seyyid Burhâneddîn hazretleri, Mevlânâ´nın dört senelik Halep ve Şam tahsîlinde bir hayli ilerlemiş olduğunu gördü. Tasavvuf yolunda riyâzete ve mücâhedeye devâm ettirdi. Mübah olanları azaltıp, zarûret mikdârı kullanırdı. Ona; "Karnınız aç olsun. Bunun için de çok oruç tutunuz. Çünkü oruç, hikmet hazînelerinin anahtarıdır. Oruç tutmak; kalp gözünün açılmasına, kalbin rikkate gelmesine sebeb olur." buyurdu. Mevlâ- nâ hazretlerinin, on beş gün ağzına hiç lokma koymadığı zamanlar olur- du. Nefsinin istediklerini yapmamak için kapıda köpekler için hazırlanan yemek artıklarının yanına gider, nefsine; "Ey nefs! Bana istediklerini yap- tırıp, rûhumu emrin altına almak mı istiyorsun? Arzunun yerine gelmesini istiyorsan, önce yemek artıklarını yemen lâzım! Ya ye veya beni bu hâlimle kabûl et!" diyerek nefsiyle mücâdele ederdi. Böylece nefsinin isteklerini hiç yapmaz, onu rûhuna köle ederdi ve bu halde aylar birbiri ardından geçer giderdi.

Mevlânâ hazretlerinin iyice olgunlaştığını anlayan Seyyid Burhâned- dîn hazretleri ona; "Evlâdım! Şimdiye kadar bildiğim ne varsa hepsini sana öğrettim. Bundan sonra senin daha da olgunlaşman, pek büyük mertebelere kavuşman, Tebrizli Şems´in (Şems-i Tebrîzî´nin) gelmesine bağlıdır. Onun şefkat kanatları altında aşamadığın engelleri aşar, mâne- vî hâllere kavuşursun. O, seni tasavvufun en mahrem nokta­larına çeker, sen de ona, aynı âlemi anlatırsın. Bu şekilde birbirinizi tamamlar ve yer- yüzünün en büyük iki dostu olursunuz. Bense Kayseri´ye gidip ömrümün sonlarını orada geçiririm." buyurdu. Mevlânâ hazretleri hocasına, Kay- seri´ye gitmeyip berâber kalmaları için çok ısrâr ettiyse de kabûl ettire- medi. Mevlânâ, Seyyid Burhâneddîn hazretlerini Kayseri´ye uğurladı. Kayseri´de bir müddet yaşayan Seyyid hazretleri, bir gün abdestini alıp hizmetçisine; "Git kapıyı kapa ve dışarıda, Seyyid Burhâneddîn vefât etti, diye bağır." buyurdu. Hizmetçi dışarı çıkınca, Seyyid hazretleri secdeye kapanarak; "Yâ Rabbî! Seni ve Resûlünü çok seviyorum. Sana kavuş- mak arzum son haddine ulaştı. Beni bu sevgime ve arzuma bağışla. Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah." dedi ve rûhunu teslim etti. Hiz- metçinin haberi üzerine Kayseri bir anda anababa gününe döndü. Mev- lânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine haber salındı. Cenâze hazırlıkları yapılıp kefenlendi. Namazı kılınıp, defn işleri halledildi. Mevlânâ hazret- leri haberi işitince Kayseri´ye geldi. Hocasının kabri başında Kur´ân-ı ke- rîm okuyarak mübârek rûhuna bağışladı. Seyyid hazretlerinin kitaplarını Mevlânâ´ya teslim ettiler. Bu kitaplar arasında Şems-i Tebrîzî´nin hazır- ladığı meşhûr Makâlât isimli eser de vardı.

Mevlânâ hazretleri o sıralarda Konya´ya yerleşmiş bulunan zamânın en büyük kelâm ve tasavvuf âlimlerinden olan Sadreddîn-i Konevî hazretlerinden de ilim öğrendi. Onun feyz ve teveccühlerine kavuştu. Mânevî yolda yüksek derecelere ulaştı.

Hocası Sadreddîn-i Konevî hazretleri anlatır: "Rüyâmda Fahr-i kâinât efendimizi gördüm. Yanlarında Eshâb-ı kirâm ile medreseyi teşrîf etmişlerdi. Sofanın ortasına oturdular. Bu sırada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de oraya gelip uygun bir yere oturdu. Peygamber efendimiz Mevlânâ´ya çok iltifât ettiler ve hazret-i Ebû Bekr´e dönerek; "Yâ Ebâ Bekr! Ben Celâ- leddîn ile diğer peygamberlerin arasında öğünürüm. Çünkü onun öğren- diği ilim, işlediği amelin feyz ve nûru ile ümmetimin gözleri aydın olur. O benim oğlumdur." buyurdular. Mevlânâ´yı sağ tarafına oturttular. Pey- gamber efendimiz bu rüyâ ile, talebelerimden Mevlânâ´nın derecesinin yüksekliğine işâret buyurdular. Bu durumu diğer talebelere hatırını gözetip, ilminin yüksekliğini anlamaları için anlattım."

Bir gün büyük bir ilim meclisi kurulmuş ve Konya´nın büyükleri orada toplanmışlardı. Sadreddîn-i Konevî de orada bir seccâde üzerinde oturuyordu. Mevlânâ içeri girince seccâdeye oturmasını teklif etti. Bunun üzerine Mevlânâ; "Terbiyesizlik edip sizin seccâdenize oturursam, kıyâmette bunun hesâbını nasıl verebilirim?" deyince, Sadreddîn hazretleri; "Senin oturmakta fayda görmediğin seccâde bize de yaramaz." buyurup, seccâdeyi oradan kaldırdı.

Mevlânâ Celâleddîn hazretlerinin hocalarından biri de Şems-i Tebrî- zî´dir. Şems-i Tebrîzî, Tebriz şehrinde Ebû Bekr-i Tebrîzî´nin talebesi idi. Şems-i Tebrîzî evliyâlıkta yüksek makamlara ve derecelere yükseldi. Lâ- kin daha yüksek mânevî makamlara kavuşmak istiyordu. Şems-i Tebrîzî seyahat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulabilmek i- çin duâ ederdi. Israrla yaptığı bu duâların netîcesi olarak rüyâsında, Konya´da bulunan Celâleddîn-i Rûmî´ye gidip onun yetişmesinde yar- dımcı olması îcâbettiği bildirildi. Şems-i Tebrîzî, Allahü teâlâya şükrederek; "Böyle dosta canım fedâ olsun." dedi. Konya´ya gelip, Şekerciler Hanına indi. Günlerini orada geçirirken, bir gün kapıda oturmuş, Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ediyordu. O sırada Mevlânâ hazretleri talebeleriyle oradan geçerken, kapı önünde tefekkür hâlinde duran, kıyâfetinden yabancı olduğu anlaşılan Şems-i Tebrîzî hazretlerine baktı, ona selâm verdi ve yoluna devâm etti. Kendi kendisine de; "Bu yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nûrlu bir yüzü var." diye düşünürken, âniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Mevlânâ hazretleri, atı durduran elin sâhibinin o yabancı olduğunu görünce; "Buyurunuz! Bir arzunuz mu var?" dedi. O kimse; "İsminizi öğrenmek istiyorum?" deyince, o da; "Celâleddîn Mu- hammed." diye cevap verdi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî; "Bir suâlim var. Acabâ Muhammed aleyhisselâm mı, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür?" diye sordu. Böyle bir soruyu ilk defâ duyan Mevlânâ hazretleri; "Elbette ki Muhammed aleyhisselâm efendimiz büyüktür. Bütün mahlûkât ve Bâyezîd, O´nun hürmetine yaratıldı." buyurdu. Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî; "Peki Muhammed aleyhisselâm; "Biz seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî!" dediği hâlde, niçin Bâyezîd-i Bistâmî; "Süb- hânî." "Benim şânım ne yücedir." diye söyledi. Bunun hikmetini söyler misiniz?" diyerek tekrar sordu. Mevlânâ hazretleri buna da şöyle cevap verdi: "Peygamber efendimizin mübârek kalbi öyle bir deryâ idi ki, ona ne kadar mârifet, aşk-ı ilâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlânın sevgisi dolsa onu içine alır, onu kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip; "Yâ Rabbî! Verdiğin bu nîmetleri daha da artır." derdi. Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî´nin kalbi, o kadar geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül edemeyerek tecellî ile dolup taşardı". Bu îzâhata hayrân kalan Şems-i Tebrîzî; "Allah!" diyerek yere yığıldı. Bayılmıştı. Mevlânâ hazret­leri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî´yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta o kadar ısınmıştı, kalbinde o kadar muhabbet hâsıl olmuştu ki, ayılınca büyük bir hürmet ve edeple evine götürdü. Bu zâtın, ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin geleceğini söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince; "Ey Muhterem efendim! Gerçi evimiz size lâyık değil ise de, zât-ı âlînize sâdık bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır." diyerek hizmetine koşmaya başladı.

Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinliyordu. Ondan hiç ayrılmıyor, talebelerine ders vermeye, insanlara câmide vâz ü nasîhate gitmiyordu. Yanlarına da, hizmetlerini görmek üzere, büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi. Her gün Şems-i Teb- rîzî ile sohbet ederler, Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde tefekkürde bulunurlar, namaz kılarlar, cenâb-ı Hakkı zikrederek muhabbetlerini tâ- zelerlerdi.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, olgun, âlim ve velî bir müslüman idi. Onun çeşitli din, mezheb, meşreb sâhibi kimseleri kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, İslâm dîninin emrettiği güzel ahlâkından bâzı nümûnelerdir. Onda, bunlardan başka İslâm ahlâkının diğer hususları da kemâl derecede mevcuttu. Bunların hepsini saymak, İslâmiyeti tamam olarak anla­mak ve anlatmakla mümkün olur. Hazret-i Mevlânâ´yı yalnız bir mütefekkir, şâir gibi düşünmek ve o şekilde anlamaya çalışmak, aslı bırakıp, herhangi bir özelliği içinde sıkışıp kalmaya benzer. Bu ise, en azından Mevlânâ´yı çok eksik ve yarım anlamaya, hattâ hiç anlamamaya sebeb olabilir. Nitekim hazret-i Mevlânâ´yı, sözlerini, yolunu anlamanın anahtarını, kendisi bir rubâisinde şöyle dile getirmektedir:



Ben sağ olduğum müddetçe Kur´ân´ın kölesiyim.

Ben Muhammed Muhtâr´ın yolunun tozuyum.

Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse,

Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de bîzârım.



Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri tasavvuf deryâsına dalmış bir Hak âşığıdır. İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasîhatları bu deryâdan saçılan hikmet damlalarıdır. O, bir tarîkat kurucusu değildir. Yeni usûller ve ibâdet şekilleri ihdâs etmemiştir. Ney, rebap, tambur gibi çeşitli çalgı âletleri çalınarak yapılan törenler ve âyinler, ilk defâ on beşinci asırda ortaya çıkmıştır. İlk mevlevî bestelerinin bestelenmesi de aynı zamâna rastlar. Bu târih, Mevlânâ hazretlerinin yaşadığı devirden 3-4 asır sonradır. Onun Mesnevî´sinde geçen "ney" kelimesi, bâzı kimseler tarafından çalgı âleti olan ney şeklinde düşünülüp anlaşıldığı için, yanlış olarak, kendisinin ney çalıp dinlediği sanılmıştır.

Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, evliyânın büyüklerinden olan Celâ- leddîn-i Rûmî (kuddise sirruh) ney ve başka hiç bir çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks etmedi. Yâni dans etmedi. Mesnevî´de yirmi dört bin, Dîvân´da kırk sekiz bin beyit bulunmaktadır. Celâleddîn-i Rûmî hazretleri Mesnevî´sini nazım şeklinde yazarak, düşmanların değiştirmesine imkân bırakmamıştır. Mesnevî´sinden başka; Dîvân-ı Kebîr, Fîhi Mâfih, Mektû- bât, Mecâlis-i Seb´a gibi kıymetli eserleri de vardır. Mesnevî´sine her memlekette, birçok dillerde şerhler, açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan pek kıymetlisi ve lezzetlisi, Mevlânâ Câmî´nin kitabı, bunu da birçok kim- se ayrıca şerh etmiştir. Bunların içinde de, Süleymân Neş´et Efendinin şerhinden elli altı sahifesi, yalnız dört beytin şerhi olup, Sultan Abdül- mecîd Han zamânında, H.1263´ de Matba´a-i Âmire´de tab edilmiştir. Bu kitapta, Mevlânâ Câmî (kuddise sirruh) buyuruyor ki: "Mesnevî´nin birinci beytinde [Dinle neyden, nasıl anlatıyor, ayrılıklardan şikâyet ediyor] ney, İslâm dîninde yetişen kâmil, yüksek insan demektir. Bunlar kendilerini ve her şeyi unutmuştur. Zihinleri her an, Allahü teâlânın rızâsını aramakta- dır. Ney, Fârisî dilinde, yok demektir. Bunlar da, kendi varlıklarından yok olmuştur. Ney denilen çalgı, içi boş bir çubuk olup, bundan çıkan her ses, onu çalan kimseden hâsıl olmaktadır. O büyükler de, kendi varlıkla- rından boşalıp, kendilerinden, Allahü teâlânın ahlâkı, sıfatları ve kemâlâtı zâhir olmaktadır. Neyin üçüncü mânâsı, kamış kalem demektir ki, bun- dan da, insan-ı kâmil kasdedilmektedir. Kalemin hareketi ve yazması kendinden olmadığı gibi, kâmil insanın hareketleri ve sözleri de, hep Allahü teâlânın ilhâmı iledir." Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında Ankara vâlisi olan, Âbidin Paşa, Mesnevî Şerhi´nde, ney´in insan-ı kâmil olduğunu, dokuz türlü isbât etmektedir. Mevlevîlik, sonraları câhillerin e- line düşdüğünden, "ney"i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çal- mağa, dans etmeğe başlamışlar, ibâdete harâm karıştırmışlardır. Dîni- mizin ve Celâleddîn-i Rûmî´nin (kuddise sirruh) beğenmediği bu oyun â- letleri, tekkelerden toplanarak, o tasavvuf üstâdının türbesine konunca, şimdi türbeyi ziyâret edenlerden bir kısmı, bunları, onun kullandığını zannederek aldanmakda ise de, (Mesnevî şerhlerini) okuyarak, o hakîkat güneşini yakından tanıyanlar, elbette aldanmamaktadır.

Ney çalmak, ilâhi okumak, oynamak, zıplamak şöyle dursun, Celâ- leddîn-i Rûmî (kuddise sirruh), yüksek sesle zikr bile yapmazdı. Nitekim Mesnevî´sinde;

Pes zi cân kün, vasl-ı cânânrâ taleb,

Bî leb-ü bî gâm mîgû, nâm-ı Rab!



buyuruyor. Yâni, "O hâlde, sevgiliye kavuşmağı, cân u gönülden iste. Dudağını ve damağını oynatmadan, Rabbin ismini (kalbinden) söyle!" demekdir. Sonradan gelen, Mevlânâ´yı tanımayanlar, ney, saz, def gibi çalgılar çalarak, gazel okuyup dönerek, dans ederek, nefslerini zevklendirmişlerdir. Bu, dînimize uygun olmayan hâllerine ibâdet adını verebilmek ve kendilerini din adamı tanıtabilmek için, Mevlânâ da böyle yapardı. Biz mevleviyiz, onun yolundan gidiyoruz diyerek, asıldan uzaklaşmışlardır.

Anadolu´da yetişen âlimlerden ve evliyâdan olan Cemâl Halîfe (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri, büyük âlim ve büyük velî Cemâleddîn-i Aksarâyî hazretlerinin neslindendir. Aksaray´ın meşhûr ve asil âilelerinden Cemâlîoğulları veya Cemâlî âilesine mensub olan Cemâl Halîfe (Cemâleddîn İshak Karamânî), küçük yaşta ilim tahsîline başladı. İlk tahsîlini Aksaray´da yaptı. Dedelerinden Cemâleddîn Aksarâyî hazretlerinin uzun seneler ilim okuttuğu ve talebe yetiştirdiği Zincirli Medresesinde okudu. Temel ilimleri öğrendikten sonra o devrin önemli ilim ve kültür merkezlerinden olan Konya´ya giderek, Konya Medresele- rinde çeşitli âlimlerden aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti. Meşhûr Osmanlı âlimleri, Kâdızâde, Molla Muslihuddîn Kastalânî ve Kestelli gibi zâtlardan ilim öğrendi. Ayrıca o devrin meşhûr hat yâni güzel yazı üstâdlarından Yâkût-ı Musta´sımî´nin nesih yazısını öğrendi. Hat sanatında kendini yetiştirip devrinin büyük ve meşhur hattatları arasında yer aldı. Fâtih Sultan Mehmed Han ona İbn-i Hâcib´in nahiv ilmiyle ilgili Kâfiye adlı meşhur eserini yazdırdı. Bundan dolayı Cemâl Halîfeye bol ihsânlarda ve iltifatlarda bulundu. Pâdişâhın verdiği hediye para ile Hicâz´a gitti ve Hac ibâdetini yerine getirip sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîflerini ziyâret etti. Bu mübârek yolculuğu sırasında çeşitli İslâm memleketlerinden gelen âlimlerle görüştü, ilmî sohbetlerde bulundu. Pek çok velînin sohbetlerinde bulunup tasavvufa karşı alâka duydu.

Bir ara hacca gitti. Hac dönüşünde bir müddet müderrislik yapıp ilim öğretti. Tasavvufta Halvetiyye yolu büyüklerinden Molla Yahyâ Şirvâ- nî´nin halîfelerinden Habîb Ömer-i Karamânî´ye bağlandı. Zâhirî ilimlerde yüksek dereceye ulaşmış olmasına rağmen, asıl maksada kavuşmanın ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmanın bâtınî, gizli ilimleri öğrenmek ve bu yolda çalışmakla olacağını anlayıp tasavvuf yolunda büyük gayret gösterdi. Hocasının hizmetinde ve sohbetinde bulundu. Çok riyâzet ve mücâhedelerden sonra tasavvuf yolunda velîlik derecesine ulaştı. Hoca- sı Habîb-i Ömer Karamânî ona insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak ve talebe yetiştirmek husûsunda icâzet verdi. Cemâl Halîfe bir müddet memleketi olan Aksaray´da kalıp insanlara hakkı, hakîkatı anlat- tı. Onların dünyâ ve âhirette kurtuluşa ermelerine vesîle oldu.

Cemâl Halîfe, tasavvuf yolunda yükselip hocasından icâzet aldıktan sona Aksaray´dan İstanbul´a geldi. Hemşehrisi ve akrabâsı Sadrâzam Pîrî Mehmed Paşa kendisine bir dergâh yaptırdı. Bu dergâhta talebe yetiştirmekle meşgûl olan Cemâl Halîfe, insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatıp onların saâdete ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaları için gayret etti. Onun vâz ve sohbetlerine uzaktan yakından çok kimse gelerek istifâde etti. Kuvvetli bir hatîb olan Cemâl halîfe konuşmalarıyla müminleri coşturur, onlara mârifet deryâsından inciler dağıtırdı. Vâz esnâsında bâzan coşar ve ağlardı. Ağlamaktan konuşamadığı zamanlar olurdu. Onun bu tesirli sözlerini duyanlar kendilerinden geçer, yaptıklarına pişman olurlardı. Nice günahkâr kimse onun nasihatlarını dinleyerek tövbe etmişti. Onun bu husustaki şöhretini duyup gelen hıristiyanlar vâz ve nasîhatlarını dinleyip müslüman olurlardı.

Çelebi Ferruh (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; On altıncı asır mevlevî büyüğü ve velîlerden olup Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin soyundandır. Neseben hazret-i Ebû Bekr´e dayanır. Küçük yaştan îtibâren babası tarafından din ve fen ilimlerinde mükemmel bir sûrette yetiştirildi. Devrin diğer âlimlerinden de dersler aldı. İcâzet, diploma aldıktan sonra Bursa´da Sultan Murâd Türbesi şeyhliğine getirildi. Yaşayışı güzel, sözü makbul olduğundan kısa zamanda Bursalıların sevgi ve saygısını kazandı. Herkes müşkillerini halletmesi için ona mürâcaat etmeye başladı. Ancak Çelebi Ferruh Efendi bu ve daha başka güzel has- letleri sebebiyle dostlarının sevgi ve muhabbetini kazanırken, pekçok- larının da kötülemesine mâruz kaldı. Hased edenler ve fesadcılar ne ka- dar uğraştılar ise de halletmek çözmek istedikleri işler düğümlendi, dü- ğümlemek istedikleri de çözüldü. Hülâsa maksatlarına kavuşamadılar. Hattâ birçoğu meselenin halli için yine ona başvurmak zorunda kaldı. Böylece ona verilen bu hasletlerin cenâb-ı Hakk´ın ona bir lütfu olduğunu ve bu işte Allahü teâlânın hikmeti bulunduğunu îtirâfa mecbûr kaldılar.

Halktan bâzı kimseler, zaman zaman kendisine bir mesele arz ettiklerinde, aldırıp alâka göstermezler, yâhud onu Allahü teâlâya havâle ederlerdi. Böyle yapmaları, o işin meydana gelmesinin mümkün olmadığına işâret idi. Bu durum bâzılarının "Dinlemeye tenezzül etmiyor." diye sûizan etmelerine sebeb oldu. Bu gibi sözlere üzülen Ferruh Çelebi görevinden ayrılarak Konya´ya geldi. Bu sırada babası ve hocası Hüsrev Çelebi hazretleri de son günlerini yaşamakta idi. Talebelerinin yetiştirilmesini oğlu Çelebi Ferruh´a ısmarladıktan sonra ebedî âleme göçtü.

Çelebi Ferruh hazretleri bundan sonra Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin türbesi yanındaki mevlevîhânede dersler vermeye başladı. Meclisi kısa zamanda âlimlerin, devlet ileri gelenlerinin ve halkın toplandığı bir yer oldu. Onun talebesi olup, türbe civârında bulunup, türbe ve mevlevîhânenin hizmetinde bulunanlar vergilerden muaf tutuldular. Bunlar bir hayli kalabalık olduklarından bâzı kimseler devletten onların da vergilere dâhil edilmesini istediler. Bunun üzerine Mevlânâ hazretlerinin soyundan gelenlere büyük bir hürmet beslediği bilinen İkinci Selîm Han tarafından bir muafnâme gönderilerek tartışmalara son verildi. Bu muafnâme ile Allah adamlarına olan hürmet gözetilmiş, onların varlığı ve onlarla berâberliğin dünyâ ve âhirette rahat ve huzûra vesîle olduğu ifâde edilmiştir. Nitekim vefât etmiş bile olsa evliyâ ile berâberliğin kıy­metini ifâde için bir şâir şiirinde şöyle demiştir:

"Allah adamlarının türbesi, Cennet bahçelerinden bir bahçe gibidir. Onun civârına tatlı bir rahmet rüzgârı eser. Her kim o gülistâna komşuluk yaparsa, iki cihânda sıkıntı ve elemlerden korunmuş olur."

Çelebi Ferruh Efendinin memleket idârecileri ile dostluğu olup onlara dînin ve İslâmiyetin yayılmasını temin maksadıyla gâyet iyi muâmele ederdi. Ekseriyetle memleketin ileri gelenlerinin evlerine gider onlara mânen faydalı olmaya çalışırdı. Ancak hasedciler ve büyükleri çekemeyenler her yerde mevcuttu. Nitekim burada da harekete geçerek şeyhin devlet adamları ile berâber olmasını fırsat bilip hakkında dedikodu yapmaya başladılar. Onların böyle konuşmaları onun kalp aynasına aksedip kendisine mâlum olunca; "Velînin kendi zamânının şartlarını iyi bilmesi lâzımdır." mânâsınca; "Zamânımız hevâ ve hevesine tutulmuş olan has- taların devridir. Bizler ise ruh hastalıklarını tedâvî eden tabipleriz. On- ların yastığının başına kadar gitmekten başka çâre yoktur. Tâ ki Allahü teâlânın emirlerini onlara anlatalım. Bizden öncekiler böyle değildi. Onlar tabibin ayağına gelirlerdi. Fakat şimdi onlar yok. Ebedî âleme göçtüler. Bu bakımdan, zamânın îcâbına göre hareket edilir." buyurarak kötü zanda bulunanlara cevap verdi. Yine buyurmuşlardır ki: "Allahü teâlânın bir topluluğa merhamet ettiğinin alâmetlerinden birisi, onların başına şefkat sâhibi kimseleri tâyin etmesi, iyi kimseleri onlara idâreci yapma- sıdır. Eğer o topluluk bu nîmete şükrederse, onlara yardım eder. Nan- körlük ederlerse, onların işlerini acı yapar."

Çelebi Ferruh hazretleri tabiatı, hâl ve hareketleri hoş, heybetli, görünen ve görünmeyen yükseklikler ve olgunluklar sâhibi bir velî idi. Dünyâ ehli insanların din büyüklerine aşağı nazarla bakıp helâke dûçar olmasınlar, zarar görmesinler diye çok gayret sarfederdi. Avâmın, câhil halkın îtikâdını, inancını bulandırmaktan sakının der ve buna çok riâyet ederdi. Bu sebeple altına eski bir aba, dışına da pek kıymetli elbiseler giyerdi. Etrafı çeşitli nîmetlerle dolu olduğu hâlde günlerinin çoğunu oruçlu geçirirdi. Devamlı seherlerde uyanır, çok ibâdet eder ve Allah korkusundan ağlayarak gözyaşı dökerdi.

Çelebi Halîfe (rahmetullahi teâlâ aleyh) Anadolu´da yetişmiş olan âlim ve velîlerden olup, büyük âlim ve evliyâ Cemâleddîn Aksarâyî hazretlerinin torunlarındandır.

Çelebi Halîfe´nin yetiştirdiği âlim ve velîlerin başında Sünbül Sinan Efendi gelmektedir. Sultan İkinci Bâyezîd Hanın pâdişâhlığı sırasında İstanbul´da büyük bir zelzele olmuş, yüzlerce kişi ölmüş, vebâ salgını baş göstermişti. Çelebi Halîfe´nin büyüklüğünü kabûl eden Sultan İkinci Bâyezîd Han onu sık sık ziyâret ederek, duâsını almaya çalışırdı. Ona ve talebelerine iltifât ve ihsânlarda bulunurdu. Hattâ ilim ve fazîleti ile duâsının kabûl olduğuna inandığı Çelebi Halîfe´yi kırk talebesi ile birlikte Medîne-i münevvereye gönderdi. İstanbul´a isâbet eden, yüzlerce kişinin ölümüne sebeb olan vebâ musîbetinin kalkması için, Peygamber efendimizin kabrini ziyâret edip duâ ile şefâat dilemelerini istedi. Çelebi Halîfe talebeleriyle birlikte hac ibâdetini yerine getirmek ve Peygamber efendimizin kabr-i şerifini ziyâret etmek üzere İstanbul´dan ayrıldılar. Onların yola çıkmasından hemen sonra İstanbul´daki vebâ salgını son buldu.

Vebâ salgınının Allahü teâlânın izniyle âniden durması başta pâdişâh olmak üzere bütün devlet adamlarında ve halkta büyük sevince yol açtı. Sultan İkinci Bâyezîd Han, Çelebi Halîfe´ye haber gönderip; "Gitmenize lüzûm kalmamıştır. İsterseniz geri dönebilirsiniz." dedi. Fakat gönlü mukaddes topraklara ulaşmak aşkıyla dolu olan Çelebî Halîfe; "Mâdem ki bu hayırlı yolculuğa niyet ettik. Hac vazîfemizi ifâ ile, iki cihâ­nın efendisini ziyâret edip, Devlet-i Aliyye-i Osmâniye´nin selâmeti için duâ ve niyazda bulunalım. Allahü teâlânın sultanımıza hayırlı uzun ömürler ihsân etmesi için yalvaralım." dedi. Sultandan müsâde alarak yoluna devâm etti.

Çelebî Halîfe, daha önce, insanlara Ehl-i sünnet îtikâdını, İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfeli olarak Mısır´a göndermiş olduğu halîfesi Sünbül Sinan Efendiye mektup göndererek kendisinin bu sene hac ibâdetini îfâ etmek üzere yola çıktığını bildirdi. Mektupta, Şam´dan Mekke-i mükerremeye giden yol güzergâhını tâkib edeceğini, bu yolculuğa Sünbül Sinan´ın da iştirâk etmesini bildiriyordu.

Çelebi Halîfe uğradığı beldelerde insanlarla sohbet ederek, onlara hak yolu anlatarak yolculuğuna devâm ediyor, uğradığı her belde halkı ona karşı büyük saygı ve iltifât gösteriyordu. Bu sırada hocasının mektubunu alan Sünbül Sinan Efendi; "Allahü teâlânın her işinde bir hikmet vardır. Kim bilir bu yolculukta ne hikmetler gizlidir." diyerek gerekli hazırlıkları yaptı, üç sene berâber bulunduğu Mısırlılarla helallaşıp vedâlaştı. O sene hacca gideceklerle birlikte yola çıktı. Uzun ve meşakkatli bir yol­culuktan sonra Mekke-i mükerremeye ulaştı.

Fakat hocası Çelebi Halîfe hazretleri Mekke-i mükerremeye varmadan Şam´dan sonra dokuz konak mesâfede bulunan Hisa veya Tebük korusu denilen yerde vefât etti. Çelebi Halîfe vefât etmeden önce vasiyetnâmesini bildirdi. Bir nüshasını da yazılı olarak halîfesi Sünbül Sinan Efendiye gönderdiği vasiyetnâmesinde: Kendisinin Kâbe-i muazzamaya gidecek hacıların yolu üzerine defnedilmesini, Sünbül Sinan Efendinin İstanbul´a gidip Kocamustafapaşa´daki dergâhında talebelerine ders vermesini, Sünbül Sinan´ın, kendi kızı Sâfiye Hatun ile evlenmesini bildirdi. H.899 senesindeki hac yolculuğu sırasında vefât ettiği yerde vasiyetine uygun şekilde defnedildi.

Sünbül Sinan Efendi, Mekke-i mükerremeye vardıktan sonra, hocası Çelebi Halîfe´nin vefât ettiğini öğrendi. Hocasının vasiyetnâmesini bildiren mektubunu aldı. Bildirilen hususlara aynen riâyet etti. Hac vazîfesini yerine getirip Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem kabr-i şerîfini ziyâret ettikten sonra İstanbul´a geldi.

Hocasının Kocamustafapaşa´daki dergâhında onun yerine insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya ve talebe yetiştirmeye başladı. Hocasının kızı Sâfiye Hâtun ile evlendi. Otuz yedi sene müddetle insanlara doğru yolu, Allah aşkını anlattı. Onun ilim meclisinde ve sohbetlerinde nice âlim ve velîler yetişti. Bunların en meşhûru büyük velî Merkez Efendi oldu.

Çelebi Halîfe´nin, Sünbül Sinan Efendiden başka bir halîfesi de Kastamonu´da medfun bulunan Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerinin hocası Hayreddîn-i Tokâdî idi.

Çelebi Hüsrev (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; mevlevî büyüklerinden olup, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin soyundandır. Babası Kâdı Mehmed Paşa, annesi Âbide Hanımefendidir

Küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Bilhassa büyük âlim Çelebi Cemâ- leddîn Efendinin ders ve sohbetlerine katıldı. Tasavvufta yüksek derece- lere ulaşınca, hocası tarafından, Konya Mevlevihânesi şeyhliğine getiril- di. Bundan sonra pekçok kimse onun huzûruna ve sohbetlerine koştu. Memleketin ileri gelenleri ve devrin pâdişâhı Sultan İkinci Bâyezîd Han tarafından sevilip sayıldı.

Ancak Çelebi Hüsrev hazretlerine gösterilen bu sevgi ve yakınlık, kendisini çekemeyenlerin, hasedcilerin iftirâlarına sebeb oldu. Bunlar bu mübârek zâtı her fırsatta kötülemeye ve ona olmadık sıfatlar yakıştırmaya başladılar. Nitekim bu sözler o derece arttı ki, sonunda Sultan Bâyezîd-i Velî hazretlerine kadar geldi. Evliyânın hâlinden ancak velî olan anlar düsturunca, velî pâdişâh kendisine söz getirenlere şöyle dedi: "Allahü teâlânın aziz kıldığı bir zâtı, zelîl etmeyi istemek, o kimsenin al­çalmasına rezil ve rüsvây olmasına sebeb olur. Böyle mübârek ve kıymetli kimselere izzet, ikrâm ve hürmetten başkası yapılamaz." Bu sözler iftirâcıların suratına bir şamar gibi patladı. Bir müddet Çelebi Hüsrev hazretleri hakkında söz söylemeye cesâret edemediler. Kânûnî Sultan Süleymân Han 11 Haziran 1534´te Irakeyn seferine çıktığında 20 Temmuzda Konya´ya geldi. Burada otağını kurup birkaç gün kaldı. Bu esnâda Konya´da medfûn bulunan başta Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî olmak üzere velîlerin kabirlerini ziyâret etti. Kânûnî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin türbesi yanında dervişlerin namaz kılacakları, hazretlerine âid eski ve yıkık bir medreseyi tâmir ettirip yeniledi. Bu sırada Çelebi Hüsrev hazretleri de dâhil olmak üzere mevlevî şeyhlerinin sohbet meclislerinde bulunup duâlarına kavuştu.

Kânûnî Sultan Süleymân Han, evliyâ duâlarının da bereketi ile seferi zaferle netîcelendirdi. Bağdât´ı fethetti. Buradaki İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretlerinin ve diğer velîlerin türbelerini tâmir ettirdi. Dönüşte tekrar Konya´ya geldi. Mevlânâ hazretlerinin türbedârı Osman Dede´nin sohbetlerinden bereketlenmek ve mânen istifâde etmek için onun birkaç sohbetinde bulundu. Bu sırada memleket meselelerinden bâzı müşkil- lerini arzeden Süleymân Han, o hususlarda kendisini rahatlatacak ce- vaplar aldı. Sohbet esnâsında kendisinde mânevî coşkunluk hâlleri mey- dana geldi. Bunları evliyâyı sevmenin bir alâmeti bilen şânı yüce pâdişâh bundan sonra şiirlerinde "Muhibbî" mahlasını kullanmaya başladı. Kânû- nî Sultan Süleymân bu arada Çelebi Hüsrev Efendi ile de çok defâ soh- bet etti. Çelebi hazretleri bu sohbetlerde pâdişâha Mesnevî´nin ince, derin ve akılları hayrette bırakan mânâlarından bahsetti. Kânûnî, işittiği, duyduğu bu gizli sırlardan öyle bir haz aldı ki, apayrı bir âlemde yaşadı. Kendisini değişik hâller kapladı. Kânûnî bir ara Şeyh Hüsrev hazretlerine bu hâllerini arzedip hikmetini sordu. Şeyh hazretleri; "Bu çeşit mânevî tesir ve kalb aydınlığı başka meclislerde hâsıl olmaz. Ancak gönül sâhiplerinin, Allahü teâlânın sevdiklerinin yüksek meclislerinde ele geçer." diye cevap verdi. Pâdişâh buna hayret edince de; "Sultânım! Her şey, kendisine uygun olan şeye tesir eder. Yâni söz ve kalıba âid olan şeyler, görünen his uzuvlarına tesir ettiği gibi, hâle ve kalbe âid şeyler de, görünmeyen duyguları, kalbi, aklı, rûhu aydınlatır." buyurdu. Bundan sonra pâdişâha, devamlı hal ve gönül sâhiplerine yönelip onlarla berâber ve ir­tibât hâlinde olmayı tavsiye etti.

Çelebi Hüsrev Efendi, mevlevîhânede devamlı olarak talebelerle meşgul olur, onları tasavvufun en yüksek derecelerine, mertebelerine yükselmeleri için teşvik ederdi. Hiç bir talebesinin aşağı mertebelere takılıp kalmasını istemezdi. Bu iki mertebe arasında büyük fark bulunduğunu misâllerle açıklardı. Kânûnî Sultan Süleymân, mevlevîhânenin ihtiyaçlarını görmesi için Şeyh Hüsrev Efendiye pekçok yardımlar yapar, hediyeler gönderirdi. Şeyh hazretleri de bunları talebelerine ve ihtiyaç sâhiplerine dağıtırdı. Bâzı kısa görüşlü ve kalbi bozuk kimseler, onun kendisine hiç mal ayırmamasını, sultanın hediyesine ehemmiyet vermemek, talebelere ve muhtaçlara dağıtmasını ise isrâfçılık olarak değerlendirdiler. Bu sözleri işiten şeyh hazretleri çok üzüldü. Kalbi yanık ve gözü yaşlı olduğu hâlde şu mânâda bir şiir söyledi: "Dervişim, gönlümde ve rûhumda bir karışıklık tutmam. Baştan ayağa nîmetler içerisindeyim. İçimde dünyâ malı düşüncesi yoktur. Bunun hevesi ve üzüntüsünü taşımam. Gözümde ve gönlümde hakîkî yâr olan Allahü teâlâdan başkası yoktur."

Fitne ve fesatçıların aleyhte sözlerine rağmen Çelebi Hüsrev´in şöhreti her tarafta yayıldı. Herkes onun sohbetine kavuşmak ve duâsına mazhâr olabilmek için huzûruna koşuyordu. Onun nazarlarına kavuşanlar görünen ve görünmeyen nîmetlere, yüksek hâllere kavuşurlardı. Şeyh Hüsrev hazretleri ders vermekle meşgûl iken, Osmanlı Devleti içerisinde Kânûnî Sultan Süleymân Hanın oğlu Şehzâde Bâyezîd saltanat iddiâsı ile ayaklanmıştı. Kânûnî, diğer oğlu Selîm´i, onun üzerine gönderdi. Şehzâde Selîm kuvvetleri ile Konya´ya geldi. O öncelikle Mevlânâ Celâled- dîn-i Rûmî hazretlerinin kabrini ziyâret etmek istedi. Yanında bulunan- larla birlikte türbeye girdi. Her zamanki yürüyüşü ile serbest bir şekilde kabre doğru ilerlerken, türbedâr Mahmûd Dede önünü kesti ve; "Mânâ âleminin sultanları olan böyle mübârek zâtların huzûrunda mütevâzî ve boynu bükük olmalıdır." diyerek ziyâret usûlünü hatırlattı. Bunun üzerine şehzâde ve yanındaki askerî erkân hatâlarını anladılar. Orada bulunan mihrabda Allah rızâsı için namaz kıldılar. Türbenin içini ve kubbeyi sey- reden Şehzâde Selîm, oradaki tezyinâtı, süslemeleri görünce; "Acaba önce gelen sultanlar ve vezirler niçin lüzum görmüşler de bu kadar mas- raf etmişler." diye düşündü. Ancak bu sırada maddî perdeler gözlerinin önünden kalktı ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin kabrinin ya- nında dikilen iki arslanın kendisine doğru hücum ettiklerini dehşetle gör- dü. Hemen, "Yetiş Mahmûd Dede!" diye bağırdı. Mahmûd Dede derhâl harekete geçerek şehzâdeyi arslanların parçalamasından kurtardı. Son- ra şehzâdeye dönüp; "Evlâdım burası hakîkat sultanlarının pâyitahtıdır. Burada böyle arslanlar olmadan olmaz. Fakat onlar edep perdesini yır- tanlara karşı harekete geçer ve böyle hârika gösterirler." diyerek îkâz etti.

Şehzâde Selîm ertesi gün tekrar Mevlânâ hazretlerinin kabrini ziyâre- te gittiğinde türbenin kapısında mânâ âleminin sultanlarından Çelebi Hüsrev hazretleri ile karşılaştı. Ondaki vakar ve heybetin karşısında Şehzâde Selîm´e dünyâ sultanlığının verdiği heybet bir anda yok oldu. Şeyh hazretlerine pekçok edeb ve hürmet gösterdi. Bu tavrı ile şeyhin mânevî yardımına kavuştu. Şeyh Hüsrev kendisine; "Mânâ sultânı ile dünyâ sultânı karşısında bir tek kişi baş kaldırmış ne yapabilir." diyerek onun endişesini giderdi. Böylece zafer kazanacağını müjdelemiş oldu. Ayrıca tasarrufunun onun yanında olduğuna işâret etti. Ertesi gün Konya yakınında Şehzâde Selîm, Şehzâde Bâyezîd´i bozguna uğratıp mağlup etti

Çırağ-ı Dehli (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Çeştiyye yolunun büyük velîlerindendir.

Çırağ-ı Mahmûd, dokuz yaşında iken babasını kaybetti. Yetiştirilmesini annesi üzerine aldı. Küçük yaşta mânevî ilimlere ve dînî vecîbelere ilgi duyar, namazlarını cemâatle vaktinde kılmaya titizlikle dikkat ederdi. Kâdı Muhyiddîn Kâşânî´den Bezûdî adlı eseri, Allâme Kerîm Şirvânî´den ise Hidâye´yi okudu. Allâme Kerîm Şirvânî´nin vefâtından sonra Mevlânâ İftihârüddîn Muhammed Geylânî´den ilim öğrendi. 25 yaşında dünyâ ile alâkasını kesti. Avaz ormanlarında sekiz yıl berâberce uzlet çektikleri ar- kadaşı ile nefsine karşı çetin mücâdele yaptı. Bu zaman zarfında gündüzleri oruç tuttu ve iftarını ormandaki otlarla açtı. 40 yaşında Dehli´ye gitti ve Nizâmüddîn Evliyâ hazretlerinin talebeleri arasına katıldı. Bir gün Nizâmüddîn Evliyâ, dergâhının üst katındaki odasından inerken, bir ağaç gölgesinde, ümitsiz bir vaziyette duran Nasîruddîn Mahmûd´u fark etti. Yanına çağırtıp, hâl ve hatırını sordu. Kendini tanıttıktan sonra, Nasîrud- dîn Mahmûd; "Efendim, buraya sâlihlerin ve velîlerin ayakkabılarını tâmir etmek için geldim." dedi. Bu tek cümle, onun mütevâzî karakterini ve mânevî yükselmeye müsâid olmasını ortaya koyduğu gibi, Nizâmüddîn Evliyâ´nın himmetini kazanmasına yetti. Nizâmüddîn Evliyâ, kendi hocası ile arasında geçen bir olayı hatırladı ve ona bunu şöyle anlattı: "Ben, ho- cam Ferîdüddîn Genc-i Şeker´in yanında iken, bir gün ders arkadaşla- rımdan biri bana geldi ve beni, yamalı, eski bir elbiseyle görünce; "Ni- zâmüddîn, sen buraya geleli ne kadar oldu ki bu haldesin? Bu şehirde i- lim okutsan, dünyâlık bakımından bir sıkıntın olmaz." dedi. Ben, onun bu sözüne hiç cevap vermedim ve oradan ayrılarak, doğruca hocamın hu- zûruna gittim. Hocam bana; "Nizâmüddîn! Eğer arkadaşlarından bir kim- se gelir ve sana; "Senin bu hâlin nedir? Rahatlık ve bolluk temin eden i- lim öğretmeyi niçin terk eyledin?" derse, ne cevap verirsin." buyurdu. Ben de; "Siz ne emrederseniz, onu söylerim." dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu:

Gittiğim yoldan git demen, arkadaşlık değildir.

Mutluluk sana olsun, benim boynum eğiktir.



Sonra yemek hazırlanmasını emir buyurdu. Yemek hazırlanınca bana; "Nizâmüddîn! Bu sofrayı başına al, o arkadaşının olduğu yere götür." buyurdu. Ben de söylenileni yaptım. O arkadaşım bu hâle şaşırarak; "Bu sohbet ve bu hal sana mübârek olsun." dedi.

Son devir velîlerinden Dârendeli Muhammed Hilmi Efendi (rahme- tullahi teâlâ aleyh) ihtisas için İstanbul´a gitti. Abdülazîz Han zamânında Fâtih Medresesinde tahsil gördü. Bu esnâda bilhassa Müderris Sâdık Efendinin husûsî himâyesine kavuştu. Bu arada İstanbul´da Gümüşhâ- neli Ziyâeddîn Efendinin ders ve sohbetlerine devâm etti. Bu zâttan halî- felik icâzeti, yetkisi alıp, Dârende´ye döndü. Tevâzuundan kendi­sini ir- şâd, insanları yetiştirme makâmına lâyık görmeyen Muhammed Hilmi Efendi, Sivas´ta Nalçacızâde Hacı Ahmed Efendiden feyz aldı. Bu zâttan da icâzet aldı. Hâcı Ahmed Efendi, Küçük Âşık Efendi denilen Âşık Mu- hammed Mısrî´nin bu da Hâlid-i Bağdâdî´nin halîfesidir. Bölgede büyük bir şöhreti olan Ahmed Efendi, zâten yetişmiş bulunan Muhammed Hilmi´ye kısa süre sonra icâzet verdi.

O esnâda Dârende halkı arasında büyük bir haksızlık ve zulüm görülüyor, kuvvetliler zayıfları eziyor, kâtiller gittikçe çoğalıyordu. Bunu gören Muhammed Hilmi Efendi, babası Hacı Yûsuf Ağaya; "Buradan asıl vatanımız olan Medîne tarafına doğru hicret edelim." dedi. Babası; "Niçin?" diye sorduğunda; "Burada biz şimdilik rahatız. Kimse bize dokuna- mıyor. Kimse bize zulüm etmez. Biz de kimseye zulüm etmeyiz. Fakat bizden sonra gelen çocuklarımız belki zâlim olup, zulmeder. O zaman biz mesul oluruz. Yâhud evlâdımız mazlum durumunda olur, zâlimden zulüm görüp ve yine biz mesul oluruz." cevâbını verdi. Bunun üzerine mallarını satılığa çıkardılar. Hiç kimse müşteri olmadı. Halk mallarını almazsak hicret etmezler diye düşünüyordu. Bunun üzerine mallarını ora- da bırakıp hayvanlarla yola çıktılar. Halk peşlerinden gelerek dönmeleri için çok ricâ ettilerse de muvaffak olamadılar. 1858 senesinde Maraş´a vardılar.

Muhammed Hilmi Efendi ve âilesi, Maraş´ta iki yıl kadar kaldı. Bu müddet içerisinde bugün Duraklı Câmi adı ile anılan Seyyid Ali Bey Câmiini tâmir ettirdi


Konu Başlığı: Ynt: Evliya Hayatından Sahifeler
Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Mart 2010, 02:50:09
ve bu câminin hücrelerinde kaldılar. Muhammed Hilmi Efendinin ilmî kıymetini takdir eden Maraşlılar bu sırada kendisine her türlü yardımı gösterdiler.

Muhammed Hilmi Efendi Duraklı Câmi yeniden ibâdete açılırken, şu şiirinin bulunduğu tâmir kitâbesini de kapısına astırdı:



Hamdülillah avn-i Hakla buldu bu mescid tamâm

Ehl-i hayrât sarf-ı himmet eyledi oldu tamâm

Hak teâlâ rahmet etsin kim buna bir taş kodu

Cennet-i âlâda versin onlara âlî makâm

Hem dahi bulsun selâmet beş vakit namaz

Kıl namazı bul rızâyı gel niyâz et subh u şâm

?Bâ-husus bu âcize kılsın terahhum lutfile

Çün delâlet ettiği için vüs´i mikdârı müdâm

Yazdı Hilmi şevk-ıla umrânını târih hitâm

Bârekallah-ül-kadîr tâ-ilâyevmi´l-kıyâm.



(Bu mescid Allahü teâlânın yardımı ile ve hayır sâhiplerinin himmetlerini harcamaları neticesinde tamamlandı. Buna bir taş koyana Hak teâlâ rahmet etsin ve Cennet´te yüce makam versin, ayrıca her beş vakit namazda selâmet bulup kurtuluşa ersin. Gel sen de namaz kıl akşam sabah niyaz edip yalvar ve rızâya kavuş. Ayrıca hususiyle bu âcize; böyle bir hayra önderlik ettiği için lutf ile acısın. Hilmi arzu ederek, bu yapının bitiş târihini yazdı. Allahü teâlâ Kıyâmet´e kadar bunu ayakta tutsun.)

Bundan sonra Antep´e giden Muhammed Hilmi Efendi, orada on yıl kadar kaldı. Bu zamanda pekçok talebe yetiştirip halkın karşılaştığı güçlükleri çözdü ve herkese nasîhatta bulundu. Muhammed Hilmi Efendi on yıl sonra tekrâr Maraş´a döndü. Ancak bu sırada Antepliler ısrarla kendisini tekrar geri götürmeye çalıştılar. Maraşlılar da aynı ısrar içinde bu büyük velîyi bir türlü bırakmak istemiyorlardı. Hilmi Efendi hazretleri büyük bir sıkıntı içinde kaldı ve ne yapması gerektiğini Sivas´ta bulunan hocası Nalçacızâde Hacı Ahmed Efendiye sordu. Ahmed Efendi: "Şu anda nerede bulunuyorsan orada kal!" dedi. Muhammed Hilmi Efendi hocasının bu sözü üzerine vâz ü nasîhat işlerine, bundan sonra, Maraş´ta devâm etti

Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Sekizinci yüzyılda Horasan ve Irak taraflarında yetişen evliyânın büyüklerinden olup, Künyesi Ebû Süleymân, lakabı Sirâcüddîn´dir. Tayy kabîlesine mensûb oldu- ğu için Tâî ve Kûfe´de doğduğu için Kûfî nisbeleriyle meşhurdur. Genç- liğinde ilim tahsîliyle meşgûl olan Dâvûd-i Tâî´nin kalbinde dünyâya karşı sevgi de vardı. Bir gün ölen bir kimsenin arkasından mersiye, ağıt söyle- yen bir şarkıcının söylediği;

Hangi güzel yüz ki toprak olmadı,

Hangi tatlı göz ki yere akmadı.



beytini işitince, dünyâya karşı sevgisi azaldı. Gençliğinde yaptığı bâzı hareketlere pişman oldu. Kalbine bir ateş düştü. Şaşkına döndü. Derdine çâre bulmak için de dolaştı. Bağdat´ta bulunan zamânının en büyük âlimi İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretlerinin huzûruna geldi. İmâm-ı A´zam bunun yüzünün renginin değiştiğini görünce sebebini sordu. Dâvûd-i Tâî; "Dünyâdan soğudum. Bende meydana gelen bu hâli, anlatamayacak hâldeyim. Bu hâlin ne olduğunu okuduğum kitaplarda bulamıyorum. Ne yapmamı tavsiye edersiniz?" dedi. İmâm-ı A´zam hazretleri ona, ilme ve az konuşmaya devâm etmesini tavsiye etti. Dâvûd-i Tâî, İmâm´ın gös- terdiği yolda, dünyâya düşkünlüğü tamâmen terk edip, dînin emir ve ya- saklarına uymada, haram ve şüphelilerden kaçmada örnek olacak şe- kilde ilerledi. Evine çekildi. İnsanların arasına karışmadı. İbâdetlerini hep evinde yaptı. Aradan bir müddet geçtikten sonra, İmâm-ı A´zam hazret- leri evine gelip; "Evde oturup, insanlar arasına karışmamak uygun değil- dir. Talebe arkadaşlarının arasına gir. Onları iyi dinle, fakat hiç ko- nuşma, meseleleri çok iyi öğren." buyurdu. Dâvûd-i Tâî; "Peki efendim." diyerek İmâm-ı Muhammed, İmâm-ı Ebû Yûsuf, İmâm-ı Züfer gibi arka- daşlarının arasında bir sene daha derslerine devâm etti.

Dâvûd-i Tâî hazretleri hem İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretlerinin derslerine devâm etti, hem de zamânındaki tasavvuf ehli velî zâtların sohbetlerinde bulundu. Ayrıca, "Silsile-i aliyye" adı verilen ve insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatıp onların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermelerine vesîle olan büyük velîler zincirinin dördüncüsü olan Câfer-i Sâdık hazretlerinin sohbetinde de bulundu. Dâvûd-i Tâî hazretleri, İbrâhim Edhem hazretleriyle de görüşüp sohbetinde bulundu.

Yirmi sene müddetle İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretlerinin derslerine devâm edip başta fıkıh olmak üzere bütün aklî ve naklî ilimleri tahsîl eden Dâvûd-i Tâî, yüksek bir âlim oldu. Fıkıhta ictihâd derecesine ulaştı. Ondan İsmâil bin Aliyye, İshak es-Selûlî, Ebû Nuaym el-Fazl bin Dükeyn, Mis´ar bin Kedâm ve pekçok kimse ilim öğrenip hadîs-i şerîf rivâyet etti.

İlimde yüksek dereceye ulaşmış olan Dâvûd-i Tâî, bir gün İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretlerinin huzûrunda bulunuyordu. İmâm-ı A´zam ona; "Yâ Dâvûd! Bir âleti, yâni ilmi sağlamlaştırdık. Geriye onunla amel etmek kaldı." buyurdu. Bu söz üzerine kendi nefsiyle mücâdele etmeye başlayan Dâvûd-ı Tâî nefsine; "Hiç bir meselede konuşmamak şartıyla Ebû Hanîfe´nin meclislerine devâm etmedikçe seni uzlete çekmem" dedi. Kimseyle konuşmamak şartıyla bu meclislere devâm etti.

Dâvûd-i Tâî tasavvufta Habîb-i Acemî hazretlerinin sohbetlerine devâm edip, ondan feyz aldı. Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlıkta yüksek derecelere ulaştı. Bir taraftan Habîb-i Acemî´nin sohbetlerine devâm etti. Diğer yandan da İmâm-ı A´zam´ın derslerine devâm etti. Birara uzlete çekildi. Dünyâyı tamâmen terk edip, insanlardan uzaklaştı. Uzlete çekildiğinde kalbi nûrlarla doldu. Kalbinde mârifetullah hâsıl olunca, İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretleri Dâvûd-i Tâî´nin ziyâretlerine gelmeye başladı. Zaman zaman ziyâret ederek ona iltifâtta bulundu. Dâvûd-i Tâî´nin feyz aldığı zâtın Habîb-i Râî olduğunu bildiren kaynaklar da vardır.

Dâvûd-i Tâî halktan tamamiyle ümidini, alâkasını kesti. Kendisinin küçük bir arâzisi vardı. Hazret-i Ömer, İranlılarla yapılan savaşlarda alınan arâzilerden bir kısmını da onun dedesine vermişti. Bu arâzinin üçte ikisini dört yüz dirheme satarak, ömrünün sonuna kadar bu parayla yaşadı. Hattâ kefenini de bu para ile aldı. Arâziyi sattığı sıralarda; "Bizim yolumuz parayı saklama yolu değildir, ihtiyaç sâhiplerine dağıtma yoludur" diyen arkadaşlarına; "Ben bu parayı, dünyâlık kazanma sıkıntılarına karşı, başkalarına yük olmadan, ölünceye kadar âhiret için hazırlık yapayım diye saklıyorum." dedi. Evinde hiç durmadan, biraz sonra ölecekmiş gibi ibâdet ederdi. Boş şeylerle meşgûl olmazdı. Lüzumsuz bir tek kelime konuşmaz, ibretsiz bir yere bakmazdı.



NE İÇİN ŞEREFLİYDİ?



"Hangi güzel yüz ki, toprak olmadı?

Hangi tatlı göz ki, yere akmadı."



Bir şarkıcı kadından, duyunca bu sözleri,

Hidâyete gelerek, yaşla doldu gözleri.



Ve İmâm-ı A´zam´ın, hânesine giderek,

Anlattı bu hâlini, çok taaccüp ederek.



Dedi ki: "Ey efendim, bir söz duydum birazdan,

Şuûrum alt üst oldu, soğudum bu dünyâdan.



Hidâyete gelmeme, sebep oldu bu şiir,

Bu fakire, şu anda, nasîhatiniz nedir?"



İmâm´ın emri ile, öğrendi din ilmini,

Ve ilmine göre de, düzeltti her hâlini.



Sonra da, öyle kavî, sarıldı ki İslâma,

Örnek oldu hayatı, bilcümle müslümâna.



Geldi bir gün Câfer-i Sâdık´ın huzûruna,

Dedi ki: "Bir nasîhat, eyleyin lütfen bana."

Buyurdu ki: "Ey Dâvûd, zâhidisin zamânın,

Benim nasîhatime, var mı ki ihtiyâcın?"



Dedi ki: "Sen Resûl´ün, torunusun bir kere,

Ve mübârek kanından, taşıyorsun bir zerre,



Senin nasîhatine, muhtaçtır herkes bu gün."

Bu yüzden var elbette, bizlere üstünlüğün,



Buyurdu: "Korkum şu ki, mahşer günü, Peygamber,

Bana şöyle bir bakıp, buyurursa "Ey Câfer!



Sen, evlâdım olarak, böyle mi olacaktın?

Ve benim sünnetime, böyle mi uyacaktın?"



Dâvûd bunu duyunca, başladı ağlamaya,

Uğraştı sırf kalbini, Allah´a bağlamaya.



İnzivâya çekilir, sever idi uzleti,

Buna rağmen cihâna, yayılmıştı şöhreti.



Sordular sebebini, devrin âlimlerinden:

"Dâvûd, uzlette iken, bu şöhreti nereden?"



Dediler ki: "Kalbinde, sırf Allah vardır onun,

Yâni Allah´tan başka, kimsesi yok Dâvûd´un.



Mahlûktan yüz çevirip, kul, dönerse Rabbine,

Öyle şeref bulur ki, akıl ermez hâline."



Bir gece otururken hânesinin damında,

Allah´ın kudretini, tefekkürü ânında,



Başladı ağlamağa, Rabbini düşünerek

Düştü komşu damına, kendisinden geçerek.



O zât sesi duyunca bacaya çıktı birden,

Onu görüp dedi ki: "Sen mi düştün deminden?"



Buyurdu ki: "Tefekkür, ediyordum Rabbimi,

Bayılmışım ve sonra, burda buldum kendimi."



Su içine doğrayıp, yerdi hep yavan ekmek,

Nefsi azmasın diye, yemezdi yağlı yemek.

Bir gün bâzı dostları dediler: "Zaîfsiniz,

Size yağlı bir yemek, getirsek yer misiniz?"



"Evet" dediği için, getirdiler önüne,

Lâkin biraz düşünüp, yemedi ondan yine.



Dedi: "Filân kimsenin, nasıldır yetimleri?

Alıp ona götürün, bu nefis yemekleri."



Yaşadığını diyen ve söylediğini yaşayan, bu sebeple Dediği veya Didiği Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) adları ile anılan büyük Hak dos- tu velî...

Horasan´da Ahmed Yesevî neslinden gelen Şahoğulları sülâlesine mensuptur. Küçük yaştan îtibâren yüksek ecdâdının himmet ve tasarrufları ile yetişti. İlimde kemâl derecesine ulaştıktan sonra hocalarının işâreti ile diyâr-ı Rum´a, Anadolu´ya doğru yola çıktı. Bu sırada Turgud ve Bayburd adlarında iki kardeş de kendisine katıldı. Aylarca süren yolculuktan sonra Anadolu´ya yaklaştıkları esnâda, Dediği Sultan, iki kardeşe; "Burada yollarımız ayrılıyor. Siz Anadolu´ya doğru yolunuza devâm edin. Ben Hicaz´a gidiyorum. İnşâallah tekrar buluşuruz." dedikten sonra onları Anadolu içlerine saldı. Kendisi Hicaz´a yöneldi. İnsanlara doğru yolu gösterecek mübârek irşâd görevine başlamadan önce Beytullah´ı tavâf ederek Fahr-i Kâinât efendimizi ziyâret etti. Bu arada Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede bulunan âlimler ve evli­yâların sohbetlerine katıldı. Bilhassa Hacı İbrâhim Sultanın derslerine katılarak ondan tasavvuf yolunu öğrendi. Tasavvufta kemâl mertebelere kavuştu.

Sonra yola çıkarak Anadolu´ya gelip Beyşehir yakınındaki Melengörit Dağı eteğine çadır kurdu. İlim tâlibleri kısa bir süre sonra onun kıymetini anlayıp etrâfında geniş bir halka meydana getirdiler.

Dediği Sultan´ın sâhib olduğu ahlâk ve fazîleti sebebiyle kısa sürede etrâfındaki talebeler ve dostlar halkası büyüdü. Bunun üzerine Aladağ taraflarında bir müddet daha kalan Dediği Sultan, Turgud ve Bayburd kardeşlerin yanına gelmesinden sonra Ilgın´a döndü ve Mahmûd Hisar köyüne yerleşti. Ancak talebeleri de hocalarını bırakmadılar. Onunla birlikte gelerek köye yerleştiler. Ona gönül verip bağlananlar, duydukları ve şâhit oldukları birbirinden enteresan ve unutulmaz hatıralardan başkala­rının da istifâde etmesi için bunların bir kısmını kaydettiler. Böylece 484 beytlik Menâkıbnâme vücûda geldi.

Ömrünü İslâmiyete hizmetle geçiren Dediği Sultan, vefât ettiği zaman çok uzak yerlerden yüzlerce insan geldi. Her birisi onun mübârek nâşını alıp kendi bölgelerine götürmek istiyorlardı. Ancak hiçbirisi nâşı yerinden kaldırmaya muvaffak olamıyorlardı. Sonunda Dediği Sultan, Selçuklu Sultanının âilelerinden Kadıncık Ana´nın inşâ ettirdiği zâviye yanındaki türbeye defne karar verildi ve öyle yapıldı. O günden bugüne Dediği Sultan hazretlerinin kabri ünlü bir ziyâretgâh oldu.

Dediği Sultan´ın, Mahmûd adında bir oğlu vardı. Ayrıca yetiştirdiği yüksek halîfelerinden 350 tânesinden herbirini Anadolu´nun bir bölgesine göndermiş, halkın eğitim ve terbiyesiyle meşgul olmalarını sağlamıştır.

Osmanlı devri âlim ve velîlerinden Deli Birâder (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaştan îtibâren zamânının âlimlerinden din ve fen ilimlerini öğrenerek yetişti. Büyük âlim ve velî Muhyiddîn-i Acemî hazretlerinin derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Eksikliklerini tamamlayarak ondan insanlara din ve fen ilimlerini öğretmek için icâzet, diploma aldı. Bu arada tasavvuf erbâbının sohbetleri ile nefsini kötü düşüncelerden ve yanlış işlerden kurtarıp kalbini yalnız Allahü teâlâya bağladı. Ahlâkını Peygamber efendimizin güzel huyları ile süsledi. Herkesin sevdiği, sohbetini dinlemeye can attığı bir kimse oldu.

Muhammed bin Durmuş, güzel ahlâk ile donatılmış, serbest tabiatlı, yâni bir yerde uzun müddet kalmayıp, hareket ve değişikliği seven halîm selîm bir zâttı. Temiz kalpli ve doğru îtikâdlı, zarîf bir kimse idi. Merâsimli işlerden ve yapmacık davranışlardan hiç hoşlanmaz, herkesle iyi geçinirdi. İnsanlarla konuşurken, nükteli ve latîf kelimeler kullanırdı. Şiir söylemeye kâbiliyetli olup, şiirlerinde Gazâlî mahlasını kullanırdı. Bâzı halleri ve söylediği şu beyit üzerine kendisine "Deli Birâder" lakabı verildi ve bununla meşhûr oldu.

"Mecnûn ki fenâ deştini geşt itdi serâser

Gamhâneme geldi, dedi: Hâlin ne birâder?"



"Mecnûn baştan başa yokluk çölünü dolaştı, sonunda benim üzüntü dolu kulübeme gelerek ey Birâder hâlin nasıldır diye sordu."

Fârisî lisânını çok güzel konuşur, tûtî dilli dedikleri kimselerin onun yanında dilleri tutulurdu. İkinci Bâyezîd Hanın oğlu Şehzâde Korkut, Manisa sancakbeyi iken onunla sohbet arkadaşı oldu. Berâber oturup kalkarlar, berâberce yer içerlerdi. Şehzâde Korkut ile birlikte Mısır´a gitti. Yine onunla tekrar Anadolu´ya döndü. Şehzâdenin vefâtına kadar ondan hiç ayrılmadı. Şehzâde Korkut vefât edince, Yavuz Sultan Selîm Han tarafından Bursa´daki Geyikli Baba Zâviyesinde vazîfelendirildi. Burada bir müddet ibâdet, tâat ve Allahü teâlâyı zikirle meşgul oldu. Talebelere dersler verdi.

Deli Birâder Mehmed Efendi bir müddet sonra asıl mesleği müderrisliğe dönmek istedi. Bunun üzerine Sivrihisar´a tâyin edildi. Ancak Deli Birâder hazretlerinin tabiatı herhangi bir yerde uzun müddet kalmaya mü- said değildi. Bu sebeple adı geçen şehirden de "müddetim doldu" diye- rek tâyinini istedi. Devlet adamları; "Niçin yerinde oturmayıp tiz geldin." diye suâl eylediklerinde; "Sivri yer olmağın oturup huzur idemedim. Bir düzcesin inâyet idün." diyerek latife yollu bir cevap verdi. 50 akçe yevmi- ye ile Akşehir Medresesine tâyin edildi. Burada da bir müddet talebe ye- tiştirip halka vâz ü nasîhatlerde bulunan Mehmed Efendi, Kâdıasker Kadri Efendi´ye gelerek Ağros Müftülüğünü istedi. Onun; "Pâyen değil- dir." İster küçük isterse büyüklerin yanında, bu dünyâda kerem ve ihsândan daha düzgün söz yoktur.

Ey efendi diyerek reddetmesi üzerine şu şiiri söyledi:



"Deminde yağmasa bârân-ı ihsân,

Letâfet sebzezârı tâze olmaz.

.

Cihanda küçük ve büyük katında,

Keremden râst hiç âvâze olmaz.



Efendi lutfet ölçüp dökmeği ko

Metâ-ı himmete endâze olmaz."



(Eğer ihsân yağmuru zamânında yağmazsa, letâfetin bağçesi yeşerip tâzelenmez.ölçüp dökmeği bırak, lutf et, himmet için ölçü yoktur. Himmetin malı ölçüye gelmez.)

Bunun üzerine Kadri Efendi arzusunu yerine getirdi. Deli Birâder Mehmed Efendi bilâhare İstanbul´da Fâtih Sultan Mehmed Hanın vakıfla- rının idâresinde vazîfelendirildi. Sonunda buradan emekli olup, Beşiktaş tarafında uzlete çekilerek, tâat ve ibâdetle meşgul olmayı arzu etti. Bir câmi, dergâh ve bunlara gelir getirecek hamam inşâ etmeyi istiyordu. Onun bu hayırlı arzusundan haberdâr olan ve onu çok seven devlet er- kânı, bu niyetini gerçekleştirmek için aralarında para toplayıp verdiler. Pâdişâh Kânûnî Sultan Süleymân Han ve Vezîriâzam İbrâhim Paşa da ihsânlarda bulundu. Bu esnâda Edirne´de köprü inşâsıyla meşgûl olan Mustafa Paşa, İstanbul´a dönmeden vefât edince, vârisleri paşanın adı- na on bin akçe verdiler. Deli Birâder Efendi de, köprüye ve Mustafa Pa- şanın vefâtına şöyle bir şiirle târih düşürdü.



Bildi merhûm Mustafa Paşa,

Köprüdür fil-Hakîka bu dünyâ



Yaptı bir köprü harcedip varın,

İde tâ kim bu mânâya îmâ



Dahi köprü tamam olmadın,

Âna itdi hücûm seyl-i fenâ



Geçti merhum dediler târih,

Köprüden geçti Mustafa Paşa.

Bu şiiri okuyan merhum paşanın hanımı, yüz altın daha hediye etti. Deli Birâder Efendi, toplanan paralarla arzusunu gerçekleştirdi. Beşiktaş´ta bir câmi, dergah ve hamâm inşâ ettirdi. Çevre halkı onun sohbetine hücûm etti. Bu arada, hamamın da şifâ saçtığı, halk arasında yayıldı. Diğer hamamcılar, müşteri bulamayıp, şikâyetçi oldular. Deli Birâder Efendi de, fitne çıkmasına meydan vermemek için zâviyesini Ateş Baba isminde bir talebesine bıraktı. Pâdişâhtan izin alarak Mekke-i mükerremeye gitti. Orada hac vazîfesini îfâ edip, Resûlullah efendimizin mübârek makâmına yüz sürdükten sonra, Mekke´de yerleşti. Orada da bir mescid yaptırıp, yanında latîf bir bahçe tanzîm ettirdi. İbâdet, tâat, insanlara nasîhat ve dostlarla sohbet ederek vakit geçirdi.

1534 senesinde, bir gün dostlarını dâvet etti. Onlara çeşitli ikrâmla- rda bulundu. Bir müddet sonra rahatsızlanıp, dostlarından müsâade is- tedi. "Müsâdenizle azıcık uyuyayım, rahatsızlığım geçer." dedi. Bir müd- det sonra uyanıp gözlerini açtı. "Ey ahbablarım! Elhamdülillah sohbetle geldik sohbetle gittik, ülfetle geldik ülfetle gittik." deyip, tövbe ve istiğfâr eyledi. Arkasından Kelîme-i şehâdet söyleyerek rûhunu Hakk´a teslim eyledi. Mekke-i mükerremede yaptırdığı mescidin avlusuna defnedildi.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah Hadramî (rahmetullahi teâlâ aleyh) birçok âlimden ilim tahsîl edip hadîs, fıkıh ilimlerinde büyük bir â- lim oldu. Bunun yanında Allahü teâlânın sevgili kullarıyla görüşüp tasavvuf yolunda ilerledi. Devamlı onlarla bulunmayı arzu eder, onlardan bir an ayrı kalmamaya çalışırdı. Vaktini Allahü teâlânın râzı olduğu işlerde geçirir, ilim öğretir, talebe yetiştirir, emr-i mârufta bulunmakla meş­gûl olurdu. Ahlâkının güzelliği, ilminin çokluğu, dînine ve ibâdetine düşkünlüğü, cömertliği, tatlı dili ve güler yüzü, insanlar tarafından çok sevilmesine vesîle oldu. Kendisini çok seven insanlar, gittiği yolu daha iyi öğrenmek için, nasîhatlerini can kulağı ile dinlediler. Birçok kerâmetlerini gördüler. Bu durum, ihlâslarının ve hocalarına karşı sevgilerinin artmasına sebeb oldu. Ebû Abdullah Hadramî, Yemen´de Tihâme taraflarında Dıhhî köyünde yerleşti. Kendisine bir dergâh yaptı ve dersler vererek ilim öğretti. Ölü kalpleri diriltip, insanlara huzur ve saâdet hazînelerinin kapılarını açtı. Pekçok talebe yetiştirip kıymetli eserler yazdı. Talebeleri arasında oğulları İsmâil ve İbrâhim, Rablerine lâyık kul, Resûlullah´a lâyık ümmet, babalarına lâyık evlâd olmaya gayret ettiler.

Ebû Abdullah Hadramî, insanların maddî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamayı çok sever, bâzan iki üç günlük yol kat ederek o ihtiyacı görür, sâhibini memnun ederdi. Zebîd şehrinde Şeyh Ahmed Sayyâd´ın türbesini çok ziyâret eder orada uzun zaman kalır, kendinden geçerdi.

Defni esnâsında Şeyh Ebü´l-Gays bin Cemîl de hazır bulundu. Kabrine girip mübârek cesedini yerleştirdi. Bir müddet yanında kaldı. Kabirden çıkınca; "Elhamdülillah! Onun vefâtı, Allahü teâlânın dâvetine icâbet etmekten başka bir şey olmadı." buyurdu.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah-ı Turuğbâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) onuncu yüzyılda İran´ın Tûs şehrinde yetişti. Zamânında bulunan âlim ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulunan Ebû Abdullah-ı Turuğbadî ilimde derece sâhibi oldu. Tasavvufa karşı büyük alâka duydu. Onun tasavvuf yoluna bağlanması şöyle olmuştur: Ebû Abdullah´ın yaşadığı Tûs şehrinde büyük bir kıtlık oldu. Bu sırada insanlar açlıktan ot, çöp yiyorlardı. Bir gün evine geldi. Anbarında iki ölçek buğday olduğunu gördü. İnsanlara merhametinin çokluğundan içine bir ateş düştü ve kendi kendine; "Ey Ebû Abdullah! Müslümanlara şefkat ve merhametin bu mudur? Onlar açlıktan kırılıp geçerken, sen anbarında buğday saklıyorsun. Yazıklar olsun sana!.." dedi. Bu durum kendisine çok tesir etti, üzüntüsünden aklı başından gitti. Evinden ayrılıp, sahralara düştü. Uzun zaman açlık çekerek riyâzetlere başladı. Nefsinin kötü arzularından kurtulmak için çok mücâhede etti. Sonunda kendisini düşünecek hâli kalmadı. Sâdece Rabbini zikrediyor ve O´nun kullarına merhamet ve şefkat gösteriyordu. Bu hâl üzere devâm ederken, İslâm âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden Ebû Osman Hîrî hazretlerinin hizmetinde bulunmaya başladı. Onun sohbet meclislerinde yetişip tasavvuf yolunda ilerledi. Başka velîlerle de görüşüp sohbetlerinde bulunan Ebû Abdullah-ı Turuğbadî, Ebû Osman Hîrî hazretlerinin önde gelen talebelerinden oldu. Zâhirî ilimlerde yükseldiği gibi, tasavvufî hakîkatlarda da üstün mârifetlere kavuştu. Nefsinin isteklerine karşı çıkıp, riyâzetler çekerek üstün haller ve kerâmetler sâhibi bir velî oldu.

Hocası Ebû Osman Hîrî hazretleri, Ebû Abdullah-ı Turuğbâdî´ye insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak ve talebe yetiştirmek husûsunda vazîfe verdi. O da insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâ ve âhirette saâdet ve kurtuluşa kavuşmaları için çalıştı. Birçok talebe yetiştirdi. Hallâc-ı Mensûr hazretleriyle görüşüp sohbet etti. Bir gün talebeleriyle birlikte yolculuğa çıkmıştı. Yolda yemek yemek için bir yere oturdular. O sırada Keşmîr´de bulunan Hallâc-ı Men­sûr da yola çıkmıştı. Aralarında çok uzun bir mesâfe vardı. Bir aralık talebelerine; "Şimdi bir genç yola çıktı. Şu şu vasıflardadır. Derhal onu karşılayınız! O, yüksek bir velî ve anlaşılmaz bir hâl sâhibidir." dedi. Talebeleri gidip onu karşıladılar. Bir müddet sonra Hallâc-ı Mensûr, yanında iki köpeği olduğu halde Ebû Abdullah´ın yanına geldi. Yemeğini bırakıp ayağa kalktı. Yerine Hallâc-ı Mensûr´u oturttu. Ona çok izzet ve ik­râm etti. Talebeler bu işe şaşıp kalmışlardı. Hallâc-ı Mensûr´un elbiseleri, üstü başı dağınık idi. O, ayrılıp gittikten sonra talebelerine, "Siz, onun dışına bakmayınız! O nefsi ile mücâhede hâlinde bir gençtir ve bütün kötü arzulardan kurtulmuştur. Velîlik âleminin pâdişâhı olmaya namzettir. Bu devlet kuşu, onun başına konacaktır." buyurdu.

Büyük velîlerden Ebû Ali Fârmedî (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanların îtikâd, amel, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenip yapmaları ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaları için onlara rehberlik edip, buna kavuşturan ve kendilerine tasavvuf yolunda silsile-i aliyye denilen meşhûr velîlerden olup, bu âlimlerin yedincisidir. İsmi, Fadl bin Muham- med´dir. Yaşadığı devrin âlimleri arasında bir tâne idi.

Kendisi anlatır: Bir gün bana bir hal olmuştu. Kendimden geçtim. Bu hal içinde sanki yok ve fark edilmez oldum. Bu hâlimi hocama anlattım. "Ey Ebû Ali! Benim gönül kuşum, buradan yukarısını bilemez." buyurdu. Ben de kendi kendime, beni bu makamdan ileri götürecek bir mürşide, rehbere ihtiyâcım var, diye düşündüm. Bunun üzerine bir müddet geçti. Gün geçtikçe bu hal artardı. Bu sırada Ebü´l-Kâsım Gürgânî´nin ismini işitmiştim. Tûs şehrine hareket ettim. Evini bilmiyordum. Şehre gelince sordum. Yerini târif ettiler, gittim. Talebelerinden bir cemâatle mescidde oturuyorlardı. Ben de iki rekat namaz kılıp, önünde diz çöktüm. Şeyhin başı önüne eğikti. Başını kaldırdı ve; "Gel ey Ebû Ali!" buyurdu. Vardım, selâm verip oturdum. Mânevî hallerimi anlattım. "Evet... Başlangıcın mübârek olsun! Henüz bir dereceye erişmişsin, ama terbiye görürsen, yüksek derecelere kavuşacaksın." buyurunca, gönlümden; "Artık rehberim budur." dedim.

Ebü´l-Kâsım Gürgânî hazretleri beni tasavvufta yetiştirmek üzere nefsimin terbiyesi için çeşitli riyâzetler yâni nefsimin isteklerini yapmamamı emretti. Nihâyet arzu edilen derecelere ulaştım. Sonra arkadaşlarımdan Ebû Bekir Abdullah ile beni kardeş yaptı ve bizi berâberce Ebû Saîd hazretlerinin yanına Mihene´ye gönderdi. Ebû Saîd hazretlerinin huzûruna varınca, bana bir parça bez verip duvarların tozunu silmemi söyledi. Arkadaşım Ebû Bekir Abdullah´a da müsâfirlerin ayakkabılarını düzeltme vazîfesini verdi. Üç gün bu hizmeti yaptım. Dördüncü gün beni Ebü´l-Kâsım hazretlerinin yanına geri gönderdi. Sonra iki hocam da vefât etti. Onların yerine sohbetleri ben yapmaya başladım. Talebelerim çoğaldı. İsmim her tarafa yayıldı. Arkadaşım Şeyh Ebû Bekir Abdullah büyük bir zât olduğu halde adı duyulmadı. O şöyle dedi: Şeyh Ebû Saîd onun için; "Ebû Ali bez ile duvarın tozunu sil de, ömür boyunca söz bezi ile Allahü teâlânın kullarının gönül duvarlarındaki mâsiyet, günah kirlerini silersin!" buyurdu. Bana da dervişlerin ayakkabılarını düzeltmemi emretti. Ben de bu vazîfede kaldım. Kimse beni tanımadı, ismimi anmadı."

Ebû Ali Fârmedî hazretleri, bu hocalarından sonra zamânındaki evliyânın en meşhurlarından ve büyüklerinden olan Ebü´l-Hasan Harkânî hazretlerinin sohbetlerinde daha yüksek derecelere kavuşmuş, kemâl mertebelerine ulaşmıştır. Bunu şöyle ifâde etmiştir:

"Kalbimde hâsıl olan aşk ve şevk ziyâdesiyle artmıştı. Bu arzumun çokluğu sebebiyle, Ebü´l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin sohbetine kavuştum. Hizmetinde bulundum. Nihâyetsiz feyzlere, mânevî zevklere eriştim."

Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Ayderûs (rahmetullahi teâlâ aleyh) hal, iş ve sözleriyle çok beğenilen bir zâttı. Hac ibâdetini tamamladıktan sonra memleketi Terîm´e döndü. İlim öğretmekle meşgûl oldu. Onun ilim meclisinde ve sohbetlerinde pekçok kimse toplandı. Kıymetli talebeler yetiştirdi. Bütün vakitlerini ilim öğretmekle ve kitap mütâlaası ile geçirirdi. Çok kimsenin çözmekte güçlük çektiği zor meseleleri çözer ve açık bir şekilde îzâh ederdi. İlim, fazîlet sâhibi sâlih kimselerle görüşüp sohbet ederdi. Dünyâya düşkün olanlardan uzak dururdu. Âriflerin; "Allahü teâlâyı tanıyan kimsenin hayâtı tatlı ve yaşayışı safâlı olur. İnsanlar arasında yalnız gibi, yalnız iken cemâat arasında gibi olur. Vefâtında garîb gibi, vatanından uzak olunca da vatanında gibi olur. Bulunmadıkları yerde var gibi hissedilir, bulunduğu yerde de yok gibi hissedilir. Bedeniyle insanlar arasında fakat kalbiyle onlardan uzak olur. Allahü teâlâyı zikretmenin, anmanın lezzetine gark olmuş halde bulunur." diye târif ettikleri gibi mübârek bir zât idi. Dâimâ tebessüm ederdi. Herkese güler yüzlü davranırdı. Huzûrunda bulunanları hoş sohbetiyle ferahlandırırdı. Bulunduğu yerde boş söz söylenmez ve boş işler yapılmazdı. Talebelerine ve sevenlerine tatlılar ve çeşitli meyveler ikrâm ederdi. Onu tanıyıp sevenler birbirlerine karşı da gâyet samîmî ve dostça davranırlar, birbirlerine yardım ve ikrâm yaparlardı. Fakirlere, dul ve yetimlere, muhtaçlara dâimâ yardımda bulunur, sıkıntılarını giderirdi. Zamânındaki edib ve şâirler onun üstün hâllerini, güzel vasıflarını şiirleri ve yazılarıyla dile getirmişlerdir. Yaşadığı cemiyette İslâmiyete uyması, dîni anlatması insanlara karşı muâmelesi ve diğer bütün münâsebetlerinde, büyük-küçük herkesin örnek aldığı, dâimâ kendisine baş vurduğu bir zât idi.

Yemenli meşhûr velîlerden Ebû Bekr bin Sâlim Ayderûs (rahme- tullahi teâlâ aleyh) tahsil devresinden sonra Aynat köyüne dönüp, bir ev yaptırarak kendi köşesine çekildi. İlim ve ibâdetle meşgul oldu. Geceleri az uyur, çok ibâdet ederdi. Nefsini ıslah için çok gayret gösterdi. Nihâyet Allahü teâlânın ihsanları peşpeşe gelmeye başladı. Pek az kimseye na- sîb olan üstün hallere ve kemal derecelerine kavuştu. Kerâ­metleri ve ke- şifleri görüldü. İnsanlar arasında güneş gibi parlayan bir evliyâ oldu. Bu hâlini görenler ziyâretine ve sohbetine koştular. Uzaktan yakından gelen- lerle etrâfı dolup taştı. Sohbetleriyle insanlara rehberlik etti. Meşhur ho- cası Seyyid Ahmed bin Alevî bin Hacder duyunca, memnun olup, onu çok methetti. Sonra bu hocasının huzûruna gitti. Hocası; "Sende bu yük- sek haller hangi sebeple hâsıl oldu?" diye sorunca, hâlini kısaca bildirip hepsinin Allahü teâlânın ihsânı olduğunu ifâde etti. Hocası ona Aynat köyüne dönüp orada insanlara rehberlik yapmasını söyleyince, Aynat kö- yüne döndü. İnsanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. İslâmi- yete uymalarını sağlayıp, saâdete ermelerine sebeb oldu. Ayrıca talebe- lere ders verdi. Bulunduğu yerde sohbetinden ve ilminden istifâde edilen ve herkesin mürâcaat ettiği bir kimse oldu. Pek çok talebe yetiştirdi.

Son derece merhâmetli ve cömert idi. Mallarını muhtaç, fakir, zayıf ve kimsesizlere yardım için ortaya koymuştu. Üstün ahlâk ve hoş muâmelesi ile herkes tarafından sevilirdi. O kadar mütevâzi idi ki, kendisini tanımayanlar kendi halinde halktan biri zannederlerdi. Kerâmetlerini son derece gizlerdi.

Allahü teâlânın velî kullarından Ebû Câfer el-Meczûm (rahmetullahi teâlâ aleyh) duâsı kabûl olan, vesîle edilerek kendisinden meded umulan bir zât idi. Darda kalanlara yardım ederdi. Duâsı bereketiyle pekçok kimse sıkıntılardan kurtulmuş, niceleri de arzularına kavuşmuştu. Ebû Câfer el-Meczûm, cüzzamlı bir deri altına gizlenmiş, Allahü teâlânın sevgili bir kulu idi. Her hâlinde Allahü teâlâya şükreder ve O´ndan gelen her şeyi severdi. Hattâ sevgiliden gelen musîbetleri ve belâları, nîmetlerinden daha çok severdi. Sanki toprakla örtülmüş, kıymetli mücevherle süslü bir altındı. Gittiği pekçok yerden kovulur, insanlar onu görünce tiksinerek bakarlardı. Fakat tanıyanlar, onunla görüşmek, bir teveccühüne kavuşmak, bir duâsını almak için gayret ederlerdi. Peygamber efendimizin; "Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, gittikleri kapılardan kovulurlar. Fakat Allahü teâlâya yemîn etseler, Allahü teâlâ o şeyi yaratır." hadîs-i şerîfi, kendisinde tecellî etmişti. O dâimâ kalbi kırık, gönlü mahzûn ve Al- lahü teâlânın zikri ile meşgûldü. Duâsının kabûlü, darda olan pek çok kimselere yardımı, teveccühünün kuvvetli ve keskin olmasıyla meşhûr olmuştu. Pekçok velî onu bir defa görüp, sohbetinde bulunup, teveccühüne kavuşabilmek için duâ ederdi. Ebû Câfer el-Meczûm, Allahü teâ- lânın; "Dostlarım benim kubbelerim altındadır. Benden gayrisi onları ta- nımaz." hadîs-i kudsîsinde bildirilen, Allahü teâlânın kubbeleri altında, beşerî sıfatlar içinde gizlediği ve insanların pekçoğunun tanımadığı bir velî idi.

Meşhûr âlim ve velîlerden Ebû İshâk-ı Şîrâzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, "Cemâl-üd-dîn", "Şeyh-ül-İslâm" ve "Şeyh-ül-İmâm" la- kabları ile tanınmaktadır.

Ebû İshâk´ın bedeni zayıf ve ince idi. Kuvvetli bir hâfızaya sâhib olup, zekî bir kimseydi. Ders okumak ve ilim tahsil etmek için çok gayret ediyordu. Yemeği ve elbisesi azdı. Aza kanâat eder ve fakirliğe sabrederdi. Kâdı Ebü´l-Abbâs el-Cürcânî ve diğer arkadaşları diyorlar ki: "Ebû İshâk-ı Şîrâzî, dünyâlık olarak hiçbir şeye sâhip değildi. Hattâ o hâle geldi ki, bir günlük yiyeceğini ve giyeceğini bulamadığı zamanlar olurdu."

Ebû İshâk-ı Şîrâzî, fakir bir kimse olup, Nizâmiyye Medresesinde ders vermeye başlamasından sonra da durumu değişmedi. Talebelerini çok severdi ve "Benden bir mesele okuyan kimse, benim evlâdım sayılır." derdi. Fakirliği sebebiyle hacca da gitmemişti. Nizâm-ül-mülk´e yakın olmasına rağmen maddî bakımdan hâlinde bir değişiklik olmadı. Mala, paraya hiç düşkün değildi. El-Mâhânî diyor ki: "Onun bir yiyecek ve binek almaya yetecek kadar malı yoktu. Fakat isteseydi, onu el üstünde taşırlardı."

Şam´da yetişen büyük velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) çocukluğunda ve gençliğinde rastgele bir hayat yaşı- yordu. Diğer insanlar gibi normal günlük hayâtına devâm ediyordu. Allah adamı sâlih kimselerin hâllerinden haberi yoktu. Bir gün namaz kılmak için câmiye gitti. Câmide vâz ve nasîhat eden bir zâtın konuşmaları ona çok tesir etti. Dışarı çıkınca bu tesir kayboldu. Ertesi gün tekrar gelip o zâtın sohbetini dinledi ve yine önceki tesir hâsıl oldu. Fakat dışarı çıkın- ca tesiri biraz devâm ettiyse de yine kayboldu. Üçüncü defâ gelip o zâtın sohbetini dinledi. Bu defâ öyle bir hâl oldu ki, bu tesir eve kadar devâm etti. Eve gelince günahlarına tövbe etti, evindeki mûsikî âletlerini kırdı. Allahü teâlâya kavuşturacak hakîkî yola yöneldi. Âlim ve sâlih kimselerin ilim meclislerine, sohbetlerine devâm etti. Onun bu halini işiten Yahyâ bin Muâz hazretleri; "Bir serçe, bir turnayı avlamış." buyurarak onun ka- vuştuğu mânevî yolun büyüklüğüne işâret etti.

Şam´da bulunan âlimlerin ve velî zâtların meclislerine devâm eden Ebû Süleymân Dârânî hazretleri ilimde ilerlediği gibi, tasavvuf yolunda da büyük mesâfe kat etti, yüksek derecelere kavuştu. İbrâhim bin Edhem hazretleriyle görüşüp sohbetinde bulundu. Şakîk-i Belhî, Mârûf-ıKerhî, Ahmed bin Âsım el-Antâkî, Sırrî-yi Sekâtî ve Hâris el-Muhâsibî gibi büyük velîlerle sohbette bulundu. Daha önce rağbet ettiği, sevdiği dünyâdan yüz çevirip zâhid bir hayat sürmeye başladı. Ondaki bu yüksek de­receleri ve mânevî hâlleri gören insanlar onun etrâfında toplanıp istifâde etmeye çalıştılar. O insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâ ve âhirette mutlu olmaları için gayret etti. Sohbetinde birçok evliyâlar yetişti. Kardeşi Dâvûd bin Ahmed Dârânî ve Ahmed bin Ebü´l-Havârî bunlardandır.

Endülüs´te yetişen büyük velîlerden Ebü´l-Abbâs el-Basîr (rahme- tullahi teâlâ aleyh) doğduğu gün, annesi, onun iki gözünün âmâ oldu- ğunu gördü. Babası, o memleketin sultânıydı. O günlerde seferde bulu- nuyordu. Kadıncağız, sultânın, gözleri görmeyen bir çocuğunun olmasını istemiyeceğini, bu hâli beğenmiyeceğini, hakîr göreceğini düşünerek ço- cuğu yanına aldı ve evlerinden ayrıldı, çok uzak bir yere gitti. Çocu- ğunu orada bir yere bıraktı. Efendisi geldiğinde de, ona bir oğlanla­rının olduğunu, fakat çocuğun doğumdan hemen sonra öldüğünü söylemeye karar verdi. Bu sırada, kadının ıssız bir yere bıraktığı çocuğa, Allahü teâlâ bir ceylân gönderdi. Bu ceylân muntazam olarak gelip bu yavruyu emziriyordu. Nihâyet sultân seferden döndükten sonra, hanımı kendisi- ne; "Bir oğlumuz oldu. Fakat doğumdan hemen sonra öldü." dedi. Sul- tân, Allahü teâlânın takdîrine teslim olarak ve görünüşte mahzûn olan hanımını tesellî için; "Ümîd edilir ki, Allahü teâlâ o nîmeti almakla, bize ondan daha hayırlısını ihsân eder." dedi. Bir zaman sonra sultân ava çıktı. Bir yerde, av için arkadaşları ile geniş bir halka teşkil edip, geniş bir yeri kontrolleri altına aldılar. Arâzi kontrol edilip, halka iyice daraltıldığında, sultân, ortada bir çocuğu emziren bir ceylânı gördü. Yanına gidip çocuğu şevkatle bağrına bastı; "Oğlumun yerine bunu alayım." diye düşündü. Onu alıp, evine getirdi. Gâyet sevinçli idi. Hanımına; "Oğlumuzun yerine, Allahü teâlâ bize bu çocuğu verdi. Bunu al! Yetiştir! Bizim oğlumuz olsun." dedi. Kadın çocuğa bakınca, kendi çocukları olduğunu anladı ve şiddetli bir şekilde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Efendisine de; "Vallahi bu benim oğlumdur." dedi. Hâdiseyi de olduğu gibi anlattı. Sultan da; "Onu bize kavuşturan Allahü teâlâya hamdolsun." diyerek, Allahü teâlâya şükretti. Kadın, çocuğu emzirip ihtimâm ile büyüttü. Kur´- ân-ı kerîm okumasını öğretti. Yedi yaşına gelince, Kur´ân-ı kerîmin kırâatine âid ilimleri öğrenmeye başladı. Ebû Midyen Magribî hazretlerinin yetiştirdiği velîlerden olan Ebû Ahmed Câfer el-Endülüsî´nin huzurunda güzel bir şekilde yetişti. İnsanlardan ayrı ve uzak bir hâli vardı. Dünyâ malına rağbet etmezdi. Babası memleketinin sultânı olduğundan, dünyâ nîmetlerinden fazlasıyla çok çok faydalanmak elinde ve gâyet kolay olduğu hâlde, o bunların hiç birine iltifât etmez, kalın kumaşlardan elbise giyer, fakirler arasında bulunur, peksimet, limon ve tuz yerdi. Evliyâlık yolunda bulunanlara mahsûs olan bu hâlini anlıyamıyan bâzı in­sanlar, elinde çok fazla imkânları olduğu hâlde, dünyâ nîmetlerinden niçin istifâde etmiyor diye hayret ederlerdi. Ebü´l-Abbâs hazretleri de, bu insanların niçin bu kadar gaflette olduklarına, dünyânın gelip-geçici, aldatıcı ve çabuk bitici zevk ve eğlencelerine dalarak, sonsuz olan âhiret için hazırlanmayı ihmâl etmelerine ve böylece ebediyyen bitmeyecek gerçek saâdete, sonsuz nîmetlere kavuşmaktan mahrûm kalmalarına çok hayret ediyordu. Ebü´l-Abbâs el-Basîr, memleketinde bir zaman kaldıktan sonra Mısır´a gitti. Nil Nehri kenarında yerleşti. Nil Nehri kıyısında Bâb-ül-Hark denilen yerde bulunan tekkesinde talebelerine ders verirdi. Ebü´s-Süûd´un tekkesi de Nil´in karşı kıyısında Bâb-ül-Kantara denilen yerde idi. Bu iki zât, birbirleri ile mektuplaşırlardı. Ebü´l-Abbâs hazretleri mektup göndereceği zaman, mektubu Nil Nehrine su üzerine bırakırdı. Mektubu karşı kıyıdan alırlardı. Orada bulunan Ebü´s-Süûd hazretleri cevap yazarak yine aynı şekilde nehrin üzerine bırakır, bu taraftan alırlardı. Alınan ve gönderilen mektuplar, Allahü teâlânın izni ile hiç ıslanmazdı.

Endülüs?te ve Mısır?da yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü?l-Abbâs-ı Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine az bir şey hediye edilse, güler yüzle karşılar, kabûl ederdi. Çok fazla bir şey hediye edilse, karşıdakine külfet olmamak için, kabûl etmekten çekinirdi. Hased edilmek tehlikesi olmaması için, talebelerinden birini, diğer talebeleri arasında övmezdi. Her hâli edebe tam uygun idi. Allahü teâlânın, Resûlullah´ın ve bu yolun büyüklerinin muhabbeti ve aşkı ile yanardı. Bunlara karşı lüzumlu edebi göstermeye her zaman gayret ederdi. Bu güzel hasletleri ile evliyâlık yolunda çok yüksek derecelere kavuştu. "Kur´ân-ı kerîmi okuduğum zaman, Allahü teâlânın huzûrunda okuyor gibi oluyorum." buyururdu. Bir kimseden, Allahü teâlânın veya Resûlullah´ın (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek isimlerini işitse, hemen ağzını o kimsenin ağzına yaklaştırır, öyle dinlerdi. O mübârek ismi anlatan, bildiren sesin, o kimsenin ağzından çıktıktan sonra havaya değil, kendi ağzına, dolayısı ile kalbine girmesini ister gibi bir hâl alırdı. Bir kimseden, "Bu gece Kadir gecesidir." sözünü duysa, "Allahü teâlâya hamdolsun ki, bizim her ânımız Kadir gecesidir." buyururdu. Yâni, diğer insanların sâdece Kadir gecesinde yapabildikleri ibâdetleri, tâat ve zikri, Ebü´l-Abbâs hazretleri her vakitte yapmaya devâm ederdi.

Ebü´l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri, sohbetlerinde daha çok, akl-ı ekber denilen en büyük akıldan, İsm-i a´zamdan ve isimlerden, harflerden bahsederdi. Evliyâlık derecelerini, Allahü teâlâya yakîn olanların makamlarını, Arş-ı âlâya yakın olanların sâhib oldukları üstünlükleri, evliyâdan yardım istendiği zaman imdâda yetiştiğini ve yardım ettiğini, sır ilimlerini, kader (kıyâmet) gününü, kişilerin ilimlerini, kıyâmet günü neler olacağını, Allahü teâlânın kullarına yumuşaklık, nîmet vermek, cömertlik ve intikam bakımından neler yapacağını ve bunun gibi yüksek ilimleri anlatırdı. "Akıllar zayıf olmasaydı (anlayamayacaklarından ve anlaşılamayacağından korkmasaydım) Allahü teâlânın rahmetinden çok haberler verirdim." buyurdu.

Hindistan´ın büyük velîlerinden Ebü´l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bâtını, iç dünyâsı Allahü teâlânın aşkı ile yanardı. Bâzan bu aşk dışına da vurur ve görenler vücûdundan buhar çıkıyor zannederlerdi. Yazın sıcak günlerinin harâreti de eklenince, onun ince ve zayıf vücudu bu harârete dayanamaz ve hastalanırdı. Sevenlerinden Hakim Abdülhakîm bir yaz mevsiminde kendilerine serin bir yere gitmelerinin iyi olacağını bildirdi. Bunun için Belücistan´da Kuita´nın uygun ol­duğunu arzetti. Burası Ebü´l-Hayr hazretleri için yeni bir yerdi. Tanıdık kimsesi yoktu. 1900 senesi başlarında çoluk çocukları ile berâber Kui- ta´ya gidip orada bir ev kiraladılar. Berâberinde yalnız Hindli bir hizmetçi vardı. Ebü´l-Hayr hazretleri ne Afgan ne de Beluci dillerini biliyordu. Buna rağmen Allahü teâlâ oradaki insanların kalplerini ona meylettirdi. Onu herkese sevdirdi. Nitekim Mişkât kitabında Sahîh-i Müslim´den alınan bir hadîs-i şerîfte buyrulduğu gibi: "Şüphesiz Allahü teâlâ bir kulundan râzı olup, onu sevdiğinde, Cebrâil aleyhisselâmı çağırır ve ona buyurur ki: Ben falan kulumu seviyorum sen de onu sev. Cebrâil aleyhisselâm onu sever. Sonra semâda seslenip der ki: Allahü teâlâ falan kulu seviyor, siz de onu sevin. Semâdakiler onu sever. Sonra onun sevgisi yerdekilerin gönüllerinde yerleşir."

Nitekim Ebü´l-Hayr hazretleri Kuita bölgesine gittiği zaman buradaki âlimler, sâlihler onun sohbetine koştular. Devrin âlimlerinden olan Mîr Hasan Sâhibzâde, Kuita´ya uzak bir yerde oturuyordu. Küçük oğlu Sey- yid Abdülhalîm´i çağırıp; "Mübârek bir zâtın "Dehli´den teşrif ettiğini duy- duk. Kuita´ya git. Onun ahvâlini, durumunu öğrenip bize haber getir." De- di. Abdülhalîm Kuita´ya gelip Ebü´l-Hayr´ı ve hallerini sordu. Yakınlarından da onun hakkında bilgi aldı. Dönüp babasına şöyle anlattı: "O zât, iyi bir âlim ve Kur´ân-ı kerîm hâfızıdır. Herkesle görüşmüyor. Kendini açıkça günâh işleyenlerden uzak tutuyor. Kimse hakkında kötü konuşmuyor. Yolda yürürken ayaklarına bakarak yürüyor. Onun meclisi ilim meclisi olup, yalnız ilimden konuşuluyor. Talebelerini uygun olmayan şeylerden men ediyor." Bunları dinleyen Mîr Hasan Sâhibzâde; "Ey oğlum! Anlattığına göre o zât muhakkak Allahü teâlânın velîlerindendir. Onların huzûruna varmak saâdettir." dedi. Daha sonra Ebü´l-Hayr´ı ziyâret etmek için Kuita´ya gitti ve sohbetlerinde bulundu.

Mısır´ın büyük âlimleri ve evliyâsı arasında yer alan Ebüssü´ûd Ebü´l-Aşâir el-Bâzinî (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaşta kerâmetleri görülen bir zâttı. Öyle ki, daha beşikte iken oruç tutardı. Ramazan ayın- da gündüzleri, imsaktan (sahurdan) iftâr vaktine kadar hiçbir şey yiyip içmez, ana sütü emmezdi.

Zamânın devlet başkanı olan halîfe bile kendisini sık sık ziyârete gelir, sohbetlerinden istifâde ederdi. İmâm-ı Şârânî´nin hocalarından Dâvû- d-i Magribî, Şerâfeddîn, Hızır-ül-Kürdî ve sayısı belli olmayan daha nice âlimler, kendisinden istifâde etmek, ilim öğrenip feyz almak için sohbeti- ne devâm ederlerdi.

Her hâlinde İslâmiyete tam bir bağlılığı vardı. Kibir ve riyâdan çok sakınırdı. Birçok kimsenin kendisini ziyârete gelmesi, ondan ilim öğrenip feyz almaya çalışması, onun hâlinde hiçbir değişiklik yapmazdı. Dâimâ tevâzu üzere olup, herkese karşı alçak gönüllüydü. Çok îtibâr görmesi ve sevilmesi gibi olan bu hâllerinden nefsinin haz duymamasına, gurûr ve kibire kapılmamasına çok gayret gösterirdi. Hiç kimsede görülmeyen hâllerinden birisi de şöyleydi: Ayakkabılarını çıkaracağı zaman, kendisinde bir inilti duyulurdu. Bu, daha ziyâde sohbet yapacağı zamanlarda olurdu. Sebebini sordular. Şöyle anlattı: "İnsanlarla sohbet ederken, kibre kapılmaktan çok korkuyorum. Bu kibirden korunmak için, ayakkabıyı çıkartırken, nefsten de soyunuyorum." Yâni; "Nefsimin hevâsına, arzularına kapılmamak için onunla mücâhede etmeye, onun isteklerine boyun eğmemeye çalışıyorum. Bundan dolayı bende inilti duyuluyor." demek istedi.

Osmanlı âlimlerinin en meşhûrlarından ve büyük velî Ebüssü´ûd Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) âlimler yetiştiren bir âileye mensub idi. Dedesi, meşhûr âlim Ali Kuşcu´nun kardeşi Mustafa İmâdî´dir. Dedeleri Türkistanlı olup, Semerkand´dan Anadolu´ya gelmişlerdir. Ebüssü´ûd Efendinin dedesinin babası Mehmed Kuşcu, Tîmûr Hân´ın torunu olan Uluğ Beyin yakını ve Doğancıbaşısı idi. Senelerce Uluğ Beyin hizmetinde bulunup, sevgisini kazanmıştı. Mehmed Kuşcu´nun oğulları Ali Kuşcu ve Ebüssü´ûd Efendinin dedesi olan Mustafa İmâdî, Uluğ Beyin elinde yetişip ilim öğrenmişlerdir. Mustafa İmâdî, bilhassa tasavvufta yetişip ilerlemiştir. Uluğ Beyin vefâtından sonra, Ali Kuşçu ve Mustafa İmâdî, âileleri ile birlikte Akkoyunlu devleti pâdişâhı Uzun Hasan´ın yanına gittiler. Uzun Hasan onlara yakın alâka gösterdi. Onlar da, siyâsî ve ilmî faâliyetleriyle hizmet ettiler. Burada bulundukları sırada Ali Kuşçu, Osmanlı Sultanı Fâtih Sultan Mehmed Hana uzun Hasan´ın elçisi olarak gitmişti. Ali Kuşçu´ya çok iltifât eden Fâtih Sultan Mehmed Hân, onun İstanbul´a gelmesini ısrârla istedi. Uzun Hasan´dan müsâade alan Ali Kuşcu, kardeşi Mustafa İmâdî ile birlikte İstanbul´a gelip yerleşti. Fâtih Sultan Mehmed Hân, onların Tebrîz´den İstanbul´a yaptıkları yolculukları için, günlüğü bin akçe olarak hesaplatıp vermiştir. İstanbul´a geldikle­rinde, Fâtih Sultan Mehmed Hân, Ali Kuşçu´yu Ayasofya Medresesine müderris tâyin etti. Mustafa İmâdî de, ilim öğretmekle meşgûl olan tasavvuf ehli bir âlim idi. İstanbul´a geldikten sonra, Ali Kuşçu, kızını kardeşi Mustafa İmâdî´nin oğlu Yavsi Muhyiddîn Mehmed´e nikâhladı. Bu evlilikten Ebüssü´ûd Efendi doğdu.

Ebüssü´ûd Efendinin babası, hem amcası hem de kayınbabası olan Ali Kuşcu´dan ve dedesi Mustafa İmâdî´den ilim öğrendi. Senelerce süren bu tahsîlden sonra, babası gibi o da tasavvufa yönelip zamânının meşhûr evliyâsından ve Akşemseddîn hazretlerinin halîfesi olan İbrâhim Tennûrî´ye talebe oldu. Onun sohbetlerinde bulunarak, tasavvufda yetişti. Hocası İbrâhim Tennûrî´nin vefâtından sonra, onun halîfesi olduğu için yerine geçti ve İstanbul´da insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl oldu. İkinci Bâyezîd Han, ona büyük bir zâviye yaptırdı ve buraya mülk vakfetti. İkinci Bayezîd Hân, onun sohbetlerinden çok tad alırdı. Bu se- beble, ekseriyâ berâber bulunurlardı. Zamânının meşhûr devlet adamları ve âlimleri, "Hünkâr Şeyhi" lakabıyla da anılan Yavsî Muhyîddîn Meh- med İskilîbî´nin sohbetine gelirler, dergâhı dolup taşardı. Meşhûr târihçi Hoca Sâdeddîn Efendi, bu hâli şöyle ifâde etmiştir: "Sultanların Şeyhi, Şeyhlerin Sultânı olmuş, herkesin gönlünü kazanmıştır."

Kânûnî Sultan Süleymân Hân kıymetini ve ilimdeki üstünlüğünü anladığı Ebüssü´ûd Efendiyi çok sever ve değer verirdi. Onu bütün seferlerinde yanında bulundurdu. 1541 senesinde Budin´in fethinde, zafer şük- rânesi olarak şehrin en büyük kilisesini câmiye çevirten pâdişâh burada ilk namazı Ebüssü´ûd Efendiye kıldırttı. Yine pâdişâhın emri üzerine, Bu- din´in ve Orta Macaristan´ın tapu ve tahrir işlerini yaptı. Mühim hizmetler yaptığı bu vaifesinden sonra, 1545 senesinde Fenârîzâde Muhyiddîn Efendinin ihtiyarlığı ve rahatsızlığı sebebi ile şeyhülislamlıktan ayrılması üzerine bu göreve getirildi. Bu sırada elli beş yaşında bulunuyordu. Otuz sene şeyhülislâmlık yaparak, dîne ve devlete üstün hizmetler yaptı.

Kânûnî Sultan Süleymân Hân ve İkinci Sultan Selîm´in saltanatları zamânında 30 sene şeyhülislâmlık yaptı. Osmanlı şeyhülislâmları arasında en çok bu makamda kalıp hizmeti geçen Ebüssü´ûd Efendidir. Bu vazifede bulunduğu sırada çok mühim hizmetler yapmıştır. Kânûnî Sultan Süleymân Hân, Ebüssü´ûd Efendiyi çok sever ve her önemli işinde onun fetvâsına mürâcaat ederdi. Süleymâniye Câmiinin temel atma merâsiminde, mihrâbın temel taşını Ebüssü´ûd Efendiye koydurtmuştur. Devrinde âlimler arasında bir mesele hakkında farklı hüküm ortaya çıksa, Kânûnî Sultan Süleymân Hân, Ebüssü´ûd Efendinin tarafını tercih ederdi. Ebüssü´ûd Efendi, o devirde, devlet kânunlarını dînin hükümlerine uygun bir şekilde düzenlemiştir. Tımar ve zeâmetlere dâir mevzûlarda verilen kararlar, genellikle Ebüssü´ûd Efendinin fetvâlarına dayanmıştır. Mülâzemet usûlü de onun kadıaskerliği zamanında kurulmuştur. Kânûnî, arâzi kânunnâmesini de Ebüssü´ûd Efendiye yaptırmıştır.

Kânûnî Sultan Süleymân Hân H.974 senesinde vefât edince, cenâze namazını Ebüssü´ûd Efendi kıldırdı. Kılınan cenâze namazından sonra Kânûnî´nin hayatta iken yaptırdığı Süleymâniye Câmii bahçesindeki türbesine gelindi. Cenâze kabre konuldu. Bu sırada bir çekmece getirilip kabre konulmak istendi. Şeyhülislâm Ebüssü´ûd Efendi müdâhale etti. Çekmecenin niçin konulduğunu, dînimizde kıymetli bir şeyin cenâzeyle gömülmesinin mümkün olmadığını söyledi. Sultan Süleymân Hanın, vefâtından bir gün önce vasiyet edip bu çekmecenin kendisi ile gömülmesini istediğini bildirdiler. Ebüssü´ûd Efendi, mutlaka içindekilerin görülmesi gerektiğini, kıymetli bir şey varsa gömülemeyeceğini söyledi. Çekmece Ebüssü´ûd Efendiye verilirken, elden kayıp düştü ve içindekiler döküldü. Kâğıtların her birinde bir fetvâ ve altında şeyhülislâmın imzâsı vardı. Ebüssü´ûd Efendi, yazıların altında kendi imzâsını görünce; "Ey Süleymân! Sen kendini kurtardın ama, biz ne yapacağız?" diyerek ağlamaya başladı. Kânûnî Sultan Süleymân Han, yapacağı her işi şeyhülislâma sormuş ve aldığı fetvâya göre hareket etmişti. Delîl olarak da, aldığı fetvâların yanında gömülmesini vasiyet etmişti.

Ebüssü´ûd Efendi, dînine bağlı, haramlardan ve şüpheli şeylerden son derece sakınan, Allah korkusu çok olan bir âlimdi. Güler yüzlü, tatlı dilli olup, latîfeden hoşlanırdı. Etrâfında bulunanlara yumuşaklıkla muâmele ederdi. Çok ibâdet eder ve zâhidâne, dünyâya gönül vermeden yaşardı. Gâyet temiz ve sâde giyinirdi. Heybetinden meclisinde kimse konuşmaz, onun konuşması hürmetle dinlenirdi. Devlet işlerini ve hizmetlerini mükemmel bir şekilde yürütmesi yanında, talebe yetiştirmek ve kıymetli eserler hazırlamakla da vakit geçirirdi. Meşgûliyetinin çokluğuna rağmen, talebelerine zamânında ve aksatmadan derslerini verirdi. Zeyrek civârındaki Çırçır´da bulunan konağında oturur, müslümanların işlerine bakardı. Belli zamanlarda Topkapı sarayına giderek pâdişâhı ziyâret ederdi. Bu ziyâretlerine giderken devamlı bugün Ebüssü´ûd Caddesi denilen caddeden gittiği, bu sebeple onun ismine izâfeten bu caddeye Ebüssü´ûd Caddesi denildiği bâzı kaynaklarda kaydedilmiştir.

Osmanlı Devletinde yetişmiş en büyük şeyhülislâmlardan birisi idi. Cinlere de fetvâ vermesiyle meşhûrdur. Eyyûb Sultan´da Yazılı Medrese olarak bilinen medresede bulunduğu sırada, bir defâsında cinler kendisinden fetvâ sormak üzere gelmişlerdi. İçlerinden bâzısı suâl sorarken, diğerleri de medresenin duvarlarına birşeyler yazmışlardı. Cinlerin bu duvarlara yazı yazmaları sebebiyle, o medreseye "Yazılı Medrese" ismi verilmiştir. Bu yazılar daha sonra üzerlerine badana çekilmek sûretiyle kapatılmıştır.

Ebüssü´ûd Efendi, kendisine sorulan suâllere gâyet yerinde ve faydalı cevaplar verirdi. Şeyhülislâmlığı dönemindeki fetvâlarının herbiri, bir kânun maddesi mâhiyetindeydi. Bu fetvâları, Fetâvâ-i Ebüssü´ûd adlı bir kitapta toplanmıştır. Sorulan suâl manzûm ise, cevâbı da kâfiye ve vezin bakımından suâle uygun olarak verilirdi. Sorulan suâl nesir ve secîli ise, cevâbı da öyle olurdu. Suâl Arabca ise cevabı Arabca, Farsça ise Farsça, Türkçe ise Türkçe olurdu. Çoğu gün binden fazla fetvâ verirdi. İki defa işlerin çokluğu sebebiyle, sabah namazından sonra sorulan suâl­lere cevap vermeye başlayıp, ikindi namazında bitirmiştir. Birinde 1412, diğerinde 1413 fetvâ verdiği tesbit edilmiştir.

Ebüssü´ûd Efendi, Yavuz Sultan Selîm ile Kânûnî Sultan Süleymân Hanın fevkalâde sevgi ve iltifâtını kazandı. Kânûnî Sultan Süleymân Hanın Ebüssü´ûd Efendiye gönderdiği şu mektup, ona karşı beslediği hâlisâne duyguları dile getirmektedir. Mektup özetle şöyledir:

"Halde hâldaşım, sinde sindaşım (yaşta yaşdaşım), âhiret karındaşım, Molla Ebüssü´ûd Efendi hazretlerine, sonsuz duâlarımı bildirdikten sonra, hâl ve hâtırını suâl ederim. Hazret-i Hak, gizli hazînelerinden tam bir kuvvet ve dâimî selâmet müyesser eylesin! Allahü teâlânın ihsânı ile, lütuflarınızdan niyâz olunur ki, mübârek vakitlerde, muhlislerinizi şerefli kalbinizden çıkarmayınız. Bizim için duâ buyurunuz ki, yere batasıca kâfirler hezîmete uğrayıp, bütün İslâm orduları mensûr ve muzaffer olup, Allahü teâlânın rızâsına kavuşalar... Duâlarınızı, yine duâlarınızı bekleyen, Hak teâlânın kulu Süleymân-ı bî riyâ."

Ebüssü´ûd Efendi, başta muhteşem bir hükümdâr olan Kânûnî Sultan Süleymân Hân, ilimde Zenbilli Ali Efendi ve İbn-i Kemâl Paşa, İmâm-ı Birgivî gibi âlimlerin, edebiyatta Fuzûlî ve Bâki gibi şâirlerin, mîmârîde Mîmar Sinân, tarihte Selânikli Mustafa ve Âlî, Nişancı Mehmed, coğrafyada Pîrî Reis, denizcilikte Barbaros ve Turgut Reis gibi meşhûr kimselerin bulunduğu bir devirde bulunmuş ve o da ilimdeki yüksek derecesi ve mahâretiyle şeyhülislâmlık makâmında hizmet etmiştir. Bu devir, Osmanlı Devletinin en parlak dönemlerindendir. İlimde, sanatta ve diğer birçok husûslarda en meşhûr kimseler bu devrede bir araya gelmiştir. Osmanlı Devleti, o devirde dünyânın yarısına hükmeden muazzam bir devlet idi. Devletin bu hâle gelmesinde, diğer Osmanlı âlimleri gibi, Ebüssü´ûd Efendinin de büyük emeği geçti. Hattâ en çok emeği ve hizmeti geçen âlimlerdendir. Ömrü boyunca Osmanlı Devletinde adâletin yerleşmesinde ve yaygınlaşmasında her türlü çalışmayı yapmış ve pek üstün gayretler göstermiştir.

Ebüssü´ûd Efendi, bütün bu meziyet ve üstünlükleri yanında, edebiyât ve şiir sâhasında da yâdigâr eserler bırakmıştır. Zamânının şâir ve e- dîbleri, yazdıkları nefîs kasîdelerle onu övmüşler, şânını dile getirmeğe çalışmışlardır. Kendisinin Türkçe, Arabca ve Farsça şiirleri vardır. Arab- ca şiirlerinden Kasîde-i Mîmiyye en meşhûrudur. Sorulan bâzı suâllere şiirle cevap verdiği de olurdu. Şiirlerinde daha ziyâde fikir hâkim olup, âlimâne ve hâkimâne yazardı.

Meselâ;

"Eşk-i pür-hûn ser-be-ser tutdı cihân eknâfını,

Sîne-i sûzânım içre âteş-i hasret gibi."



ve aynı kasîdesinde;

"Âleme beyhûde bakma, eyle im´ân-ı nazar,

Sun´i üstâd-ı ezelde, nâzır-ı ibret gibi.

Her biri zerrât-ı ekvânın lisân-ı hâl ile,

Keşfeder sırr-ı cihânı hâtik-i hikmet gibi."



Ebüssü´ûd Efendi, benzeri az yetişen bir âlimdi. Arabcaya ve Arab e- debiyâtına vukûfiyetini ve bu husûstaki ihtisâsını zamânın âlimleri ve Arab şâirleri tasdîk etmişlerdir. Arabcayı gâyet güzel yazar ve güzel konuşurdu. Şemsi Paşanın yazdığı beş yüz beytlik manzûm Vikâye´nin incelemesini yapıp, yanlışlarını göstererek nâzik ve zarîf tarzda bir yazı ile iâde etmesi meşhûrdur. Sorulan nükteli ve garip suâllere aynı tarzda ve aynı uslûpta cevaplar verirdi. Nüktedan birinin hazîne mânâsına gelen "Hızânetü" ve çanak mânâsına gelen "Kas´atü" kelimesinin fetha ile mi yoksa kesre ile mi okunur diye sorduğu soruya; "Lâ teftah-ül-hızânete velâ teksırul-kas´ate" diye cevap verdi. Burada, "hızâne"yi feth etme, yâni "fetha" ile okuma, Kas´ayı da kesr etme, "kesre" ile okuma derken, "fetha" kelimesini açma mânâsında, "kesre" kelimesini de kırma mânâsında kullanarak; "Hazîneyi açma, çanağı da kırma" diyerek, sanatlı bir ifâde kullanmıştır.

Tefsîr ilminde de büyük bir âlim olduğu için, "Müfessirlerin hatîbi" ünvânı verilmiştir. Yine fıkıh ilmindeki yüksek derecesinden dolayı, âlimler arasında "Nu´mân-üs-sânî (İkinci Ebû Hanîfe)" lakabıyla ve "Müftiy-yüs-sekaleyn (cinlerin ve insanların müftîsi)" ve İbn-i Kemâl Paşadan sonra "Muallim-i sânî" lakabıyla tanınmıştır. Bütün ilimlerde mâhir olup, bilhassa tefsîr, fıkıh ve Arabî ilimlerde mütehassıs idi. Asrında İslâm âleminde onun derecesinde bir âlim yetişmemiştir. Zamânında Hanefî mezhebinin reisliği onda idi. İslâm hukûkunda, usûl ve fürû´ meselelerinde tam bir selâhiyete sâhipti. Dört mezhebin fıkıh bilgilerine vâkıf idi.

Seyyid Emîr Ahmed-i Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İstanbul´un büyük velîlerinden olup, Buhârâlıdır. Peygamber efendimizin torunlarındandır.

Küçük yaşta Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine talebe oldu. Onun hasta kalplere şifâ veren sözleriyle yetişti. Hizmetiyle şereflenip, teveccühlerine kavuştu. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onu çok severdi. Nerede görse ayağa kalkar, tâzim ve ikramda bulunurdu. Seyyid Ahmed, hocasının bu iltifâtlarına çok mahcub olurdu. Bir gün hocasına; "Muhterem efendim! Bu fakir için gösterdiğiniz hürmet bizi çok üzmektedir." deyince, Ubeydullah-ı Ahrâr ona; "Size nasıl tâzim, hürmet etmeyelim ki? Sizi gördüğümüz zaman iki büyüğün azametini müşâhede etmekteyiz. Biri; sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın neslindensiniz. Diğeri de; Hâce Mahmûd İncirfagnevî ceddinizdir." buyurdu. Seyyid Ahmed-i Buhârî, daha sonra hocasının işâretleri üzerine yine hocasının halîfelerinden Simavlı Abdullah-ı İlâhî ile berâber Anadolu´ya geldi. Yolda Molla Câmî ile görüşüp sohbet ettiler.

Kütahya´nın Simav kazâsına gelen Abdullah-ı İlâhî hazretleri burada insanlara doğru yolu göstermeye başladı. Emîr Ahmed-i Buhârî hazretleri de Abdullah-ı İlâhî´ye tâbi olup, onun hizmetine girdi. Abdullah-ı İlâhî onu çok severdi. Dâimâ sağ tarafına oturturdu. Böylece Abdullah-ı İlâhî hazretleri, insanların olgunlaşmasını, îmânının vicdânîleşmesini sağlayan tasavvufta bir yol olan Nakşibendî tarîkatını Anadolu´ya yaymaya başladı. Etraftan pekçok talebe akın akın ona koşmaya, feyzlerine kavuşup hasta kalplerine şifâ aramaya başladı. İşte böyle bir evliyânın terbiyesinde olan Seyyid Ahmed-i Buhârî, beş vakit namazda imâm olur, arkasında hocası ve diğer talebeler namaz kılarlardı. Abdullah-ı İlâhî buyurdu ki: "Simav´da altı sene, Emîr Ahmed bize yatsının abdestiyle sabah namazını kıldırdı." Buradan da anlaşıldığı gibi, Ahmed Buhârî geceleri hiç uyumazdı. Sâdece kuşluk vaktinde, dağa oduna gittiğinde bir saat kadar uyurdu. Ahmed Buhârî bu günlerdeki hâlini şöyle anlattı: "Hocamla Simav´da bulunduğumuz zaman, beş vakit namazda bizi imâmete geçirirdi. Kuşluk namazından sonra, hocamın merkebini ve katırını alıp dağa çıkardım. Yüklediğim odunları, öğle namazına yetişecek şekilde eve getirirdim. Öğle namazını kıldırdıktan sonra, çift sürmeğe giderdim. Yaz geldiğinde ise ekinleri biçer, kaldırırdım. Diğer zamanlarda sırtımda çalı taşır, bağ ve bahçe duvarını tâmir ederdim. İkindi namazından sonra da hocamın huzûrunda otururdum." Ahmed Buhârî hazretleri, geceleri hep ibâdet eder, gündüzleri oruç tutardı. Bid´atlerden şiddetle kaçınır, sünnet-i seniyyeye uymaya çok dikkat ederdi. Dâimâ Allahü teâlâyı hatırlar, kalbi devamlı zikrederdi. Dünyâya hiç meyletmez, haramlardan kaçar, şüpheli korkusuyla mübahları dahî terkederdi. Devamlı Allahü teâlânın huzûrunda olduğunu düşünür, ona göre hareketlerini düzeltirdi.

Buhârâ´nın büyük velîlerinden Emir Gilân-ı Vâşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaştan îtibâren din ve fen ilimlerinde tahsîle başladı. Daha sonra o devirde ilâhî feyzlerin kaynağı, gizli sırların perdedârı ve insanlara doğru yolu göstermede, irşâd makâmının en üst noktasında bulunan Seyyid Emir Külâl hazretlerinin talebelerinden oldu. Onun dersleri, sohbetleri ve teveccühlerinin bereketi ile ilimde ve evliyâlık derecelerinde yükseldi. Emir Külâl hazretlerinin vefâtından sonra, talebelerin terbiye ve tahsîli işi ile meşgul olmaya başladı.

Evliyânın büyüklerinden Hâce Alâeddîn Goncdüvânî hazretleri, Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn Buhârî hazretlerine erişmezden önce Emir Gilân-i Vâşî hazretlerinden zikir dersleri almışlardır. Bu hususta, Hâce Ubeydullah hazretleri, Alâeddîn Goncdüvânî´nin şunları söylediğini nakletmiştir:

Ben on altı yaşlarında iken, Emîr Gilân-i Vâşî´ye yetiştim. Gizli, sessiz zikir yolunda idi. Bana da, gizli zikir ile meşgûl olmamı tavsiye etti. Gizli zikir esnâsında, hâlimi gizli tutmamı, benimle yanyana, dizdize oturanların bile hâlimden bir şey anlamamaları, lâzım geldiğini bildirdi. Bu tavsiyelerde çok ısrar etti. Nice zaman bu şekilde zikre devâm ettim. Nefsin arzularını yapmamakta ve nefsimin gıdâsını kesmekte, yâni az yemekte o kadar ileri gittim ki, yüzüm sararıp soldu.

Bir gün annem bu hâlimi görünce, hasta olduğumu ve bunu saklamamamı söyledi. "Hasta değilim." dedim. Yine ısrar etti. "Eğer bu hâlinin sebebini söylemezsen, verdiğim sütü helâl etmem." dedi. Ben de vaziyeti olduğu gibi anlattım. Bu işin büyüklerin yoluna girmek olduğunu söyledim. Annem, fevkalâde sevindi. Kelime-i tevhîd okumakla meşgûl oldu. Ben, bu gizli sırrı açıklamak zorunda kaldığım için çok üzüldüm. Durumu Emîr Gilân-i Vâşî´ye arzettim. Emîr Gilân-i Vâşî hazretleri tebessüm edip; "Annene de bu yolda çalışmak izni verildi." buyurdu. Annem bir müddet bu zikre devâm etti. Bir gün erkek kardeşim sahrâya gitmişti. Annem beni çağırdı. "Oğlum, kazanı yıka ve temiz su doldur. Bu sana vasiyetimdir." dedi. "Peki." deyip, söylediğini yapmaya başladım. Bu işi yaparken, annem abdest alıp iki rekat namaz kıldı. Beni karşısına alıp zikre devâm etmemi söyledi. Okumaya başladım. Kendisi de içinden zikre başladı. Bu vaziyette bir saat ya geçmiş veya geçmemişti ki, annem birden sustu ve öylece kaldı. Baktım rûhunu teslim etmişti."

Emîr Gilân-i Vâşî hazretleri zâhirî ve bâtınî ilimlerde zamânın en ileri gelenlerindendi. Şüpheli olmak korkusuyla mübahların çoğundan sakınır, dünyâlık olan her şeyden uzak dururdu. Her işinde Allahü teâlânın rızâ-i şerîfini arardı. Allahü teâlâdan korkması, O´nun emir ve yasaklarına riâyet etmesi fevkalâde idi. Güzel sıfatlarla kendini süslemişti. Haram ve şüphelilerden çok sakınır, dünyâ malına kıymet vermezdi. Çok cömerd idi. Devamlı zikr, ibâdet ve tâat ile meşgûl olurdu. İslâmın vekarını korur, bundan tâviz vermezdi. Her hâliyle örnek alınacak çok yüksek bir zâttı. Emîr Gilân-ı Vâşî hazretleri on dördüncü asrın sonlarında vefât etti.

Emir Hüsrev Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hindistan´da yetişen büyük velîlerden olup, Babası Seyfeddîn Emir Mahmûd Şemsî, o devrin mühim simâlarından idi. Laçin beylerinden olan babası, Cengiz´in müslü- manlara yaptığı zulüm ve katliâm sırasında Mâverâünnehr bölgesinden Hindistan´a göç etti. Seyfeddîn Mahmûd, göçten sonra Ganj Nehri kena- rında bulunan ve şimdiki ismi Patıyalı olan Mü´minâbâd kasabasına yer- leşti. Dehli sarayındaki devlet adamlarından İmâdülmülk´ün kızı ile ev- lendi. İkinci çocuğu olarak H. 651´de Emir Hüsrev doğdu.

Emir Hüsrev küçük yaşta ilim öğrenmeye ve şiir söylemeye başladı. Hâfızası fevkalâde kuvvetli, zekâsı ve anlayışı pek keskin, şiir söyleme kâbiliyeti de fazla idi. Babası ile saraydaki ilim ve irfan meclislerine katıldı. Bu meclislerden çok faydalandı ve devrin meşhur şâirlerinden İzzeddîn ile karşılaştı. Onun şiir okuma kâbiliyetini gören Şâir İzzeddîn birbiriyle ilgisi olmayan saç, yumurta, kavun ve ok kelimelerini verince, Emir Hüsrev hemen şu mânâdaki şiiri okudu: "O sevgilinin zülüflerindeki her saç teline yüzlerce yumurta büyüklüğünde amber dizilmiş, sakın gönlünü ok gibi düz sanma, kavun gibi karnında gizli dişleri var." Bu şâir babasının sultanın yanında vazîfeli olmasından dolayı Emir Hüsrev´e "Sultânî" mahlasını verdi. Emir Hüsrev bu mahlası çocukluğunda yazdığı şiirlerinde kullanmıştır.

Bir gün babası Seyfeddîn Mahmûd bu çok zekî ve çok akıllı oğlunun mânevî terbiyesi ve yetişmesi için onu Hâce Nizâmüddîn hazretlerine götürdü. Emîr Hüsrev çok iyi yetişmiş olmasına rağmen, Hâce Nizâmüd- dîn´i tanımıyordu. O sırada daha, sekiz veya dokuz yaşlarındaydı. Hâ- ce´nin dergâhına yaklaştıklarında, kapıdan girecekleri sırada, Hüsrev, kendisinden beklenilmeyen bir şey söyledi ve; "Babacığım, kendimi ye- tiştirecek bir mürşid seçip ona bağlanmak benim meselem olduğuna gö- re, bu meselede beni serbest bırakamaz mısın?" dedi. Babası hayret etti ve onu kapının dışında bırakıp, sohbette bulunmak üzere kendisi içeri girdi. Bu sırada Hüsrev çok güzel bir rubâî söyledi. Kendi kendisine de düşündü ki; "Eğer bu zât, hakîkaten yüksek, evliyâ bir zât ise, mutlaka bu rubâîyi ve benim durumumu Allahü teâlânın izni ile bilir ve bu rubâî- me tatmin edici şekilde karşılık verir." Hüsrev´in bu düşünceler ile söyle- diği rubâîsi şu meâlde idi:

"Öyle bir şâhsın ki, sarayının kubbesine,

Farzet ki bir güvercin kondu ve geri döndü.

Bu garib âşık kapınızdadır.

Girsin mi, yoksa geri mi dönsün?"



O zamanda Hindistan´da bulunan evliyânın en büyüklerinden olan Sultan-ül-meşâyıh Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ hazretleri, Hüsrev´in durumunu Allahü teâlânın izni ile anlayıp, hizmetçisini çağırdı. Dışarıda, kapının dışında bekleyen gence, düşüncesine cevap olmak üzere şu rubâîyi okumasını emretti:


Konu Başlığı: Ynt: Evliya Hayatından Sahifeler
Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Mart 2010, 02:52:16
"Hemen içeri gir! Ey doğru sözlü insan,

Olalım birbirimize yakîn, tek nefes.

Eğer câhil bir insan, hem de ahmak isen,

Hiç durma! Geldiğin yoldan hemen geri dön."



Hizmetçi gidip Hüsrev´e rubâîyi okudu. Arzu ettiği cevâba fazlasıyla kavuşan Hüsrev, gâyet neşelendi. Derhâl içeri girip, Hâce´ye talebe oldu. Oğlunun geri kalmasındaki inceliği daha sonra anlayan Seyfeddîn Mahmûd, bu hâdiseden sonra onu daha çok sevmeye başladı.

Bir süre sonra babasını kaybeden Emir Hüsrev´i, annesinin babası olan dedesi İmâdülmülk himâyesi altına aldı. Dedesinin yanında devrin ileri gelen âlim, edîb ve şâirleri ile tanıştı. On iki yaşlarında iken, anlayanlar tarafından şiirleri takdir ediliyordu. H.692´de dedesinin vefâtı üzerine Dehli sarayındaki Türk sultan ve kumandanlarının himâyesine girdi. Tam yedi sultandan sevgi ve alâka gördü. Sultan Mübârek Şâh Hallâcî, H.720´de vefât edince, Nizâmüddîn-i Evliyâ´nın hizmet ve sohbetine koştu; hakîkî devlete saâdete kavuştu. Nizâmüddîn-i Evliyâ´nın işâretiyle Hızır aleyhisselâmın sohbetiyle de şereflendi.

Hocasına olan muhabbet ve bağlılığı pekçok idi. Tam bir teslimiyet ile hocasının sohbetlerinde bulunur ve ziyâdesiyle istifâde ederdi. Hocası kendisini çok sever ve ona ayrıca husûsen teveccüh eder, yakınında bulundururdu. Diğer talebeler içinde, hocalarına en yakın olan bu idi. Her gece yatsı namazından sonra hocasının odasına girer, orada husûsî sohbette bulunurdu. Talebe arkadaşlarından birinin bir arzusu olursa; arzederdi...

Kendi zamânındaki birkaç Dehli sultanının sarayında en çok ihsâna mazhar olup, baş şâir olarak en yüksek mevkide bulunduğu gibi, hocasının en kıymetli talebesi olarak kalmayı da başaran bir dehâya sâhipti.

Emîr Hüsrev hazretleri, hocasından kendisine gelen husûsî iltifatları yazıp toplamıştır. Sultân-ül-meşâyıh Hâce Nizâmüddîn hazretleri, bir de- fasında Emîr Hüsrev´e hitâben; "Seni o kadar çok seviyorum ki, başka herkesten daralabilirim, fakat senden daralmam." buyurdu. Başka bir de- fâ da buyurdu ki: "Herkesten daralabilirim, hattâ kendimden bile. Fakat senden daralmam."

Hâce Nizâmüddîn bir gün, Emîr Hüsrev´e; "Bana duâ et! Seni benim yan tarafıma defnederler." buyurdu. Bu söz, daha sonra bir çok defâ kendisine hatırlatılmış, o da; "İnşâallah öyle olacaktır." buyurmuştur. Bir defâsında Emîr Hüsrev buyurdu ki: "Hocam bu talebesi ile (yâni benimle) ahd etti, sözleşme yaptı ve Cennet´e giderse, beni de berâberinde götüreceğini söyledi."

Hazret-i Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ Cennet yolcusu olduğu zaman, Emîr Hüsrev orada yoktu. Tuğluk Şâh ile Luknov taraflarına gitmişti. O yolculuktan dönüp acı haberi öğrenince, şaşkına döndü. Üzerine yıldırım düşmüş gibi oldu. Yanıyor, yanıyordu. Ayakta duramıyordu. "Sübhânal- lah! Güneş batmış. Hüsrev hayatta!" diye haykırdı. Mal mülk nâmına ne- si varsa, sevâbı hocasının rûhuna olmak üzere hepsini fakirlere sadaka olarak verdi. Çok ağlıyordu. Bir defâsında; "Ben kendim için ağlıyorum. Hocamdan sonra çok yaşayamam." dedi. Hâce hazretleri, H.725 senesi Rebîulâhir ayının 18. günü vefât etmişti. Emîr Hüsrev de, altı ay sonra H.725 senesi Şevval ayının 18. günü vefât edip sevdiklerine kavuştu. Çok derin bir aşkla sevdiği hocasının ayak ucu tarafına defnedildi.

Emîr Hüsrev Dehlevî, şâirlerin sultânı, fazîlet sâhiplerinin önderi, söz- leri kuvvetli olan yüksek bir zat idi. Konuşma sanat ve tavırlarındaki mâ- nâ ve işâretlerde, önceki ve sonraki şâirlerden çoğu ona yetişememiştir. Konuşma tarzında, hocasının kendisine buyurduğu; "İsfehanlılar gibi ko- nuş!" emrine uyardı. Gâyet fasîh ve belîğ olarak, açık, anlaşılır ve net konuşurdu. Bu edebî yönü yanında, tasavvufî hâli de pek yüksek idi. Ev- liyâlık yolunda üstün derece sâhibiydi. Pâdişâhlarla, âmirlerle görüşmesi, kalbinin dünyâ işlerine meyletmesine sebep olmazdı. Bu güzel hâli, e- serlerinden daha iyi anlaşılmaktadır. Çünkü günah işleyenlerin kalble- rinde bereket pek az bulunur. Belki de hiç bulunmaz. Bunun için, yazdık- ları eserlerde bereket olmaz. Yâni böylelerinin yazdığı eserler, gönüller- de kabûl görmez ve kalblere tesir etmez.

Anadolu´da yaşamış büyük velîlerden Eşrefoğlu Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin İsmi Abdullah olup, babasınınki Eşref´dir. Babasının ismi ile şöhret buldu. Babası, Mısır´dan İznik´e göç etti Babasının terbiyesi altında büyüyen Eşrefoğlu Rûmî, önce İznik´te bulunan medreselerde çeşitli âlimlerden ders aldı. Zamânın zâhirî ilimlerinde üstün başarılar elde etti. Sonra Bursa´ya giderek Pâdişâh Çelebi Mehmed´in medresesine girdi. Burada tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimleri üzerinde söz sâhibi olan âlimler derecesine yükseldi. Buradan mezun olunca, Bursa´da müderrislik yapan hocası büyük âlim Alâeddîn Ali hazretlerinin yardımcısı oldu. Çelebi Mehmed Han Medresesinde bir müddet ders veren Eşref- oğlu Rûmî bir sabah vakti medrese civârında dolaşırken, zamânın velîle- rinden olan Ebdal Mehmed´e rastladı. Kalbinden; "Tasavvuf yolundan bana nasîb var ise bâzı alâmetler görünsün." diye geçirerek ona yaklaştı. Ebdal Mehmed kendisine bakarak; "Ey medreseli! Bize köfteli çorba getir." dedi. Bu söz üzerine çarşıya gidip, köfteli çorba aradı. Fakat bulamadı ve eli boş dönmemek için köftesiz çorba aldı. Ebdal Mehmed´e gelirken yoldaki çamurdan bir parça alarak, birkaç yuvarlak köfte hâline getirip, çorbanın içine attı. Ebdal Mehmed çorbayı karıştırıp köfte bulamayınca Eşrefzâde´ye; "Hani bunun köftesi?" diye sordu. Daha sonra çorbayı iyice karıştırdı ve Eşrefoğlu´na uzatarak; "Ye bunu!" dedi. Eşref- oğlu büyük bir teslimiyet ile tereddüd etmeden çorbayı yedi. Çorbanın içine atılan çamur parçaları köfteye dönmüştü. Bunun üzerine o zât; "Ya sen olmayıp da kim olsa gerek." şeklinde bir söz söyleyip oradan uzaklaştı. Eşrefoğlu bu sözlerden bir mânâ çıkaramamasına rağmen, tasavvuf yoluna girmesi hususunda bir işâret olduğuna inandı.

Nefsini terbiye etmek, kalp aynasını cilâlamak için kendi kendine uğraşmaya başladı. Bu yolda bir hoca bulmanın şart olduğunu düşünerek, kitaplarını dağıttı ve Bursa´da bulunan Emîr Sultan´ın huzûruna gitti. Talebesi olup, hizmetiyle şereflenmek istediğini bildirdi. Emîr Sultan, Abdullah´ın tasavvuf yolunun aşkıyla yandığını görünce, onu evliyânın büyüğü Ankara´daki Hacı Bayrâm-ı Velî´ye gönderdi. Sonra, Ankara´ya gidip, yeni hocasına tam teslim oldu.

Hacı Bayrâm-ı Velî hazretleri, Abdullah´daki kâbiliyeti keşfederek ona nefsini terbiye edecek vazîfeler verdi. Yaşı kırkın üzerinde ve büyük bir âlim olduğu halde, hocasının emîrlerine "Bâşüstüne" diyerek sarıldı. Kendisine verilen helâ temizleme vazîfesini, bütün gayretiyle yapmaya başladı. Nefsinin isteklerini terkedip, istemediklerini yapmak için büyük çaba sarfetti. Bu şekilde riyâzet ve mücâhedeye devâm etti. Hocası Hacı Bayrâm-ı Velî´ye on bir sene hizmet etmekle şereflendi. Bu kadar zaman zarfında hocasının; "Üstâdın huzûrunda lüzumsuz konuşmak edebe aykırıdır." sözü üzerine, yanında bir kelime bile konuşmadı. Sadece sorulan suâllere kısa ve öz olarak cevap verir, edebe, ziyâde dikkat ederdi. Eşrefoğlu Abdullah, on bir sene içinde pekçok imtihandan geçti. Yaptığı güç işlerden hiç şikâyette bulunmadı. Bu sabrı ve hocasına karşı muhabbeti ve hürmeti üzerine, Hacı Bayrâm-ı Velî kızı Hayrünnisâ´yı ona nikâh ederek zevceliğe verdi. Bir müddet daha hizmete devâm eden Eşrefoğlu Abdullah, hocasından izin alarak Allahü teâlânın emîr ve yasaklarını bildirmek üzere İznik´e gitti. Orada kendi iç âlemiyle başbaşa kaldı. Hocasından ayrılığı onu yaktı, hasretine fazla dayanamadı ve tekrar Ankara´ya döndü. Hacı Bayrâm-ı Velî, dâmâdını, tasavvuf yolunda derecelerinin ilerlemesi için tekrar İznik´e gönderdi. Orada kırk gün nefsini terbiye etmesi için halvete girmesini, sonra Ankara´ya gelmesini emretti. İznik´e gidip geldikten sonra, hocasının; "Hama şehrinde Abdülkâ- dir-i Geylânî hazretlerinin torunlarından Şeyh Hüseyin Hamevî´nin huzû- runa gidip, Kâdirî yolunu öğreniniz." buyurdu. Bu emri yerine getirmek üzere hazırlığa başladı. Hanımını ve biricik kızı Züleyhâ´yı bir merkebe bindirerek, Hacı Bayrâm-ı Velî ile vedâlaştı. Günlerce zahmetli ve yorucu yolculuktan sonra, Hama´ya yeni hocasının huzûruna vardı.

O gün hacdan dönen Hüseyin Hamevî, ilâhî bir ilhâm ile Eşrefzâ- de´nin gelmekte olduğunu anlayarak, talebelerine; "Bugün Anadolu´dan bir er geliyor. Gidip karşılayınız." buyurdu. Karşılamaya çıkan talebeler zahmetli ve zorlu yolculuktan dolayı elbiseleri eskimiş olduğu için Eşref- oğlu Rûmî yanlarından geçtiği halde, hocalarının söylediği zâtın o oldu- ğunu anlayamadılar. Dergâhın kapısına varan Eşrefzâde Rûmî, Hüseyin Hamevî tarafından îtibârla içeri alındı. Hanımı ve çocuğu ise Hüseyin Hamevî´nin hanımı tarafından kendilerine ayrılan odaya götürüldü.

Hüseyin Hamevî, bu yeni talebesinin önce nefsini terbiye etmek üze- re kırk gün halvet için bir hücreye koydu. Eşrefoğlu Abdullah, Hama´da da sıkı bir riyâzet ve mücâhedeye tâbi tutuldu. Kırk gün içinde Hüseyin Hamevî, Abdullah´a ziyâde teveccühlerde bulundu. Bir gün bir hizmetçi hücresine yemek götürdü. Eşrefoğlu´nu hareketsiz görünce, öldü zan- nedip, telaşlandı ve durumu hocasına bildirdi. Fakat kırk gün dolmadığı için Hüseyin Hamevî bu duruma aldırış etmedi. Abdullah kırkıncı günü hücreden çıkartıldığında, büyük bir vecd hâli içinde kendinden geçmiş, gözleri kapalı ve hareketsiz bir halde görüldü. Kendisini melekler âlemini seyretmenin lezzetinden ayırdıklarında; "Sultanım bize kıydınız." diyerek gözlerini açtı. Bu kırk günlük imtihânı başarıyla veren Abdullah, tasavvuf- ta pek yüce mertebelere çıkmış olarak icâzetnâme aldı. Hüseyin Hame- vî´nin halîfesi olarak Anadolu´da Kâdirî yolunu yaymak üzere vazîfelen- dirildi.

"Halk senin zâhirine de bakar. Onun için kıyâfetini biraz düzeltmen lâzımdır. Şu hırkayı ve pabuçları al, giy." buyurunca, Eşrefoğlu hırkayı giydi, pabuçları da başına geçirerek; "Hocamın verdiği pabuç ayağıma değil, başıma olsa gerektir." dedi.

Hocasının emri üzerine yola çıkmak üzere hazırlık yaptığı sırada, Hüseyin Hamevî´nin eski talebeleri aralarında; "Biz bu kadar zamandan beri hocamızın hizmetindeyiz. Bize himmet verilmedi. Bu Rûmî denilen ve Anadolu´dan gelen kimseye kırk günde hem himmet, hem de icâzet verildi. Bu nasıl iştir?" diye konuşuyorlardı. Hüseyin Hamevî, Allahü teâlânın izniyle bu duruma vâkıf oldu. Talebelerini toplayıp bir konuşma sırasında; "Yâ Rûmî! Bu kadar misâfirimiz oldun. Sana bir ziyâfet veremedik. Bir ziyâfette bulunalım. İnşâallah ondan sonra gidersin." dedi. Ye- mekler hazırlanıp, talebeleri ile yeşillik bir yere gittiler. Hüseyin Hamevî suyu bulunmayan bir yerde oturulmasını emretti. Talebeleri; "Sultanım, burada su yoktur, namaz zamânı abdest almak îcâb ettiğinde sıkıntı çe- keriz." demelerine rağmen Hüseyin Hamevî oturulmasını istedi. Talebe- ler hocalarının emri üzerine oturdular. Namaz vakti girince abdest almak îcâb etti. Hüseyin Hamevî, Eşrefoğlu hâriç bütün talebelerine su arama- larını söyledi. Talebelerin; "Sultanım burada su yoktur." demelerine rağ- men; "Hele siz bir arayın belki vardır." buyurdu. Talebeler aramalarına rağmen bulamadılar. Bunun üzerine Hüseyin Hamevî; "Rûmî! Gerçi sen misâfirsin. Misâfire hizmet ettirmek doğru değildir. Bir de sen ara. Belki su bulursun." deyince, Eşrefoğlu; "Emriniz başım üstüne." diyerek he- men aramaya başladı. Bir ağacın yanına gidip, teyemmüm etti ve sec- deye varıp Allahü teâlâya şöyle yalvardı: "Yâ Rabbî! Hocam su istiyor. Lutfet, su ihsân eyle." Daha sonra başını secdeden kaldırdı. Secde ettiği yerden bir pınarın kaynadığını gördü. Hemen tası doldurup hocasına götürdü. Hüseyin Hamevî talebelerine dönerek; "Su olmadığını iddiâ edi- yordunuz. Bakın Rûmî nasıl bulmuş!" dedi. Talebeler hemen suyun bu- lunduğu yere gittiler. Suyun daha yeni çıkıp akmaya başladığını görün- ce, hocalarının Eşrefoğlu´na himmet etmesinin sebebini anladılar.

Hüseyin Hamevî, Abdullah´ı Anadolu´ya uğurladıktan bir müddet sonra, arkasından baktı ve; "Abdullah-ı Rûmî koca bir deniz imiş. Bizde bulunan her şeyi çekip sînesine aldı." buyurdu. Çocukları ile birlikte Ankara´ya giden Abdullah-ı Rûmî, kayınpederi Hacı Bayrâm-ı Velî´nin yanında bir müddet daha kaldıktan sonra İznik´e gitti.

İznik´te önceleri münzevî, yalnız bir hayat yaşayan Eşrefoğlu, şan ve şöhretten hiç hoşlanmazdı. Kimsenin dikkatini çekmeden fakirâne bir hayat yaşadı ve insanlardan uzak kalmaya çalıştı. İznik´e Hama´dan bir zâtın gelmesi ile durum değişti. O zât herkese Eşrefoğlu´nun menkıbelerini anlatmaya başlayınca, İznik halkı kendisine hürmet ve îtibâr göstermeye başladı. Bundan rahatsız olan Eşrefoğlu Rûmî dağlara çekildi, tek- rar uzlet hayâtına başladı. Dağlarda dolaşırken bir köylü onu gördü ve suçlu sanarak yakaladı. Gâyesi onu teslim edip mükâfât almaktı. Fakat onun şöhretini duyan köylünün annesi, kendisini tanıyınca mesele anlaşıldı, köylü ve annesi de Eşrefoğlu´na talebe oldu. Bunun üzerine İznik´e dönen Eşrefoğlu asıl vazîfesi olan insanlara doğru yolu anlatmaya başla- dı. İlk talebesi olan ve kendisini yakalayan köylü onun için Pınarbaşı de- nilen yerde bir dergâh yaptırdı. Eşrefoğlu Rûmî burada talebelerine ders vermeye, Kâdirî yolunu yaymak için çalışmalara başladı. Talebele­rinin nefsini terbiye etmek için, riyâzet ve mücâhedeler yaptırmaya, gurur, kibir, ucb gibi kalp hastalıklarından kurtarmaya büyük gayret gösterdi.

Bir gece Eşrefoğlu Rûmî dergâhında ibâdet ediyordu. Bu sırada bir ışık peydâ oldu. O ışıktan şöyle bir hitap duyuldu: "Ey kul! Dile benden ne dilersen. Bütün haram olan şeyleri sana helâl kıldım." Eşrefoğlu bir anda Allahü teâlânın izni ile sesin sâhibi olan şeytanı yakaladı. Avucu- nun içinde sıkmaya başladı. O anda şeytan; "Yâ şeyh! Ne yapıyorsun? Allah bana kıyâmete kadar mühlet vermiştir. Sen ise beni öldürmek isti- yorsun." deyince, Eşrefoğlu; "Ey mel´ûn! Sen benim talebelerimin ve dostlarımın îmânlarına kasdetmeyeceğine dâir söz verirsen, salarım." dedi. Şeytan da; "Onların îmânlarına kasdetmeyeceğime söz veriyorum." dedi. Bunun üzerine Eşrefoğlu Rûmî; "Ey mel´ûn! Allahü teâlâ ile olan ahdine vefâ etmedin. Benimle olan ahdine mi vefâ edeceksin. Bildiğin şeyden geri kalma." dedi ve saldı. Talebeleri; "Onun şeytan olduğunu nereden anladınız?" diye sorunca; "Bütün haramları sana helâl kıldım, deyince anladım. Çünkü Allahü teâlânın haram ettiği şeyler zâta mahsus değildir. Kıyâmete kadar bâkidir." buyurdu.

Eşrefoğlu´nun gayretli çalışmaları ve büyüklüğü çevreden işitilmeye başlandı. Bursa´dan, İstanbul´dan ve diğer vilâyetlerden akın akın gelip talebesi olmakla şereflenmek isteyenler çoğaldı. Hattâ Sadrâzam Mah- mûd Paşa, onun talebesi olmak isteğinde bulundu. Onun yoluna girdi. Abdullah-ı Rûmî hazretleri, talebeleri arasında en ileri olan Abdürrahîm-i Tırsî´yi yerine halîfe, vekil bıraktı ve kızı Züleyhâ ile nikahladı. Abdürra- hîm-i Tırsî, hocası ve kayınpederi Abdullah-ı Rûmî´ye çok bağlı idi.

Velî, Hanefî mezhebi fıkıh, kelâm ve tefsîr âlimi Fahreddîn-i Acemî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Osmanlı Devletinin ikinci şeyhülislâmıdır. Önce memleketinde zamânının âlimlerinden ilim tahsîl etti. Büyük İslâm âlimi Seyyid Şerîf Cürcânî´den de ilim öğrendi. Onun sohbetleri bereketi ile tasavvuf yolunda ilerledi. Daha sonra Anadolu´ya geldi. Molla Fenâ- rî´nin oğlu Muhammed Şah´ın hizmetinde bulundu. Burada Muhammed Şah´a muîd, asistan oldu. Bir müddet bâzı medreselerde müderrislik yaptı. Sultan İkinci Murâd Han zamânında, 1430 senesinde Şeyhülislâm Molla Şemseddîn Fenârî´nin vefâtı üzerine, Edirne´de Şeyhülislâm oldu. Günlük otuz akçe maaş bağlandı.

Bir müddet sonra Sultan Murâd Han, maaşını artırmak isteyince kabûl etmedi. "Devlet hazînesinden aldığım otuz akçe bana yetiyor, ihtiyaçlarımı karşılıyor. Daha fazlasına ihtiyâcım yok. Devlet hazînesinden ihtiyaçtan daha fazla almak helâl değildir." diyerek, mâzeret bildirdi.

Dînî ilimleri çok iyi bilirdi. Verâ ve takvâ sâhibiydi. Haram ve şüphelilerden çok sakınırdı. Allahü teâlânın rızâsı olan bir işte, kınayanın kınamasından aslâ çekinmezdi. Her yerde, hakkı ve hakîkatı çekinmeden söylerdi. Hadîs ilmini Mevlânâ Haydar Hirevî´den öğrendi. Bu zâttan Sahîh-i Buhârî adındaki meşhûr hadîs kitabını okudu ve icâzet (diploma) aldı. Haydar Hirevî de, Sâdüddîn Teftâzânî´den icâzet almıştı. Fahred- dîn-i Acemî´den de Sahîh-i Buhârî´yi okudu ve icâzet aldı.

Sultan İkinci Murâd Han ve Fâtih Sultan Mehmed Han zamânında, otuz sene fetvâ işlerini güzel bir şekilde idâre etti.

Sultan Murâd Han gibi oğlu Fâtih Sultan Mehmed Han da âlimlerle sohbet etmeyi sevmekle ve onlarla birlikte bir arada bulunmaya fazlasıyla rağbet etmekle tanınmıştı. İlim yolunda çalışanlara her türlü imkânı bahşederdi. Yolculuk dâhil her türlü masraflarını karşılardı. Bu îtibârla Osmanlı sarayı dünyânın dört bir tarafından gelen âlimlerle dolmuştu. Ancak Fâtih´in bu engin hoş görüsünden istifâde etmek isteyen hurûfî îtikâdındaki bâzı kimseler yaldızlı sözler ve hîlelerle sultânın gözüne girdiler. Fâtih bu sapıklara sarayda bir de oda tahsîs etti. Sarayda rahat bir şekilde yaşayan bozuk îtikad sahibi hurûfîler iç yüzlerini gizleyerek bir taraftan teşkilâtlanmaya çalışıyorlardı. Ancak bu adamların bozuk yolda olduklarını, Vezir Mahmûd Paşa anlamıştı. Fakat kesin bir bilgi elde edemeden Fâtih Sultan Mehmed´e bunlar hakkında bir şey söylemeye cesâret edemiyordu. Sonunda durumu Fahreddîn-i Acemî´ye anlattı. Fahreddîn-i Acemî ile Mahmûd Paşa anlaştılar.

Mahmûd Paşa, evinde bir dâvet tertîb etti. Dâvete, hurûfî yolunda o- lan sapıklar da çağırıldı. Fahreddîn Acemî de perde arkasına saklanmış, onları dinliyordu. Sohbet ilerleyince, Mahmûd Paşa, kendilerini çok sevdiğini ve her dertlerini çekinmeden kendisine açabileceklerini söyledi. Vezirin bu aşırı sevgi ve muhabbetinden dolayı onu kendisinden zanneden bu kimseler, fırkalarının iç yüzünü anlatmaya başladılar. "Her testi i- çine konulanı sızdırır" sözü gereğince sapıklıklarını ve küfürlerini açıkladılar. Hattâ:

"Allahü teâlâ (hâşâ) Fadlullah´a (Hurûfîlik bozuk yolunun kurucusu olup, 1393 senesinde Tîmûr Hanın oğlu Mirân Şah tarafından öldürülmüştü.) hulûl etmiştir." dediler.

Bunu duyan Fahreddîn Acemî, daha fazla dayanamadı. Hemen ortaya çıkarak, bu sapıkların üzerine atıldı. Hurûfîler kaçarak, sultânın sarayına sığındılar. Fahreddîn Acemî de peşlerinden koştu. Sarayda bunları yakaladı. Hâdiseden haberi olmayan Fâtih Sultan Mehmed, edebinden Şeyhülislâma karşı ses çıkarmadı. Fahrüddîn Acemî, bu işi burada halletmek istiyordu. Hemen câmiye gitti, halkı câmiye çağırdı. Çok kala­balık toplandı.

Fahreddîn Acemî hazretleri minbere çıkıp, bu hurûfî denilen kimselerin sapık ve dinsiz olduklarını isbât etti. Kötü yolda olduklarını ve hemen idâm edilmeleri lâzım geldiğini söyledi. Mahkeme kurulup, idâm edilmelerine karar verildi. Halkın ibret alıp, böyle sapıklara fırsat vermemeleri için, büyük bir kalabalık önünde cezâları infâz edildi. Çünkü bu sapıklar, fırkalarının kurucusu Fadlullah´ın yeryüzünde Allah´ın temsilcisi, hattâ insan sûretindeki şekli olduğunu söylüyor ve başkalarını da kandırmaya çalışıyorlardı. Bütün hurûfîler tesbit edildi. Hepsi yakalanıp idâm edilerek, Osmanlı toprakları bu sapıklardan temizlendi.

Âlim, velî ve şâir Fahreddîn-i Irâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin İsmi İbrâhim bin Şehriyâr, lakabı Fahreddîn´dir.

Küçük yaşta Kur´ân-ı kerîmi ezberledi. Sesi ve kırâati çok güzeldi. Hemedan şehrinde herkes onun kırâatini dinlemek için can atardı. İlim tahsîli ile meşgul olup, kısa zamanda aklî ve naklî ilimlerde ilerledi. Büyük tasavvuf âlimi Şeyh Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretlerinin ders ve sohbetlerine katıldı. Onun, nefsinin isteklerine sırt çevirmekteki gevşekliğini gören Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretleri: "Senin Hind´e gitmen ve bir müddet orada riyâzet, nefisle mücâdele yapman lâzımdır. Gümüşün temizlenmesi için zulmet ve karaltı içinde bulunması şart olduğu gibi." dedi.

Onu, Hindistan´ın Multan şehrinde İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğretmekle meşgul olan halîfelerinden Şeyh Behâeddîn Zekeriyyâ-i Multâ- nî´ye gönderdi. Bunun üzerine Fahreddîn-i Irâkî günlerce yol aldıktan sonra Multan´da Şeyh Behâeddîn Zekeriyyâ hazretlerine ulaştı. Şeyhin yanında günlerce az yemek, az içmek, az uyumak ve çok ibâdet etmek sûretiyle çile çekti. Kalbi dünyâya olan bağlılıktan kurtulup hep Allahü te- âlânın zikri ile meşgul olmaya başladı. Evliyâlık yolunda târif edilemeye- cek makam ve derecelere kavuştu. Şeyh Behâeddîn hazretleri çok sev- diği Fahreddîn-i Irâkî´yi kızı ile nikahladı. Hindliler kendisini çok sevip sayarlardı.

Öte yandan dört yıl kadar Hindistan´da kalan Fahreddîn-i Irâkî hocası Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretlerinin hasreti ve vatanından uzakta kalmanın ızdırabı içerisinde pek tesirli şiirler söyledi. Onun bu hâline vâkıf olan Behâeddîn Zekeriyyâ hazretleri:

"Artık zamânın gelmiştir. Haydi memleketine git. Bizim selâm ve niyâzımızı, hakîkatler sığınağı şeyhimiz Şihâbüddîn´e ulaştır." diyerek memleketine gitmesine izin verdi...

Ömrünü, Allahü teâlânın dînini öğrenmek ve öğretmekle geçiren Fahrüddîn-i Irâkî, Hindistan´dan Anadolu´ya, Anadolu´dan Mısır´a, Mısır´dan Şam´a öğrendiği bilgileri taşıdı. Her yaşta öğrenici ve her gün öğretici oldu. Allahü teâlânın kullarına olan merhametinden dolayı, onlara sık sık nasîhatlarda bulunur, İslâmiyeti Ehl-i sünnet âlimlerinden ve eserlerinden öğrenip, Resûlullah efendimizin sünnet-i şerîfine tâbi olmanın ehemmiyetini anlatırdı.

Meşhur tefsîr âlimi ve velî İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi te- âlâ aleyh) hazretlerinin ismi Muhammed bin Ömer´dir. Künyesi Ebû Ab- dullah ve Ebü´l-Meâlî, lakabı Fahreddîn´dir. Soyu Kureyş Kabîlesine u- laşmaktadır H.544 de Rey ?de doğdu. 606 da Herat´ta vefât etti.

Fahreddîn-i Râzî, fakir ve yoksul bir kimseydi. Sonra her şeyin sâhibi ve mâliki olan Allahü teâlâ kendisine ihsânlarda bulundu. Mâverâün- nehr´den memleketi Rey şehrine dönmüştü. Burada mütehassıs ve zen- gin bir doktor vardı. İki kızını Fahreddîn-i Râzî´nin iki oğlu ile evlendirdi. Bir müddet sonra doktor vefât etti. Külliyetli mikdârdaki serveti Fahred- dîn-i Râzî´nin âilesine geçti.

Fahreddîn-i Râzî bu servetin büyük bir kısmını, Sultan Şihâbüddîn´e ödünç verdi. Daha sonra, ödünç verdiği malını teslim almak için Gazne´- ye gittiğinde, Sultan Şihâbüddîn kendisine çok ikrâm ve iltifâtta bulundu. Buradan Horasan´a giden Fahreddîn-i Râzî ilimdeki yüksekliği sebe- biyle, Sultan-ı Kebîr Alâüddîn Harzemşah Muhammed´in sevgi ve say- gısını kazandı. Sultan sık sık ziyâretine giderdi. Bir müddet Herat´ta da bozuk bir inanca sâhib olan kerrâmiyye ve mensuplarının îtikâdlarının yanlış olduğunu delîlleriyle isbât etti. Bu hususta müslümanları aydınlattı.

Ne zaman bir yere gitmek için atına binse, âlim ve talebelerden üç yüz kadarı da berâberinde giderdi. Talebeleri kendisine çok hürmet ederlerdi. Onun yanında tam bir edeb ve terbiye dâiresinde bulunurlardı. Bütün talebelerinin kalbinde heybeti yerleşmişti. Hizmetinde kusûr etme- mek için çok gayret gösterirlerdi.

Fahreddîn-i Râzî kitap mütâlaa etmeyi çok severdi. Hattâ, yemek yerken kitap okumadan geçirdiği zamanlara pekçok acıdığını her zaman söylerdi.

Anadolu´da yetişen büyük velîlerden İsmâil Fakîrullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) H.1067 de Siirt´in Tillo kasabasında dünyâya geldi. Dedesi Molla Abdülcemâl, Peygamber efendimizin amcası Hazret-i Abbâs´ın torunlarındandır. Zâhirî ilimlerde âlim olup Tillo´da müderristi. Oğlu Mevlâ- nâ Kâsım´ı yetiştirerek âlim olmasına vesîle oldu. Kâsım da babasının vefâtından sonra yerine geçerek talebe okutmaya başladı. H.1067 senesinde Receb-i şerîfin ilk Cumâ gecesi, yâni Regâib gecesi bir oğlu dünyâya geldi. İsmini İsmâil koydu. Annesi ona, besmelesiz süt emzirip, yemek yedirmedi. Babası Mevlânâ Kâsım onu küçük yaşta yetiştirmeye, ilim öğretmeye başladı. İsmâil Fakîrullah yirmi dört yaşına kadar zâhirî ilimlerde âlim ve bâtınî ilimlerde mütehassıs bir velî olarak yetişti. İbâdetlerinden büyük bir lezzet alır, zevk ile yapardı. Anne ve babasının hukûkunu gözetir duâ ve rızâlarına kavuşmak için çok gayret gösterirdi.

Tarlasını abdestli eker biçer, hasadını kaldırır, öşrünü verdikten sonra un hâline getirmek için el değirmeninde bizzat kendisi çalışırdı. O undan hamur yoğurup ekmek yapar, böylece yiyeceklerine hiçbir şüphe karışmamasına çok dikkat ederdi. Üzüm bağının işlerini dahî kendisi görür, olgunlaşan üzümleri hayvanların hakkı geçer korkusuyla bizzât kendi sırtında taşırdı. Yiyecek olarak tâze veya kuru üzüm ile iktifâ ederdi. Her Cumâ günü gusl abdesti almayı yaz, kış hiç aksatmazdı. Gecelerini hep ibâdetle, gündüzlerini oruçlu olarak geçirirdi. Allahü teâlâyı bir an unutmaz, gâfil olmazdı. Rabbini hatırlamak onun gıdâsı ve en büyük zevkiy- di.

...Pekçok talebeleri arasında ençok sevdiği ve hizmetine müsâade ettiği İbrâhim Hakkı hazretlerinin babası olan Molla Osman ile Molla Muhammed´di. Bu talebeleri kendisine on sene hizmet etmekle şereflendiler. Molla Osman, hocası İsmâil Fakîrullah hazretlerinin teveccühlerine kavuşması ve onun duâsını alıp talebesi olmakla şereflenmesi için henüz küçük olan oğlu İbrâhim Hakkı´yı da getirtti. O da hizmet etmeye başladı. Molla Osman ile Molla Muhammed hocalarına hizmetin onuncu yılında bir hafta içinde vefât ettiler. Cenâze namazlarını hocaları kıldırdı.

Onlardan sonra daha küçük yaşta olan İbrâhim Hakkı, İsmâil Fakîrullah´a hizmet etmeye, onun hasta kalplere şifâ olan sözleri ile olgunlaşmaya ve yetişmeye başladı.

İsmâil Fakîrullah hazretleri, sultânın adâlet ve insâf üzere olması ve düşmana gâlip gelmesi için duâ ederdi. Çocuklarına dînî ilimleri öğretir ve akrabâlarına ziyârete giderdi. Ziyâretine gelemiyenlerin kusurlarına bakmaz, gelenlere dînin emirlerini bildirir, yasaklardan sakınmalarını emrederdi. Tebessüm ederek konuşur, suâl soranların cevaplarını gâyet açık olarak îzâh ederdi. Ziyâretine gelenlerin yüzüne, bir geldiğinde, bir de giderken bakardı. Edebinden karşısındakinin yüzüne pek bakmazdı.

Çoğu zaman vecd hâlinde bulunur, başını önüne eğip, gözlerini yumar, sessiz kalırdı. Bütün bid´atlerden sakınır, sünnetleri eksiksiz yapar- dı. Beş vakit namazını kendi dergâhında ezân ve cemâatle edâ ederdi. İşrâk, kuşluk, evvâbin ve teheccüd namazlarına devâm ederdi. Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutardı. Her Cumâ günü namazdan önce Kehf sûresini okurdu. Her sözü, hareketi, ahlâkı ve tavrı Peygamber efen- dimize uygundu. Temizliğe çok dikkat eder, gösterişe süse bak mazdı. Mührünün taşı Yemenî, şekli bâdemî, halkası gümüştü. Her an öleceğini düşündüğü için zemzemle yıkanmış kefenini ve diğer buhur ve levâzımı bir sandıkta hazır bulundururdu. Cumâ akşamları odasında buhur yakar- lardı. Abdest ve gusl etmek için beyaz topraktan yapılmış dört ibriği vardı. Yanında devamlı misvak ve tesbih bulundururdu.

Kitapları pekçoktu. Odasında kendi hattı ile yazdığı Kur´ân-ı kerîmi vardı ve yazısı çok güzeldi. Ayrıca, Tefsîr-i Meâlim-üt-Tenzîl, Mesâbih-i Şerîf kitaplarını kendi el yazısıyla yazmıştı. Babasının elyazısıyla yazdığı dört cildlik İhyâ-ı Ulûm ve iki cild Envâr-ı Fıkh-ı Şâfiî kitapları, dedesinin yazdığı dört ciltlik Kâmus-ı Ekber, birer ciltlik Şifâ-i Şerîf ve Şir´at-ül-İslâm kitaplarını yanından ayırmazdı.

Hayâtını insanlara ilim öğretmek, onlara dîn-i İslâmı anlatmakla geçiren İsmâil Fakîrullah hazretlerinin son günlerini talebesi ve yerine bıraktığı halîfesi Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretleri Mârifetnâme isimli kitabında şöyle anlatır:

O temiz rûh, beden sarayına girip yeryüzüne indi. Kemâle gelip olgunlaştı. Allahü teâlâyı tanıdı. İnsanlar tarafından da tanındı. Ezelî ihsânlara kavuşup sonsuz feyzlere menba oldu. İki cihânı da gönül aynasında görüp, yalnız Rabbine döndü. O´nun emirlerine sarıldı. Böylece bu dünyânın zevk ve safâsına aldanmayıp, hakîkî âlemde huzurlu olmanın yolunu tuttu. Bu dünyânın zulmetinden usanıp bir an önce ebedî âleme kavuşmayı arzuladı. Diğer canlılar gibi nöbetini savmak istiyordu. Zîrâ pâk rûhu beden mezarında mahpus gibi kalmıştı. Yaşı sekseni geçince H.1147 senesinde bir hafta kadar hiç kimse ile görüşmeyip mânevî âlemin sırlarına ulaşıp bu âlemi seyreyledi. İnsanlar onu hastalıktan dolayı böyle kendinden geçmiş sandılar. Ancak Cumâ gecesi yatsıdan sonra o hâlden bu his âlemine döndü. Evlât ve torunlarını yanına çağırıp ilim öğrenmelerini ve sâlih ameller ile uğraşmalarını vasiyet eyledi. Üzerindeki emânetlerin sâhiplerine verilmesini istiyerek oradakilerle vedâlaştı. Son- ra Yâsîn-i şerîf okumalarını emretti. Yâsîn-i şerîf okunurken odanın içine öyle güzel kokular doldu ki, sanki ûd ve anber yakılmıştı. Çocukları ve torunları üzüntü içindeydiler. Onun için ise o gece bayram ve sürûr gecesi oldu. Yâsîn-i şerîfin "Selâmûn kavlen..." âyet-i kerîmesi okunurken "Allah" diyerek cânını Hakka teslim eyledi. Mübârek rûhu gidip, latîf cismi kaldı.

Seyyid Fehim-i Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Doğu Anadolu´da yetişen büyük velîlerden olup, Silsile-i aliyye adı verilen büyük evliyânın otuz üçüncüsüdür. Osmanlı Devletinin son devirlerinde yaşamıştır. Sey- yiddir. "Hazret-i Şeyh" ve "Allâme" lakapları vardır. "Arvâsî" denmekle meşhûr olmuştur. Babası, Seyyid Abdülhamîd Arvâsî´dir. Annesi aynı âilenin Doğubâyezid kolundan Seyyid Hacı İbrâhim Efendinin kızı Seyyide Emine Hanımdır. H.1241 senesinde Van´ın Bahçesaray (Müküs) ilçesine bağlı Arvas (Doğanyayla) köyünde doğdu. H.1313 senesinde aynı köyde vefât etti. Kabri oradadır ve sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Temiz ve asîl âilesi Anadolu´nun doğu vilâyetlerinin ilim, irfân ve güzel ahlâk vasıflarının timsâli (sembolü) idi. Zamanlarının âlimi, fazîlet örneği olan dedeleri Kâdirî ve Çeştî yollarına mensûb idiler. Babası, Arva- s´ın tekke, zâviye ve medresesinin sevk ve idâresini yürütürdü. Seyyid Fehim, küçük yaşta babası Seyyid Abdülhamîd Efendiyi kaybetti. Annesi Seyyide Emine Hanım, zâhide, takvâ ve verâ sâhibi sâlihâ bir hanım idi. Pekçok kadın hizmetçileri olduğu halde ilim talebesinin elbisesini kendisi eliyle yıkar ve yardım ederdi.

Küçük yaştan îtibâren ilim öğrenmeye başlayan Seyyid Fehîm, kısa zamanda Kur´ân-ı kerîmi hatm ve hıfzetti. Sonra dedelerinin kurduğu ve öteden beri ilim yayan büyük âlimler yetiştiren Arvas Medresesi ile Mü- küs´teki Mîr Hasan Velî Medresesinde temel dînî bilgileri ve Arabî âlet ilimlerini okudu. Kısa bir müddet ilim tahsîline ara verdi.

Sonra Cizre´ye gidip Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden Şeyh Hâlid-i Cezerî´nin ders halkasına dâhil oldu. Kısa zamanda emsallerini geçip ilimde ilerledi. Dînî ilimleri ve zamânın fen bilgilerini öğrendi.

Kanâat, tevekkül, zühd, muhabbet, rızâ ve teslimiyette çok yüksek bir mürşid-i kâmil olan "Seyyid Tâhâ´yı gördüm, tarîkat ve hakîkatin ne olduğunu öğrendim." buyuran Seyyid Fehim hazretleri, hocasının emrine uyarak Arvas´a döndü. Arvas Medresesini yeniden îmâr ederek talebelere ilim öğretti. Ayrıca, Nakşibendiyye yolunun esaslarını anlatarak insanların saâdetine çalıştı. İslâmiyetin emir ve yasaklarından kıl kadar ay­rılmaksızın vazîfesine devâm etti. Her zaman âfet kabûl ettiği şöhretten kaçındı. Arvas Medresesinde en az elli talebeye ders verip Madde-i Küb- râ adlı eseri okuturdu. Seyyid Muhammed Emin, Seyyid Abdülhakîm, Halîfe Derviş, Halîfe Ali, Molla Abdülcelîl ve Şeyh Resûl gibi büyükler onun yetiştirdiği âlim ve velîlerdendir. Ondan ilim tahsîl edip, mezun olanlar Van ve havâlisinde Reîsü´l-müderrisîn ünvânıyla anıldılar. Seyyid Fehim hazretlerinin ilim ve mârifetteki üstünlüğü kısa zamanda her tarafa yayıldı.

Seyyid Fehim hazretleri hocası Seyyid Tâhâ hazretlerini, ders talebesi gibi her yıl, Arvas´dan Nehrî´ye gelerek, ziyâret ederdi. Vefâtından sonra, yerine geçen birâderi Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerini de ziyâret edip, sohbetlerinde bulundu. Zîrâ Seyyid Muhammed Sâlih hazretleri Seyyid Fehim hazretlerinin sohbette üstâdıydı.

Üstâdının vefâtından sonra daha da tanınan Seyyid Fehim hazretleri, ilim ve fazîlette iyice meşhûr oldu. Mısır, Irak, Suriye ve bu havâlide halledilemeyen meseleler ona getirildi. Çözülemez gibi görülen müşkil meseleleri hallederdi. Onun sohbetinde bulunmak üzere Arvas´a giden kimseler dünyâdan habersiz, nefsin ve şeytanın şerrinden emniyette olup, muhabbet deryasına daldılar. Ondan feyz alıp, yüksek derecelere kavuştular. Sohbet ve dersleriyle pek çok insanın doğru yola kavuşmasına vesîle oldular. Böylece, Doğu Anadolu halkının Sünnî kalmasını, şiîliğin ve mezheb ayrılığının yöreye girmemesini temin ederek, millî birliğe çok hizmet etti. Doksanüç Harbinde Ruslara karşı Doğu Bâyezîd Cephesine gidip büyük kahramanlıklar ve muvaffakiyetler gösterdiler.

Seyyid Fehim hazretleri hocası Seyyid Tâhâ hazretlerinin vefâtından sonra onun emir ve tavsiyelerine sıkı sıkıya uydu. Senede iki defâ Van´ı teşrif ederek halka İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Onların dünyâda ve âhirette saâdete, mutluluğa kavuşmaları için çalıştı. Vâz ve sohbetleriyle Van halkının İslâmiyete bağlılığı ve bu husustaki şöhreti arttı. "Dünyâda Van, âhirette îmân." sözü insanlar arasında yaygın olarak söylenmeye başlandı. Seyyid Fehim hazretlerinin Van´a gelişlerinde büyük bir kalabalık ve izdiham olurdu. Zamânın vâlisi, askerî ve mülkî erkânı onu ziyâret ederek, sohbetlerinden istifâde ederler, varsa müşkil meselelerini sorup cevaplarını alırlardı. Maddî ve mânevî bütün emirleri yerine getirilir, herkes ona saygı ve hürmette kusur etmezdi. Böylece hocası Seyyid Tâhâ´nın seneler önce buyurduğu; "Van´ın fethi Arvâsî hânedânından, ilim ve irfânı ile tanınmış bir zâtın vâsıtasıyla muvakkaten (geçici olarak) mümkündür." sözünün hükmü kerâmet olarak ortaya çıkmıştı.

Seyyid Fehim hazretleri Van´a geldiği zaman umûmiyetle mahkeme başkâtibi Ahmed Beyin evinde misâfir olurdu. Bir gece Ahmed Beyin evinden çıkıp (Hacı Bekir kışlası diye hizmet gören bir askerî kışla yaptıran) Hacı Bekir isminde Van´ın ileri gelenlerinden birinin evine misâfir oldu. Birkaç gün Hacı Bekir´in evinde kaldı. Hacı Bekir, Allahü teâlânın emriyle kızı Gülizâr Hanımı, Seyyid Fehim hazretlerine nikahladı. Bir sohbet sırasında Seyyid Fehim hazretlerine dedi ki: "Şeyhim size burada bir ev yaptırmam lâzım oldu." Seyyid Fehim hazretleri; "Ey Hacı Bekir! Bir şeyi noksan söylediniz. Yanında bir de câmi yaptırın." buyurdu. Hacı Bekir Ağa bu söz üzerine yaptırdığı evin yanına Şâbâniye Câmiini yaptırdı. Sonraları Seyyid Fehim hazretleri, Van´a teşriflerinde kayınpederinin yaptırdığı bu evde kalırdı. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını Şâbâniye Câmiinde anlattı. Her sene iki üç ay Van´da kaldığı müddet içinde pekçok kimsenin hidâyete kavuşmasına vesîle oldu. Sonra bu câminin yanına bir de medrese yaptırıldı. Seyyid Fehim hazretlerinin ders verdiği ve vâz ettiği Şâbâniye Külliyesi, Arvas´a benzeyen ilim ve irfân yuvası bir makamdı. Bu medresede çok âlim ve velî yetişmişti. Sofu Baba orada yetişen zâtlardandı. Sonraki devirlerde de ilim ve irfân kaynağı olmaya devâm eden bu medreseden, Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin oğlu Ahmed Mekkî Efendi ve kardeşi oğlu Cemâl Efendiler de yetişti. Bu mekanlar şimdi harâbe halde bulunmaktadır.

İlim, fazîlet ve güzel ahlâkta zamânının bir tânesi olan Seyyid Fehim hazretleri, İslâmiyetin emirlerine ve sevgili Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine titizlikle uyardı. Onu sevenler namazlarını mutlaka câmide cemâatle kılarlardı. Onun en büyük kerâmeti, İslâmiyetin emir ve yasaklarına tam uyması, kendisinden sonra vazîfesini devâm ettirecek olan Seyid Abdülhakîm gibi âlim ve velî bir zâtı yetiştirmesiydi.

Evliyânın büyüklerinden Ferîdüddîn-i Attâr (rahmetullahi teâlâ a- leyh) H.627 de Cengiz´in istilâsında bir Moğol askerinin eline esir düştü. Çok para vererek kurtarılmak istendi. Ancak, kurtulamayıp, Cengiz askeri tarafından şehîd edildi. Şehîd edildiğinde 114 yaşındaydı.

Ferîdüddîn-i Attâr, küçüklüğünde Şadbah kasabasında bir yandan babasının yanında attârlık mesleğini öğreniyor, bir yandan da Kutbüddîn Haydar isimli büyük bir zâtın sohbetlerine devâm ediyordu. Babasının vefâtı üzerine onun yerine geçip, attârlık mesleğini bir süre devâm ettirdi. Attârlıkla uğraşırken, bir taraftan da kıymetli dînî kitapları, velîlerin hayatlarını ve menkıbelerini okuyordu.

Bir gün bir derviş dükkânının önüne gelip, kapıdan içeriye bakmaya başladı. Gözleri dolarak bir âh çekti. Ferîdüddîn Attâr ona; "Neden öyle abdal abdal bakınıp duruyorsun? Yürü git işine senin için hayırlısı budur." dedi.

Derviş; "Ben yükü hafif bir adamım. Dünyâda bu hırkadan başka bir şeyim yok. Böyle olunca, bu dünyâ pazarından çabuk ve kolaylıkla geçip giderim. Fakat sen bu ağır yükleri derleyip topla kendi başının çâresine bak!" deyince, Ferîdüddîn-i Attâr; "Sen bu dünyâdan nasıl geçip gidersin?" dedi. O zât da; "Bu hırkayı sırtımdan çıkarır, başımın altına yastık yapar, canımı Hakk´a teslim ederim." dedi ve hırkasını başının altına koyarak; "Allah." deyip rûhunu teslim etti.

Bu durum karşısında Evliyâya olan bağlılığı, dînini öğrenme istek ve arzusu dayanılmaz hâle gelince, attârlığı terk etti. Dükkanında bulunan eşyâyı Allah yolunda sadaka olarak dağıttı. Rükneddîn-i Ekaf isminde büyük bir zâtın dergâhına giderek, talebelerinden oldu.

Hindistan´da yetişen Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendisini ilim ve tasavvufa verip, evliyâlık yolunda ilerlemek için çok gayret gösterdi. İslâmın mârifet bilgilerini Hindlilere öğreten, feyzlerini bu kıta müslümanlarına sunarak, onlara çok büyük hizmet eden Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin halîfesi Kutbüddîn-i Bahtiyâr´ın bereketli feyzleri ile yetişmişti. Ferîdüddîn Genc-i Şeker´in Mültan´daki tahsîli sırasında, Kutbüddîn-i Bahtiyâr Mülta- n´a geldi. Namaz kılmak için Ferîdüddîn Genc-i Şeker´in bulunduğu câ- miye girdi. O sırada Ferîdüddîn Genc-i Şeker kitap okuyordu. Kutbüddî-ni Bahtiyâr onu görür görmez, hâlinden ve kalp gözüyle fark ettiği fevka- lâde üstün özelliklerinden hayli etkilendi ve kendini alamayarak; "Ey genç ne okuyorsun?" diye sordu. O da; "Nâfi okuyorum" dedi. Kutbüddî- n-i Bahtiyâr; "İnşâallah bu kitap, senin için nâfi, faydalı olur." buyurdu. Bu sözdeki tatlılık ve yapılan duâ çok hoşuna gitti. Görünüşündeki heybet, onun büyük bir zât olduğunu gösteriyordu. Ferîdüddîn, o zâtın ellerini öpüp, talebeliğe kabûlünü istirhâm etti. O da kabûl etti.

Bundan sonra ona çok bağlanıp, yanından hiç ayrılmadı. Her şeyden el çekip, büyük bir muhabbetle ona tâbi oldu. Kutbüddîn hazretleri ise ona, dînî ilimleri okumasını, araştırmasını, tahkîk etmesini işâret buyurup, aynı zamanda tasavvuf ile de meşgûl olmasını teşvîk etti. Böylece, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yükselmesini, iki kanatlı olmasını sağlamak istedi. Ferîdüddîn, hocasının nasîhatlerini can kulağıyla dinleyip tatbik etti. Nefsinin tezkiyesi ile uğraştı. Bu uğurda çok gayret gösterdi. Her zorluk ve şiddete katlandı. Hocası Mültan´da kaldığı müddetçe, derslerini hiç kaçırmadı. Kutbüddîn-i Bahtiyâr tekrar Delhi´ye döneceği sırada, Ferî- düddîn Genc-i Şeker de gitmek istedi. Hocası ona, tahsîlini tamamlamasını ve bunun için çeşitli memleketlere seyahat etmesini söyledi. Bunun üzerine Genc-i Şeker; Gazne, Bağdât, Sevastan, Bedahşan, Kudüs, Mekke ve Medîne´ye ilim öğrenmek için seyâhatler yaptı.

Uzun seyahatler sırasında Buhârâ´ya da uğradı ve zamanın büyük velîlerinden Seyfüddîn Bâherzî ile karşılaştı. Bâherzî onu dergâhına dâvet etti ve yanına oturttu. Yüzüne defâlarca bakarak; "Bu genç zamânın büyük bir velîsi olacak." dedi. Daha sonra sırtındaki siyah hırkayı ona verip, giymesini isteyince o da giyerek günlerce yanında kaldı. Hergün binden fazla insan, Seyfüddîn Bâherzî´nin yiyeceğini paylaşırlardı. Bir gün bir kişi Seyfüddîn Bâherzî´nin huzûruna geldi ve; "Zenginim ama, son birkaç senedir ticârette zarara uğruyorum. Ayrıca sağlığım da bozuk." dedi. Seyfüddîn Bâherzî de; "Bir müslüman, malının zekâtını dürüstçe vermez, hasislik ederse, zarara uğrar. Hastalığa gelince, bu insanın îmânının kuvvetlendiğinin işâretidir." buyurdu.

Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretleri´nin sohbetlerine doyum olmazdı. Konuşmaları ve dersleri, sâdece talebelerini değil, kendine düşman olan- ları bile cezbederdi. Allahü teâlânın kendisine verdiği yüksek makâma rağmen hiç kibirlenmez, köylü, sultan, dilenci, kim olursa olsun, herkesi aynı şekilde, nezâket ve güler yüzle karşılardı. Onu dinlemek şerefine kavuşanlar, tatlı sohbetinden hiç bıkmaz ve sıkılmazdı. Lakabı gibi tam bir şeker hazînesi idi.

Ferîdüddîn Genc-i Şeker, Allahü teâlâdan başka kimseden korkmazdı. Kalbi çok yumuşak olup, Allah korkusu ile doluydu. Allahü teâlâ- nın korkusu, hayâtına hâkimdi. İlâhî gerçeklerden bahs edilince çocuk gibi ağlamaya başlar ve Allah korkusundan saatlerce baygın kalırdı.

Genc-i Şeker, Peygamber efendimizin tam âşığı idi. Mübârek sözlerinden ve hayâtından bahsedildiği zaman, ekseriya ağlamaya başlardı. Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine sıkı sıkıya sarılır ve bütün müslümanlara da Resûl-i ekremin sünnetine uymalarını nasîhat ederdi. Peygamber efendimizin vefâtından bahsedilen bir mecliste, Ferîdüddîn Genc-i Şeker derin bir nefes alarak; "Allahü teâlâ, bütün kâinâtı O´nun için yarattığı Sevgili Peygamberini bu dünyâda tutmadığı hâlde, benim ve sizin değeriniz nedir, neyimize güvenip de kendimizle övünürüz? Hayattayken, kendimizi bizden öncekilerle karşılaştırmalı, gözlerimizden dünyâ hayâtının yalancı maskesini sıyırmalı, kendimizi her an ölüme hazır tutmalıyız. Öyle ki, kıyâmet gününde yüzümüz kara çıkmasın." buyurdu.

Ferîdüddîn Genc-i Şeker canlı bir tevâzu timsâliydi. Kendisinden; fakîr, âciz, diye bahsederdi. Bu ifâdeleri sâdece konuşmaya mahsus olmayıp, bütün yazışmalarında da kullanırdı. Genc-i Şeker´in talebeleri arasında güçlü sultanlar, tanınmış hâkimler ve zenginler de vardı. Bunlar, devamlı ziyâretine gelirdi. Hepsine karşı en ufak bir büyüklük veya küçüklük hissi vermeden muâmele ederdi. Genc-i Şeker çok misâfirper­verdi. Dergâhına bir gün bir sûfî geldi. Evde mısırdan başka yiyecek yoktu. Misâfiri çok sevdiğinden, Genc-i Şeker mısırları öğütüp un yaptı ve ekmek pişirdi. Sonra misâfirine ikrâm etti. O sûfî çok memnun olarak: "Saâdetine ve zenginliğine duâcıyım. Hayâtımın en değerli hazînesi olarak sakladığım mânevî zenginliğimi sana verdim." dedi.

Ferîdüddîn Genc-i Şeker, yerde yatardı. Kıyâfeti çok sâde ve yamalıydı. Bir defâsında gömleği yamanamayacak hâle geldiğinden, talebeleri ona yeni bir gömlek getirdiler. Bunu giyince; "Bu yeni gömlekte eskisinin rahatlığı ve zevki yok." dedi. Ferîdüddîn Genc-i Şeker, kendisine verilen hediyelerin hepsini fakirlere dağıtırdı.

Anadolu velîlerinin meşhurlarından Feyzullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) çocukluğunu ve tahsil hayâtını kendisi şöyle anlatmıştır:

"Çocukluk zamânında yaşım îcâbı olarak; oyun, eğlence gülüp oynamak ve neşelenmek gibi şeylere aslâ rağbet etmezdim. Mektebe başlamadan önce; (Rabbi yessir: Rabbim kolaylaştır) ile (Rabbi zidnî ilmen ve fehmen: Yâ Rabbî ilmimi ve anlayışımı artır) mübârek sözlerini çok söylerdim. Yine bir vâizden namazı özürsüz terk etmenin çok büyük günâh olduğunu işittikten sonra onun tesiri ile namazlarımı ve oruçlarımı hiç terk etmedim. Ayrıca nâfile namazlar yanında gece teheccüd namazı da kılardım.


Konu Başlığı: Ynt: Evliya Hayatından Sahifeler
Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Mart 2010, 02:53:09
Yedi yaşımda ve H.1227 târihinde mektebe başladım. Bir sene zarfında Kur´ân-ı kerîmi hatmettim ve ikişer defâ tecvid ve ilmihâl ve Birgivî kitaplarını okuyup yazdım. On sekiz yaşıma kadar sarf, nahiv, Farsça ve fıkh-ı şerîften çok kitap okudum. Bundan sonra her hâlim Allah korkusu, düşüncem dâimâ namaz, oruç, ibâdet ve tâat, Resûlullah sallallahü aley- hi ve sellem efendimizin sünnet-i seniyyesine uymaktı. İçimizde Allahü teâlânın sevgisi ve hakîkat yolunun sevdâsı parıldamakta olup, her za- man âlimlerin tasavvuf ehli zâtların meclislerine ve sohbetlerine devâmla vakitlerimi geçirirdim.

Doğum yerim, Silistre eyâletine bağlı Hezârgrad kasabasına üç saat mesâfede bulunan Sazlı köyüdür. H.1224 târihinde o havâliyi Rusya´nın istilâsı, halkını esirlik pençesine düşürmüş. Babam, Kulzâde diye bilinen tanınmış bir âileden Ali bin Hasan´dır. Babam bütün âile efrâdı ve akrabâsıyla Vidin´e hicret edip, orada üç sene kaldı. Ruslarla sulh yapılmasından sonra Vidin vâlisi Molla İdris Paşa isyân etti. Vidin´den ayrılmayıp yerine tâyin edilen Ali Paşayı şehre sokmadı. Şehrin kale kapılarını kapattı. Bunun üzerine Ali Paşa ile aralarında çarpışma çıktı. Şehir topa tutuldu. Bu yüzden uzun müddet yer altında sığınakta yaşadık. Sonunda İdris Paşa devlet kuvveti karşısında dayanamayıp bir gece firar etti. Şehrin kapıları açılıp yeni vâli şehre geldi. Üç ay sonra şehirde büyük bir veba salgını oldu. Sonra Silistre´ye döndük. İki buçuk sene kadar kaldıktan sonra, H.1232 senesinde tekrar Vidin´e göçüp yerleştik. Babam ve iki birâderimle kale neferliğine kaydolduk. Gündüz mektebe gidiyordum. O sırada Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ordusunun kurulması sebebiyle askerî eğitimlere katıldım."

Evliyânın büyüklerinden ve İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) H.450 de İran´ın Tûs şehrinde doğdu. H.505 de Tûs´ta vefât etti. Gazâlî hazretlerinin babası fakir ve sâ- lih bir zâttı. Âlimlerin sohbetlerinden hiç ayrılmazdı. Elinden geldiği ka- dar, onlara yardım ve iyilik eder, hizmetlerinde bulunurdu. Âlimlerin nasî- hatını dinleyince ağlar ve Allahü teâlâdan kendisine âlim bir evlât verme- sini yalvararak isterdi. Allahü teâlâ onun duâsını kabûl edip, Muhammed ve Ahmed isminde iki oğul ihsân etti. Yün eğirip Tûs şehrindeki dükka- nında satan bu sâlih zât, vefâtının yaklaştığını anlayınca, oğlu Muham- med Gazâlî´yi ve diğer oğlu Ahmed Gazâlî´yi hayır sâhibi ve zamânın sâlihlerinden bir arkadaşına bıraktı. Bir mikdâr mal vererek vasiyet etti ve ona dedi ki: "Ben kendim, âlim olamadım. Bu yolla kemâle gelemedim. Maksadım, benim kaçırdığım kemâl mertebelerinin, bu oğullarımda hâsıl olması için yardımcı olmanızdır. Bıraktığım bütün para ve erzâkı, onların tahsîline sarf edersin!"

Arkadaşı vasiyeti aynen yerine getirdi. Babalarının bıraktığı para ve mal bitinceye kadar, yetişip olgunlaşmaları için çalıştı. Sonra onlara; "Babanızın, sizin için bıraktığı parayı tahsil ve terbiyenize harcadım. Ben fakirim, param yoktur. Size yardım edemeyeceğim. Sizin için en iyi çâreyi diğer ilim talebeleri gibi medreseye devâm etmenizde görüyorum." dedi. Bunun üzerine iki kardeş doğru söze uyup, medreseye gittiler.

"Hüccet-ül-İslâm" adıyla meşhûr olan İmâm-ı Gazâlî, üç yüz binden fazla hadîs-i şerîfi râvîleriyle birlikte ezbere biliyordu. İslâmın yirmi temel ilmi ile, bunların yardımcıları olan müsbet ilimlerde de söz sâhibiydi. Tasavvuf ilminde de yüksek derece sâhibi olup güzel ahlâk ve hâl sâhibi velîydi. Hadîs ve Usûl-i hadîs ilimlerinde ilim deryâsı olan bu büyük âlimin kitaplarında mevdû hadîs var diyerek, İmâm-ı Gazâlî´de eksiklik ara- mak, ilmin hakîkatını, İslâm âliminin derecesini bilmemektir. Zamânında yaşayan ve sonra gelen âlimler, onun kitaplarını senet kabûl etmişler ve netice olarak İmâm-ı Gazâlî´nin kitaplarını ancak mezhepleri kabûl etme- yenlerin dinde reform yapmak için uğraşanların beğenmediklerini bildir- mişlerdir.

İmâm-ı Gazâlî hazretleri asrının müceddididir. Vazifesi; din bilgilerinden unutulmuş olanlarını meydana çıkarmak, açıklamak ve herkese öğretmektir.

Hocası İmâm-ül-Harameyn el-Cüveynî şöyle der: "Gazâlî, ilimde büyük bir denizdir." Talebesi, Muhammed bin Yahyâ da; "İmâm-ı Gazâlî, ikinci İmâm-ı Şâfiî´dir." demiştir.

Es´ad Mîhenî de şöyle der "Gazâlî´nin ilmi ve üstünlüğü, kolay kolay anlaşılmaz. Bunu ancak, onun derecesinde olanlar veya onun aklının kemâline yaklaşabilenler anlar."

Ebû Zeyd Endülüsî yine şöyle anlatmıştır: Bir defâsında rüyâmda gördüm ki, İmâm-ı Gazâlî, bir hınzırın (domuzun) boynuna zincir takmış çekip götürüyordu.

"Bunu neden böyle gezdiriyorsun?" dedim.

"Bu öyle betbaht bir kimsedir ki, zulmete dalmıştır. Bize dil uzatanların hâli ve cezâsı budur." buyurdu.

Anadolu velîlerinden Geredeli Abdullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvufta yüksek derecelere ulaşmış idi. Bu derecede iken hocası Hacı Halil Efendi vefât edince, istiğrâk hâlinde kendinden geçmiş bir vaziyette kaldı. Daha sonra Bolu´ya gidip, Hacı Mustafa Sâfî Efendiye hâlini anlatıp, onun talebesi oldu. Onu talebeliğe kabûl edip, tasavvufta erbeîn denilen ve kırk gün bir yerde kalmak olan çile yaptırmak için onu bir odaya koydu. Abdullah Efendi erbeîne girince, önceki halleri tamâmen kayboldu. Tasavvufa yeni başlamış talebe gibi oldu. Bu hâline şaşıp, üzülerek gece gündüz ağlamaya başladı. Böylece otuz beş gün geçti. Bu çileye girmesi sebebiyle hallerini kaybettiği kanâatine vararak çıkıp kaçmak istedi. Dergâhtaki talebelerden bâzıları farkına varıp onu bu kararından vazgeçirmek için; "Erbeîni tamamla ondan sonra gidersin" diyerek kalmaya râzı ettiler. Otuz dokuzuncu günü tasavvuf yolunda yeni ilerlemeye başlayan bir talebede hâsıl olan haller gibi önce tecellî-i ef´al, sonra tecellî-i sıfât ve daha sonra da tecellî-i hâl zuhur edip, parlamaya başladı. Hemen Sâfî Efendinin huzûruna koşup, hâlini ve hâsıl olan durumu anlattı. Bunun üzerine Sâfî Efendi; "Oğlum biz adamı hem soyar, hem de giydiririz." dedi. Önceki hâlinde kalsaydın, rehberlik etmekte zah-

met çekerdin, dervişlere vâkıf olamazdın. Şimdi elhamdülillah tertib üze- re zuhûr etti." diyerek onu tesellî etti. Sonra birkaç halvet daha yaptırdı. Tasavvufta yetiştirip kemâle erdirdikten sonra, ona hilâfet verdi. İnsanlara rehberlik etmesi için vazîfelendirdi.

Abdullah Efendi, hâlini o derece gizler ve tevâzu ile hareket ederdi. Görenler sanki sıradan biri, tasavvuftan hiç yol kat etmemiştir zannederdi. Kendi bu hususta hiç bir şey söylemezdi. Halbuki keşf ve kerâmet sâhibi olup, çok talebe yetiştirdi. Dünyâya ve dünyâ malına karşı hiçbir meyli yoktu. Fakat talebelerinin hallerini görüp, anlamak ve onları yetiştirmek için onlarla yakından alâkadâr olurdu. Abdullah adında bir çocuk, daha küçük yaşta Mustafa Sâfî Efendiye talebe olmuştu. Onun vefâtından sonra da Abdullah Efendiye talebe oldu ve on sekiz yaşında tasavvufta hallere kavuştu. Keşfi açıldı. Hangi kabrin yanına varsa, o kabirde yatanın hâlini görürdü. Hattâ çok defâ vefât eden evliyâ ile görüşüp konuşurdu. Bir müşkülü veya soracağı bir husus olursa, ya Peygamber efendimizi görüp O´ndan sorar, yâhut da Sâfî Efendiyi görüp müşkülünü hallederdi. Hattâ Peygamber efendimiz ona, hocası Sâfî Efendinin çok büyük bir velî olduğunu beyân buyurmuşlardır.

Evliyanın büyüklerinden Hâce Hasan Attâr (rahmetullahi teâlâ a- leyh) Silsile-i aliyye büyüklerinden Alâeddîn-i Attâr hazretlerinin oğludur. Anne tarafından dedesi, Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî hazret- leridir.

Dedesi Şâh-ı Nakşibend hazretleri küçük Hasan´ı çok severdi. Ona husûsî bir sevgisi vardı. Bir gün Hasan Attâr, mezarlık yanında diğer çocuklarla birlikte oynarken, dedesi Behâeddîn-i Buhârî oradan geçiyordu. Hasan Attâr bir buzağıya binmiş, diğer çocuklar da onun etrâfında koşup, böylece eğlenmekteydiler. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri durup küçük Hasan´a teveccüh etti ve; "Yakın bir zamanda, bu çocuk bir bineğe biner, şevketli hükümdarlar, atının üzengisini tutarak yanında yaya yürür." buyurdu.

Aradan zaman geçti. Hace Hasan Attâr, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yükselerek, âlimlerin ve evliyânın büyüklerinden oldu. Herkes tarafından sevilir, hürmet edilirdi.

Bir zaman Bağ-ı zâgân taraflarına gitmişti. Orada Mirzâ Şâhruh´u ziyâret etti. Mirzâ, Hâce hazretlerine olan muhabbet ve bağlılığının çokluğu sebebiyle kendisine çok ikrâmlarda bulundu ve bir at hediye etti. Koluna bizzat kendisi girip, ata bineceği yere kadar getirdi. Ata bindirdi. Sonra üzengisinden tutarak biraz yürüdü ve uğurladı.

Bu halde giderken, Hâce Hasan Attâr durup, Buhârâ taraflarına dönerek dedesinin rûhâniyetine duâ etti ve Allahü teâlâya şükretti. Sonra Sultana, dedesi Hâce Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin senelerce önce söylediği sözü anlattı. Onun kerâmetinin gerçekleştiğini bildirdi. Bu hâli işiten Sultan ve yanındakilerin Muhammed Behâeddîn-i Buhârî, Hâce Hasan Attâr ve diğer evliyâya olan muhabbet ve bağlılıkları daha da arttı.

Hâce Hasan Attâr hazretleri, zamânındaki evliyânın en büyüklerindendi. Her kim ihlâs ile Allahü teâlânın rızâsı için ona talebe olmak niyetiyle gelse, müsâfeha ettiği anda tesirini görürdü. Talebe o anda kendinden geçer, aşka ve dünyâdan soğuma hâline kavuşurdu.

Güzel ahlâkın bütün kemâlâtını kendisinde toplamış olan Hâce Hasan Attâr, herkese hüsn-i muâmelede bulunur, hiç kimseyi gücendirmezdi. Talebelerinin mânevî terbiye ve yetişmeleri yükünü aldığı gibi, onların maddî ihtiyaçlarını da kendisi karşılardı. Başkalarının, hele talebe ve sevdiklerinin sıkıntıda olmaları, ona daha çok sıkıntı verirdi. Bu sebeple talebelerinden birisi rahatsızlanıp hasta olduğunda, onun sıhhate kavuşması, ondaki hastalığın kendisine geçmesi için duâ eder ve sıkıntıyı çekmeye râzı olurdu.

Bir defâsında, hacca giderken Şîrâz´a uğramıştı. Şîrâz´ın ileri gelenlerinden bir zât da Hâce Hasan´ın talebelerindendi ve o günlerde çok ağır hastaydı. Hazret-i Hâce bu talebesini ziyâret etti. Onun, hastalığın tesiri ve elemi ile hâlsiz olduğunu görüp, çok üzüldü. Allahü teâlâya duâ edip, bu hastalığın talebesinden alınıp kendisine verilmesini istedi. O ânda, hastada iyileşme ve sıhhat alâmetleri görülmeye başladı, sonra büsbütün iyileşti. Diğer taraftan Hâce Hasan hazretleri hastalanıp yataklara düştü. Yola devâm edemeyip, Şîrâz´da kaldı. Bu hastalıktan sonra vefât etti. Daha sonra Buhârâ´nın Cağanyân nâhiyesine nakledilerek, mübârek babası Alâeddîn-i Attâr´ın yanına defnolundu.

Evliyânın büyüklerinden Hâce Mevdûd Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh) pederi vefât ettiğinde yirmi dört yaşındaydı. Pederinin yerine geçerek, talebe yetiştirmeye başladı. Babasının talebeleri, onu hoca kabûl ettiler. Hâce Mevdûd´un babasının vefât haberi, Şeyh-ül-İslâm Ahmed-i Nâmıkî Câmî´ye ulaşınca, Ahmed-i Nâmıkî: "Hâce Mevdûd, büyüklerin yetiştiği bir âiledendir ve daha çok gençtir. Bunun için, onun yanına gidip onun yetişmesini, terbiyesini tamamlıyayım. Onun vilâyetinde bir payım bulunsun. Eğer böyle yapmazsam, onun mübârek âilesine karşı vazifemi yapmamış ve onlara ihânet etmiş olurum." buyurdu.

Ahmed-i Nâmıkî Câmî, yanında talebelerinden kalabalık bir grup ile Câm´dan Çeşt´e doğru yola çıktı. Herat´a vardığında bâzı münâfıklar, Hâce Mevdûd´a gittiler ve "Şeyh-ül-İslâm Ahmed-i Nâmıkî Câmî babanızın vefâtını işitmiş. Sizin için ise, o daha çok gençtir, gidip onun vilâyetine müdâhale edeyim demektedir." dediler. Münâfıkların bu sözleri üzerine, Hâce Mevdûd bir müddet murâkabe etti. Sonra başını kaldırarak onlara: "Sizin söylediklerinizin hepsi yanlıştır ve işitilmemiş şeylerdir. Ahmed-i Nâmıkî Câmî, muhabbet ve ihlâsla bizi kuvvetlendirmeye geliyor." buyurdu. Bu sırada Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretlerinin yakına geldiğini haber verdiler. Bunun üzerine Hâce Mevdûd Çeştî onu karşılamaya çıktı. Orada bulunan ard niyetli münâfıklar:

"Şâyet Şeyh onu ister istemez karşılayacak ise, çok kalabalık bir grup ile karşılamamalıdır." dediler. Hâce Mevdûd, bu sözlere hiç îtibâr etmedi. Dört bin talebesi ile yola çıktı. Yolda Herat´a kadar kiminle karşılaştı ise, hepsi ona talebe oldu. O kadar kalabalık görülmemişti.

Her iki büyük âlim Tunük Nehrinin kenarında durdular. Ahmed-i Nâmıkî Câmî bir arslan üzerinde duruyordu. Hâce Mevdûd Çeştî ise, nehir kenarındaki duvarın üstündeydi. Hâce Mevdûd; "Siz uzak yerden geldiniz. Bizim, sizin yanınıza gelmemiz uygundur." dedi. Besmele çekerek havada uçtu ve Ahmed-i Nâmıkî Câmî´nin yanına geldi. Ahmed-i Nâmıkî Câmî dostlarına, "Hâce Mevdûd hakkında korktuğumuza uğramadık. Hâce Mevdûd, veliyyi kâmillerdendir. Onu görmekle şereflendik." dedi. Sonra Hâce Mevdûd ile berâber oturdular ve uzun uzun konuştular. Hâce Mevdûd ona, "Garibhânemizi şereflendirirseniz bizi memnun edersiniz." dedi. Ahmed-i Nâmıkî Câmî; "Bizim maksadımız sizinle görüşmek idi. Bu da elhamdülillah en güzel şekilde hâsıl oldu." dedi.

Hâce Mevdûd ile Ahmed-i Nâmıkî Câmî bir müddet daha sohbet ettikten sonra, Hâce Mevdûd´un talebelerinden Ali Hakîm isimli bir zâtın evine gittiler. Orada üç gün sohbet ve Allahü teâlâyı zikr ettiler.

Bir gün bu iki zât, Allahü teâlâyı zikr ederek kendilerinden geçmiş bir hâldeyken, ellerinde hançer bulunan iki münâfık içeri girdi. Maksadları her ikisini öldürmekti. O sırada Hâce Mevdûd´un nazarları onlara isâbet etti. Onlar derhal düşüp bayıldılar. Bir müddet sonra ayılınca, Ahmed-i Nâmıkî Câmî: "Yâ Hâce Mevdûd! Bu ne hâldir? Bunlar kimlerdir?" diye sorunca, Hâce Mevdûd olanları ona anlattı. Bunun üzerine Ahmed-i Nâ- mıkî Câmî; "Ben onları affettim. Fakat kurtulmaları için senin de affetmen lâzımdır." buyurdu. Bunun üzerine Hâce Mevdûd; "Ben de affettim." dedi. Bu sözden sonra adamların titremeleri geçti ve tövbe edip sâlih talebelerden oldular.

Ahmed-i Nâmıkî Câmî, Hâce Mevdûd´a ilim tahsilini kuvvetle tavsiye ettikten sonra: "İlimsiz evliyâlık bir hiçtir. Her ne kadar mârifet ilimlerini kemâl derecesinde biliyorsan da, zâhir ve bâtının bir olması için, ilm-i zâhirde de kemâl derecesinde olman lâzımdır." dedi.

Hâce Mevdûd bu nasîhata göre hareket etti. Sonra Mevdûd Çeştî oradan ayrılıp Çeşt´teki evine dönerken, yolun kenarından bir şahsın, "Yâ Mevdûd! Yâ Mevdûd!" diye bağırdığını duydu. O şahsın yanına giderek hâlini ve neden böyle seslendiğini sordu. O kişi de uzun zamandan beri gözlerim görmüyor. İyileşmem için Allahü teâlâya duâ ediyorum. Hafiften bir ses duydum. "Mevdûd Çeştî bizim sevgili kulumuzdur. Onu vesîle ederek duâ etmen gerekir. Onun buraya gelmesiyle gözlerin açılacaktır." diye bir nidâ geldi, dedi. Onun bu sözlerinden sonra Mevdûd Çeştî, elini o kişinin gözlerine sürdü. O kişinin gözleri derhal açıldı. Aynı sene zâhirî ilimlere devâm etmek için Belh´e gitti.

Hâce Mevdûd, Belh´e geldiğinde, herkes onu karşılamaya çıktı. Ona hürmette ve tâzimde çok ileri gittiler. Sohbetleri ile bereketlendiler. İşleri güçleri hased olan bâzı kimseler, kıskanıp onu imtihan etmek, zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki derecesini anlamak istediler. Aralarından dört yüz kişi topladılar. Bir Cumâ günü Belh Câmiinde namazdan sonra, Mevdûd Çeştî´ye bu dört yüz kişiden her biri, zâhir ilimlerin en zor meselelerinden çeşitli sorular sordular. Hâce Mevdûd herbirine öyle cevaplar verdi ki, hiçbirinin konuşacak hâli kalmadı. Bunun üzerine onlar, "Siz bu kadar ilim sâhibi olduğunuz hâlde kasîde dinliyorsunuz?" diye sordular. O da, "Bizim hocalarımız, zâhirî ve bâtınî ilimlerin hepsini kendilerinde toplamışlardı. Onlar dîne muhâlif hiçbir şey yapmadılar ve yapmazlar. Kasîdeyi onlar da dinlediler. Sonra Evliyânın büyüklerinden İbrâhim bin Edhem de kasîde dinler ve böyle yapanlara da mâni olmazdı. İbrâhim bin Edhem, müctehid, mürşid-i kâmildi. Aynı zamanda sizin imâmınızdır. Size ne oluyor ki, kasîde dinlemeye karşı çıkıyorsunuz?" buyurdu.

Bunun üzerine oradaki âlimler, "İbrâhim bin Edhem, aynı zamanda havada uçardı. Eğer siz de havada uçarsanız, ona tâbi olduğuna, uyduğuna inanacağız." dediler. Daha sözlerini bitirmeden, Hâce Mevdûd duvarın üzerine sıçrayarak uçmaya başladı ve gözden kayboldu. Bir müddet sonra geri geldi. Orada bulunanlar; "Bu yaptığını Cûkî denilen Hind Brehmenleri de yapıyor. Senin bu yaptığının Rahmânî mi, şeytânî mi olduğunu nasıl anlarız?" diye sordular. Sonra; "Eğer şu mescidin kenarındaki taş senin isteğinle gelir, sana şâhidlik ederse kabûl ederiz." dediler. Bunun üzerine Hâce Mevdûd, Allahü teâlâya duâ ederek taşa işâret etti. Taş yuvarlana yuvarlana yaklaştı ve taştan şöyle bir ses işitildi: "Ey müslümanlar! Hâce Mevdûd, vilâyet ve kerâmet sâhibidir. Onun fiilleri dîne uygundur. Onun hâllerinin hepsi Rahmânî´dir." Bu taş, üç defâ aynı sözleri tekrâr edince, orada bulunanların hepsi Hâce Mevdûd Çeştî´nin büyüklüğünü anladılar ve tövbe ettiler.

Hâce Mevdûd, Belh´den talebeleriyle Buhârâ´ya doğru yola çıktı. Bir nehir kenarına geldiler. Bu nehirde bir kayık çalışıyor, yolcuları ücretle karşıya geçiriyordu. Hâce Mevdûd ve talebelerinin yanında hiç para yoktu. Kayık sâhibi onlara, "Para almadan sizi karşıya geçirmem." dedi. Bunun üzerine kayık ile geçilmeyeceğini anlayan Hâce Mevdûd, Besmele çekerek nehre yürüdü ve talebelerinin de kendisini tâkib etmelerini istedi. Onlar da Hâce Mevdûd´un peşini tâkib ettiler. Göz açıp kapayıncaya kadar selâmetle karşı kıyıya geçtiler. Bunu gören kayık sâhibi pişman olup, özür diledi ve talebelerinden oldu.

Büyük velîlerden Hâce Muhammed bin Ebû Ahmed el-Çeştî (rah- metullahi teâlâ aleyh) tasavvufta icâzeti, diplomayı babasından almıştır. Annesi, Hâce Muhammed´e hâmileyken, karnından "Lâ ilâhe illallah" zikrini işitirdi. Babası bunu öğrenince, ona: "Sana müjdeler olsun; sâlih bir çocuk dünyâya getireceksin." dedi. Bir gün otururken babası, ana rahminde olan bu oğluna, "Esselâmüaleyke yâ velîyullah." diye hitâb ettiği zaman, Allahü teâlânın kudreti ile "Ve aleykesselâm ey babam!" sesini duydu. Dünyâya geldiği gece, babası rüyâsında Peygamber efendimizi gördü ve kendisine: "Ey Ebû Ahmed, oğluna benim ismimi koy." buyurdu. Bunun üzerine babası adını Muhammed koydu.

Hâce Muhammed doğar doğmaz, daha ebenin elindeyken, yedi defa "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah." dedi. Muharrem ayının ilk on gününde hiç süt içmeyip, oruç tuttu. İki buçuk yaşına geldiği zaman, az yiyip az uyumaya, dört buçuk yaşına geldiği zaman, mektebe gitmeye başladı. Kısa zamanda Kur´ân-ı kerîmi öğrendi ve tamâmını okudu. Yedi yaşına gelince, babasının sohbetlerine gitmeye başladı. Çoğu zaman namaz kılınan yerden dışarı çıkmaz, ibâdetle meşgûl olurdu. Uyumak için sırtını yere koymaz, bir yere dayanmazdı. Yedi günde sâdece bir hurma yerdi. Zâhirî ve bâtınî ilimleri Hızır aleyhisselâmdan öğrendi.

Evliyânın büyüklerinden Hâcegî Muhammed İmkenegî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) insanları Hakka dâvet eden; doğru yolu göstererek, saâdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi birincisidir. H.918 de Buhârâ´nın İmkene kasabasında doğdu. H.1008 de vefât etti. Evliyânın büyüklerinden Derviş Muhammed hazretlerinin oğlu ve Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin hocasıdır. Zâ- hirî ve bâtınî ilimleri babasından öğrendi. Babasından feyz alarak tasav- vufta yetişip kemâle erdi. Tasavvuf ilminin ve hallerinin mütehassısıydı. Bütün ömrü; İslâmiyete hizmetle ve Peygamber efendimizin güzel ahlâkını insanlara duyurmakla ve öğretmekle geçti. Çok velî yetiştirdi.

Yetiştirdiği velîlerin en başta geleni talebesi ve kendisinden sonra halîfesi olan Muhammed Bâkî-billah´tır. Muhammed Bâkî-billah bir gece rüyâsında Hâcegî Muhammed İmkenegî hazretlerini gördü. Hocası ona; "Ey oğul! Senin yolunu gözlüyorum." buyurdu. Bâkî-billah hazretleri buna çok sevindi. Hemen huzûruna gitti. Huzûruna varınca ona çok iltifât gösterip, yüksek hâllerini dinledi. Sonra üç gün üç gece birlikte bir odada başbaşa kalıp, sohbet ettiler. Hâcegî hazretleri ona feyz verip, yüksek faydalara kavuşturdu. Sonra Bâkî-billah hazretlerine; "Sizin işiniz, Allahü teâlânın yardımı ve bu yüksek yolun büyüklerinin rûhlarının terbiyeleriyle tamâm oldu. Tekrar Hindistan´a gitmeniz lâzım. Çünkü bu silsile-i aliy- yenin, orada sizin sâyenizde parlıyacağını görüyorum. Bereket ve terbi- yenizden çok istifâde edip, büyük işler yapacak kimseler gelecek." bu- yurdu.

Hâce Bâkî-billah kendilerini bu işe lâyık görmediğinden, özür dilediyse de, Hacegî İmkenegî, ona istihâre yapmasını emretti. Rüyâlarını İmkenegî hazretlerine anlattığı zaman, şu karşılığı aldılar: "Derhâl Hindistan´a gidiniz. Orada sizin bereketli nefeslerinizden bir azîz meydana gelecek, bütün dünyâ onun nûruyla dolacak. Hattâ, siz de ondan nasîbinizi alacaksınız."

Hâce Bâkî-billah hazretleri Hindistan´da Serhend şehrine geldiği zama, kendisine; "Kutbun etrâfına geldin." diye ilhâm olundu. Bu kutb, İmâm-ı Rabbânî hazretleriydi. Demek ki, bu kıymetli tohum, Semerkand ve Buhârâ´dan getirilmiş, Hindistan toprağına ekilmiş oluyordu.

Hacı Bayram-ı Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; İstanbul´u, Fâtih Sultan Mehmed Hanın fethedeceğini müjdeleyen büyük velî, H.753 de Anakra ilinin Çubuk Çayı üzerindeki Zülfadl (Sol-Fasol) köyünde doğdu. H.833 de Ankara´da vefât etti. Türbesi, Hacı Bayram Câmiinin kenarında ziyârete açıktır.

Nûmân, küçük yaşından îtibâren ilim tahsîline başladı. Ankara´da ve Bursa´da bulunan âlimlerin derslerine katılarak; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi din ilimlerinde ve o zamânın fen ilimlerinde yetişti. Ankara´da Melîke Hâtu- n´un yaptırdığı Kara Medresede müderrislik yaparak talebe yetiştirmeye başladı. Kısa zamanda, halk arasında sevilip sayılan biri oldu.

İlimdeki bu üstünlüğüne rağmen Müderris Nûmân´ın rûhunda bir sıkıntı vardı. O, bu sıkıntıdan ancak bir mürşid-i kâmilin huzûruna varmakla kurtulabileceğini biliyor ve bir fırsat gözlüyordu. Nitekim bir gün dersten çıktığında yanına birisi geldi ve; "Ben Şücâ-i Karamânî´yim. Kayseri´den senin için geliyorum. Sana bir haberim ve dâvetim var." dedi. Nûmân, bu sözlerin sonunda kendisi için mühim bir haberin olduğunu anlamıştı. "Hoş geldin, safâlar getirdin. İnşâallah hayırlı haberlerle gelmişsindir. Anlat! Anlat!" diyerek hayretle sordu. "Beni şeyhim ve mürşidim Hamîdeddîn-i Velî hazretleri gönderdi ve; "Git Engürü´de (Ankara´da) Kara Medresede Nûmân adında bir müderris vardır. Ona selâmımı ve dâvetimi söyle. Al getir. O bize gerek..." dedi. Ben de bu vazîfe ile huzûrunuza gelmiş bulunuyorum."

Müderris Nûmân bu sözleri dinler dinlemez; "Baş üstüne, bu dâvete icâbet lâzımdır. Hemen gidelim." diyerek müderrisliği bıraktı. Şücâ-i Ka- ramânî ile Kayseri´ye gittiler. Kayseri´de Somuncu Baba diye meşhûr Ha- mîdeddîn-i Velî ile bir kurban bayramında buluştular. O zaman Hamîd-i Velî; "İki bayramı birden kutluyoruz." buyurarak, Nûmân´a Bayram la- kabını verdi.

Hamîd-i Velî, Nûmân ile başbaşa sohbetlere başlayarak, onu kısa zamanda olgunlaştırdı. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere kavuşturduktan sonra ona; "Hacı Bayram! Zâhirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve derecelerini gördün. Bâtınî ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş evliyâyı ve derecelerini de gördün. Hangisini murâd edersen onu seç!" buyurdu. Hacı Bayram da, velîlerin yüksek hallerini görerek, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Hocasının teveccühleri ile zamânının en büyük velîlerinden oldu.

Hacı Bayram-ı Velî, hocası ile hacca gitti. Hac vazîfelerini yaptıktan sonra Aksaray´a geldiler. Orada hocasının H. 815 senesinde; "Halîfem, vekîlim sensin." emri üzerine, bu ağır vazîfeyi üzerine aldı. Aynı sene hocası vefât edince, defn işleriyle meşgûl olup, cenâze namazını kıldırdı. Aksaray´da vazîfesini bitirdikten sonra Ankara´ya döndü. Ankara´da dînin emir ve yasaklarını insanlara anlatmaya, onlara doğru yolu göstermeye, yetiştirmeye başladı. Her gün pekçok kimse huzûruna gelir, hasta kalple­rine şifâ bularak giderlerdi. Talebeleri gün geçtikçe çoğalmaya, akın akın gelmeye başladılar. Kısa zamanda ismi her tarafta duyuldu.

Bilâhare İstanbul´un mânevî fâtihi olacak olan Akşemseddîn de Osmancık´ta müderrisken şeyhin evliyâlık derececsini duymuş ve ona talebe olmak üzere Ankara´ya gelmişti. Fakat şeyhin dükkan dükkan dolaşıp para topladığını görünce, yanına varıp hikmetini sormadan "Evliyâ para mı toplar, buralara boşuna gelmişim." diyerek oradan ayrıldı. Zeynüddîn Hafî hazretlerine talebe olmak üzere Mısır´a doğru yola çıktı. Haleb´e vardığı gece bir rüyâ gördü. Rüyâsında, boynuna bir zincir takılmış ve zorla Ankara´da Hacı Bayram-ı Velî´nin eşiğine bırakılmıştı. Zincirin ucu ise Hacı Bayram´ın elindeydi. Bu rüyâ üzerine, Akşemseddîn yaptığı hatâyı anlayarak derhal Anakra´ya geri döndü. Şehre ulaştığında Hacı Bayram-ı Velî´nin talebeleriyle ekin biçmeye gittiğini öğrendi. Tarlaya gitti. Fakat Hacı Bayram hazretleri ona hiç iltifat etmediler. Akşem- seddîn, diğer talebelerle birlikte ekin biçmeye başladı. Yemek vakti gel- diğinde, insanların ve orada bulunan köpeklerin yiyecekleri ayrıldı. Hacı Bayram-ı Velî, talebeleriyle yemek yemeye başladı. Yine Akşemseddîn´e hiç iltifat etmeyip, yemeğe çağırmadı. Akşemseddîn yaptığı hatâyı bildiği için, kendi kendine;

"Ey nefsim! Sen, Allahü teâlânın büyük bir velî kulunu beğenmezsen, işte böyle yüzüne bile bakmazlar. Senin lâyık olduğun yer burasıdır." diyerek, köpeklerin yanına yaklaşıp, onlarla berâber yemeye başladı.

Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, Akşemseddîn´in bu tevâzuuna dayanamayarak; "Köse! Kalbimize çabuk girdin, yanımıza gel." buyurup iltifât etti, kendi sofrasına oturttu. Sonra ona; "Zincirle zorla gelen misafiri, işte böyle ağırlarlar." diyerek, onun gördüğü rüyâyı, kerâmet göstererek anladığını bildirdi.

Akşemseddîn bundan sonra hocasının yanından hiç ayrılmadı. Sohbetlerini kaçırmayarak, kalplere şifâ olan nasihatlarını zevkle dinlemye başladı. Hacı Bayram-ı Velî´nin teveccühleri altında, kısa zamanda bütün talebe arkadaşlarının önüne geçti. Nefsini terbiye etmekte herkesten ileri gitti.

Akşemseddîn´e icâzet, diploma verdiğinde, bâzıları; "Efendim! Sizde yıllarca okuyan talebelere hilâfet vermediğiniz hâlde, bu yeni gelen Akşemseddîn´i kısa zamanda hilâfet ile şereflendirdiniz?" dediler. Hâcı Bayram-ı Velî de; "Bu öyle bir kösedir ki, bizden her ne görüp duydu ise hemen inandı. Gördüklerinin ve işittiklerinin hikmetini de bizzât kendisi anladı. Fakat yanımda yıllardır çalışan talebeler, gördüklerinin ve duyduklarının hikmetini anlayamayıp bana sorarlar. Ona hilâfet vermemizin sebebi işte budur." diye cevap verdi.

Hacı Bektâş-ı Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Osmanlı devletinin kurluş yıllarında yaşayan evliyânın büyüklerinden olup ismi, Seyyid Mu- hammed bin İbrâhim Atâ, lakabı Bektâş´tır. Horasan´ın Nişâbûr şehrinde H. 680 senesinde doğdu. Hacı Bektâş-ı Velî´nin soyu hazret-i Ali´ye da- yanır. H.738 senesinde Kırşehir´e yakın bir yerde vefât etti. Vefâtı hak- kında başka rivâyetler de vardır. Türbesinin bulunduğu kasabaya sonra- dan Hacıbektaş ismi verildi.

Daha çocukken ilim öğrenmesi için âilesi tarafından Şeyh Lokmân-ı Perende´ye teslim edildi. Lokmân-ı Perende, Ahmed-i Yesevî hazretlerinin halîfelerinden olup, zâhir ve bâtın ilimlerinde çok derinleşmişti. Bek- tâş-ı Velî´nin daha çocukken birçok kerâmetleri görüldü. Bir gün Lokmân-ı Perende onun yanına girmiş ve odasını nur ile dolu görünce şaşırmış- tır. Bu sırada; Bektâş-ı Velî´nin iki yanında, Kur´ân-ı kerîm okuyan iki nûrânî zât duruyordu. Lokmân-ı Perende onun yanına girince, bunlar kayboldu. Lokmân-ı Perende, Bektâş-ı Velî´ye onların kim olduğunu sor- du. O da; "Birisi Server-i âlem efendimiz diğeri ise hazret-i Ali idi." cevâ- bını verdi.

Yine bir gün hocasından ders dinlerken, namaz vakti geldi. Hocası hizmetçisinden abdest almak için su istedi. Bektâş-ı Velî hocasına; "Bir nazar etseniz de, su buradan aksa, dışarıya gitmeye gerek olmasa." dedi. Hocası; "Benim kudretim bunu yapmaya yetmez." cevabını verdi. Bunun üzerine o sırada Bekâş-ı Velî, Allahü teâlâya duâ etti. Hocası da "Âmin" dedi. O anda medresenin ortasında latîf bir su çıkıp, kapıya doğru akmaya başladı. Pınarın başında renk renk çiçekler açtı.

Bu hâdiseden bir süre sonra, Lokmân-ı Perende hacca gitti. Arafât´ta kıbleye doğru döndükleri esnâda, talebelerine; "Yârenler! Bugün Arefe- dir. Şimdi bizim evde yemekler pişirilir." dedi. Bu söz, Allahü teâlânın kudretiyle, Bektâş-ı Velî´ye mâlum oldu. Tam o sırada hocasının evinde yemekler pişiyordu. Bektâş-ı Velî hemen bir tepsi yemeği aldığı gibi, bir anda hocasına sundu. Hocası Nişâbûr´a dönünce, onun bu ke­râmetini herkese anlattı ve Hacı lakabını verdi. Bu esnâda Horasan´da bulunan âlimler, Lokmân-ı Perende´ye hac mübârekesine geldiklerinde, medrese- de akan suyu görünce şaşırdılar. Bunun sebebini sordular. Lokmân-ı Perende; "Bu kerâmet, Hacı Bektâş´ındır." dedi. Sonra onun gösterdiği kerâmetlerini gelen âlimlere anlattı. Onlar bütün bunların bir çocuktan zuhûr etmesine şaştılar. Bunun üzerine Hacı Bektâş-ı Velî, âlimlere; "Ben, Resûl-i ekremin soyundanım. Bana bunları çok görmeyi­niz. Bunlar, Allahü teâlânın bana bir ihsânıdır." dedi.

Hacı Bektâş-ı Velî, tahsilini tamamladıktan sonra Anadolu´ya geldi. Halka doğru yolu göstermeye başlayan ve kıymetli talebeler yetşitiren Hacı Bektâş-ı Velî, kısa zamanda tanınarak büyük rağbet gördü. Bu sırada Anadolu´da dînî, iktisâdî, askerî ve sosyal teşekkül olan ve kendisinin de bağlı olduğu "Ahîlik teşkilâtı" ile büyük hizmetler yapan Hacı Bektâş-ı Velî ve talebeleri, Osmanlı sultanları tarafından da sevildi ve hürmet gördü. Bu sıralarda kuruluş devrinde olan Osmanlı devletinin sağlam temeller üzerine oturmasında büyük hizmetleri ve himmetleri oldu. Sultan Orhan zamânında teşkil edilen Yeniçeri ordusuna duâ ederek, askerlerin sırtlarını sıvazladı. Onlara İslâmiyetten ayrılmamalarını nasîhat etti. Böylece Hacı Bektâş-ı Velî´yi kendilerine mânevî pîr olarak kabul eden Yeniçeri ordusu, mânevî hayâtını ve disiplinini ona bağladı. Hacı Bektâş-ı Velî, asırlarca Yeniçeriliğin pîri, üstâdı ve mânevî hâmisi olarak bilindi. Bu bağlılık ve muhabbet, Yeniçerilerin sulh zamânındaki tâlimleri ve harplerdeki gayret ve kahramanlıklarında çok müsbet neticeler verdi. Bütün bunlar, halk ile Yeniçeriler arasındaki yakınlığı kuvvetlendirdi. Yeniçeriler, dervişler gibi cihâd azmiyle dolu ve görülmemiş derecede kahraman ve fedâkâr oluşlarında, bu hâdiseler müsbet tesirler gösterdi. Yeniçerilerin;

"Allah, Allah! İllallah! Baş uryân, sîne püryân, kılıç al kan. Bu meydanda nice başlar kesilir. Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyân! Kulluğumuz pâdişâha ayân! Üçler, yediler, kırklar! Gülbang-i Muhammedî, Nûr-i Nebî, Kerem-i Ali... Pîrimiz, sultânımız Hacı Bektâş-ı Velî..." diyerek savaşa başlamaları, bunun mânidâr bir ifâdesidir.

Hindistan velîlerinden ve büyük İslâm âlimi Hâfız Sa´dullah hazretleri, Muhammed Sıddîk-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin olgun talebesiydi. Muhammed Sıddîk´ın hânekâhında, kendisine tasavvuf ehlinin reîsi, efendisi mânâsına gelen; "Seyyid-üs-Sûfiyye" lakabı verilmişti.

Hâfız Sa´dullah hazretleri, hocasının sohbet ve hizmetinde bulunmakla eline geçen yüksek kazançları, mânevî dereceleri, Allahü teâlânın nîmetini bildirmek için şükrederek şöyle anlatırdı:

Tam otuz yıl mübârek hocamın dergâhında hizmet etmekle şereflendim. Bu hizmette saçlarım ağardı. Hattâ mevlâmızın yolunda gözümün nûru (görme hâssası) gitti. Bu da şöyle olmuştu: Bir defâsında, yazın şiddetli sıcakları sırasında, hocam beni Ahmedâbâd´a göndermişti. Güneşin hararetinin çok şiddetli olması sebebiyle gözlerim görmez oldu. Hâl böyle olunca, talebe arkadaşlarımdan birçoğu başıma toplanarak, hizmete kendilerinin devâm etmesini, benim bu âmâ hâlimde, husûsî hizmetlere devâm edemeyeceğimi söylediler. Ancak hocama olan muhabbetimin fazlalığından bu hizmeti başkalarına bırakmak istemedim. Hocama olan sâdıkâne hizmetimin bereketiyle kalb gözüm açıldı. Mârifet nûru ile görmeye başladım. Böylece, Allahü teâlâ bana, lüzumlu şeyleri görmeyi nasîb edip, baş gözümü ise başka şeyler ile alâkalanmaktan ve meşgûl olmaktan muhâfaza eyledi. Bu alâka ve meşgûliyetten kurtulunca, her an Rabbimi düşünür, hep O´nunla meşgûl olur bir hâle geldim. Bu hâl ile, göz vâsıtasıyla kalbe ulaşan ve bâtını meşgûl eden zararlı görüntülerin gelmesi engellenmiş oldu. Bu nîmetlerinden dolayı, görünür görünmez bütün nîmetlerin sâhibi olan Allahü teâlâya sonsuz hamdü senâlar, şükürler olsun. Habîb-i ekrem efendimize ve O´nun Ehl-i beyt ve Eshâbının herbirine (radıyallahü anhüm) selât ü selâmlar olsun."

Hâfız Sa´dullah, böylece yetişerek ilim ve vilâyet yolunda çok yüksek derecelere kavuştuktan sonra, silsilesi Resûlullah efendimize varan hocaları vâsıtasıyla, mübârek kalbine gelen feyz ve nûrları etrâfına yaymaya, olgun ve kıymetli talebeler yetiştirmeye başladı. Hindistan´da yetişen Ehl-i sünnet âlimlerinin ve tasavvuf mütehassıslarının en büyüklerinden, müslümanların gözbebeği olan Muhammed Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin, kendilerinden ilim ve feyz aldığı hocaları arasında en büyükleri olan dört zâttan biridir.

Son devir Türkistan velîlerinden Halîfe Kızılayak (rahmetullahi teâlâ aleyh) H.1294 de Buhâra Emirliğine bağlı olan Kerki şehrinin Kızılayak köyünde dünyâya geldi. İlk tahsîlini âlim bir zât olan babasının da yardımıyla burada tamamladı. Sonra tahsîlini devâm ettirmek için Buhâra´ya gitti. Buhâra´da tahsîlini tamamladıktan sonra kendisine Emir tarafından Buhâra Kâdılığı teklif edildi. Ancak, kabul etmeyip memleke­tine döndü.

Halîfe-i Kızılayak câmide vâz etmezdi. Fakat ikindi namazından sonra akşam namazına kadar Sûfî Allahyar hazretlerinin Farsça manzûm olarak yazdığı bir fıkıh kitabı olan Meslekü´l-Müttakıyn´ı okur ve açıklardı. Kitap, senede iki defâ bitirilirdi. Böylece herkesin bilmesi gereken fıkıh bilgileri müsâit bir zamanda cemâata anlatılmış olurdu. Diğer vakitlerde ise sohbet dergâhta olurdu. Bu sohbet sırasında daha çok, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât´ı okunurdu.

Ramazan aylarında dört gecelik bir hatim düzenlenirdi. Bu hatime ülkenin her tarafından binlerce insan gelirdi. Çeşitli yerlerden gelen âlimler burada buluşurlardı. Ayrı ayrı yerlerde toplanırlar, konuşup tartışırlar, sorulara cevap verirlerdi.

Hatim tertîbi şöyle olurdu: İkişer rekat kılınan terâvih namazında okunacak zamm-ı sûre için Kur´ân-ı kerîm baştan îtibâren okunmaya başlanırdı. Bu işi hâfızlardan kurulu bir ekip yapardı. Hâfızlar ve cemâat tesbihlerden sonra beş on dakika çay içip dinlenirlerdi. Böylece sahur zamânına kadar devâm eden terâvih namazında birkaç cüz okunurdu. Nihâyet dördüncü gecenin sonunda Kur´ân-ı kerîm hatmedilmiş olurdu. Hatîm, bayram havasında geçerdi.

Gelen âlimler iftar ve sahur yemeklerini hankâhın avlusundaki sofada Halîfe-i Kızılayak´la birlikte yerlerdi. Buradaki sohbet o kadar tatlı, öylesine bir kudsiyet içinde geçerdi ki, orada bulunanlar kendilerini başka bir âlemde zannederler, içlerinde ulvî bir zevk ve özlem kalırdı.

Halîfe-i Kızılayak dergâhında her akşam büyük kazanlarda yemek pişirilerek halka dağıtılırdı. Fakir âileler evlerine buradan yemek götürürlerdi. Ayrıca her Perşembe gündüzleri devâmlı yemek pişer ve dağıtılırdı. Ağır muhâceret şartlarında zayıf düşen âileler için burası bir ümid kapısı idi. Ayrıca fakirler her zaman gelerek çeşitli ihtiyaçlarını buradan giderirlerdi. Bundan başka her gün pekçok misâfir ağırlanırdı. Yemek aynı ölçüde pişmesine rağmen her zaman kâfi gelirdi.

Halîfe-i Kızılayak, hayâtının sonlarında felçli olarak üç sene hasta yattı. Sağlığında olduğu gibi, hastalık zamânında da hep şükreder ve; "Beterinden koru yâ Rabbî!" diye yalvarırdı.

Nihayet Buhârâ´daki Gögeldaş Medresesini kerâmet ile inşâ ettiği söylenen büyük velî hazret-i Îşan´ın torunlarından olan hanımı vefât edince, Halîfe-i Kızılayak; "Artık gitme zamânımız geldi." buyurdu. Hakîkaten hanımının vefâtından bir gün sonra kendisi de Hakk´ın rahmetine kavuştu. Vefâtına yakın, Allah ism-i şerîfini devamlı tekrarlamaya başladı. Bu sırada birkaç kez bayıldı. Her zaman gizliliği düstûr edinmiş olmasına rağmen, son anlarında kendisini görülmedik bir muhabbet ve iştiyak hâli kapladı. Dili kımıldamamasına rağmen göğüs kafesinden çıkan Allah lafz-ı şerîfi bitişik odalardan açık şekilde duyuluyordu. Nihâyet H.1375 yılı Şâban ayında Hakk´ın rahmetine kavuştu.

Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerden Hallâc-ı Mansûr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) H.244 de İran´ın Beyzâ şehrinde doğduğu rivâyet edilmektedir. H.306 da ise idâm olunarak şehîd edildi.

Hüseyin bin Mansûr´un büyük babası Mahamma adında bir zerdüş- tîdir. Buna, ana tarafından hazret-i Ebû Eyyûb´un neslinden geldiğini söyleyerek Ensârî de denilmiştir. Tüster´de büyük velîlerden Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretlerinin sohbetinde iki sene bulundu. Onun ruhlara hayat veren sohbetleri bereketiyle tasavvufa yöneldi. On sekiz yaşında Basra´ya gelerek, Amr bin Osman-ı Mekkî´ye bağlandı. On sekiz ay da onun sohbetinde ve derslerinde bulundu. Her iki velînin yanında da nefsi ile büyük mücâdele yaptı ve her isteğine sırt çevirdi. Nefsin istemediği, rağbet etmediği işlere sarıldı. Samîmi ve bağrı yanık bir âşık i- di. Kendisini çok seven Ebû Yâkûb-ı Aktâ´ kızını ona verdi. Bundan son- ra bir müddet daha Basra´da kaldı.

Hüseyin bin Mansûr´a Hallâc denilmesine şu olay sebeb olmuştur. Bir gün o, dostu olan bir hallâcın dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun tavassutunu ricâ etti. Fakat hallâcın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde; "Yâ Hüseyin! Gördün mü başımıza gelenleri. Senin için bugün kendi işimden oldum." diye söylendi.

Hüseyin bin Mansûr onun endişeli hâline bakarak tatlı tatlı gülümsedi ve; "Üzülme senin işini de biz hallederiz." dedikten sonra parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları harekete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrıldı. Hallâcın gözleri fal taşı gibi açılmış şaşkınlıktan sanki ayakta donmuş kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bu târihten sonra da Hüseyin, Hallâc-ı Mansûr diye anıldı.

Hallâc-ı Mansûr daha sonra Basra´dan ayrılarak Bağdât´a Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin yanına geldi, Cüneyd-i Bağdâdî ona susmayı ve insanlarla görüşmemeyi emretti. Daha sonra Hicaz´a giderek, bir sene Ravda-i mutahherada kaldı. Zikr ve ibâdetle meşgûl oldu. Sonra tekrar Bağdât´a geldi. Burada yine Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri ile görüştü ve bâzı suâller sordu. Cüneyd-i Bağdâdî suâllerine cevap vermedi ve; "Gâliba bir ağaç parçasının ucunu kırmızıya boyaman yakındır!" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bu sözü ile ilerde onun şehîd edileceğine işâret ediyordu. Mansûr, sorduğu meselelerin cevâbını alamayınca, izin alarak Tüster´e gitti. Bir sene orada kaldı. Burada büyük kabûl ve ilgi gördü. Sonra buradan ayrılıp, beş yıl ortadan kayboldu. Horasan ve Mâverâünnehr gibi beldelerde bulundu ve Ahvaz´a geldi. Burada da nasihatlarda bulunup, Ahvaz halkı içinde büyük kabûl ve ikrâm gördü. Ahvaz´da ilâhî esrârdan çok bahsettiğinden, kendisine Hallâc-ı Esrâr denildi. Tekrâr hacca gitti. Dönüşte Basra´ya geldi. Oradan tekrar Ahvaz´a gitti. Bir müddet daha burada kaldı. Sonra; "Halkı Hakk´a dâvet için şirk beldelerine gidiyorum." diyerek Hindistan´ın yolunu tuttu. Buradan Mâve- râünnehr´e geldi. Çin´i Maçin´i dolaştı. Gittiği her yerde halkı Hakk´a dâ- vet etti. Hint, Çin ve Türk kavimlerinden pekçok kimsenin İslâmiyetle şe- reflenmesine vesîle oldu. Onların İslâmiyeti tanımaları için pekçok eser- ler telif etti. Dönüşünde dünyânın dört bir yanından ona mektuplar yazıl- maktaydı. Hindliler, ona; Ebû Mugis, diye mektup yazarlardı. Çinliler Ebû Muîn, Türkler; Ebû Mihr, Farslılar; Ebû Abdullah Zâhid, Huzistanlılar; Hallâc-ı Esrâr diye hitab ediyorlardı.

Hallâc-ı Mansûr hazretleri Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçtiği bir sırada; "Enel-Hak= (Ben Hakkım)" sözünü söyledi. Bu sözünü, zâhir âlimleri dalâlete ve ilhâda hükmedip katline fetvâ verdiler.

Hallâc-ı Mansûr, Enel-Hak sözünü söyleyince tasavvuf ilmine vâkıf olmayan zâhir ulemâ bu söze şiddetle karşı çıktı. Sözünü Halîfe Mu´ta- sım´ın yanına götürerek fesâd çıkardılar. O sırada vezir olan Ali bin Îsâ´yı ona karşı kışkırtarak aleyhine çevirdiler. Halîfe, Hallâc´ın bir sene zindana atılmasını emretti. Fakat halk yine ona gidip bâzı meseleler soruyordu. Daha sonra, insanların onu ziyâreti de yasaklandı. İbn-i Atâ´nın ve Ebû Abdullah bin Hafîf´in yaptıkları ziyâretler müstesnâ beş ay müd­detle kimse onu ziyâret edemedi.

Nakledilir ki; bir gece Mansûr hazretlerini zindanda bulamadılar. İkinci gece ne zindan vardı ne de Mansûr... Üçüncü gece, zindan da Mansûr da yerindeydi. Kendisine bunun hikmeti suâl edildiğinde; "İlk gece O´nunlaydım, beni bulamadınız. İkinci gece, O benimleydi, ne beni ne de zindanı görebildiniz. Üçüncü gece, her şey yerli yerindeydi. Tâ ki mukaddes dînimizin emrini yerine getiresiniz. Beni idâm edesiniz diye." buyurdu.

Şeyh Ebû Abdullah-i Hafîf şöyle nakletti: "Bir çok hîle ile zindana girerek Hallâc-ı Mansûr´u görmeye gittim. Yumuşak halılar ve döşeklerle döşenmiş, iyi tertib edilmiş güzel bir oda gördüm. Odanın duvarına bir ip bağlanmış, üzerinde bir havlu asılmıştı. Orada yüzü güzel bir köle gördüm. "Şeyh nerededir?" diye sordum. "Abdesthânededir. Abdest hazırlığı görüyor." dedi. Ben: "Ne zamandan beri şeyhin hizmetindesin?" de­dim. "On sekiz aydan beri." dedi. "Bu zindanda şeyh ne yapıyor?" dedim. "On üç batman ağırlığında bir demir bağ ile, her gün bin rekat namaz kılıyor." dedi. Sonra devâm ederek: "Bu gördüğün zindanın kapılarının herbirinin arkasında eşkıyâ ve hırsız kimseler vardır. Onlara nasîhat eder. Bıyıklarını ve saçlarını keser." dedi. "Ne yer?" diye sordum. "Her gün önüne çeşitli yemeklerle donatılmış bir sofra getiririz. Bir müddet onlara bakar. Sonra parmağının ucu ile o yemeklerin üzerine basar ve içli bir sesle çeşitli şiirler söyler. Aslâ onları yemez. Sonra önünden alır, götürürüz." Biz bu şekilde konuşurken o abdesthâneden çıktı. Güzel görünüşlü olup, câzibeli bir boyu vardı. Beyaz sof giymiş, işlemeli bir peştemalı başına sarmıştı. Sofa tarafına çıkıp oturdu. Bana: "Ey delikanlı! Neredensin?" dedi. "Fars´tanım (İranlıyım)" dedim. "Hangi şehirdensin?" diye sordu. "Şiraz´danım" dedim. Benden meşâyıh haberlerini sordu. Ebü´l-Abbâs ibni Atâ´ya gelince, sözümü keserek: "Onu görürsen, o kâğıtları (mektupları) yakmasını söyle." dedi. Sonra yine: "Buraya nasıl gelebildin?" dedi. "Bâzı İran askerlerinin yardımıyla." dedim. Tam bunu söylediğim zaman zindancıbaşı içeri girdi. Yer öpüp oturdu. Şeyh ona: "Sana ne oldu?" dedi. Zindancıbaşı: "Düşmanlarım beni halîfeye gammazlamışlar. Güyâ ben, ululardan birini buradan bin dinar alarak salmışım. Yerine de halktan birini hapsetmişim. İşte şimdi beni alıp götürecek, katledecekler." dedi. Şeyh: "Var selâmetle git." dedi. O gittikten sonra, şeyh hücrenin ortasında dizleri üzerine gelerek, ellerini havaya kaldırdı. Başını önüne eğdi. Şehâdet parmağı ile işâret ederek, ansızın ağladı. Öyle ağladı ki, gözyaşından ıslanmadık bir yeri kalmadı. Kendinden geçerek yüzünü yere koydu. O sırada zindancıbaşı içeri girdi. Tekrar şeyhin önüne oturdu. Şeyh: "Ne oldu?" diye sordu. Zindancıbaşı: "Kurtuldum." dedi. "Hangi sebeple kurtuldun?" diye sordu. O, "Beni halîfenin yanına götürdükleri zaman halîfe; "Şimdiye kadar seni katletmeyi tasarlı­yordum. Şimdi sana gönlüm hoş geldi. Seni beğendim. Tekrar affettim." dedi. Bundan sonra şeyh, yüzünü o havlu ile temizlemek istedi. Havlunun asılı olduğu ipin yüksekliği şeyhden yirmi arşın yukarıdaydı. Şeyh elini uzatarak havluyu aldı. Şeyhin eli mi uzandı yoksa o havlu mu şeyhe yaklaştı anlayamadım." Sonra ben çıkıp gittim ve İbn-i Atâ´ya vardım. O haberi verdim. Dedi ki: "Eğer tekrar onunla buluşursan; beni, kendi başıma bırakırlarsa, ona mektupları saklayacağımı söyle." dedi.


Konu Başlığı: Ynt: Evliya Hayatından Sahifeler
Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Mart 2010, 02:53:56
Naklederler ki, Hallâc-ı Mansûr hapishânedeyken üç yüz kişiydiler. Bir gece diğerlerine; "Ey mahpuslar! Gelin sizi kurtarayım." dedi. "Peki sen kendini niçin kurtarmıyorsun. Gücün olsa kendini kurtarırsın." dediklerinde; "Biz himâye ve selâmet içindeyiz. Eğer dilersek bir işâretle bütün kelepçeleri açarız!" dedi. Sonra parmağıyla işâret edince, bütün kelepçeler yere döküldü. Bunun üzerine; "İyi ama hapishânenin kapısı kilitli, şimdi biz nereye gidelim?" dediler. Bunun üzerine bir daha işâret etti. Duvarlarda bir takım gedikler ortaya çıktı. Bu hali gören mahpuslar, hemen Hallâc´ın ayaklarına kapanarak kendileriyle gelmesi için yalvarmaya başladılar. Fakat o reddetti. Neden diye sorduklarında; "Bizim O´nunla öyle bir sırrımız vardır ve sır sâhibinden başkasına söylenmez." buyurdu.

Bu haberler halîfeye ulaşınca; "Fitne çıkarmak istiyor, onu katlediniz veya Enel-Hak sözünden dönene kadar sopalayınız." emrini verdi. Bunun üzerine Hallâc-ı Mansûr hazretlerini Bağdât´ta Tâkkapısına götürdüler. Evvelâ yüz kırbaç vurdular. Kendisinden en küçük bir ses çıkmadı. Ölmediğini görünce, ellerini ve ayaklarını kestiler.

Hallâc-ı Mansûr´un rahmetullahi aleyh elleri ve ayakları kesildiğinde; "Sakın korkudan sarardığımı zannetmeyin. Kan kaybetmekten sararıyorum." buyurdu.

Hallâc-ı Mansûr hazretleri; Ellerinden, bacaklarından sonra dilini de kesmek istediler. İzin isteyip; "Allah´ım, bana senin için bu işkenceyi revâ görenlere rahmet et! Senin rızân için beni elimden, ayağımdan, gözlerimden, başımdan, canımdan ayıran bu kullarını affet!" diye yalvardı.

Daha sonra dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle´ye atıldı. Atılan küller dökülür dökülmez, nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran Dicle´nin suları Bağdât´ı basmak üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle´ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski normal hâlini aldı. Hallâc-ı Mansûr hazretleri bu kimseye, şehid edilmeden önce: "Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle´ye atacaklar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdât´ı basacak. O zaman hırkamı nehrin kenarına götürüp, sulara at." buyurmuştu.

Hallâc-ı Mansûr, zamânındaki bâzı zâhir âlimlerinin anlayamadığı sâdık, Allahü teâlânın aşkı ile yanan bir Hak âşığıdır. Şiddetli mücâhe- deler ve çetin riyâzetler çekmiş, himmeti yüksek, kerâmetler sâhibi bir velîdir. Sözleri güzel, konuşması fasîh ve belîğ, firâseti üstün, hakîkat, esrâr, mânâ ve mârifetler sâhibi olup, yaşadığı müddetçe, dâimâ ibâdet ve riyâzetle meşgûl olurdu. Günde bin rekat namaz kılardı. Şehîd edildiği günün gecesinde de 500 rekat kılmış olup, her gece en az dört yüz rekat namaz kılmaya kendisini mecbur tutardı.

Hallâc-ı Mansûr hazretlerinin idâmına sebeb olan "Enel-Hak" sözü, onun tasavvuf yolunda sâhib olduğu kendi hal ve derecesine uygun ve kendi aşk sarhoşluğu içinde söylediği doğru bir sözdür. Zâhiren kelime mânâsı; "Ben Hak´ım" demek olan bu sözün hakîki mânâsı: "Ben yokum. Hak vardır." demektir. Nitekim İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabının 2. cild 44. mektûbunda bu husûsu şöyle açıklamaktadır: "O bü­yüklerin "Her şey O´dur" demeleri, hiçbir şey yoktur. Yalnız O vardır demektir. Meselâ, Hallâc-ı Mansûr Enel-Hak (Ben Hak´ım) dedi. Böylece, ben Hak´ım, Hak teâlâ ile birleştim, demek istemedi. Böyle diyen kâfir olur ve öldürülmesi lâzım olur. Onun sözünün mânâsı "Ben yokum, Hak teâlâ vardır." demektir. İşte sofiyye (evliyâ) her şeyi Hak teâlânın isimlerinin ve sıfatlarının görünüşü, onların aynası bilir. Zâtın (kendisinin) bunlarla birleştiğini, zâtında değişiklik olduğunu söylemez. Meselâ, bir insanın gölgesi, kendinden hâsıl oluyor. Gölge, o kimse ile birleşmiş, onun aynıdır veya o kimse o gölge şekline girmiştir, gibi şeyler söylenemez. O kimse, kendi kendinedir. Gölge, onun bir görünüşüdür. Bu kimseyi aşırı seven, gölgeyi filân görmez. Ondan başka bir şey görmez. Gölge, o kimsenin aynıdır, diyebilir. Yâni gölge yoktur, yalnız o insan vardır, der. Bundan anlaşıldı ki, sofiyye, eşyâya, Hak teâlâdan meydana gelmiştir. Hak teâlâ değildir, diyor. O halde, sofiyyenin; "Her şey O´dur." sözleri; "Her şey O´ndandır." demektir ki, âlimler de böyle söylemektedir. İki taraf arasında bir fark yoktur. Yalnız şu fark vardır ki, sofiyye, eşyâya, Hakk´ın görünüşü diyor. Âlimler bunu söylemekten çekiniyor. Eşyâ ile birleşmek, eşyânın içinde bulunmak anlaşılmasın diye, bu sözü söylemiyor."

Hallâc-ı Mansûr hazretleri halleri doğru, zamânındakilerin, kadrini ve derecesini anlamayacak derecede yüksek bir velî idi. O, hiçbir zaman Allahlık iddiâ etmedi. Tam tersine Allah aşkının sarhoşu bir kul olarak yaşadı, gündüz ve gecelerini ibâdetle geçirdi. Elli yaşındayken; "Bu güne kadar bin senelik namaz kıldım." buyurdu. İslâmiyetin bütün emir ve yasaklarına en ince hususlara kadar titizlikle uyar, mübahları zarûret mikdârı kullanırdı. Ömrünün temeli sıkıntı üzerine kurulmuştu. Bu da, Allah aşkına tutulanlarda çeşitli şekil ve derecelerde görülen bir husustur.

Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası Basralıydı. Müslüman olmadan önce Fîrûz ve Yesâr isimleriyle anılıyordu. Müslüman olunca Câfer ismini aldı. İslâm ordularının gittiği Meysân fethi sırasında esir düştü. Eshâb-ı kirâmdan Zeyd bin Sâbit el-Ensârî´nin kölesi oldu. Annesi Hayre Hâtun ise Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarından Ümmü Seleme´nin (radıyallahü anhâ) câriyesi, hizmetçisiydi. Bu ikisi müslüman olmadan evlendiler. Hazret-i Ömer´in halîfeliği sırasında H.21 senesinde bu evlilikten Hasan-ı Basrî dünyâya geldi. Doğduğunda teberrüken ad koymak üzere hazret-i Ömer´e götürdüler. Hazret-i Ömer onun güzel yüzünü görünce; "Adı Hasan (güzel) olsun." buyurdu. Böylece Hasan adı verildi.

Hâlen müslüman olmamış olan bu âile, Medîne´de Vâdi´l-Kurâ denilen yerde oturuyordu. Annesi Hayre, Ümmü Seleme´nin (radıyallahü anhâ) evine gidip geliyor, onun hizmetini görüyordu. Küçük Hasan-ı Basrî´yi de berâberinde götürüyordu. Annesi Ümmü Seleme´nin bir ihtiyâcını görmek için dışarı çıktığında henüz bebek olan Hasan-ı Basrî ağlıyor, hazret-i Ümmü Seleme de onu şefkat dolu kollarına alarak bağrına basıyor ve hattâ onu emzirdiği oluyordu. Hazret-i Ümmü Seleme; "Yâ Rabbî! Sen bu çocuğu âleme imâm ve Âdemoğullarına uyulacak kimse kıl. Halk ona uysun, onun gittiği hak yolunu tutsun." diye duâ buyurdu. Hazret-i Ümmü Seleme ihtiyar olduğu halde bu mübârek çocuk sebebiyle Allahü teâlâ onu emzirmesi için süt ihsân etmişti. Hasan-ı Basrî´nin bütün hayâtı boyunca, fikrî yapısına ve yaşayışına tesir ederek mutluluğunu hazırlayacak olayların başta geleni belki de budur. Ondaki hikmet ve fesâhatin sırrını bu hâdiseye bağlayanlar vardır.

Zamanla anne ve babası müslüman oldular ve kölelikten âzâd edildiler. Böylece huzurlu ve mutlu bir âilenin çocuğu olan Hasan-ı Basrî´nin çocukluğu Medîne-i münevverede geçti. Bu sebeple Arapçayı en iyi şekilde öğrendi. Hazret-i Ümmü Seleme´nin evine annesiyle birlikte gidip gelen Hasan-ı Basrî, İslâm ahlâkıyla yetişti. Çocuk yaşta Kur´ân-ı kerîmi ezberledi. İlk gençlik yılları Hazret-i Osman´ın halîfeliği sırasında Halîfenin Mescid-i Nebîde irâd ettiği bir hutbeyi dinledi. Hazret-i Osman´ın sohbetlerinde bulunup istifâde etti. Bu yüce halîfenin âsiler tarafından şehîd edilmesine şâhid oldu. Hasan-ı Basrî bu sırada on dört-on beş yaşlarındaydı. Medîne-i münevverede bulunduğu sırada Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerini görüp onların sohbetlerinde bulundu. Yetmiş tânesi Bedir Harbine katılmış olan yüz otuz civârında Sahâbe-i kirâmdan (radıyallahü anhüm) ilim ve feyz alıp, hadîs-i şerîf dinledi. Zâhirî ilimlerde yüksek derecelere yükseldi.

İlim ve fazîletlerinden istifâde ettiği Eshâb-ı kirâm ile kendi içinde bulunduğu nesli kıyas ederek:

"Siz onları görseydiniz mecnûn (deli) zannederdiniz. Onlar sizin iyilerinizi görseler; "Bunlar iyilik ve hayırdan nasipsiz kimselerdir.", kötülerinizi görseler; "Bunlar da müslüman mı?" derlerdi." buyurdu.

Allahü teâlânın rızâsına kavuşmanın yanında, dünyâ ve dünyâdakilerin tamâmen boş olduğunu anlayan Hasan-ı Basrî hazretleri, elinde bulunanları fakir ve ihtiyaç sâhiplerine tasadduk etti. Tamâmen ilim ve ibâdetle meşgûl oldu. Dünyâdan yüz çevirip zâhid bir hayat yaşamaya devâm etti.

Evliyânın büyüklerinden ve Uşâkîlik tarîkatının kurucusu Hasan Hüsâmeddîn Uşâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) H.880 de Buhârâ´da doğdu. Soyu hazret-i Hüseyin´e ulaşır. Hacı Teberrük isminde bir tüccarın oğludur. Anadolu´ya gelip, Uşak´ta yerleştiği için "Uşâkî" denildi.

Hüsâmeddîn Uşâkî, ilk tahsîlini babasının nezâret ve himâyesinde tamamladı. Babasının vefâtı üzerine ticâretle meşgûl olmaya başladı. Üzüntü içinde uyuduğu bir gece, rüyâsında ona; "Boş yere ticâretin zahmetini çekmek, hakîkat ehli için zarar ve ziyândır. Arzun âhiret ticâreti, yâni Allahü teâlâya kavuşmak olsun. Gâyen sonsuz sermâyeyi elde etmek ise, dünyâ mallarından yüz çevirip, Anadolu´nun güzel şehirlerinden Uşak´ta oturan Seyyid Ahmed-i Semerkandî hazretlerine varıp teslim ol. Uzlet köşesine çekilip, dâimâ Rabbin ile bulun!" denildi. İşte bu mânevî işâretten ve almış olduğu emirden sonra kendinde bir başkalık hisseden Hüsâmeddîn Uşâkî hazretleri, bir an önce bu zâta kavuşmak arzusu ile yanıp tutuşmaya başladı. Babasından mîrâs kalan bütün mallarını, servetini ve kurulu ticâret düzenini kardeşi Mahmûd Çelebi´ye bağışlayıp, kalbinden dünyâ sevgisini uzaklaştırdı. Durmadan içini yakan aşk ateşinin tesiri ile, yaya olarak Buhârâ´dan ayrılıp yola çıktı. Aylarca süren zahmetli ve meşâkkatli yolculuklardan sonra, Erzincan vilâyetine geldi. O sırada Erzincan´da bulunan Seyyid Ahmed-i Semerkandî hazretleri ile karşılaşıp ona bağlanarak, sâdık bir talebesi oldu. Sonra hocası ile birlikte Uşak´a giderek oraya yerleşti. Hakîkî rehber olan bu büyük âli- me bağlılığının kuvveti sâyesinde kemâle kavuşup, evliyâlığın yüksek derecelerine ulaştı. Seyyid Emîr Semerkandî hazretleri, kısa zamanda evliyâlık makâmına yükselen Hüsâmeddîn-i Uşâkî´ye, aldığı mânevî emir üzerine hilâfetnâme verdi.

Osmanlı Devletinde yetişen âlim, velî ve büyük hattatlardan Hattat Hâfız Osman Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) İstanbul´da H.1052 de doğdu. H.1110 de vefât etti. Kocamustafapaşa´daki Sünbül Efendi Dergâhı bahçesinde defnedildi.

Dergâhın şeyhlerinden Seyyid Alâeddîn Efendiden aldığı ilim ve feyzle, kalbini tasfiye ve nefsini tezkiye eden Hâfız Osman Efendi, ilim ve ibâdette zühd ve takvâda çok ilerlemişti. Hâl ve hareketlerini, ahlâk ve tabiatını Allahü teâlânın emrine, Resûl-i ekremin sünnet-i şerîfine uydurmakta büyük mesâfeler katetmişti. Her hafta Cumâ günleri Sünbül Efendi dergâhına gider, dervişlere zikr esnâsında nezâret eder, onlara yol gösterirdi. Zikr esnâsında kendisinden geçer, koynuna koyduğu varaklar hâlindeki yazılar, ortalığa yayılırdı. Üzerinde fevkalâde güzellikte yazılar bulunan bu varaklar, orada bulunanlar tarafından toplanır, daha sonra Hâfız Osman´ın müsâdesiyle arzu edenlere dağıtılırdı. İhtiyâcı olan dervişler, kendisine verilen varakı satarak ihtiyâcını görür, ihtiyâcı olmayan da bereketlenmek için o varakı saklar, evinin en güzel köşesine asardı.

Hâfız Osman Efendi, gâyet mütevâzî ve cömertti. Allahü teâlânın bir kulunu memnun etmekten bir müslümanın işini görüp, duâsını almaktan çok hoşlanırdı. Meşk (Hat) dersi almak için gelen hevesli ve istidâtlı olan herkesle ilgilenirdi. Pazar ve Çarşamba günleri umûmî ders yapardı. Bir gününü zenginlere, bir gününü de fakirlere ayırmıştı. Cumâ günleri Sünbül Efendi Dergâhına giderken evinden erken vakitte çıkar, yolu üs­tünde, elindeki yazısını tashîh ettirmek için bekleyen talebelerle tek tek ilgilenirdi. Bekliyeni gördüğünde hemen atından iner, yol üstündeki bir taşa oturur, gerekli düzeltmeyi yapardı. Talebelerinin özürlerini kabûl eder, onları sıkıntıya sokmazdı. Birgün talebelerinden biri peşi sıra geldi. Tâkib edildiğini anlayan Hâfız Osman Efendi, dönüp ona ne arzu ettiğini sordu. O da, rahatsızlığı sebebiyle birkaç gündür dersine gelemediğini, meşkini tashîh ettirmek için de fırsat bulamadığını söyledi. Osman Efendi, talebenin özrünü kabûl edip, hemen atından indi. Yol üstünde bir taşa oturup, gerekli tashîhi yaparak talebenin gönlünü ve hayır duâsını aldı.

Hâfız Osman Efendinin bu hâlleri pâdişâh hocası olduktan sonra da değişmedi. Aynı tevâzu ve aynı alçak gönüllülüğü devâm etti. Eline geçen malı Allah yolunda, fakir fukarâya harceder, kendisi eski hâlinde devâm ederdi.

Hâfız Osman Efendi, vakitlerini bir an boş geçirmez, ya ilim öğrenmekle, ya ibâdet etmekle, ya ilim öğretmekle, veya hat dersleri vermekle geçirirdi. Elinin alışkanlığının bozulmaması için hergün mutlakâ yazardı. Hacca giderken de her konaklayışta yazı yazmış, el alışkanlığının bozulmamasına çok dikkat etmiştir.

Kırk sene boyunca durup dinlenmeden çalışan Hâfız Osman Efendi; yirmi beş Mıshaf-ı şerîf, çok sayıda En´âm-ı şerîf, Delâil-i hayrât, yazı kıt´aları, karalamalar, murakka´lar yazdı. Bir gece rüyâsında Resûl-i ek- rem efendimizi görmekle şereflenerek aldığı emir üzerine, ilk defâ levha şeklinde Hilye-i seâdet´i yazdı. Bu hilyelerde Resûl-i ekremin şemâil-i şe- rîflerini, mübârek yüzlerinin şekillerini, hazret-i Ali´nin rivâyetine göre târif etti. Asırlarca elden ele duvardan duvara dolaşan Hilye-i seâdet levhala- rı, cemâl-i Resûlullaha âşık insanların yetişmesine vesîle oldu. O´nun mübârek şemâil-i şerîflerini geceleri rüyâlarında, gündüzleri âşikâre gö- ren bu mübârek insanlar, Hâfız Osman Efendiye binlerce duâlar gönder- diler.

Hattat Osman Efendi, özenerek, bütün ustalığını kullanarak şânına lâyık edeb ve saygıya riâyet ederek yazmış olduğu Mıshaf-ı şerîfleri; zamânın en usta nakkaş ve tezhibçilerine teslim ederdi. Onlar da aynı edeb ve saygı içerisinde vazifelerini icrâ ederler, asırlara mâl olacak, binlerce müslüman tarafından kopye edilip yazılacak, milyonlarca müslü- man tarafından okunacak şâheserler vücûda getirdi. Hâfız Osman Efen- dinin eserlerini, yeğeni Bayrampaşa türbedârı Hâfız Mehmed Çelebi ve Ahdeb Hasan Çelebi gibi tezhib ustaları süslerlerdi. İstanbul´un, zamânın hilâfet merkezi olması sebebiye, Hâfız Osman hattı ile basılan Kur´ân-ı kerîmler bütün dünyâya yayıldı. Hâfız Osman Efendi de bütün dünyâda rahmetle anıldı.

Anadolu velîlerinden Himmet Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânının usûlüne göre Zeyrekzâde Seyyid Yûnus Efendinin ilim meclisinde bulunup, aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti ve ondan icâzet aldı. İlimde yüksek dereceye ulaştıktan sonra, kırk akçe yevmiye (gündelik) ile müderris olmaya hak kazandı. Fakat o medresede ilim okutmaktan ziyâde tasavvuf yoluna yönelmeyi tercih etti. Bir gün medresenin odasında gezinirken, başını önüne eğip; "Ey Himmet! Şimdi müderris olacağını farz edelim. Mertebeleri yavaş yavaş geçerek, kâdıasker ve nihâyet şeyhülislâm oldun. Ondan sonra olacağın hiçtir. Bu kadar debdebeden sonra o neticeye ulaşmaktansa, şimdiden hiç olmaya baksana." diyerek odadan dışarı çıktı ve kapısını kapadı. Bir Allah adamının sohbetinde ve hizmetinde bulunup mânevî yolda ilerlemeye karar verdi. Yolda giderken Hal- vetiyye tarîkatının büyüklerinden ve Uşşâkîliğin kurucusu olan Hüsâmed- dîn Uşşâkî´ye rastladı. Hüsâmeddîn Efendi, Allahü teâlânın kalbine ver- diği keşf kuvveti ile, Himmet Efendinin hâlini anladı. Ondaki kâbiliyeti gö- rüp; "Oğlum Himmet aradığın bizdedir." buyurdu. Bunun üzerine Himmet Efendi, Hüsâmeddîn Uşşâkî´ye bağlanarak, talebesi oldu. Uzun süre mü- câhede ve riyâzet çektikten sonra, Hüsâmeddîn Uşşâkî´den hilâfet aldı. Hocasının izni ile memleketine gitti. Memleketinde Bayrâmiyye yolu bü- yüklerinden Bolulu Ahmed Efendi ile sohbet etti. Bir süre Ahmed Efendi- nin hizmetinde bulunarak Bayramî tarîkatı üzerine sülûkunu tamamlaya- rak ondan da hilâfet aldı. Uşşâkîlik ve Bayramîlik tarîkatlarının sırlarını birleştirdi.

Osmanlı âlimlerinin en büyüklerinden Hocazâde (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası, ticâretle meşgûl olan büyük servet sâhibi bir tüccar idi. Âilesi ve çocukları son derece bolluk ve refah içindeydi. Hoca- zâde, babasının mesleğini terk edip ilim öğrenmeye yöneldi. Babası bu isteğine râzı olmadı. Bu yüzden babasının gözünden düştü. Kardeşlerine harcamaları için bol bol para verirken, Mustafa´ya günde bir akçe verirdi. Bu sebeple onlar bolluk ve nîmetler içerisinde yaşadığı halde, küçük Mustafa sıkıntı ve yokluk içinde ilim tahsîline devâm etti. Kitap almaya bile parası yoktu. Babası ona hiç yardım etmiyordu. Buna rağmen o, zor bir geçim içinde de olsa günlerini ilim yolunda koşturmak ve bilgi dağar- cığını genişletme gayreti içerisindeydi. Elbiseleri yırtık ve yamalı idi, ama güzel huyla bezenmiş üstün olgunluğuyla gün gibi parıldamaktaydı.

Bir gün babası ve kardeşleriyle birlikte Emir Sultan hazretlerinin talebelerinden Şeyh Velî Şemsüddîn´in konağına gitmişlerdi. Şeyh hazretleri; "Bunlar kimlerdir?" diye sorunca, babası; "Oğullarımdır." dedi. Sonra iyi giyimli ve neşeli çocukların yanında sefil giyimli ve üzüntülü bir halde duran Mustafa´ya bakarak; "Ya bu kimdir?" diye sordu. Babası; "O da oğlumdur." cevâbını verince, Şeyh hazretleri onun bu tutumunu beğenme- di. "Neden çocuklarına eşit şekilde davranmıyorsun?" diye sordu. Baba- sı; "Bu benim işimi bıraktı, ticârî işlerimle ilgilenmiyor, başka bir yol tuttu. Onun için bunu gözümden çıkarmışım." diye cevapladı.

Şeyh Şemsüddîn, elbette bu çocuğun yaptığı doğrudur diye pekçok nasihatler ettiyse de, Hoca Yûsuf kabûl etmedi. Onlar giderlerken Mustafa´yı yanına çağırıp tatlı nasîhatlerle yüreğinde yumaklaşan kırgınlıkları giderdi ve; "Bu perişan hâline bakıp sakın ilim yolundan ayrılma, çünkü doğrusu senin yaptığındır. Babanın düşündüğü doğru değildir. Bu yolda bütün iyi hasletleri, güzellikleri ve kemâlâtı kendinde toplamak vardır. İlmin şerefi seni öyle bir mertebeye ulaştıracak ki, baban, makâmının yüceliğinden şaşıracak, kardeşlerin de kapında hizmetine duracaklardır." diye teselli etti.

Bu nasîhatler Molla Mustafa´nın okuma ve ilim öğrenme aşkını kat kat artırdı. İçi bu arzu ve hevesle doldu. Kitap almaya parası olmadığından en ucuz kâğıtlardan alarak derslerini kendi eliyle yazıp çalıştı. Kâdı Ayasuluğ´dan usûl, meânî ve beyân ilimlerini okudu ve onun hizmetinde bulundu. Daha sonra Hızır Bey bin Celâl´in hizmetinde yetişip, ondan aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Hızır Bey bin Celâl onun olgunluğuna ve diğer talebeleri arasındaki üstünlüğüne bakarak muidliğe, asistanlığa getirdi. Hızır Bey Çelebinin derslerine devamla ilimdeki üstünlüğü daha da arttı. Hızır Bey onu çok sever ve iltifat ederdi. Hattâ kendisine sorulan bâzı suâller için "Akl-ı selîme mürâcaat ediniz." diyerek Hocazâde´ye havâle ederdi. Sonra Sultana onun ilimdeki üstünlüğünden bahsederek ona bir medresede görev verilmesini istedi. Böylece Hocazâde, Kestel kâdılığına tâyin edildi. Daha sonra Bursa´da Esediyye Medresesi müderrisliğine getirildi. Bu medresede altı sene ilim öğretti. Bu müddet içinde Şerh-i Mevakıf´ı baştan sona kadar inceleyip ezberledi. Ancak parasızlıktan bir türlü kurtulup rahata kavuşamadığı için ev işlerini de kendisi görüyordu.

Sultan Mehmed Han (Fâtih) Osmanlı tahtına oturup da onun âlimlere muhabbeti ve lütf-ı ihsânı ün salınca ve çevresine zamânının meşhur âlimlerini toplayınca, Hocazâde de onun yanında olmak şerefini kazanmak istedi. Ne var ki yolculuk masraflarını karşılayacak parası olmadığından bir türlü yola çıkma cesâretini bulamıyordu. Bu sırada derslerine katılan bir talebenin sekiz yüz akçesi olduğunu öğrenince, bu parayı ödünç alıp yola çıktı. Talebe de yanında ve hizmetinde idi. Oraya öyle bir zamanda vardı ki, pâdişâhın otağı İstanbul´dan Edirne´ye gidiyordu. Pâdişâh-ı âlem, bir yanında Molla Seyyid Ali, diğer yanında Molla Zeyrek olduğu halde ilmî konularda münâzara yaparak ilerliyordu. Vezir Mah- mûd Paşa, Hocazâde´yi görünce; "Hoş geldin. Ben de seni Pâdişâha anlatmıştım. Gel hemen onunla görüş." diyerek önüne düşüp Pâdişâhın yanına yaklaştılar. Hocazâde hükümdârı selâmlayıp elini öptü. Mahmûd Paşa onun Hocazâde olduğunu bildirerek ilmini övdü. Hocazâde bundan sonra Molla Seyyid Ali´nin yanında at sürerek sohbete katıldı. Zaman zaman en ince meselelerde görüşlerini açıklayıp ilimdeki üstünlüğünü ortaya koydu. Bir müddet sonra Seyyid Ali ve Molla Zeyrek Pâdişâhın yanından ayrıldılar. Hocazâde ise uzun bir süre Pâdişâhla yan yana sohbete devâm etti. Bu sohbet dolayısı ile Molla Seyyid Ali ve Molla Zeyrek´e Pâdişâhın ihsânları geldiği halde Hocazâde´ye bir pul bile verilmedi. Bu bakımdan Hocazâde gönlü kırık olarak üzüntü içerisine düştü. Onun hâline vâkıf olan talebesi, hakkında ileri geri konuşmaya ve hizmetini görmemeye başladı. Mola verildiği bir gün Hocazâde atını kendisi timar ettikten sonra bir ağacın gölgesinde dinlenmekteydi. O sırada dergâh-ı âlî kapıcılarından üç kapıcının, Hocazâde´nin çadırı nerededir? diye sorarak geldiklerini gördü. Kimileri Hocazâde şu ağaç altında oturan eski giysili kişidir diye mollayı işâret ediyorlardı. Ancak kapıcılar onun da herkes gibi bir çadır ve çardağı olacağını düşünerek bu söze îtibâr etmediler. Hattâ birkaç kişiyi bizimle alay etme, aradığımız kimseyi âlemlere gölge olan Pâdişâh istiyor, diyerek azarladılar. Ancak her kime sordularsa, hep orası gösterilince, mecburen Molla´nın yanına gelip selâm verdiler. "Hocazâde siz misiniz?" diye sordular. Evet cevâbını alınca, hürmetle eğilip elini öptüler ve Devletlü Pâdişâha hoca oldunuz deyip tebrik ettiler. Hocazâde onların sözlerini, davranışlarını alaya yorarak önce inanmadı. Fakat o sırada Pâdişâh konakçılarının hızla gelip büyük bir çadır kurduklarını gördü. Ayrıca birkaç at ve katır, binek, yatak ve değerli giysiler ile on bin akçe para da getirdiklerini öğrenince şüphesi kalmadı. Onlar cins atlardan birini hemen koşumlarla donatıp yanına getirdiler ve buyurun yüce Pâdişâh sizi bekler dediler.

İş böyle gelişince, Hocazâde o bin türlü naz ve saygısızca davranan uykucu talebenin yanına vardı ve uyandırmak istedi. Fakat o eski huysuzluğu ile sözünü sakınmayıp; "Bir parça istirahata bırakmaz mısın?" diye bağırdı.Talebe, bin bir ısrardan sonra gözünü açtı ve büyük bir devlete erişmiş olan Molla´nın hemen ayaklarına kapanıp özürler dilemeye başladı. Hocazâde onu teselli ederek Pâdişâhın ihsânından ona olan borcunu fazlasıyla ödedi ve gönül rahatlığı ile pâdişâhın mutlu katına varıp elini öptü. Pâdişâh, Hocazâde´den sarfla ilgili İzzî adlı eseri okudu. Zaman geçtikçe Hocazâde´nin Pâdişah katında değeri gittikçe arttı. Bu durum bâzı kimselerin hasedine yol açtı. Hattâ Fâtih Sultan Mehmed Han Edirne´de bulunduğu sırada, Vezir Mahmûd Paşa, Hocazâde´nin kazasker olmak istediğini Sultana bildirdi. Sultan da; "Bizi sohbetinden mahrûm etmek mi istiyor?" diyerek üzüldü. Ancak, daha sonra onu Edirne´ye kazasker tâyin etti.

Hocazâde´nin babasına, oğlunun kazasker olduğu haberi ulaşınca önce inanmadı. Daha sonra haber yaygınlaşınca inandı. Diğer oğullarıyla birlikte oğlunu ziyâret etmek için, Bursa´dan Edirne´ye gitmek üzere yola çıktı. Babasının gelmekte olduğu haberini duyan Hocazâde, babasını âlimlerden ve Edirne eşrâfından bir toplulukla karşıladı. Baba-oğul kucaklaştılar. Babası Hocazâde´den özür dileyip eski kusurlarının affını isteyince; "Olsun, siz öyle yapmasaydınız, biz böyle olmazdık." diyerek, babasına güzel muâmelede bulundu. Babası için çok güzel bir ziyâfet hazırladı. Ziyâfet sofrasına babasıyla berâber oturdu. Diğer ileri gelenler ve âlimler rütbelerine göre oturunca, kardeşlerine sofrada yer kalmayıp, fakirlik ve ihtiyaç hâlinde olmadıkları halde, hizmetçilerle birlikte ayakta kaldılar. Bu vesîleyle, ilim ehline verilen önem ortaya çıktı. Molla bu hâli görünce, Velî Şemseddîn´in sözlerini hatırladı. Cenâb-ı Hakk´a şükretti.

İlme rağbeti fevkalâde olup, ilim öğrenmek için, gençliğinde servet nî- metinden mahrum olmayı göze aldığı gibi, sonraları da, bir makamda bu- lunmaktan daha çok müderrislikle iftihâr ederdi. Belki ilim öğrenmek ve öğretmeye engel olur düşüncesiyle, mevki ve makâmı zorla kabûl eder- di.

Hocazâde en iyi bildiği meselelerde dahi fetvâ kitaplarını karıştırma- dan cevap vermezdi. Hattâ bir günde aynı konu iki defâ sorulsa yine kitâba başvurup açıklamasını öyle yapardı. Yanında duran talebeleri bâ- zan; "Efendim daha yeni kitâba bakmıştınız. Bu defâ da bakmadan ce- vap veremez miydiniz." diye sorduklarında; "Eğer ilmime güvenip bak- masam, gönül tenbelliğe alışır." derdi.

İstanbul evliyâsından Hüsâmeddîn Nakşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) az yer, az içerdi. Diğer zamanlarında sebze ile yetinirdi. Yemelerine bu sûrette dikkat ettiğinden sıhhatleri dâimâ îtidâl üzere olur, vücudlarında hastalık pek seyrek görülürdü. Hüsâmeddîn Efendi ilmini tamamlayıp, icâzetini alıp, müderris olarak artık mühim bir mevkı sâhibi olmak kendisine pek kolay iken buna rağbet etmeyip, mânevî olgunluklar kazanmayı tercih edip, Eyüp´te bulunan Zâl Mahmûd Paşa Medresesinde bir hücrede yerleşip garibâne yaşamayı tercih etmiştir. Talebeliğinde bir taraftan dînî ilimleri öğrenirken, zengin bir âilenin çocuğu olmasına rağmen son derece sabır ve kanâat içinde nefsiyle mücâdele üzere yaşamıştır. 96 senelik ömrünü ya bir medrese odasında, yâhut dergâh odasında yalnız başına geçirmiştir.

Ömrünün sonuna kadar her verdiği dersden, vâz u nasîhatlerinden dolayı kimseden bir ücret almamış, bunları sırf Allahü teâlânın rızâsı için yapmış, insanları dînen, ahlâken ve amel bakımından aydınlatmıştır. Ahlâkında, âdetlerinde, söz ve işlerinde, insanlara muâmelelerinde yapmacıktan, riyâ ve gösterişten uzak kalmıştır. Vakitlerinin çoğunu gece kaldığı odasında geçirmekle berâber, bey, dilenci kim olursa olsun her­kesle görüşür, sâde ve açık sohbet eder ve herkese eşit muâmelede bulunurdu. Sohbetlerinden kimse sıkılmaz, bilakis lezzet alırlardı. Latîfeleri, sünnet-i seniyye dâhilinde olurdu. Rahat konuşur kimseden çekinmezdi.

Çok cömert ve güzel ahlâklı idi. Yanında, altın, gümüş ile toprak ve saksı parçası eşitti. Allahü teâlânın rızâsından başka bir şey düşünmezdi. Sözlerinde hal ve işlerinde tevekkül sâhibiydi. Halktan biriymiş gibi görünürdü. Sünnet-i seniyyeye de bağlılıkta çok gayret gösterirdi. Talebelerine ve sevenlerine de böyle olmalarını tavsiye ederdi. Nâfile ibâdet de çok yapardı, fakat nâfileleri insanlardan gizlerdi.

Şam´da yetişen âlimlerin en büyüklerinden ve Osmanlıların en meşhûr fıkıh âlimlerinden olan İbn-i Âbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) H.1198 senesinde Şam´da doğdu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin sohbeti ile şereflenerek kemâle geldi.

İbn-i Âbidîn, zâhir ilimlerini öğrendikten sonra, kelâm ve tasavvuf ilimlerini de zamânın en büyük âlimi ve tasavvuf ehli, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî´den öğrendi. Onun sohbeti ile şereflenerek kemâle geldi.

İbn-i Âbidîn (Seyyid Muhammed Emîn bin Ömer) hazretlerinin dîne uymaktaki hâlleri meşhûrdur. Haram, mekruh ve şüphelilerden kesinlikle uzak durur, mübahları çok az kullanır, ibâdetlerinde sünnetlere, müste- haplara, edeplere uymakta son derece titiz davranırdı. Beş vakit namaz- da, tahiyyâtı okurken, Resûlullah efendimizi baş gözü ile görürdü. Göremediği zaman o namazı yeniden kılardı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî´nin kıymetli talebelerinden olan İbn-i Âbidîn, ondan ders aldığı sıralarda, bir gece rüyâda Resûlullah efendimizin üçüncü halîfesi hazret-i Osman´ın vefât ettiğini ve Câmi-i Emevî´de namazını kendisinin kıldırdığını gördü. Sabahleyin derse gidip Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine bu rüyâyı olduğu gibi anlatınca, o da; "Senin rüyânın tâbiri, Allahü teâlâ bilir ki şöyledir: "Ben yakında vefât ederim, sen benim cenâze namazımı Câmi-i Emevî´de kıldırırsın. Çünkü ben, hazret-i Osman´ın torunlarındanım." buyurdu. Aradan birkaç gün geçince Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî tâûn, vebâ hastalığından şehîd olarak vefât etti. Namazını İbn-i Âbidîn kıldırdı.

İbn-i Âbidîn hazretleri, fakirlere pekçok sadaka verir, akrabâsını ziyâret eder, annesine, babasına çok iyilik ve hürmet ederdi.

Onun meclisinde boş söz konuşulmazdı. Şam´da ve diğer şehirlerdeki şer´î mahkemelerde ihtilaflı hüküm verilse, derhal ona mürâcaat olunarak düzeltilirdi. En mühim ve zor meseleler ona sorulurdu. İhtilaflı bir şey hakkında ona mürâcaat edilmeden hüküm verilmezdi. İlim kitapları üzerine kendi güzel yazısıyla öyle açıklamalar kordu ki, böylece en zor meseleler kolaylıkla anlaşılırdı. Kendisine sorulan sorulara verdiği cevapları güzel bir üslupla yazardı. Birçok talebe yetiştirip icâzet, dip­loma vermiştir.

İbn-i Abidîn´in en meşhûr eseri Redd-ül-Muhtâr´dır. Bilhassa bu eseriyle tanınmıştır. Bu kitabı, Dürr-ül-Muhtâr kitabına yaptığı beş ciltlik hâşiyesidir. Dürr-ül-Muhtar´a haşiye yazarken önce Vakıf bahsinden başlamış, daha sonra başa dönmüştür. Önceki yazdıklarını temize çekmeden vefât edince bu kısımlar oğlu Alâeddîn tarafından temize çekilmiştir. Kitap, İbn-i Âbidîn ismiyle meşhûr olmuştur. Bu eseri Hanefî mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi ve en faydalısıdır. Fukahâ (fıkıh âlimleri) tarafından, üzerinde söz edilmiş her meselenin hülâsası, bütün İslâm âlimlerinin kabûl ve takdir ettiği bir şekilde bu kitapta toplanmıştır. Hanefî mezhebinde kendi zamânına kadar yazılmış fıkıh kitaplarının sanki bir özetidir.

Dört mezhebin inceliklerine vâkıf, derin âlim, kâmil velî Seyyid Abdül- hakîm Efendi; "Hanefî mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi, en faydalısı İbn-i Âbidîn´dir. Her sözü delîl, her hükmü senettir..." buyurdu

İbn-i Âbidîn hazretlerinin hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin kendisine yazdığı bir mektup aşağıdadır.

"Her sözü sened olan büyük âlim Mevlânâ Muhammed Emîn Âbi- dîn´e en güzel duâlarımı ve en latîf medhlerimi bildiririm.

Sizinle görüşüp buluşma arzumuz çoğaldı. Size olan muhabbet ateşimiz arttı. Şeyh İsmâil Enârânî´nin sizden tarafa gitmesini vesîle ederek bu mektubu yazıyorum. Yazdığınız pek kıymetli eserlerle İslâm âlemine yaptığınız büyük hizmet için, pekçok duâlara mazhar oldunuz.

Siz de bizim hâlimizi sorarsanız, sevdiklerimizden uzak kalmamızın acısı içindeyiz. Allahü teâlâdan dileğimiz, sizin de öyle olmanızdır. Hâllerinizi bize bildirmeyi ihmâl etmeyiniz. Allahü teâlânın izniyle, her sıkıntınızda bütün gücümüzle size yardım edeceğiz.

Selâm eder, bütün kalbim ve rûhumla yanınızda olduğumu bildiririm."

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Semmâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) yaşayışı ve hikmetli sözleriyle, binlerce insanın Allahü teâlânın râzı oldu- ğu yola kavuşmasına sebeb oldu. Hıristiyan bir genç iken, İbn-i Sem- mâk´tan işittiği sözlerden kalbinde îmân nûru parlayan Mârûf-i Kerhî´yi, İmâm-ı Ali Rızâ´ya götüren ve orada îmân etmesine sebeb olan İbn-i Semmâk hazretleridir.

Allahü teâlâya itâat edenleri çok severdi. Bu sebeple vefâtından az önce; "Yâ Rabbî! Âsî olduğum zamanlarda bile sana itâat edenleri sevdiğimi bilirsin. Benim itâatkâr kullarına olan bu sevgimi isyân ve günahlarıma keffâret say." buyurdu.

Yemen´in meşhûr velîlerinden İbn-i Üstâd-ül-A´zam Seyyid Abdullah bin Alevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) H.638 de doğdu. H.731´de vefât etti.

Derslerinde, sohbetlerinde ve münâsebetlerinde dâimâ insanlara faydalı olmuş, onların saâdete kavuşması için çalışmıştır. Huzûruna gelenlerden müşkülü, sıkıntısı olanlar onun bereketli nazarlarıyla sıkıntılarından kurtulurlardı.

Tevâzûda, alçak gönüllülükte emsâline az rastlanırdı. Büyük-küçük herkese mütevâzî davranırdı. Kendisini asla büyük görmezdi. Dünyâya hiç düşkünlük göstermezdi. Gariplere, fakirlere, yetimlere çok yardım ederdi. Cömertliği şaşılacak derecedeydi. Muhtaçlar için husûsî bir yardım müessesesi kurmuştu. Komşuları ve yaşadığı beldenin insanları onun çok iyilik ve yardımını gördüler. İnsanlara hem dîn-i İslâmı anlatarak mânen ve ihtiyaçlarını karşılamak sûretiyle de madden yardımcı olurdu. Yaşadığı Terîm şehrinde kendisini tanıyan tanımayan herkese yardımı ulaşırdı. Benî Alevî Mescidi için bir hurma bahçesi, arâziler ve su kuyusu, çeşmeler vakfetti. Bunların gelirleri, mescidin bakımı ve misâfirleri barındırmak için harcanırdı. Yine vefât edenlere kabir hazırlanması, bebeklere süt verilmesi için vakıflar kurdu. Yaptığı hizmetler o kadar genişledi ve insanlara faydalı oldu ki, o zaman sultanlar bile böylesini ya­pamazdı.

Evliyânın meşhûrlarından İbn-i Vefâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) tefsîr, fıkıh, tasavvuf ve edebiyât ilimlerinde âlim olup, velî bir zâttı. H.759 da Kâhire´de doğdu. H.807 de Ravda´da vefât etti.

İbn-i Vefâ daha küçük yaşta babasını kaybetti. Babası vefât etmeden önce, oğlu İbn-i Vefâ´yı ve diğer oğlu Ahmed´i, dostlarından sâlih bir zât olan Şemseddîn Muhammed Zeyle´î´ye bıraktı. Bu zât, İbn-i Vefâ´yı ve kardeşini büyütüp, terbiye etti. Fıkıh ilmi öğrenmelerini sağladı. İki kardeş, en iyi şekilde tahsîl görüp, güzel ahlâklı yetiştiler.

İbn-i Vefâ on yedi yaşına geldiğinde, evliyânın meşhûrlarından olan babası Muhammed Vefâ´nın yerine irşâd, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildiren, insanlara doğru yolu anlatma makâmına oturdu. Kısa zamanda babası gibi meşhûr olup sevildi. Talebeleri ve sevenleri günden güne arttı. Sohbetleri herkes tarafından anlaşılacak şekilde tatlı ve tesirliydi. Çok zarîf ve güzel giyinir, yaşayışı ve ahlâkı ile insanlara örnek olurdu. Mâlikî mezhebinden ve Şâzilî tarîkatındandı. İmâm-ı Şa´rânî onun hakkında; "Evliyânın sözlerini duydum ve eserlerini çok okudum. Ondan daha âlimi ve sözlerinden daha delîllisini, sağlamını görmedim." buyurmuştur.

Anadolu´da yetişen İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Seyyid İbrâhim Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hem anne, hem de baba tarafından asâlet sâhibi temiz âilelere mensûb, çok edepli, aklı ve zekâsı fevkalâde olan bir kimseydi. Dünyâya düşkün olmaması o dereceydi ki, onun yanında altın ile saksı parçası bir idi. Dünyâlık şeylerden eline geçenlerin, kendisine zarûrî kısmını bırakıp, fazlasını ihtiyaç sâhiplerine verirdi. Bir ân Allahü teâlâdan gâfil olmazdı. Hizmetçileri dâhil, hiçbir zaman hiçbir kimseye şu işi şöyle yap diye emr etmez, zarûrî lâzım olursa, yine emretmeyip îmâ yoluyla bildirirdi. Meselâ su kabını boş görse, hizmetçisine bunu doldur demez; "Bunu yapan kimse su koymak için yapmıştır." derdi.

Allah rızâsı için çok ibâdet edenlere mahsus nûrlar, Seyyid İbrâhim´in yüzünde gün ışığı misâli parlardı. İnsanlarla konuşmasında ender rastlanan bir husûsiyete sâhib idi. Sözde ve fiilde, büyükler ile küçükleri bir tutar, küçükleri de büyükler gibi vakarla, ağırbaşlılıkla karşılardı. Bu da tevazuunun çokluğundandı. Beş vakit namazı câmide cemâatle kılar, akşam ile yatsı arası mescidde bulunup, ibâdet ile meşgûl olurdu.

İnsanın anlatmaktan âciz kaldığı güzel sıfatları ve fazîletleri yanında, hüsn-i hatta (güzel yazı yazmakta) da mehâret ve ihtisas sâhibi idi. Birçok mûteber eseri, kendi hattı (yazısı) ile yeniden yazmıştır.

Ömrünün sonlarına doğru gözlerinin görme hassası gidip, iki gözü de görmez olmuştu. Bir ilâç yapılıp, Allahü teâlânın izni ile bir gözü açıldı. Ömrünün sonuna kadar, o bir tek gözü ile yetindi. Hiçbir zaman dünyâya rağbet gözüyle bakmadı.

Osmanlı âlimlerindenTaşköprüzâde diye tanınan Ahmed bin Mustafa, Şakâyik-ı Nu´mâniyye isimli meşhûr eserinde, Seyyid İbrâhim´i anlatırken buyuruyor ki: "Ölüm hastalığında Seyyid İbrâhim´i ziyârete gittim. Vefâtı yaklaşmıştı. Geldiğimi anlayınca gözünü açıp; "Hak teâlâ hazretleri çok kerîm ve latîftir. O´nun, târif ve tavsîfin çok üstünde, hadsiz ve hesapsız olan lütuf ve keremi bana müşâhede olundu." buyurdu. Bundan sonra yine kendinden geçip gözlerini kapadı. Yanından ayrıldığım gece vefât ettiğini öğrendim."

Evliyânın büyüklerinden İbrâhim Gülşenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) H.830 da Âzerbaycan´da doğdu H.940 da Mısır´da vefât etti.

Babası Emîr Muhammed, asîl bir Türk âilesindendir. Emîr Muham- med vefât ettiğinde İbrâhim´in yaşı küçüktü. Amcası Seyyid Ali onun ter- biyesi ve eğitimi ile meşgûl oldu. Değerli hocalara göndererek ilim tah- sîline gayret etti. Çok zekî ve kâbiliyetli olan İbrâhim, kısa zamanda ak- ranları arasında en ileri dereceye kavuştu. Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilminde âlim oldu. Bilgisini daha da arttırmak için, o zamânın ilim, irfân merkezi olan Semerkand´a gitmek üzere yola çıktı. Yorucu yolculuklardan sonra Tebrîz´e ulaştı. Sultan Uzun Hasan´ın Kâdı´l-kudâtı Mevlânâ Hasan ile sohbet etti. Mevlânâ Hasan, İbrâhim´in âlim ve fazîletli biri olduğunu an- layınca, ona çok hürmet göstererek; "Tebriz´de kalırsanız, size maddî mânevî her türlü kolaylığı sağlar, hizmetinizi görmekle şerefleniriz." dedi. İbrâhim de kabûl edince, durumu Sultan Uzun Hasan´a bildirdi. Sultan ona, dîvân-ı hümâyûnunda nişancılık vazîfesi verdi. Böylece devlet hizmeti görmeye başladı. Fakat İbrâhim´in niyeti ve yaratılışı bu işe uygun değildi. Bu işe bir türlü ısınamadı. Haramlardan kaçmak, şüpheli korkusuyla mübahları dahi terk etmek bu işte olamıyordu. Arzusuna uygun yaşayabilmek için, Seyyid Yahyâ Şirvânî´nin halîfesi Dede Ömer Rûşe- nî´nin hizmetine girerek, talebesi oldu. Her emrini yerine getirmek için canla başla çalıştı. Nefsini terbiyeye çalıştı ve çok uğraştı. İsteklerini yapmayıp, istemediklerini yaparak nefsine muhâlefet etti. Bu gayreti sebebiyle, cenâb-ı Hak pekçok ihsânlarda bulundu. Kalp gözü açıldı. Kısa zamanda Ömer Rûşenî hazretlerinden icâzet, diploma almakla şereflendi. Hocası, Dede Ömer Rûşenî´nin kendisine Gülşenî diye hitâb etmesi üzerine, lakabı Gülşenî kaldı ve bu lakapla tanındı. İbrâhim Gülşenî hazretleri bundan sonra Tebriz´deki medresede ders vermeye başladı.

İbrâhim Gülşenî´nin Allahü teâlânın emirlerini yapmakta ve yasaklarından kaçınmaktaki gayreti pek ziyâdeydi. Dünyâya zerre kadar meyletmez, şüpheli korkusuyla mübâhların fazlasını terk ederdi. Allahü teâlâya olan korkusundan günlerce yemek yemek aklına gelmezdi. Eline geçen malları fakirlere dağıtır, kendisi kimseden bir şey kabûl etmezdi.

İnsanlara öyle tatlı, hoş, yumuşak davranırdı ki, dost-düşman herkes onu takdîr ederdi. Müslümanlar onun huzûruna geldikleri gibi, kâfirler bile İbrâhim Gülşenî´nin alçak gönüllülüğünü görüp seve seve müslüman olurlardı. Sultan Uzun Hasan da İbrâhim Gülşenî´yi sever, hürmet ederdi. Sultan bir gece acâyib bir rüyâ gördü. Rüyâsında iri yarı siyah bir kimse, kendisini öldürmek kastıyla, elinde kılıç saldırdı. Öldürülme korkusundayken, İbrâhim Gülşenî hazretleri talebeleriyle geldi. Talebelerinin her birinin eline altın kılıç verdi. İbrâhim Gülşenî´nin talebeleri, o siyah kimseye kılıçlarını vurup, parça parça ettiler. Sultan ertesi gün İbrâhim Gül- şenî´yi sarayına dâvet etti. Hürmet ve saygı gösterdi. İzzet ve ikrâmda bulundu. Ancak daha rüyâsını anlatmaya fırsat bulamadan, İbrâhim Gülşenî hazretleri rüyânın tâbirini söyledi. "Sadaka belâyı giderir, ömrü uzatır." buyurdu. Bu hâli gören Sultânın, İbrâhim Gülşenî´ye îtimâd ve bağlılığı arttı.

Anadolu´da yaşayan evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden İbrâhim Hakkı Erzurûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri kendisini kısaca şöyle anlatmaktadır: "Hicrî bin yüz on beş tarihinde bir bahar günü, İbrâhim Hakkı, Hasankale kasabasında doğdu. Bin yüz kırk senesine kadar ilim öğrenmek için çalıştı. Ârif olup dünyâyı unutarak, Allahü teâlânın aşkıyla yanıp kavruldu. İşini, gücünü, malını, mülkünü her şeyini bırakarak cenâb-ı Hakka yöneldi."

İbrâhim Hakkı, yedi yaşına geldiğinde annesi Seyyide Hanîfe Hâtu- n´u kaybetti. Babası Osman Efendi, İbrâhim´i amcasına emânet etti ve tasavvufta kendisini yetiştirecek bir rehber, âlim aramak için sefere çıktı. Kısa sürede Siirt´in Tillo kasabasında İsmâil Fakîrullah hazretlerinin büyüklüğünü, Allahü teâlâ katındaki yüksekliğini anladı. Ondan ilim öğrenmek ve hizmet etmek için geceli-gündüzlü çalıştı. Dokuz yaşına basan öksüz İbrâhim Hakkı, babasının hasretiyle yanıyordu. Amcası Molla Ali Efendi, İbrâhim Hakkı´yı alarak Tillo´ya babasının yanına götürdü.

İbrâhim Hakkı hazretleri Tillo´da babasına kavuşmasını şöyle anlattı: "Ben dokuz yaşında idim. Ali amcam beni babamın yanına götürdü. Bir ikindi vaktinde Tillo´ya girdik. Dergâha vardığımızda, babam ile hocası namaz kılıyorlardı. İlk bakışta İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzü, bana, pederimden daha yakın geldi. O anda yüzünün cezbesi gönlümü aldı. Aklım, onun güzelliğine, duruşundaki heybete ve olgun­luğa hayran kaldı. Gönlümü ona kaptırdım. Babam beni kendi odasına götürdü. Şefkat ile ilim öğretip, lütf ile terbiye etmeye başladı."

İbrâhim Hakkı; babasından, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri öğrendi. Babasının arkadaşı Molla Muhammed Sıhrânî hazretlerinden de, astronomi, matematik gibi zamânın fen ilimlerini tahsîl etti. Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında mârifet sâhibi olmak, hasta kalbine şifâ bulmak için de İsmâil Fakîrullah hazretlerinin sohbeti ve hizmetiyle şereflendi.

Anadolu´da yetişen büyük velîlerden İbrâhim Tennûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, H.887 de Kayseri´de vefât etti..

İlk tahsîlini memleketinde yaptıktan sonra Konya´ya giderek Molla Sarı Yâkûb´dan ilim tahsîl etti. Sarı Yâkûb´un ölümünden sonra 1438 yılı civârında Kayseri´ye gelerek Hunad Hâtun Medresesine müderris oldu. Kendisi Şâfiî mezhebinde olduğundan ve medresenin vakfiyesinde, gerek müderrisin ve gerekse talebelerin Hanefî mezhebinde olmaları şart koşulduğundan, bu medresenin müderrisliğinden ayrıldı.

"Efendim! Hanefî mezhebine girseniz de müderrisliği bırakmasanız!" diyenlere; "Bir müderrislik için mezheb değiştirilmez." cevâbını vermiştir. İbrâhim Tennûrî bundan sonra kendi hâlinde bir kenara çekilip, ibâdetle meşgûl oldu. Zaman geçtikçe, Allah sevgisi ile içi yanar oldu. Kur´ân-ı kerîm güzel bir sesle okunurken dinlese; ağlamaya başlar, içinden bir âh eder ve bayılırdı. İlâhî cezbenin tesiri ile, tasavvufa yönelme isteği fazlalaştı. Erdebil sûfîlerine ulaşmayı çok arzu etti. Bu sırada Akşemseddîn hazretlerinin ismini ve medhini duyup, ona talebe olup, hizmetinde bulunmaya karar verdi. Akşemseddîn hazretleri Beypazarı´nda bulunuyordu. Beypazarı´na gitti. Şeyh´in Göynük´e gittiğini öğrenince, o da Göynük´e gitti ve hizmetine tâlib oldu.

Akşemseddîn hazretleri, orada insanlara vâz ve nasîhat ediyor ve onların dertlerine dermân oluyordu. İbrâhim Tennûrî, bundan sonrasını şöyle anlattı: "Onun sohbet meclisinde, bir köşede oturup dinledim. Mecliste bulunanların herbiri, bedenî bir hastalığıyla ilgili suâl sorup, suâline uygun bir cevap alıp gidiyordu. Herkes gitti. Akşemseddîn hazretleriyle başbaşa kalınca; "Rûhî hastalıklardan hiç soran yok, herkes bedenî has- talıklardan soruyor." buyurdu. Kalkıp önüne diz çöktüm. Akşemseddîn hazretleri bana; "Sana kim derler, nerelisin ve adın nedir?" diye sorunca, ben de Kayseri´de müderris olduğumu bildirdim ve; "İçime bir ateş düştü, gizli derdime bir derman ümidiyle geldim." dedim. Bunun üzerine Akşem- seddîn hazretleri; "Bize ne hediye getirdin?" buyurunca, utandım ve ter- ledim. "Çok fakir olduğum için bir şey getiremedim." dedim. Bunun üze- rine; "Benim hediye dediğim dünya malı değildir. Allahü teâlâdan sana ulaşan haller nelerdir?" buyurunca; "Kara bir yüzle size geldim." dedim.

Bu halden sonra, bana halvette kalmamı emretti. Olgunluk ve üstünlük sofrasındaki nîmetlerle gönlümü doyurdu. O gece ibâdet edip uyudum. Rüyâmda dört yüz hal gördüm. Sabah olunca, bu dört yüz hâli birer birer hatırladım. Halbuki daha önceki zamanlarda, namaza durduğum zaman hangi sûreyi okuyacağımı unuturdum. Bu hâlin Şeyh Ak- şemseddîn hazretlerinin bereketinden olduğunu anladım. Diğer talebe- leriyle birlikte geceleri ibâdet ederek geçiriyorduk. Diğer talebeler halvette; yemekten, içmekten ve uyumaktan kendilerini alıkoyuyorlardı. Ba- na ise her gece çeşitli yemekler, ekmek ve bir mikdâr su gönderiyordu. Mânevî sofradan doyurduğu gibi, zâhir halde bile doyuruyordu. Uzun bir müddetten sonra bu derece riyâzet çekenler, aç, susuz ve uykusuz duranlar arasında, kendimde insanın hayvanlık yanının ağır bastığı zannı gâlip gelip, yeme ve içme, bu makâma yakışmaz diye düşün­düm. O gece yemek yemedim ve ibâdetle meşgûl oldum. Ancak önceki gecelerde bulunan haller bu gece görülmedi. Bu durum Akşemseddîn hazretlerine mâlum olunca, bana; "Kendi başına iş yapmak dervişin işi değildir. Sen şeytanın vesvesesiyle hareket ettin. Hocan ve terbiye edicin, senin ahvâlini senden daha iyi bilir iken, onun murâdına muhâlif olmak uygun değildir." buyurdu. Halvete girdiğim 87. gece, Berât gecesinde, içimden biberli bir pilav yemek geçti. Akşam olunca Akşemseddîn hazretleri beni dâvet etti ve istediğim pilavdan bir tabak ikrâm edip; "Beni yanında yok farzet ve benden utanma, istediğin gibi ye." dedi. Ben de emre uyarak, bir tabak pilavı yedikten sonra, Şeyh hazretlerinin emriyle halvetten çıktım."

İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi teâlâ aleyh) Tâbiînden, İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerindendir. Ehl-i sünnetin reisi ve Hanefî mezhebinin kurucusudur. İsmi, Nûmân bin Sâbit bin Zûtâ´dır. Ebû Hanîfe künyesiyle ve İmâm-ı A´zam lakabıyla meşhûr olmuştur. H. 80de Kûfe´de doğdu, H.150 de Bağdât´ta vefât etti.

Aslen İran´ın ileri gelenlerinden bir zâtın neslinden olan İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe´nin dedesi Zûtâ müslüman olup, hazret-i Ali´ye ikrâmlarda bulundu. Onun sohbetinde bulundu. Babası Sâbit de hazret-i Ali ile görüşüp sohbetinde bulundu. Hazret-i Ali Sâbit´e ve onun neslinden gelecek kimselere hayır duâda bulundu.

Enes bin Mâlik hazretlerinin sohbetinde bulunmasını şöyle anlattı: "Küçük yaşlarda babamla berâber bir âlimin meclisinde bulundum. Meclisin orta yerinde oturan âlim zât şöyle diyordu: "Resûlullah´tan sallallahü aleyhi ve sellem işittim, buyurdu ki: "Kardeşinin başına gelen bir musîbetten dolayı sevinme! Allahü teâlânın ona âfiyet verip, seni o musîbete mübtelâ kılması mümkündür." Ben; "Bu zât kimdir?" diye sordum. "Resû- lullah´ın hizmetiyle şereflenen Enes bin Mâlik´tir." diye cevap ver­diler."

İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe´nin doğup büyüdüğü Kûfe şehri o devrin önemli ilim merkezlerindendi. Kûfe´de pekçok Eshâb-ı kirâm yaşadı. Ayrıca çeşitli dinlere ve sapık inanışlara mensûb insanlar da Kûfe´yi kendilerine merkez seçmişlerdi.

Îtikâdı bozuk olan Şiî, Mûtezilî ve Hâricîler de Kûfe´de yaşıyorlardı. Eshâb-ı kirâmla görüşüp, onlardan Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini öğrenip nakleden Tâbiîn´in büyükleri de Kûfe´de bulunuyorlardı. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları böyle bir muhitte geçen İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretleri, önce babası gibi ticâretle meşgûl olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin meclislerine giderek onları dinledi, ilimlerinden istifâde etmeye çalıştı. Ehl-i sünnet îtikâdının yayılması için gayret eden âlimlerin sapık ve bozuk fırka mensuplarıyla olan mücâdele ve münâzaralarını dinledi. Daha henüz ilim tahsîline başlamadığı halde sapık fırka mensuplarıyla münâzaralarda bulundu. Katıldığı münâzaralardaki iknâ kâbiliyeti ve üstün başarıları zamânının büyük âlimlerinin dikkatini çekti. Bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler.

İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe bir gün zamanın âlimlerinden Şa´bî´nin yanından geçiyordu. Şa´bî hazretleri onu yanına çağırıp; "Nereye devâm ediyorsun?" diye sordu. O da; "Çarşıya, pazara devâm ediyorum." dedi. Şa´bî hazretleri; "Hayır, maksadım o değil, âlimlerden kimin dersine devâm ediyorsun?" buyurdu. İmâm-ı A´zam; "Hiçbirinin dersinde devamlı bulunmuyorum." dedi. Şa´bî hazretleri sözlerine devâm ederek; "İlim ile uğraşmayı ve âlimlerle görüşmeyi sakın ihmâl etme. Ben senin zekî, akıllı ve kâbiliyetli bir genç olduğunu görüyorum." buyurdu. Şa´bî hazretlerinin sözlerinin tesirinde kalan İmâm-ı A´zam, çarşıyı pazarı bırakıp ilim yoluna yöneldi. Kûfe´deki âlimlerin ders halkalarına devâm etmeye başladı. Şa´bî´nin ilim meclisine devâm edip kelâm ilmi (îmân ve îtikâd ilmi) ile münâzara ilmini tahsil etti. Kısa zamanda bu ilimlerde ilerleyip parmakla gösterilecek bir dereceye ulaştı.

Kelâm ilmini öğrenip yüksek dereceye ulaştıktan sonra Hammâd bin Ebî Süleymân´ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmini tahsîle başladı.


Konu Başlığı: Ynt: Evliya Hayatından Sahifeler
Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Mart 2010, 02:55:04
Fıkıh ilmine nasıl başladığını talebesi Ebû Yûsuf ve diğer talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: "Bu, Allahü teâlânın tevfik ve inâyeti iledir. O´na dâimâ hamdolsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Her birini kısım kısım okudum. Neticesini ve faydalarını düşündüm. Sonra fıkıh ilmine baktım. Onda âlimler ve fakihler ile bir arada bulunmak, onlar gibi ahlâklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dînin emirlerini yerine getirmek, ibâdet etmek de fıkıhı bilmekle oluyor. Dünyâ ve âhiret onunla kâim... İbâdet etmek isteyen onsuz yapamaz. Fıkıh, ilimle ameldir." İmâm-ı A´zam, fıkıh ilmini Hammâd bin Ebî Süleymân´dan öğrendi. Onun derslerini tâkib ederken huzûrunda gâyet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzâkere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ez- berlediğini görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Nu´mân´- dan başka kimse oturmayacak buyururdu.

İmâm-ı A´zam, kelâm, münâzara ve diğer ilimleri öğrenip fıkıh ilmini tahsile başladıktan sonra, îtikâdî meselelerde insanları doğru yoldan ayıran sapık fırkalarla mücâdele etti. Hattâ, bu maksatla Hint, İran ve Arap yarımadasının ticâret yollarının birleştiği Basra´ya da defâlarca gidip, dehrî denilen inkârcılarla, Şîa, Kaderiye ve diğer bozuk fırkalara mensup kimselerle uzun münâzaralar yaparak Ehl-i sünnet îtikâdını yaydı.

İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretleri, Hammâd bin Ebî Süleymân´ın derslerine yirmi sekiz yıl devâm edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sıralarda fıkıhta tanınıp meşhûr oldu. Bu hususta şöyle demiştir: "Ben ilim ve fıkıh ocağında yetiştim. İlim erbâbıyla berâber bulun- dum. Fıkıhta en değerli bir hocaya devâm ettim." Hocası Hammâd´ın dersine devâm ettiği sırada sık sık Hicaz´a gidip Mekke ve Medîne´de çoğuTâbiînden olan âlimler ile görüşür, onlardan hadîs rivâyeti dinler ve fıkıh müzâkereleri yapardı. İmâm-ı A´zam´ın hocalarından en meşhûru, fıkıh ilminde hocası olan Hammâd bin Ebî Süleymân´dır.

İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretlerinin Kûfe´de tahsîl ettiği hocalarından bâzıları şunlardır:

Âmir bin Şerâhil eş-Şa´bî, Süleymân bin Mihrân el-A´meş, Ebû İshak es-Sebîî, Hâkim bin Uteybe, Mansûr bin Mu´temir et-Teymî

Kûfe dışında diğer ilim merkezlerine de giden İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretleri bâzan bir sene süren seyâhatlerinde Mekke ve Medîne´ye gitti. Bu beldelerin meşhûr âlimleriyle görüşüp onlardan ilim öğrendi. Elli beş defâ hac yaptı.

İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretlerinin Kûfe dışındaki diğer şehirlerde ilim öğrendiği hocalarından bâzıları da şu zâtlardır:

Tâbiîn büyüklerinden Amr bin Dînâr el-Cümahî, Ebû Zübeyr Muham- med, İbn-i Şihâb ez-Zührî, hazret-i Ebû Bekr´in torunu Kâsım bin Mu- hammed, Medîne´nin meşhûr âlimlerinden Hişâm bin Urve ve Yahyâ bin Saîd el-Ensârî, Basra´daki en meşhûr âlimlerden Eyyûb bin Keysân es-Sahtiyânî, Katâde bin Diâme, Bekr bin Abdullah Müzenî.

Ayrıca Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem torunlarından Zeyd bin Ali´den ve Muhammed Bâkır´dan da ilim ve mârifet öğrenen İmâm-ı A´zam´a, Muhammed Bâkır hazretleri buyurdu ki: "Ceddimin şerîatini bozanlar çoğaldığı zaman sen onu canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola çevireceksin. Allahü teâlâ yardımcın olacak."

Eshâb-ı kirâmdan İbn-i Abbâs´ın ilmini Mekke fakîhi Atâ bin Ebî Rebâh ve İkrime´den, hazret-i Ömer ve onun oğlu Abdullah´tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer´in âzâdlısı Nâfî´den öğrendi. Böylece, Es- hâb-ı kirâmdan İbn-i Mes´ûd ve hazret-i Ali´den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü Tâbiînden öğrendi. İlimde hiç kimseye nasîb olmayan yüksek bir dereceye ulaştı.

Tasavvuf ilmini de Silsile-i aliyye denilen evliyânın büyüklerinden olan Câfer-i Sâdık´tan öğrendi. Onunla sohbet edip feyiz alarak tasavvufta yüksek makâma ulaştı.

Zâhirî ve mânevî ilimlerde zamânının en büyük âlimi olan İmâm-ı A´zam bir gün Halîfe Mansûr´un yanına girdi. Orada bulunan Îsâ bin Mûsâ, Mansûr´a; "Bugün dünyânın en büyük âlimi bu zâttır." dedi. Halîfe Mansûr; "Ey Nûmân, bu ilmi kimden aldın?" diye sorunca; "Hazret-i Ömer´den ilim alanlar vâsıtasıyla hazret-i Ömer´den, hazret-i Ali´den ilim alanlar vâsıtasıyla hazret-i Ali´den, Abdullah bin Mes´ûd´dan ilim alanlar vâsıtasıyla da Abdullah bin Mes´ûd´dan aldım." cevâbını verdi. Bunun üzerine Halîfe Mansûr; "Sen işini gâyet sağlam tutmuşsun, ilmi asıl menbaından almışsın." dedi. İmâm-ı A´zam başta Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin ilim silsilesinden olmak üzere, dört bin kişiden ilim öğrenip, bütün ilimlerde ve üstünlüklerde en yüksek dereceye ulaşmıştır. Şöhreti her yere yayılıp, zamânında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler, âlimler, üstün kimseler hattâ hıristiyanlar bile onu hep medhetmiş, öv­müştür.

İmâm-ı A´zam´ın hocası Hammâd bin Ebî Süleymân vefât edince, hocasının talebeleri, arkadaşları ve halkın ileri gelenleri, onun yerini dolduracak âlimin, ancak İmâm-ı A´zam´ın olduğunu görerek, ısrârla hocasının yerine geçmesini istediler. "İlmin ölmesini istemem." buyurup, ilim kürsüsüne oturdu. Hocası Hammâd bin Ebî Süleymân´ın yerine müftî oldu ve talebe yetiştirmeğe başladı.

İmâm-ı A´zam, hocası Hammâd´ın yerine geçince, ilmi, vakarı, üstün tevâzuu, takvâsı, tatlı sözleri ve güler yüzüyle herkes tarafından sevilen ve dînî meselelerde insanların karşılaştıkları zorluklara çare bulan tek mürâcaat kaynağı oldu. Irak, Horasan, Harezm, Türkistan, Tuharistan, İran, Hind, Yemen ve Arabistan´ın her tarafından gruplar hâlinde gelen talebeler, fetvâ isteyenler ve dinleyicilerle etrafı dolup taşıyordu.

İmâm-ı A´zamın meclisinde halk tarafından sorulan suâllerin cevaplandırılması ve talebeler için verilen muntazam dersler olmak üzere iki türlü müzâkere yapılırdı. Her gün sabah namazını, câmide kılıp öğleye kadar sorulan suâlleri cevaplandırır, fetvâ verirdi. Öğleden önce kaylûle yapıp, bir miktâr uyuyup, öğle namazından sonra, yatsıya kadar, talebelere ders verirdi. Yatsıdan sonra evine gidip biraz dinlenir, sonra tekrar câmiye gelip sabaha kadar ibâdet ederdi. Sorulan suâllere cevap vermeden önce, mesele açık olarak müzâkere edilir, talebeleri suâli cevaplandırmaya çalışırdı. Meselenin müzâkeresi bittikten sonra, kendisi yeniden ele alıp gerekli düzeltmeleri yapar ve konuyu iyice izah ve tasvir ettikten sonra cevaplandırırdı. Cevapları verildikten sonra da fetvâyı bizzat söylemek sûretiyle ve anlaşılır ifâdelerle talebelerine yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kâideleri hâline gelmiştir.

İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe´nin başta gelen talebeleri; İmâm-ı Ebû Yûsuf ismiyle meşhûr olan Yâkûb bin İbrâhim, Muhammed Şeybânî, Züfer bin Huzeyl, Hasan bin Ziyâd, oğlu Hammâd, Abdullah bin Mübârek, Veki´ bin Cerrâh, Ebû Amr Hafs bin Gıyâs, Yahyâ bin Zekeriyyâ, Dâvûd-i Tâî, Esad bin Amr, Âfiyet bin Yezid el-Advî, Kâsım bin Ma´an, Ali bin Müshir, Hibban bin Ali gibi yüzlerce âlimlerdir.

İmâm-ı A´zam ticâretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi kazancından karşılardı. Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların ilimde iyi yetişmeleri için büyük titizlik gösterirdi. Talebelerini o kadar mükemmel yetiştirmişti ki, başkalarının uzun zamanda buldukları hükümleri onlar kısa zamanda bulurdu. Bir defâsında onun ders usûlünü ve talebelerini görmek için bir ilim heyeti Kûfe´ye gelmişti. Aralarında Tâbiînin büyüklerinin de bulunduğu bu heyet, onların bu üstünlüğünü, başarısını görerek büyük bir memnuniyetle ayrılmıştır. İmâm-ı A´zam talebelerine; "Sizler benim kalbimin sevinci, hüznümün tesellisisiniz." buyururdu.

Gerek ilim meclisine gerek sohbetlerine uzaktan yakından gelen pekçok kimse ondan ilim ve mârifet tahsîl ettiler. Sohbetleri sırasında insanların müşküllerini cevaplandırdığı gibi gönüllerini ferahlatan nasîhatlerde bulundu. Bir sohbeti sırasında, müminleri sevmekle ilgili olarak buyurdu ki:

Allah bize, insanların mümin olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve aslâ kırıcı olmamamızı, kalplerinde ne sakladıklarını bilemeyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emretmiştir.

İmâm-ı A´zam´ın yaşadığı devir, Emevîler ve Abbâsîler zamânına isâbet etmektedir. Ömrünün elli iki yılını Emevîler, on sekiz yılını da Abbâsîler devrinde geçirdi. Emevî Devletinin son bulup, Abbâsî Devletinin kuruluşuna ve bu arada vukû bulan çeşitli hâdiselere şâhid oldu. Bütün hâdiseler içerisinde İmâm-ı A´zam, bir taraftan dîni öğrendi ve öğretti, diğer taraftan da, Ehl-i sünnet îtikâdında olan insanları, îmândan ayırmaya çalışan sapık ve bozuk fırkalarda olanlarla mücâdele etti. Bu fırkaların herbiri ile yaptığı münâzaralarda onları kesin delillerle susturuyordu.

Emevîlerin son zamanlarında Emevî vâlisi, İmâm-ı A´zam´a devlet idâresinde bir vazife vermek istedi ve bu hususta zorladı. Fakat İmâm-ı A´zam bâzı sebeplerden dolayı kabûl edemeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine hapsedilerek işkence yapıldı. Daha sonra serbest bırakılınca, H.130 yılında Mekke´ye gidip orada altı yıl kadar kaldı. Mekke´de de talebelere ders ve fetvâ vererek ilmî mütâlaalar yaptı. Abbâsîlerin bir devlet hâline gelip kuvvetlenmesinden sonra Kûfe´ye döndü. Buradaki derslerine öm­rünün son yıllarına kadar devam etti. Otuz yıllık müddet içinde verdiği derslerinde yetişen talebelerinin herbiri, o zaman çok genişlemiş olan İslâm dünyâsının her tarafına yayıldılar. Müftîlik, müderrislik, kâdılık gibi çeşitli vazifelerle büyük hizmetler yaptılar. Böylece Peygamber efendimizin bildirdiği yol olan Ehl-i sünnet îtikâdını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gösterip saâdete kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler.

Emevîler devrinde bâzı baskı ve işkenceler gören İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretleri, Abbâsîler devrinin ilk zamanlarında ilim öğretmeye ve talebe yetiştirmeye devâm etti. Abbâsî Devleti içinde de karışıklıklar ve ayaklanmalar baş gösterdi. İmâm-ı A´zam hazretleri bu karışıklıklara rağmen ders verme işini devâm ettirdi. H.145 senesinde meydana gelen hâdiselerden sonra Abbâsî halîfesi Ebû Câfer Mansûr onu Kûfe´den Bağdât´a getirtti. "Mansûr haklı olarak halîfedir, diye herkese bildir." dedi. Buna karşılık temyiz mahkemesi reisliğini verdi. Çok zorladı. İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretleri çok takvâ sâhibi olup, dünyâ makamlarına kıymet vermediğinden kabûl buyurmadı. Mansûr onu habsettirdi. Her gün otuz değnek vurdurdu. İmâm-ı A´zam´ın mübârek ayaklarından kan aktı. Halîfe Mansûr bir ara pişman olup otuz bin akçe gönderdi ise de kabûl buyurmadı. Tekrar hapsedip her gün on değnek fazla vurdurdu. On birinci günü halkın hücûmundan korkulup zorla sırt üstü yatırıldı. Ağzına zehirli şerbet döküldü. H.150 senesinde şehîd edildi. Vefât ettiği anda secdeye kapandı. Vefât haberi duyulduğu her yerde büyük üzüntü ve göz yaşıyla karşılandı. Cenâzesini Bağdât kâdısı Hasan bin Ammâre yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: "Allahü teâlâ sana rahmet eylesin! Otuz senedir gündüzleri oruç tuttun. Kırk sene gece sırtını yatağa koyup uyumadın. En fakihimiz sendin! İçimizde en çok ibâdet edenimiz sendin! En iyi sıfatları kendinde toplayan sendin!" Cenâzesinin kaldırılacağı sı­rada Bağdât halkı oraya toplanıp o kadar büyük kalabalık olmuştu ki, cenâze namazını kılanlar elli bin kişiden fazla idi. Gelenler çok kalabalık olduğundan cenâze namazı ikindiye kadar kılındı. Altı defâ cenâze namazı kılındı. Sonuncusunu oğlu Hammâd kıldırdı. Bağdât´ta, Hayzeran kabristânının doğusunda defnedildi. İnsanlar günlerce kabrinin başında toplanıp ona duâ ettiler. Vefâtına çok üzüldüler. İmâm-ı Şâfiî´nin hocasının hocası İbn-i Cerîhe vefât ettiğini duyunca istirca âyetini (İnnâ lillah...) okuyup, "Yâni ilim gitti deseniz ya!" buyurdu. Büyük âlimlerden Şu´be´ye vefât haberi ulaşınca, o da; "İlim ışığı söndü, ebediyyen onun gibisini bulamazlar." dedi. Vefâtından sonra çok kimseler onu rüyâsında görerek ve kabrini ziyâret ederek, şânının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmâm-ı Şâfiî buyurdu ki: "Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyâret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyâcım olunca iki rekât namaz kılıp, Ebû Hanîfe´nin kabrine gelerek onun yanında Allahü teâlâya duâ ediyorum ve duâm hemen kabûl olup isteklerime kavuşuyorum."

"Yüz elli senesinde dünyânın zîneti gider." hadîs-i şerîfinin de, İmâm-ı A´zam için olduğunu İslâm âlimleri bildirmiştir. Çünkü o târihte İmâm-ı A´zam gibi bir büyük vefât etmemişti. Mezhebi, İslâm âleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah´ın vezirlerinden Ebû Sa´d-i Harezmî, İmâm-ı A´zam´ın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Sonra Osmanlı pâdişâhları bu türbeyi defâlarca tâmir ettirdi.

İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretleri ulûm-ı âliyye denilen yüksek din ilimlerinde en üstün derecede âlim idi. Kelâm ilminde ve îtikâd bilgilerinde Ehl-i sünnetin reisidir. Tefsîr ilminde müfessirlerin başı, üstâdı derecesindeydi. Hadîs ilminde ise büyük bir muhaddis ve derin ilim sâhibiydi.

İmâm-ı Şâfiî hazretleri; "Fıkıh ilminde mütehassıs olmak isteyen, Ebû Hanîfe´nin kitaplarını okusun." buyururdu. Abdullah bin Mübârek de; "Fıkıh ilminde Ebû Hanîfe gibi mütehassıs birini görmedim." buyurdu.

Büyük âlim Mis´ar, Ebû Hanîfe´nin karşısında diz çökerek, bilmediklerini sorar öğrenirdi. "Bin âlimden ders aldım. Fakat, Ebû Hanîfe´yi görmeseydim, Yunan felsefesinin bataklığına kayacaktım." demiştir. Ebû Yûsuf buyuruyor ki: "Hadîs ilminde Ebû Hanîfe gibi derin bilgi sâhibi birini görmedim. Hadîs-i şerîfleri açıklamakta onun gibi bir âlim yoktur." Büyük âlim ve müctehid Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki: "Bizler, Ebû Hanîfe´nin yanında, doğan kuşu yanındaki serçeler gibiydik, Ebû Hanîfe, âlimlerin önderidir."

Âli bin Âsım diyor ki: "Ebû Hanîfe´nin ilmi, zamânındaki âlimlerin ilimlerinin toplamı ile ölçülse, Ebû Hanîfe´nin ilmi fazla gelir."

Büyük hadîs âlimi A´meş, İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe´den birçok me- sele sordu. İmâm-ı A´zam, suâllerinin herbiri için hadîs-i şerîfler okuyarak cevap verdi. A´meş, İmâm-ı A´zam´ın hadîs ilmindeki derin bilgisini gö- rünce, "Ey fıkıh âlimleri! Sizler mütehassıs tabîb, biz hadîs âlimleri ise, eczâcı gibiyiz! Hadîsleri ve bunları rivâyet edenleri biz söyleriz. Bizim söylediklerimizin mânâlarını siz anlarsınız!" dedi. "Ubeydullah bin Amr, büyük hadîs âlimi A´meş´in yanındaydı. Birisi gelip, birşey sordu. A´meş bunun cevâbını düşünmeğe başladı. O esnâda, İmâm-ı A´zam Ebû Hanî- fe geldi. A´meş, bu suâli İmâm´a sorup cevâbını istedi. İmâm-ı A´zam he- men geniş cevap verdi. A´meş, bu cevâba hayran olup, yâ İmâm! Bunu hangi hadîsden çıkardın dedi. İmâm-ı A´zam, bir hadîs-i şerîf okuyup, bundan çıkardım. Bunu senden işitmiştim dedi. İmâm-ı Buhârî, üç yüz bin hadîs ezberlemişti. Bunlardan yalnız on iki bin kadarını kitaplarına yazdı. Çünkü; "Benim söylemediğimi hadîs olarak bildiren, Cehennem´de çok acı azap görecektir." hadîs-i şerîfinin dehşetinden çok korkardı.

İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe´nin verâ ve takvâsı daha çok olduğundan, hadîs nakledebilmesi için çok ağır şartlar koymuştu. Ancak bu şartların bulunduğu hadîs-i şerîfi naklederdi."

İmâm-ı A´zam, İslâmiyeti; îmân, amel ve ahlâk esasları olarak bir bütün hâlinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, müslümanları çeşitli fitne ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslâm dînini yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrâna uğratmış, önce îtikâdda birlik ve berâberliği sağlamış; ibâdetlerde, günlük işlerde Allahü teâlânın rızâsına uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tesbit etmiştir. Böylece, ikinci hicrî asrın müceddidi (dînin yeniden yayıcısı) ünvanını almıştır.

Hadîs-i şerîfte; "Îmân Süreyya yıldızına çıksa, Fârisoğullarından biri elbette alıp getirir." buyruldu. İslâm âlimleri, bu hadîs-i şerîfin İmâm-ı A´zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Yine Buhârî ve Müslim´de bildirilen bir hadîs-i şerîfte; "İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan müslü- manlardır (Yâni Eshâb-ı kirâmdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (yâni Tâbiîndir). Onlardan sonra da onlardan sonra ge- lenlerdir... (yâni Tebe-i tâbiîndir)" buyruldu. İmâm-ı A´zam da, bu hadîs-i şerîfle müjdelenen tâbiînden ve onların da en üstünlerinden biridir. Hay- rât-ül-Hisan, Mevdû´ât-ül Ulûm ve Dürrül-Muhtâr´da yazılı hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: "Âdem (aleyhisselâm) benimle öğündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Nu´mân, künyesi Ebû Hanî- fe´dir. O, ümmetimin ışığıdır."

"Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebû Hanîfe ile öğünürüm. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur."

"Ümmetimden biri, şerîatimi canlandırır. Bid´atleri öldürür. Adı Nu´- mân bin Sâbit´tir."

"Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebû Hanîfe zamânının en yükseğidir."

Hazret-i Ali de; "Size bu Kûfe şehrinde bulunan, Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Âhir zamanda, bir çok kimse, onun kıymetini bilmeyerek helâk olacaktır. Nitekim, râfizîler de, Ebû Bekir ve Ömer için helâk olacaklardır." buyurdu.

İmâm-ı A´zam´ın zamânında ve sonraki asırlarda yaşayan İslâm âlimleri hep onu medhetmişler, büyüklüğünü bildirmişlerdir. Abdullah ibni Mübârek anlatır: "Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik´in yanına geldiğinde İmâm-ı Mâlik ayağa kalkıp hürmet gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere; "Bu zâtı tanıyor musunuz? Bu zât, Ebû Hanîfe Nu´mân bin Sâbit´tir. Eğer şu ağaç direk altındır dese isbât eder." dedi. Sonra Süfyân-ı Sevrî yanına geldi. Onu, Ebû Hanîfe´nin oturduğu yerden biraz daha aşağıya oturttu, çıktıktan sonra onun fıkıh âlimi olduğunu anlattı."Yine Abdullah ibni Mübârek der ki: Hasan bin Ammâre´yi Ebû Hanîfe ile birlikte gördüm. Ebû Hanîfe´ye şöyle diyordu: "Allahü teâlâya yemîn ederim ki fıkıhta senden iyi konuşanı, senden sabırlısını ve senden hazır cevab birini görmedim. Elbette sen fıkıhta söz söyleyenlerin efendisi ve reisisin. Senin hakkında kötü söyleyenler sana hased edenler, seni çekemeyenlerdir."

İshâk bin Ebû Fedâ´dan nakl olunur: "İmâm-ı Mâlik´i gördüm. İmâm-ı A´zam´la el ele tutup berâber yürürlerdi. Câmiye gelince kendisi durup önce İmâm-ı A´zam´ın girmesini beklerdi." demiştir. Hakîkate varmış evliyânın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsterî; "Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın kavimlerinde Ebû Hanîfe gibi âlimler bulunsaydı bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı." buyurmuştur.

İmâm-ı Şâfiî: "Ben Ebû Hanîfe´den daha büyük fıkıh âlimi bilmem, fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin." buyurmuştur. Ahmed ibni Hanbel: "İmâm-ı A´zam verâ, zühd ve îsâr (cömertlik) sâhibi idi. Âhiret isteğinin çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi." buyurmuştur. İmâm-ı Mâlik´e, İmâm-ı A´zam´ dan bahsederken onu diğerlerinden daha çok medh ediyorsunuz?" de­diklerinde: "Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukâyese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona duâ etsinler diye hep methederim." buyurmuştur. İmâm-ı Gazâlî: "Ebû Hanîfe çok ibâdet ederdi. Kuvvetli zühd sâhibiydi. Mârifeti tam bir ârifdi. Takvâ sâhibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Dâimâ Allahü teâlânın rızâsında bulunmayı isterdi" buyurmuştur. Yahyâ Muâz-ı Râzi anlatır: "Peygamber efendimizi rüyâda gördüm ve yâ Resûlallah, seni nerede arayayım dedim. Cevâbında: Beni, Ebû Hanîfe´nin ilminde ara, buyurdu." İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurur ki: "İmâm-ı A´zam abdestin edeplerinden bir edebi terkettiği için kırk senelik namazını kazâ etmiştir. Ebû Hanîfe takvâ sâhibi, sünnete uymakta ictihâd ve istinbatta, şer´î delillerden hüküm çıkarmakta öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan âcizdirler. İmâm-ı A´zam, hadîs-i şerîfleri ve Eshâb-ı kirâmın sözünü kendi reyine takdim ederdi." İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mebde´ ve Meâd risâlesinde de şöyle buyurur: "Büyük İmâm Ebû Hanîfe´nin yüksek derecesinden takdir edilemeyen şânından ne yazayım. Müctehidlerin en verâ sâhibiydi. En müttekîsi o idi. Şâfiî´den de, Mâlik´den de, İbn-i Hanbel´den de her bakımdan üstün idi."

Yine İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) ve Muhammed Pârisâ (rahmetullahi aleyh) buyurdular ki: "Îsâ aleyhisselâm gibi ulülazm bir peygamber gökten inip İslâm dîni ile amel edince ve ictihâd buyurunca, ictihâdı İmâm-ı A´zam´ın (rahmetullahi aleyh) ictihâdına uygun olacaktır. Bu da İmâm-ı A´zam´ın büyüklüğünü, ictihâdının doğruluğunu gösteren en büyük şâhittir."

Son asrın, zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir, büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyurdu ki: "İmâm-ı A´zam, İmâm-ı Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed de, Abdülkâdir Geylânî gibi büyük evliyâ idiler. Fakat âlimler kendi aralarında taksim-i a´mel eylemişlerdir. Yâni herbiri zamanında neyi bildirmek icâb ettiyse onu bildirmişlerdir. İmâm-ı A´zam zamânında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuş­madı. Yoksa Ebû Hanîfe nübüvvet ve vilâyet yollarının kendisinde toplandığı, Câfer-i Sâdık hazretlerinin huzûrunda iki sene bulunup öyle feyiz, nur ve vâridât-ı ilâhiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifâdesini; "O iki sene olmasaydı Nu´mân helâk olurdu." sözü ile anlatabildiler. Silsile-i zehebin en büyük halkasından olan Câfer-i Sâdık´dan tasavvufu alıp, vilâyetin (evliyâlığın) en son makâmına kavuşmuştur. Çünkü Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadîs-i şerîfte: "Âlimler peygamberlerin vârisleridir" buyruldu. Vâris, her hususta verâset sâhibi olduğundan zâhirî ve bâtınî ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemâlde idi."

İslâm âlimleri, İmâm-ı A´zam´ı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve velîleri de bu ağacın dallarına benzetmişler, o´nun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemâ- lâta (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.

İslâm dünyâsında ilimleri ilk defâ tedvin ve tasnif eden odur. Din bilgilerini (Kelâm, fıkıh, tefsîr, hadîs vs.) isimleri altında ayırarak bu ilimlere âit kâideleri o tesbit etmiştir. Böylece onun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine âit kitapların tercüme edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslâm dînine bid´atlerin sokulması tehlikesini bertaraf etti.

İyi düşünüldüğünde bütün insanlığın dünyâ ve âhiret saâdetini doğrudan doğruya ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, İmâm-ı A´zam´ın zamânında ve daha sonra yetişen mezheb imâmları, İslâm â- limleri, evliyânın büyükleri tarafından da tâzim ve şükranla yâdedilmiştir, "Ehl-i sünnetin reisi", "İmâm-ı A´zam= En büyük imâm" adıyla anılmıştır.

İmâm-ı A´zam, Allahü teâlânın rızâsından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslâmiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, tâviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve fetvâlarına herhangi bir siyâsi düşünce ve güç, nefsâ- nî arzu ve menfaat, şahsî dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar aslâ girme- miştir.

İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe nefsine tam hâkimdi. Lüzumsuz şeylerle aslâ uğraşmazdı. Ancak kendisi gibi büyük İslâm âlimlerinde görülen heybet, vakar ve ahlâk-ı hamîde (yüksek İslâm ahlâkı) ile her hâlükârda insanların kurtuluşu için çırpınırdı. Muârızlarına bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükûnetle davranır, aslâ heyecan ve telâşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firâset sâhibiydi. Bu hâliyle insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi.

Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekâsı, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhâkemesi, muhabbeti ve câzibesi ile, karşılaştığı herkese tesir eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkiki gerektiren bâzı meseleleri, derin bir mütâlaadan sonra, böyle olmayanları ise ânında ve olayın açık misâlleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muârızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak iknâ ederdi. Bu hususta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur.

Hâsılı İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe, İslâmiyetin müslümanlardan doğru bir îtikâd (Ehl-i sünnet îtikâdı), doğru bir amel ve güzel bir ahlâk istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefâtından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün müslü- manlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.

İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hindistan´da yetişen en büyük velî ve âlimdir. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müs- lümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Alla- hü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel´âbidîn´dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü´l-Berekât´dır. H.971 senesinde Hindistan´ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddîd-i elf-i sânî", ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer´in soyundan olduğu için ,"Fârûkî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Ser- hendî" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî´dir.

Babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük âlimleri, sâlih ve fazîletli kimseleri idiler. Babası Abdülehad Efendi din ve fen ilimlerinde yetişmiş, tasavvufta da en son mertebeye ulaşmıştı. Gençliğinde ilmi yaymak, insanlara hizmet etmek, doğru yolu göstermek için seyahat ettiği sıralarda, Hindistan´ın meşhûr kasabalarından Skendere´ye gitmişti. O memleketten asîl bir âileye mensûb sâliha bir hanım, firâsetiyle Abdül- ehad Efendinin mübârek bir zât olduğunu anlayıp, ona; "Kendi kuca- ğımda terbiye edip büyüttüğüm, iffet ve ismet cevheri bir kız kardeşim vardır. Böyle sâliha bir kızın sizinle nikâhlanmasını arzû ediyorum. Bu ricâmı kabûl edeceğinizi umarım." diye haber gönderdi. Abdülehad Efendi bir müddet düşündükten sonra teklifi kabûl edip, o kızla nikâhlandı. Bu evliliklerinden İmâm-ı Rabbânî hazretleri doğdu.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri çocukluğunda şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Evlerinde büyük bir üzüntü hâsıl olup, vefât edeceğini zannetmişlerdi. O zamânın meşhûr velîlerinden ve Abdülkadir-i Geylânî´nin yolunun büyüklerinden Şâh Kemâl Kihtelî Kâdirî´ye götürüp duâsını istediler. Şâh Kemâl Kâdirî, İmâm-ı Rabbânî´yi görünce büyük bir hayranlıkla bakarak babasına; "Hiç üzülmeyiniz. Bu çocuk çok yaşayacak, ilmiyle âmil, büyük bir âlim ve eşsiz bir velî olacak." demiş ve çocuğun elinden tutup, öpmüştü. Muhabbetle sarılmalarından dolayı, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin feyzi ve nûru, mübârek vücûdunu kapladı.

Şâh Kemâl Kâdirî, İmâm-ıRabbânî hazretleri hakkında çok güzel ve büyük müjdeler verdi. İmâm-ı Rabbânî yedi-sekiz yaşlarında iken Şâh Kemâl Kâdirî vefât etti.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri ilk tahsîline, babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur´ân-ı kerîmi ezberledi. Sesi güzel olduğundan, Kur´ân-ı kerîmi bülbül gibi okurdu. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamânının meşhûr âlimlerinden öğrendi. Babasından ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere âit küçük kitapları ezberledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, Mevlânâ Kemâleddîn Keşmîrî´den ilim öğrendi. Mevlânâ Kemâleddîn meşhûr âlim Abdülhakîm-i Siyalkûtî´nin de hocası olup, zamânının en yüksek âlimi idi. Bâzı hadîs kitaplarını da Şeyh Yâkûb-ı Keşmîrî´den okudu. Kâdı Behlûl-i Bedahşânî´den; hadîs, tefsîr ve bâzı usûl ilimlerinde icâzet, diploma aldı. On yedi yaşında iken tahsîlini tamamlayıp, bütün ilimlerden icâzet aldı. Tahsîli sırasında, Kâdîrî ve Çeştî büyüklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babası ha­yatta iken, talebelere ilim öğretmeye başladı.

Bu sırada; Risâlet-üt-Tehlîliyye, Redd-i Revâfid, İsbât-ün-Nübüvve adlı eserlerini yazdı. Edebiyâta çok meraklı olup, fesâhatı ve belâgatı, sür´at-i intikâli, zekâsının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.

Bu kadar ilmi ve herkesin üstünde olgunluğu, tevâzûsu ile birlikte kalbi, Ahrâriyye, Nakşibendiyye büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Babasının vefâtından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend´den yola çıktı. Bu yolculuğunda Delhi´ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed Bâkî-billah´ın talebelerinden olan Mevlânâ Hasan Keşmîrî ile görüştü. Mevlânâ Hasan Keşmîrî, onu hocasının huzûruna götürüp, tanıştırmak istedi ve; "Bugün Ahrâriyye yolunda bu ülkede başka böyle büyük bir zât yoktur. Tâliblerin onun bir nazarıyla bakışıyla kavuştukları mânevî derecelere günlerce çekilen çileler ve çeşitli riyâzetlerle nefsin istediklerini yapmamakla kavuşmak mümkün değildir." dedi.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, daha önce babası Abdülehad´dan da Ahrâriyye yolunun ve bu yolda bulunanların üstünlüklerini ve kıymetini duymuştu. Bu yolun büyüklerinin kitaplarını okuyup onların güzel hâllerini bildiği için; "Bu Hicâz yolunda, böyle büyük bir âlimden, bu büyükler yolunun zikr ve usullerini almaktan daha iyi ne olur?" diyerek Muham- med Bâkî-billah´ın huzûruna gitti. Huzûruna girince kalbinde bir nûr parladı. Mıknatıs iğneyi çeker gibi çekildi. Kalbi şimdiye kadar hiç duymadığı, bilmediği şeylerle doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifâde etmeği niyet etti ise de, kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmadı. Ertesi gün huzûruna gelip, Ahrâriyye feyzine kavuşmak şevkini arzusunu bildirdi ve hizmetinde kaldı. Edeble ve can kulağı ile sözlerine ve hâllerine bağlandı. Böylece Kâbe´ye gitmekten vazgeçip, Kâbe sâhibini istedi. Üstâdının da lütuf ve himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen hâllere kavuştu.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Muhammed Bâkî-billah´ı tanıdıktan sonra, edeple ve can kulağı ile bu hocasının sözlerine ve hâllerine bağlandı. Birkaç ay sonra, hocası Muhammed Bâkî-billah ona icâzet verdi. Böylece tasavvuf ilminde ve hâllerinde de yüksek dereceye kavuştuktan sonra, memleketi olan Serhend´e dönmesi emrolundu. Hocası, talebesinden çoğunun yetiştirilmesini de ona bırakıp, onları da arkasından Serhend´e gönderdi. Hocası onun için şöyle buyurdu: "Kalblere devâ, rûhlara şifâ olan bu tohumu, Semerkand ve Buhârâ´dan getirip Hindistan´ın bereketli toprağına ektim. Tâliblerin yetişip kemâle gelmesi için uğraştım. O (İmâm-ı Rabbânî), her dereceyi aşıp, üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım."

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, memleketine gelince ilim ve edep öğretmeye isteklileri yetiştirmeğe ve yükseltmeğe başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan âşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydâvî Tefsîrî, Sâhîh-i Buhârî, Mişkât-i Mesâ- bîh, Avârif-ül-Me´ârif, Üsûl-i Pezdevî, Hidâye ve Şerh-i Mevâkıf gibi bâzı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahî talebelerine ilim tahsîlini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nûr ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselâmın dînini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının pâ- dişâhlarını, vâli, kumandan, âlim ve hâkimlerini, çok tesirli mektupları ile, dîne, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok âlim ve velî yetiştiriyordu. Al- lahü teâlâ ona öyle mânevi ilimler ihsân etmişti ki hocası Bâkî-billah da bu yeni ilimlere kavuşmak için huzûruna gelir, hürmetle otururdu. Hattâ bir gün geldiği zaman, İmâm-ı Rabbânî´yi kalbi ile meşgûl görüp, odaya girmedi, hizmetçiye de haber verip; "Rahatsız etme!" dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra İmâm-ı Rabbânî hazretleri kalkıp; "Kapıda kim var?" deyince üstâdı; "Fakîr Muhammed Bâki." dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, edep ve tevâzu ile karşıladı.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir müddet Serhend´de talebe yetiştirmek- le meşgûl olup, insanlara doğru yolu anlattıktan sonra, hocası Muham- med Bâkî-billah´ı ziyâret için Delhi´ye gitti. Bir müddet hizmetinde kaldı ve hocası ile çok hoş sohbetleri oldu. Hâllerini bulunduklarından daha yukarıya götürdüler. Bütün bu lütufları ile çok yüksek hâllere, fazîletlere kavuşmasına rağmen, hocası Muhammed Bâkî-billah´a yapılması müm- kün olmayan bir edeble davranıyordu. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: "Hâce Hüsâmeddîn Ahmed´den işittim. Hocam İmâm-ı Rab- bânî´yi medhedip övdükten sonra; "Mertebesi yüksek, fazîleti çok olmak- la berâber, edebe riâyette, hocamız Muhammed Bâkî-billah´ın talebe- lerinden hiçbiri, İmâm-ı Rabbânî hazretleri gibi değildi. Bunun için bere- ketler herkesten önce ona nasîb oldu." buyurdu.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri şöyle buyurmuştur. "Biz dört kişi, hocamız Muhammed Bâkî-billah´a hizmette diğerlerinden ilerdeydik. Hepimizin ayrı bir bağlılığı, ayrı bir düşüncesi vardı. Bu fakîr yakînen biliyorum ki, böyle bir sohbet ve cem´iyyet, terbiye ve irşâd kaynağı, Peygamber efendimizin zamânından sonra dünyâda çok az görülmüştür. Gerçi insanların en hayırlısı olan Resûlullah efendimiz zamânında bulunamadık, sohbetine kavuşamadık ama, Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin saâ­detli sohbetinden de mahrûm kalmadık. Bunun için bu büyük nîmetin şükrünü yerine getirmek lâzımdır. Onun huzûrunda herkes kendi bağlılığına, muhabbetine göre bir şeylere kavuştu."

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, hocası Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin ikinci defâ huzûruna gidip bir müddet kaldıktan sonra, tekrar memleketine döndü. Bir müddet daha tâliblere, isteklilere feyz vermekle meşgûl oldu. Bu sırada pek yüksek derecelere kavuştu. Bu hâllerini hocasına mektuplar yazarak bildirdi. Bundan sonra üçüncü defâ hocasını ziyârete gitti. Bu ziyâretinden sonra Delhi´den Serhend´e dönüp birkaç gün kaldı ve Lâhor´a gitti. Lâhor şehrinde herkes, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin teşrîfini büyük bir ganîmet bildi. Talebelerinin en meşhûrlarından olan; Mevlânâ Muhammed Tâhir, Hâce Muhammed, Mevlânâ Esgar Ahmed ve Mevlânâ Ravh Hüseyin gibi zâtlar bu sırada talebesi olup, sohbetinde pişip yüksek derecelere kavuştular. İmâm-ı Rabbânî hazretleri Lâhor´da bulunduğu sırada, oranın meşhûr âlimleri kendisine çok hürmet ve edep gösterdiler. Nice bilinmeyen ve çözülmesi zor meseleleri ondan sorup doyurucu cevaplar aldılar.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Lâhor´daki sohbetleri devâm ederken, hocası Muhammed Bâkî-billah´ın vefât haberi geldi. Kalblerdeki huzûr ve ferahlığın yerini, elem ve keder aldı. Bu haber üzerine, hemen Delhi´ye gidip mübârek mezarlarını ziyâret etti. Oğullarına ve talebelerinin büyüklerine tâziyede bulundu. Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin talebeleri, üzüntülerini ve kalblerindeki elemi, onun terbiyelerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle gidermek için, huzûrlarına gelip, Muhammed Bâkî-billah´a gösterdikleri gibi, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine de; muhabbet, hürmet ve teslimiyet gösterdiler. Küçük büyük hepsi onu kabûl edip bağ- landılar.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, hocası Muhammed Bâkî-billah´ın her se- ne, vefât ettiği ay olan Cemâzil-âhir ayında Serhend´den hocasının nûrlu kabrini ziyârete gider ve tekrar Serhend´e dönerdi. İki üç defâ da Akra´yı teşrif etti. Bundan başka Serhend´den ayrılıp başka bir yere gitmedi. An- cak, hayâtının sonuna doğru, zamânın sultânının ısrârı üzerine, iki-üç sene kadar bâzı beldelerde askerlerin arasında bulundu. Bunda da bir- çok hikmetler vardı. O yerlerin halkı bu vesîle ile onun sohbetlerinde bu- lundular. Bereketli nazar ve teveccühlerine kavuşup, nasîblerini aldılar.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Serhend´e döndükten sonra, Kâdirî tarîkatının büyüklerinden olan Şâh Kemâl Kâdirî´nin rûhâniyetinden de icâzet almakla şereflendi. Bu icâzeti şöyle olmuştur: Bir sabah İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebeleri ile murâkabe hâlinde iken, Şâh Kemâl´in torunu ve onun bütün kemâlâtının vekîli olan Şâh İskender, Kehtel´den gelip, Şâh Kemâl´in bereketli hırkasını İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mübârek omuzuna koydu. İmâm-ı Rabbânî gözlerini açınca, Şâh İskender´i gördü. Tam bir tevâzu ile boyunlarına sarıldı. Şâh şöyle dedi: "Birkaç zamandır, hâl ve rüyâmda dedem Şâh Kemâl´i görüyorum. Bana, hırkasını size vermemi emrediyordu. Fakat, onların bu bereketli hırkasını evden çıkarıp, bir başkasına vermek bana çok ağır geliyordu. Ama tekrar tekrar emredince, emirlerine uymak lâzım oldu." İmâm-ı Rabbânî, o hırkayı giyip husûsî odasına gitti. Bir müddet sonra odasından çıkınca, en yakın sırdaşlarına, mahremlerine şöyle söyledi: "Hazret-i Şâh Kemâl´in hırkasını giydikten sonra, şaşılacak çok garip hâl zâhir oldu. Şöyle ki, hırkayı giydiğim zaman, insanların ve cinlerin seyyidi Abdülkâdir-i Geylânî´yi, hazret-i Şâh Kemâl´e kadar devâm eden bütün halîfeleriyle yanımda gördüm. Hazret-i Gavs-i Rabbânî Abdülkâdir-i Geylânî kalbimi kendi tasarruflarına aldı ve husûsî nisbetlerinin ve yollarının nûrları ve esrârı beni kapladı. Bense, o hâllerin ve nûrların denizine gömülüp o denizin dalgıcı oldum. Bir müddet bu hâlde kaldım. O hâllerin beni kapladığı zamanda kalbime; "Beni Ahrâriyye büyükleri terbiye ettiler ve işimin esâsı bu büyüklerin yolunda olmaktır, şimdi başka oluyor." diye geldi. Böyle düşünürken, Ahrâriyye yolunun büyüklerinin, hâce-i cihan Hâce Abdülhâlık-ı Goncdüvanî´den hocam Hâce Bâkî-billah´a kadar bütün halîfelerinin geldiğini gördüm. Benim işim ve icrâatım hakkında konuşmaya başladılar. Ahrâriyye büyükleri; "Bunu biz terbiye ettik. Bizim terbiyemizle zevke, hâle ve kemâle erişti. Siz ona ne hakla karışabilirsiniz?" dediler. Kâdirî büyükleri (Rahimehümüllah) da; "Daha çocukluğunda bizim ona teveccühümüz vardır. Bizim nîmet soframızdan tad almıştır. Şimdi de bizim hırkamızı giymektedir." dediler.

Onlar böyle konuşurken Kübreviyye, Çeştiyye yollarından da birer cemâat geldi. Böylece anlaşmaya vardılar, bundan sonra bu iki şerefli nisbetten de kalbimde, büyük pay, tam bir şevk buldum." İmâm-ı Rabbânî hazretleri tasavvufda, bu yolların hepsinde talebe yetiştirip feyz verdi.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, benzeri az yetişen, müstesnâ bir İslâm â- limi ve büyük bir mürşid-i kâmildir. Peygamber efendimizin vefâtından bin sene sonra da İslâm düşmanları dîne, îmâna insafsızca saldırmışlardı. Allahü teâlâ kullarına acıyarak, İmâm-ı Rabbânî gibi bir müceddîd yarattı. Ona derin ilimler ihsân eyledi. Onun vâsıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı bâtıldan ayırıp, çok kalblerden bâtılı kaldırdı. Bu yüce İmâm´ın mektup ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyâya ışık saldı. Yâni Allahü teâlâ onu, Peygamber efendi- mizden bin sene sonra, dîn-i İslâmı yenilemek ve kuvvetlendirmek için göndermişti.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dîne yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri, sağlam, iknâ edici delîllerle sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehl-i sünnet îtikâdının ve doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid´atlerin kalktığını gören bâzı sapık kimseler, ona cephe aldılar hased ve iftirâ etmeye başladılar.

Bunun için bâzı kimselerin cefâ oklarına, eziyet ve iftirâlarına hedef oldu. Nice âlimlerin, fâdılların, kâmillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, etrâfına ve hizmetine koşuşmaları ise, hasedlerini daha da artırdı. İmâm´ı tehlikeye düşürmek için, hîlelere başladılar. Meselâ, Cüneyd-i Bağdâdî, Bâyezîd-i Bistâmî gibi büyük meşâyihi aşağı görüyor diyerek, câhil tabakayı aldattılar. Yüksek meşâyihin bildirdiği vahdet-i vücûdu inkâr ediyor, diyerek, görüşü kısa kimseleri İmâm´dan soğutmaya başladılar. Onu sevenlere de; "Meşâyih-i izâmı inkâr ediyor, Allahü teâlânın mârifetine vâsıtasız olarak kavuştum diyor." dediler. Çeşit çeşit iftirâlarda bulundular.

O zamânın sultânı Selim Cihangir Hânın devlet adamları, hattâ büyük vezîri, baş müftîsi ve etrâfındakiler Ehl-i sünnet düşmanı idiler. Hâlbuki İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin birçok mektupları ve bilhassa ayrıca yazdığı Redd-i Revâfıd Risâlesi, Eshâb-ı kirâm düşmanlarını red etmekte, böylelerinin câhil, ahmak ve alçak olduklarını anlatmaktaydı. İmâm-ı Rabbânî bu risâlesini Buhârâ´da bulunan en büyük Özbek hânı Abdullah Hana yollamıştı. "Bunu İran´da, Şâh Abbâs-ı Safevî´ye gösterin! Kabûl ederse ne iyi, etmezse onunla harb câiz olur." demişti. Kabûl etmedi. Harb oldu. Abdullah Han, Herât´ı ve Horasan´daki şehirleri aldı. Buralarını daha evvel Safevîler almıştı. İşte bundan sonra, Hindistan´daki bozuk fırkalar, Eshâb-ı kirâm düşmanları elele verdiler. Sultâna gidip İmâm-ı Rabbânî hazretleri hakkında çeşitli iftirâlarda bulunarak şikâyet ettiler. Sultan, oğlu Şâh Cihân´ı gönderip, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini, evlâdlarını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp, hepsini öldürmeğe karar verdi. Bunun üzerine Şâh Cihân, bir müftî ile yanına gitti. Sultâna secde câiz olduğunu gösteren bir fetvâyı da götürdü. İmâm-ı Rabbânî´nin üstünlüğünü biliyordu. "Babama secde edersen seni kurtarabilirim." deyince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu fetvânın zarûret zamânında izin olduğunu, azîmet ve din bütünlüğünün secde etmemek olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi ve secde etmeği kabûl etmedi. Çocuklarını ve talebelerini bırakıp sultâna yalnız gitti. Ken­disine yapılan iftirâlara karşı sultâna güzel ve doyurucu cevaplar verdi. Sultan yüksek hakîkatleri anlıyabilecek birisi olmadığı hâlde, neşelendi ve serbest bırakıp özür diledi. Hattâ, sultâna kendisine yapılan iftirâların asılsız olduğunu açık delîllerle anlatırken, orada bulunan ateşe tapıcı Hindûların büyük bir kumandanı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek müslüman oldu.

Sultânın iknâ olduğunu gören iftirâcı sapıklar; "Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün memlekette yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir." diyerek, uzun konuşmalardan sonra sultânı aldattılar. Sultan, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, memleketin en sağlam ve korkunç kalesi olan Guwalyar Kalesi´ne hapsedilmesini emretti ve hapsedildi. Bu hâdiseye çok üzülen talebeleri sultânâ isyân etmek istediler. Bunu yapabilecek güçte idiler. Fakat İmâm-ı Rabbânî hazretleri onları rüyâlarında ve uyanık iken bundan men etti. Sultâna hayır duâ etmelerini emredip; "Sultânı incitmek bütün insanlara zarar verir." buyurdu. Kendisi de sultâna hep hayır duâ ediyordu. Sultânın vezîri, koyu bir muhâlif olduğundan, zindanda, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin başına kardeşini tâyin etmiş ve çok şiddetli davranmasını emretmişti. Bu görevli ise ondan çeşitli kerâmetler, üzülmek yerine heybet, sabır ve hattâ neşe görerek tövbe etti. Bozuk îtikâdını terkedip Ehl-i sünneti seçti ve hâlis talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan binlerce kâfir, onun bereketi ve sohbetleri ile müslüman olmakla şereflendi. Birçok günahkâr tövbe etti. Hattâ bâzıları yüksek âlim oldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri hapiste üç sene kaldıktan sonra, sultan yaptığına pişmân oldu. Hapisten çıkarıp ikrâm ve ihsân eyledi. Hattâ hâlis talebesinden ve sâdık dostlarından oldu. Bir müddet, asker arasında kalmasını istedi. Sonra serbest bırakıp, hürmetle vatanına gönderdi. Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra, evvelce bulundukları hâllerin ve makâmların binlerce üstünde derecelere yükselmiş olarak memleketine döndü. İmâm-ı Rabbânî hazretleri önceleri; "Yetiştiğim derecelerin üstünde, daha çok makâmlar vardır. Onlara yükselmek celâl sıfatı ile, sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar cemal sıfatı ile okşanarak terbiye edildim." buyurmuştu. Talebesinden bir kısmına; "Elli ile altmış arasında üzerime dertler, belâlar yağacak." buyurmuştu. Buyurduğu gibi oldu. O makâmlara da yükselmek nasîb oldu.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hapsettiren Selim Cihangîr Hanın oğlu Şâh Cihân, pâdişâh olmak için babasına karşı geldi. Askeri çok ve babası tarafındaki kumandanların çoğu kalbden kendisine bağlı olduğu hâlde zafer kazanamadı. O zamânın velîlerinden birine hâlini anlatıp duâ istedi. O velî dedi ki: "Senin zafer kazanman için vaktin dört kutbunun sana duâ etmesi lâzımdır. Bunlardan üçü seninle berâber ise de, en bü­yükleri olan dördüncüsü bu işe râzı değildir. O da İmâm-ı Rabbânî Mü- ceddîd-i elf-i sânî hazretleridir. Şâh Cihân, İmâm´ın huzûruna gelip duâ etmesi için yalvardı. Fakat, İmâm-ı Rabbânî onun babasına karşı gelme- sine mâni olup nasîhat etti. "Babana git, elini öp, gönlünü al, yakında vefât edecek, saltanat sana kalacaktır." diye müjde verdi. Şâh Cihân emirlerini dinleyip arzûsundan vazgeçti. Bir zaman sonra H.1037 de babası vefât edince saltanata kavuştu.

Müslümanların zayıf düştüğü, küfrün, sapıklığın, zulmetin, felsefecilerin ve sapık kimselerin her tarafı kapladığı bir zamanda, binlerce kâfir, çok sayıda fâsık ve fâcir onun güzel hâllerini görüp, sohbetini işitip tövbe ederek sâlih müslüman oldu. Uzaktan yakından pek çok kimse, rüyâda ve uyanık iken onu görerek yanına koşmuş, huzûruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardır. Âlim, sâlih, genç, ihtiyâr binlerce kimse onu görüp, sohbetinde bulununca, feyz alarak kalbleri zikreder olmuştur. Huzûrundaki pek çok talebeyi hâllere, yüksek derecelere kavuşturmuştur. Her an kerâmetleri görülür feyz ve bereket yayardı. Kerâmetlerinin altı binden fazla olduğu bildirilmiştir.

Zamânının âlimleri, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine "Sıla" ismi ile hitâb ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü, o, tasavvufun İslâmiyetten ayrı bir şey olmadığını İslâmiyete uygun bir şey olduğunu isbat ederek, ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu vasl etmiş, birleştirmiştir. Bir hadîs-i şerîfte; "Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefâati ile çok kimseler Cennet´e girer." buyrularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Süyûtî´nin Cem´ül-Cevâmi kitabında vardır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir mektubunda; "Beni iki deryâ arasında "Sıla" yapan Allahü teâlâya hamd olsun." diye duâ etmiştir. Eshâbı, talebeleri ve sevenleri arasında "Sıla" ismiyle meşhûr olmuştur. Hadîs-i şerîfte müjdelenen "Sıla" ismini ondan evvel hiç kimse almamıştır.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Müceddîd-i elf-i sânîdir. Yâni hicrî ikinci binin müceddididir. Eski ümmetler zamânında, her bin senede yeni din getiren bir resûl gönderilirdi, yeni din öncekini değiştirip, bâzı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede de bir Nebî gelir, din sâhibi peygamberin dînini değiştirmez, kuvvetlendirirdi. Hadîs-i şerîfde, bu ümmete ise, her yüz yıl başında İslâm dînini kuvvetlendiren bir âlim geleceği haber verilmek­tedir. Peygamber efendimizden sonra peygamber gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslâm dînini her bakımdan ihyâ edecek, dîne sokulan bid´atleri temizleyip, asr-ı seâdetteki temiz hâline getirecek, zâhirî ve bâtınî ilimlerde tam vâris, âlim ve ârif bir zâtın olması lâzımdı. Hadîs-i şerîfler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti İmâm-ı Rabbânî hazretleri yapmıştır.

Bütün İslâm âlimleri, bu zâtın İmâm-ı Rabbânî hazretleri olduğunda ittifâk etmişlerdir. Peygamberimizden tam bin sene sonra ilim ve irşâd kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihânı Resûlullah´ın nûrları ile aydınlattı. Bid´atleri temizleyip İslâm dînini ihyâ etti. Onun zamânında Hindistan´da ve hattâ bütün İslâm âleminde baş gösteren sapık fikirler, bozuk inanışlar yayılmaya başlayıp, büyük fitneler çıkmıştı. Ayrıca tasavvufta vahdet-i vücûdu anlatan sözler, müslümanlar arasında çeşit çeşit şekillere sokuldu. Bu yüksek ve kıymetli bilgi anlaşılamadı. Birçok câhil, büyüklerin sözlerinin mânâlarını anlamayarak zamanla dinden çıktı. İslâmiyete karşı olanlar da bunu fırsat bilip, müslümanları doğru yoldan ayırmak için çalıştılar. Böylece tasavvuf bilgileri ile İslâmiyetin hükümleri arasında ayrılık ve çatışma varmış gibi, ikisi birbirinden ayrıymış gibi gösterilerek, müslü- manlar çeşitli isimler altında birbirlerinden ayrılmaya ve birbirlerine düş- man edilmeye çalışıldı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri başta vahdet-i vücûd bilgileri olmak üzere, yanlış anlaşılan daha birçok meseleyi gâyet açık bir şekilde îzâh ederek, insanların zihinlerini ve kalblerini, yanlış ve bozuk inanışlardan, bid´atlerden temizledi. Hakkı batıldan ayırıp, Peygambe- rimizin hak ve doğru yol olduğunu haber verdiği Ehl-i sünnet îtikâdını her yere yaydı. Genç-ihtiyâr herkes ve birçok âlim onun etrâfında toplandı. Kendisine ilk defâ (Müceddîd-i elf-i sânî) ismini veren, zamânının en bü- yük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyalkûtî´dir. O zamânın diğer büyük âlim- leri de onu medhedip övmüşlerdir.

Hâce Muhammed Bâkî-billah´ın talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek âlimlerden olan Seyyid Mîr Muhammed Numân diyor ki: "İmâm-ı Rabbânî´ye tâbi olmağı hocam bana söyleyince, buna lüzum olmadığını anlatmak için; "Kalbimin aynası ancak sizin parlak kalbinizin nûruna kar- şı duruyor." dedim. Hocam sert bir sesle; "Sen, Ahmed´i ne sanıyorsun? Onun, güneş olan nûru, bizler gibi binlerce yıldızı örtmektedir." bu­yurdu.

Belh şehrinde bulunan Mîr Muhammed Mü´min Kübrevî, talebesinden birini, İmâm-ı Rabbânî´nin huzûruna gönderdi. İmâm-ı Rabbânî´nin huzûruna varınca; üstâdından, Seyyid Mîrekşâh´ dan, Hasan-ı Kubâdânî ve Kâdı´l-kudât Tulek´den selâm getirdi ve; "Üstâdım Mîr Muhammed Mü´ min buyurdu ki: "İhtiyârlığım mâni olmasaydı ve yerim yakın olsaydı, gidip dersinden istifâde eder, ölünceye kadar hizmetçilik ederdim. Kimseye nasîb olmıyan nûrları ile kalbimi aydınlatmağa çalışırdım. Bedenim uzakta, gönlüm ise, onunla oradadır. Bu fakîri, huzûrunda bulunan temiz talebesi gibi kabûl buyurmasını ve mukaddes nûrlarından rûhuma ışık salmasını yalvarırım ve benim için de mübârek elini öp!" dedi." deyip, İmâmın bir daha elini öptü. Vedâ edip ayrılırken de; "Belh şehrindeki a- zîzler, kendilerine, yüksek hakîkatleri bildiren mektuplarınızdan gönder- menizi istirhâm ettiler." dedi. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî bir mektup yazıp, diğer birkaç mektupla berâber verdi.

İsmâil Hakkı Bursevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Anadolu´- da yetişen büyük velîlerden olup, babası Mustafa Efendi, aslen İstanbul- ludur. İsmâil Hakkı Bursevî, H.1063 de Aydos´ta doğdu.

İsmâil Hakkı Efendi üç yaşına girince, babası onu Celvetiyye yolunun büyüklerinden Atpazarlı Osman Fadlî Efendiye götürdü. Seyyid Osman Fadlî Efendi, elini öpen İsmâil Hakkı´ya; "Sen doğumundan beri, bizim hâlis talebemizsin." dedi. Yedi yaşında annesini kaybeden İsmâil Hakkı, on yaşına gelince, Osman Fadlî Efendinin Edirne´de bulunan ilk halîfesi Abdülbâkî Efendinin terbiyesi altına girdi. Abdülbâkî Efendinin yanında yedi sene kalan İsmâil Hakkı Efendi, ondan; sarf, nahiv, mantık, beyân, fıkıh, kelâm, tefsîr ve hadîs dersleri aldı. Fıkıhta Mültekâ, kelâmda Şerhi Akâid adlı eserleri okudu. Okuduğu bütün eserleri kendi el yazısı ile yazdı.

İsmâil Hakkı Efendi, H.1085 senesinde, zamânın büyük âlimi Osman Fadlî´den ilim öğrenmek için, hocası Abdülbâkî Efendinin yazdığı bir mektubu alarak İstanbul´a gitti. Osman Fadlî Efendi ile Atpazarı´nda bulunan Kul Câmiinde buluştu. Osman Fadlî, onu eskiden tanıdığından hemen kabûl etti. İsmâil Hakkı Efendi bir müddet hocasına hizmet etti ve Allahü teâlânın zikri ile meşgûl oldu. Birgün hocası Osman Fadlî, onu ya- nına çağırarak; "Senin istidâdın gelmiş." dedi. Sonra Besmele çekip, Fâ- tiha-i şerîfeyi okudu ve üzerine üfledi. "Seni Bursa´ya halîfe yaptım." buyurdu.

Kabûlî Mustafa Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Edirne velîlerinden ve Rufâî tarîkatı büyüklerinden olup H.1124 de Edirne´de vefât etti.. Edirne´de mahkeme başkâtibi olarak vazîfe yapmaktaydı. Devamlı velîlerin hayatlarını ve menkıbelerini okumakta ve hep onlar gibi olmaya gayret etmekteydi. Gönlü Allahü teâlânın sevgisi ile yanar, gece-gündüz ibâdetlerinde; "Yâ Rabbî! Beni evliyâdan eyle, senin velî kullarından olayım. Hiç olmazsa onlar gibi olayım." diye duâ ve niyâzda bulunurdu.

Edirne´de Eski Câmi adı ile anılan bir câmi, şehrin müslümanların eline geçtikten sonra yapılan ilk mâbedi olarak bilinirdi. Bu îtibârla halkın nazarında özel bir yeri bulunuyordu. Bu sebeple Mustafa Efendi de namazlarını mümkün olduğu ölçüde Eski Câmide kılmaya gayret eder ve vâz dinlerdi. Bir gün öğle namazında yine Eski Câmiye gelince câminin hınca hınç dolu olduğunu gördü. Halk o güne kadar hiç görmediği bir zâtı dinler gibiydi. Mustafa Efendi içeri girip arka sırada güçlükle oturduğu esnâda vâiz efendi konuyu değiştirerek; "Allahü teâlânın velî bir kulu olmayı arzu eden bâzı insanlar vardır. Böyleleri, her hal ve hareketinde Allahü teâlâyı râzı ederse velîlerden olur." demiş ve tekrar konusuna devâm edince, bu sözler Mustafa Efendiye tesir etti. Vazîfesinden istifâ ederek bir daha da hiç görmediği o vâizin kendine çizdiği yolda yürümeye başladı. Kendisini büsbütün doğruluğa ve ilme adadı ve mahlûkâtın hizmetine koştu.

Nerede bir yoksul görse maddî-mânevî yardımda bulunurdu. Yabâni ağaçları aşılardı. Yaralı ve sakat hayvanlara bakıp, yaralarını sarardı. Kimsesizlerin işlerini görmelerine yardım ederdi. Yaptığı işlere karşılık ücret almazdı. Her ânını Allahü teâlânın rızâsı için geçirirdi.

Mustafa Kabûlî Efendi, zaman zaman değişik bir kıyâfetle geceleri şehri dolaşmaya çıkardı. İçki içip sarhoş olmuş kimseleri görünce onlara bu halden kurtulmak isteyip istemediklerini sorardı. Bunlardan pekçoğu yaptıkları işin yanlışlığını söyleyip keşke kurtulabilsek diye dert yanarlar- dı. O zaman Kabûlî Efendi; "Yarın Selîmiye Câmii yanındaki dergâha gi- din. Orada bir şeyh efendi var. Size iş bulur, yardımcı olur. Bu halden kurtulursunuz." derdi.

Ertesi gün bunlardan bâzıları türlü düşünceler içinde huzûra girerlerken isimleriyle çağıran bir velînin tesirli sözleriyle kendilerinden geçerlerdi. Her türlü kötülüğün bitip yeni bir hayâtın başladığına inanarak tövbe eder, gözyaşı dökerlerdi.

Daha evvelden bu gibi durumlar karşısında ne yapacağını plânlayan Kabûlî hazretleri sermâye sâhipleriyle görüşür, bu insanların her birine uygun bir iş yeri açılırdı. Böylece insanların kurtuluşuna vesîle olurdu. Mustafa Kabûlî hazretlerinin dergâhı bu şekilde kötü yoldan çekilen kimselerle dolup taşardı.

Kâdı Muhammed Zâhid (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Türkistan´da yetişen büyük velîlerden olup, İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak saâdete kavuşmaları için çalışan ve kendilerine Silsi- le-i aliyye adı verilen büyük âlim ve velîlerin on dokuzuncusudur. İsmi, Muhammed bin Burhâneddîn´dir. Annesi Silsile-i aliyye büyüklerinden Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin kızıdır. H.936 da Semerkand´a bağlı Hisar´ın Vahş köyünde vefât etti. Kabri oradadır.

Asîl ve ilim ehli bir âileye mensûb olan Muhammed Zâhid, küçük yaştan îtibâren ilim öğrendi. Temel dînî bilgileri öğrendikten sonra tasavvufa yöneldi. Nefsini ıslah edebilmek için çok gayretler sarf etti. Nefsin istediklerini yapmamak, istemediklerini yapmak sûretiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalıştı. 1478 veya 1480 senesinde büyük velî Ubeydul- lah-ı Ahrâr hazretlerine talebe oldu.

Muhammed Zâhid, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin hizmetine girdi. On iki sene müddetle onun kalplere şifâ olan sohbetlerinde bulunup, velîlik derecelerinde yükseldi. Hocası Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin torunu olan Muhammed Zâhid´e daha çok îtinâ ve iltifât gösteren Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onu tam olarak yetiştirdi. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak husûsunda hilâfet verdi. İlimdeki yüksek derecesi sebebiyle Kâdı, dünyâdan yüz çevirmesi sebebiyle Zâhid lakaplarıyla anılan Muhammed Zâhid hazretleri, asrındaki âlimlerin en büyüklerinden ve evliyânın yükseklerindendi. Tasavvuf ilminde ve hallerinde mütehassıs ve ilâhî sırların gizliliklerine vâkıftı.

Hindistan´da yetişen büyük velîlerden Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) devamlı ibâdet eder, bir ân Allahü teâ- lâdan gâfil olmazdı. Devamlı namaz kılardı. Her gece, Resûlullah efen- dimize üç bin salevât-ı şerîfe okurdu. Zamânın sultânı dâhil, birçok kim- se, kendisine her türlü maddî imkânı sağlamak için sâdece bir işâretini bekledikleri hâlde, Hâce hazretleri fakirlik içinde yaşamayı tercih ederdi. Bir şey veren olursa, onunla iktifâ ederlerdi. Zor durumda kalınca, hanı- mı, komşuları olan bakkalın hanımından borç ister, bununla yiyecek bir- şeyler alırdı.

Bir gün bakkalın hanımı, Hâce hazretlerinin hanımına; "Eğer ben sana borç vermeyecek olsam, sen ve evinizde bulunanlar açlıktan ölürsünüz." diyerek övündü. Başka bâzı kadınlardan da buna benzer sözler işiten mübârek hâtun dayanamayıp, durumu Hâce hazretlerine arz etti. O da üzüldü. Kendi hâllerine değil, insanların dünyâlık için bir müslüman kardeşini nasıl üzebildiğine ve olmadık sözleri nasıl söyleyebildiklerine üzülüyordu. Hanımına, başkalarından birşey istememesini, yiyecek bir şeye ihtiyâcı olunca, (odanın bir köşesini işâret ederek) Besmele-i şerîfe söyleyerek oraya gitmesini, orada ihtiyâcı kadar (elma, armut kurusu) bulacağını, onu alarak açlıklarını gidermelerini emretti. Hanımı; "Peki efendim." diyerek bildirilen şekilde yaptı. Kendisini komşu kadınlarına mahcûb olmaktan kurtardığı için Allahü teâlâya şükrediyor, buna sebeb olan efendisine de çok teşekkür ediyordu. Hâce hazretlerinin isminde bulunan "kakî" ilâvesi, bu hâdiseye nisbetle söylenmiştir.

Hâce Kutbüddîn, çok cömert ve eli açık bir zâttı. Kendisini tanıyan ve seven varlıklı kimseler tarafından dergâhına gönderilen yiyecek ve giyecek gibi ihtiyaç maddelerini, ihtiyâcı olanlara dağıtırdı. Kendisi bol bol kullanmak imkânına sâhib olduğu hâlde, sıkıntı ve fakirlik içinde yaşamayı sever, başkalarını kendisine tercih ederdi. Gelenlere ikrâm ve ihsânda bulunmaya o kadar ehemmiyet verirdi ki, mutfakta hiçbir şey bu­lunmadığı zamanlar, ziyârete gelenlere hiç olmazsa su dağıtılmasını hizmetçilere emrederdi. İsteseydi fevkalâde bolluk ve gösteriş ile yaşardı. Fakat böyle fakir olmak, kendisine daha çok sevimliydi ve bu sıkıntılara sabretmek, mânevî nîmetlerin gelmesine, bu yolda yükselmeye vesîle oluyordu. Hâce hazretleri de fakr (yokluk) ve sıkıntı yolunu tercih ediyor, diğer taraftan mânevî olarak daha çok şeyler kazanıyordu. Kanâat ediyor, hâlinden aslâ şikâyetçi olmuyordu.

Hâce Kutbüddîn, bütün güzel huyları kendisinde toplamıştı. Allahü teâlânın takdîrine teslim olmakta ve sabırlı olmakta da son dereceydi. Birgün kendisi bulunmadığı bir sırada, küçük çocuğu vefât etti. Cenâzesi defnedildikten sonra geldi. Hanımı, evlâd acısıyla ağlayıp, sızlanıyordu. Hâce Kutbüddîn bunun sebebini sordu. Küçük çocuğunun vefât ettiğini bildirdiler. "İnnâ lillâh..." okudu ve; "Hepimiz, Allahü teâlâın irâdesine, rızâsına, râzı ve teslim olmalıyız." diyerek hanımını teselli etti.

Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh) Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Mâlikî Mezhebinin kurucusu olup, Medîne-i münevverede yaşayan âlim ve velîlerdendir. Medîne-i münevverede H.90 da doğdu. H.179 da vefât etti.

Tebe-i tâbiînden olan Mâlik bin Enes, ilimle ve hadîs-i şerîf rivâyetiyle meşgûl olan bir âilede ve çevrede yetişti. Dedesi Mâlik, babası Enes, amcası Süheyl hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Sevgili Peygamberimizin yaşadığı ve İslâm dîninin hükümlerinin vâz edildiği zamânın en önemli ilim merkezlerinden olan Medîne-i münevverede hayat sürdü.

Böyle bir çevrede dünyâya gelen Mâlik bin Enes, küçük yaşta Kur´â- n-ı kerîmi ezberledi. Kendi isteği ve bilhassa annesinin teşvikiyle ilim öğrenmeye başladı. Annesi en güzel elbiselerini giydirerek, sarığını sarıp; "Şimdi git, oku yaz." dedi. Oğlunu zamânın en meşhûr âlimi Râbiat-ür-Rey´in huzûruna götürdü. Râbia bin Abdurrahmân´ın derslerine devâm eden Mâlik bin Enes genç yaşta fıkıh ilmini öğrendi. Sonra Abdurrahmân bin Hürmüz´ün derslerine devâm edip, ondan çok istifâde etti. Büyük bir hayranlık ve muhabbet duyduğu hocası hakkında; "İbn-i Hürmüz´ün derslerine on üç sene devâm ettim. Ondan nice ilimler öğrendim. Bunların bir kısmını hiç kimseye söylemiyorum. O, bid´at ehlini red bakımından ve insanların ihtilâf ettikleri şeyler husûsunda onların en bilgilisiydi." derdi.

İlim öğrenmek husûsunda her fedâkârlığa katlanan Mâlik bin Enes, tahsil uğruna evini dahi satmıştır. Kendisi şöyle demiştir: "Öğle vakti hazret-i Ömer´in oğlu Abdullah´ın âzâtlısı olan Nâfi´ye gider ve kapısında beklerdim. Nâfi, hazret-i Ömer´den nakledilen ilimleri ve onun oğlu Abdullah´ın ilmini biliyordu. Güneşten ve şiddetli sıcaktan korunmak için hiçbir gölge bulamazdım. Nâfi´, dışarı çıkınca edeple selâm verirdim ve onu kırmadan arkasından içeri girip; "Abdullah bin Ömer şu meselelerde ne buyurmuştur?" diye sorardım. O da suâllerimi cevaplandırırdı..."

İmâm-ı Mâlik, Ehl-i beytten Câfer-i Sâdık hazretlerinden de ilim almış, onun sohbetinde bulunmuştur. Bu hususta kendisi şöyle anlatır: "Câfer bin Muhammed´e giderdim. O çok yumuşak huylu ve güler yüzlü idi. Yanında Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem anılınca yüzü sararırdı. Meclisine uzun zaman devâm ettim. Her görüşümde ya namaz kı- larya oruçlu olur veya Kur´ân-ı kerîm okurdu. Abdestsiz hadîs-i şerîf rivâ- yet etmezdi. Mânâsız sözleri hiç ağzına almazdı. Haram ve şüpheliler- den sakınan, dünyâya düşkün olmayan, çok ibâdet eden âlimlerdendi. Yanına geldiğim zaman yaslandığı yastığını alır, mutlaka bana ikrâm ederdi."

Mâlik bin Enes, bir gün hocası Ebü´z-Zinâd´a hadîs rivâyet ederken rastlamış ve halkasına katılmamıştır. Daha sonra hocası bizim halkamı- za niçin oturmadın? diye sorunca da; "Yer dardı, oturamadım. Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem hadîsini ayakta dinlemek, edep- sizlik olur diye ayakta dinlemek istemedim." cevâbını verdi.

İlim ve fazîlette yüksek derece sâhibi olan İmâm-ı Mâlik bin Enes hazretleri insanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını öğretti. Dokuz yüz âlimle sohbet etti. Yüz bin hadîs-i şerîfi yazdı. On yedi yaşındayken ders vermeye başladı. Onun dersinde bulunanlar hocalarının derslerinde bulunanlardan daha çoktu.

İnsanlar, hadîs ve fıkıh öğrenmek için onun kapısında toplanırlardı. Kapıcı tutmak zorunda kaldı. Önce talebelerine, sonra halktan herkese izin verir, içeri girerlerdi. Halâya üç günde bir giderdi. "Halâda çok bulunmaktan hayâ ediyorum." derdi.

Muvattâ kitabını yazınca, kendi ihlâsından şüphe etti. Kitabı suya koydu. "Eğer ıslanırsa, bu kitap bana lâzım değildir." dedi. Hiçbir yeri ıslanmadı.

İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri, Mâlik bin Ene- s´in sohbetinde bulunup ilminden çok istifâde etmişlerdir. Bunların İmâm-ı Mâlik´in talebesinden olması onun şeref ve üstünlüğüne en büyük vesi- kadır.

İmâm-ı Mâlik bin Enes hazretlerinin kendine has koyduğu usûle göre çıkardığı hükümlere rivâyet yolu veya Hicâz âlimlerinin yolu adı verildi. Bu yolun imâmı, İmâm-ı Mâlik´dir. Daha sonraki devirlerde onun ortaya koyduğu bu yola Mâlikî mezhebi denildi. Ehl-i sünnet îtikâdındaki müslü- manlardan, amellerini yâni ibâdet ve işlerini bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara Mâlikî denir.

İmâm-ı Mâlik bin Enes hazretleri; İnsanlara hayırlı ve güzel işler yap- malarını tavsiye ederdi. "Kendisine hayrı olmayan kimsenin başkasına hayrı olmaz. İnsan kendisi için hayır işlemez, kendisine iyilik yapmazsa, insanlar da ona hayır ve iyilik yapmaz." buyurarak, Peygamber efendimi- zin; "Kişinin mâlâyânîyi (faydasız şeyleri) terk etmesi, müslümanlığının güzelliğindendir." hadîs-i şerîfini rivâyet ederdi. İnsanların her sözünün kendisinin leh ve aleyhinde olduğunu bildirerek Peygamber efendimizin; "Bir kişi bir söz söyler de o sözden dolayı Cehennem ateşine düşeceği hatırına gelmez. Bir kimse de bir söz söyler, bu sözden dolayı Allahü teâlânın kendisini Cennet´e koyacağı aklına gelmez." hadîs-i şerîfini rivâyet ederdi.

Maz


Konu Başlığı: Ynt: Evliya Hayatından Sahifeler
Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Mart 2010, 02:57:40
Mazhar-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanları Hakk´a dâvet eden, doğru yolu göstererek hakîkî saâdete kavuşturan ve kendi- lerine "Silsile-i aliyye" denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarındandır. İsmi, Şemseddîn Habîbullah´tır. Babası Mirzâ Cân´dır. Onun ismine izâfeten Cân-ı Cânân denilmiştir. H.1111 veya 1113 de doğdu. 1195de şehîd e- dildi. Hazret-i Ali´nin neslinden olup, seyyiddir. Ceddi, ileri gelen devlet a- damlarından olup, Teymûriyye sultanlarına yakınlıkları vardı. Bütün de- deleri, mürüvvet, adâlet, şecâat, sehâvet (cömertlik) ve dîne son derece bağlı olmalarıyla tanınmış, beğenilen ve medhedilen bütün üstün vasıf- lara sâhib idiler. Ayrıca herbiri, devlet idâresinde mevkî ve makam sâhi- biydi. Babası Mirzâ Cân, mevkî ve makâmı terkedip, fakirliği ve kanâatı tercih etti. Servetini Allah için fakirlere dağıttı. Kızının nikâhı için ayırdığı yirmi beş bin rub´iyye mikdârındaki altını, bir dostunun şiddetli bir sıkıntı- da olduğunu işitince, tamâmen ona hediye etti. Babası, memleketinde, merhameti, üstün ahlâkı, insânî meziyetlerinin üstünlüğü ile tanınmış bir zâttı. Zamânın mürşid-i kâmillerinden olan Şâh Abdürrahmân Kâdirî´nin sohbetinde kemâle geldi.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, daha küçük yaşta iken alnında rüşd ve hidâyet nûru parlıyordu. Zekâ, fehm ve anlayışının parlaklığını gören firâset erbâbı, onun yüksek bir fıtrata, yaratılışa sâhib olduğunu söylerlerdi. Babası, onun terbiye ve tâliminde, ilim öğrenmesi husûsunda çok dikkat gösterdi. Daha küçük yaşta ilim, mârifet öğrenmeye ve çeşitli mahâretler kazanmağa başladı. Kıymetli ömrünü çocukluğundan îtibâren gâyet iyi değerlendirip, hebâ etmedi. İlim ve mârifeti yanında ayrıca çeşitli sanat ve mahâretleri öğrendi. Kendisi şöyle demiştir: "Çocukluğumda İbrâhim aleyhisselâmı rüyâmda görüp, çok iltifât ve ihsânlarına kavuştum. Yine çocukluğumda hazret-i Ebû Bekr´i ne zaman hatırlayıp ismini ansam, mübârek sûreti karşıma çıkardı. Rûhâniyetini gözümle görürdüm. Bana çok iltifâtta bulunurdu."

Yine şöyle anlatmıştır: "Çocukluğumda idi. Bir kimse babamla konuşuyordu. İmâm-ı Rabbanî hazretlerinden bahsettiler. Ben o anda İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin rûhâniyetini gördüm. Bana oradan kalkmam için işâret etti. Bu hâli babama söyleyince; "Anlaşıldı ki, sen onların yolundan istifâde edeceksin." dedi. Allahü teâlâ benim tînetime, sünnet-i seniyyeye ittibâ etme, uyma hasletini yerleştirmiş."

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin fıtratında, yaratılışında bir yükseklik, büyükler yolunda ilerlemeye büyük bir kâbiliyet, onları sevmek ve muhabbet gösterme husûsiyeti vardı. "Aşk ve muhabbet, benim tînetimin hamurunun mayasıdır." buyurdu. Zamânın meşhûr âlimlerinden onun hâlini görenler; "Bu çocuk, aşıkâne bir mîzâca sâhibdir." demişlerdir. Babası ona; "Senin dünyâya gelişin benim için çok mübârek oldu. Çünkü senin doğduğun sene, ben dünyâya âit bağlılıkları, dünyâya düşkün ol­mayı terkedip, kanâatı tercih ettim." demiştir.

Kendisi ilim tahsîlini şöyle anlatmıştır: "Fârisî lisanını ve diğer bâzı bilgileri babamdan, Kur´ân-ı kerîmi, tecvîd ve kırâat ilmini Kârî Abdürre- sûl´den, aklî ve naklî ilimleri de zamânımızın âlimlerinden öğrendim. Hâcı Muhammed Efdal´den, tefsîr ve hadîs ilmi öğrendim. On beş yaşında i- ken kendisinden ilim öğrendiğim hocam Hâcı Muhammed Efdal, bana bir takke hediye etmişti. Bunun bereketi ile zihnim iyice açıldı. Hiçbir şeyi okuyup öğrenmekte zorluk çekmedim. Tahsîlimi tamamladıktan sonra, bir müddet de talebelere ders verdim. On altı yaşında babam vefât etti. Vefât etmeden önce şöyle vasiyyet etti: "Bütün vaktini, kemâlâtı, olgun- lukları ve üstün dereceleri elde etmek için harca. Kıymetli ömrünü boş şeylerle geçirme." Babamın vasiyetine uyarak, ilim öğrenmeye ve öğ- rendiğim ilimle amel etmeye devâm ettim. Bir gece rüyâmda evliyâdan bir zâtı gördüm. Mezarından kalkıp yanıma geldi ve kendi külahını ba- şıma koydu." Bu rüyâdan sonra gönlümde makam ve mevkî arzusu hiç kalmadı. Tasavvufa yönelme arzusu iyice fazlalaştı. Bir defâsında rü- yâmda gaybdan bir ses; "Bizim seninle işimiz var. İnsanların hidâyete kavuşması ve onları hidâyete kavuşturacak yolun yayılması senin sebe- binle olacak!" dedi. Bu rüyâyı da görünce tasavvufa yönelip, bâtın nisbe- tini elde etmek arzum iyice kesinleşti. Bu maksadıma kavuşmak için Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî´nin huzûruna gittim. Mübârek yüzünü görünce mârifet sâhibi bir zât olduğunu anladım. Sünnet-i seniyyeye son derece bağlı, dînin emirlerine tam uyan, yüksek ahlâk sâhibi bir zât idi. Sohbeti kalbe safâ veriyor, cana can katıyordu. İyice anlaşılmıştı ki, ara- yanlar maksada onun huzûrunda kavuşuyor, ölmüş kalb onun huzûrun- da dirilip itminâna eriyor. Hakk´a kavuşmak orada müyes­ser oluyordu. Beni talebeliğe kabûl etmesini arzedince, istihâresiz talebe kabûl etme- diği hâlde beni derhal kabûl etti. Feyzleri o kadar bereketli ve tesirli idi ki, bir teveccüh ile talebesinin kalbi zikretmeye başlardı. Ona talebe olup feyzlerine kavuşunca gönlüm aydınlandı. Çok iltifâtına kavuştum.

Kısa zamanda Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin sohbetinde yetiştim. Tasavvuf hâllerine gark olmuştum. Ben, muhabbet-i ilâhînin sarmasından, cezbenin çokluğundan uykuyu, istirahati, yemeyi, içmeyi terk etmiştim. İnsanlardan uzaklaşıp yalnız başıma dolaşmaya başladım. Açlığın şiddetinden ağaç yaprağı yemiştim. Vaktim hep kendimden geçmiş bir vaziyette ve murâkabe hâlinde geçiyordu. Asıl maksada kavuşmayı böylece bekledim. Nihâyet o hâle geldim ki; "Rabbini görüyormuş gibi ibâdet et" hadîs-i şerîfinde istenen vasfa ulaştım. Mahviyyet, fenâ ve bekâ hâllerine kavuştum. Büyüklerin târif ettiği maksada, sırr-ı tevhîde yükseldim.

Nûr Muhammed Bedâyûnî, benim hâllerime bakıp, bana karşı tevâzu ile, büyük bir sevgi ve alâka gösterdi. Bir gün, ikimiz karşı karşıya otururken; "İki güneş karşı karşıya gelmiş, birinin nûrundan diğeri görülmüyor. Eğer tâliblerin terbiyesine yönelsen âlem nûrlanır." buyurdu. Yine bir gün bana; "Sende Allahü teâlâya ve Resûlüne karşı muhabbet yüksek derecededir. Bizim yolumuz, senin teveccühlerin ile yayılacak. Sana Şem- seddîn Habîbullah ismi verildi." buyurdu ve talebelerinden bir kısmının yetiştirilmesini bana havâle etti. Hocamın sohbetine devâm ederken, havâle ettiği o talebeleri de yetiştirdim ve hocamın sohbetine bıraktım. Her ne kadar Resûlullah efendimizin zamânında bulunup görmekle şereflenmedik ama, Allahü teâlâya binlerce şükürler olsun ki, Resûlullah´ın nâiblerinden olan (O´nun yolunu anlatan) hocam Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî´nin sohbetinde bulunmakla şereflendim. Hayâtın meyvesi, asıl maksad ele geçti. Büyüklerin çok iltifâtına kavuştum.

Hocam Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî´nin sohbetine dört sene devâm ettim. Sonra bana icâzet verdi. Bana Ehl-i sünnet îtikâdı üzere ol- mamı, sünnet-i seniyyeye uymamı ve bidatlerden sakınmamı vasiyet et- ti."

Hocası Seyyid Nûr Muhammed´in vefâtından sonra, altı sene Şeyh Gülşenî ve on iki sene Muhammed Efdal ve Hâfız Sa´dullah´ın, sekiz sene Muhammed Âbid-i Senâmî´nin sohbetlerine devâm ederek tasav- vufda Müceddidiyye yolunda yüksek derecelere kavuştu. Ayrıca Kâdiriy- ye, Çeştiyye, Sühreverdiyye ve Kübreviyye yollarından da icâzet, diplo- ma aldı. Zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrendikten sonra insanları irşâda ve doğru yolu anlatmaya başladı. Derslerine, sohbetlerine âlimler, âmirler, velîler ve halk devâm edip ondan feyz aldılar. Mîr Müsliman, Senâullah Pâni-pütî, Gulâm Kâki, Seyyid Alîmullah, Seyyid Abdullah Dehlevî gibi büyük âlimler ve velîler yetiştirdi.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, İslâmiyetin yayılması ve insanların hakîkî saâdete kavuşmaları için çok üstün hizmetler yapmıştır. Her biri üstün birer cevher olan kıymetli zâtlar yetiştirmiş ve onları insanlara rehberlik yapmakla vazifelendirmiştir. Talebeleri de bulundukları yerlerde insanlara İslâmiyeti öğretmişler, îmânlarının vicdânileşmesini sağlamışlardır. Böylece her biri bulunduğu yerde İslâmiyete uyulmasına, güzel ahlâkın yayılmasına ve insanların birbirlerine karşı iyi muâmelede bulunmalarını sağlamışlardır. Onları tanıyıp seven insanlar, onların sebebiyle temiz bir hayat yaşamak ve saâdete kavuşmakla şereflenmişlerdir.



ŞEHÎD OLMAK İSTERİM  



Evliyânın büyüğü, Mazhar-ı Cân-ı Cânân,

İstifâde etmişti, binlerce kimse ondan.



Henüz vefât etmeden, birkaç gün önce idi,

Rabbine kavuşmanın, şevk ve sevincindeydi.



Âhirete göçmesi, olmuşken böyle yakın,

İnsanlar, sohbetine, gelirdi akın akın.



Her gün yüzlerce kişi, gelerek o sohbete,

Kavuşuyorlar idi, nûra ve hidâyete.



Talebesinden biri, sılaya gitmek için,

Huzûruna gelerek, istedi ondan izin.



Buyurdu: "Güle güle, emânet ol Allah´a.

Lâkin görüşemeyiz, senin ile bir daha."



Diğer talebeleri, duyunca bu sözleri,

Ağlayıp, herbirinin, yaşla doldu gözleri.



Ve yine o günlerde, talebeden birine,

Yazdı ki: "Geldik artık, ömrün nihâyetine.



Bu dünyâda yapacak, kalmadı bir işimiz,

Yaş, sekseni geçti ve, yaklaştı ecelimiz."



Birkaç gün kalmıştı ki, vefâtına nihâyet

Talebeyi toplayıp, son defâ etti sohbet.



Buyurdu ki: "Kalbimden, her neyi geçirdimse,

Ve hangi bir nîmete, kavuşmak istedimse,



Hak teâlâ hepsini, eyledi bana ihsân,

Her arzûma kavuşmak, oldu kolay ve âsân.



İslâm-ı hakîkîyi, nasîb etti nihâyet,

Verdi sâlih amelle, istikâmet, kerâmet.



Tasavvufta ne kadar, derece varsa eğer,

Rabbimiz herbirini, kıldı bana müyesser.



Elde edemediğim, kaldı ki bir tek makam,

O da, şehîd olmaktır, budur şimdi bana gam.



Kavuştum tasavvufta, makamların hepsine,

Şimdi arzûm ermektir, şehidlik rütbesine.



Hocalarımın çoğu, şehâdet şerbetini,

İçerek bitirdiler, en son nefeslerini.



Ve lâkin yaşlandım ben, zâif düştü vücûdum,

Yoktur cihâd edecek, bir kuvvetim ve gücüm."



Mazhâr-ı Cân-ı Cânân, bu son sözleri ile,

Şehîdlik arzûsunu, getirdi böyle dile.



Son günleri idi ki, o yer ahâlisinden,

Huzûruna gelenler, artmıştı eskisinden.



Bin yedi yüz seksen bir, mîlâdî senesinde,

Ve Muharrem ayının, yedinci gecesinde,



Mübârek hânesinin, önüne, bir aralık,

Yabancı kimselerden, doldu bir kalabalık.



Niyetleri kötüydü, bilhassa üç kişinin,

Israr ediyorlardı, içeri girmek için.



Nihâyet izin alıp, hânesine girdiler,

Bunlar Moğol kâfiri ve mecûsî idiler.

Hem de tanımazlardı, kendisini o zaman,

Sordular ki: "Sen misin, Mazhar-ı Cân-ı Cânân?"



"Evet, benim." deyince, durmayıp onlar daha,

Hücûm edip hançerle, başladılar vurmaya.



Ağır yaralanarak, yıkıldı yere hemen

Üç gün sonra Rabbine, kavuştu ebediyyen.



On Muharrem Aşûre ve Cumâ, akşam vakti,

O da şehîd olarak, Hakk´a oldu mülâki.



Mehmed Emîn Tokâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, İstanbul evliyâsının büyüklerinden olup, Aziz Mahmûd Ermevî dervişlerinden bir zâtın oğludur. H.1075 de Tokat´ta doğdu. 1158 de İstanbul´da vefât etti. Kabr-i şerîfi, Unkapanı´na inen cadde ile Zeyrek Yokuşunun kesiştiği te- pe üzerinde, Soğukkuyu Pîrî Paşa Medresesi kabristanındadır. Kendisini vesîle ederek, kabri başında yapılan duâ müstecâbdır, makbûldür.

Mehmed Emîn Efendi, ilim tahsîline memleketinde başlayıp, bir müd- det ilim öğrendikten sonra, 1698 senesinde İstanbul´a geldi. Şeyhülislâm Mirzâzâde Muhammed Efendiden uzun müddet ders alıp, ilim öğrendi ve çok iyi yetişti. Sonra Mekke´de Ahmed Yekdest Cüryânî hazretlerinden tasavvuf ilmini öğrenip, tasavvufda talebe yetiştirebilecek duruma geldi. İkinci Hicaz seferinde hadîs âlimlerinden Ahmed Nahlî´den hadîs ilmini öğrenip icâzet aldı. Ayrıca İstanbul´a ilk geldiğinde, ilim tahsili sırasında, hat yâni yazı sanatını Yedikuleli hattat Abdullah Efendiden öğrendi. Değişik hat çeşitlerinde mahâret sâhibiydi.

Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, İstanbul´a ilk geldiğinde, birkaç ay Pîrî Paşa Medresesinde ikâmet etti. Bu sırada Başrûznâmeci (Günlük gelir ve masrafların defterini tutan, ayniyât kaydı amiri) Ali Efendi adında bir zâtın oğluna ders vermeye başladı. Ayrıca kendisine Reîs-ül-Küttâb (Hâriciye vekili) makâmının yazı işlerinde kâtiplik vazifesi de verildi. Bu vazifede iken Başrûznâmeci Ali Efendi, kendi evinde bir yer ayırıp, kalması için dâvet etti. Bunun üzerine Rûznâmeci Ali Efendinin evinde kal­maya başladı. Hem kaldığı bu evde, hem de Şehzâde Câmiinde talebelere ders vermeğe başladı. İstanbul´da bulunan meşhûr âilelere mensûb kimseler de onun derslerine devâm etti. Ali İzzet Paşa ve Yeğen Mu- hammed Paşa bunlardandır. Etrâfında çok talebe toplandı. Üstün ve olgun hâllerini görenler, ona; "Ârif-i Muhlisi" lakabını verdiler.

Kâtiplik vazifesine ve talebelere ders vermeye bir müddet devâm ettikten sonra, Başrûznâmeci Ali Efendinin, 1702 senesinde vazifeli olarak Edirne´ye gönderilmesi üzerine, onunla birlikte Edirne´ye gitti. Orada ileri gelen birçok kimseyle görüşüp sohbet etti. Edirne´de bulundukları sırada, ders vermekte olduğu Başrûznâmeci Ali Efendinin oğlu vefât etti. Bunun üzerine ders vermekten vazgeçerek, bulunduğu vazifeden de ayrılıp, hacca gitmeğe karar verdi. Karar verdiği günün sabâhı, Edirne´de Saraç- hâne yakınındaki çalıştığı dâiresine gitmek üzere evden çıkmıştı. Yolu meşhûr Kâdirî şeyhi ve büyük bir zât olan Kasabzâde Muhammed E- fendinin dergâhına uğradı. Oraya yaklaşınca, Muhammed Efendinin oğlu Abdülkâdir Efendinin, dergâhın önünde beklediğini gördü. Abdülkâdir E- fendi, yanına yaklaşıp; "Babam sizi dergâhta bekliyor, buyursun bir kah- ve içelim diyor." dedi. Bu dâvet üzerine Kasabzâde Muhammed Efendi- nin yanına gidip elini öptü. O da; "Safâ geldiniz Hacı Emîn Efendi." dedi ve elinden tutup odasına götürdü. Oturup sohbete başladıkları sırada, Mehmed Emîn Efendi; "Elhamdülillah bizi hacc-ı şerîf ile müjdelediniz." deyince, Muhammed Efendi; "Evet, siz bu gece hacca gitmeye niyet etti- niz biz de tebrik ettik." deyip sohbete başladı. Sohbet sırasında Mehmed Emîn Efendiye, fıtraten yüksek bir kâbiliyete sâhib olduğunu ve çok büyük nîmetlere kavuşacağını müjdeledi. Mekke´ye varınca, evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu Muhammed Ma´sûm Fârûkî hazretlerinin yetiştirdiği yedi bin büyük evli­yâdan biri olan Ahmed Yekdest Cüryânî´nin huzûruna gitmesini, kendisinin de selâmını ve hürmetlerini arzederek, onun talebesi olmasını tavsiye etti.

Mehmed Emîn Efendi, bu zâtın yanından ayrıldıktan sonra, Başrûz- nâmeci Ali Efendiye de gidip hacca gideceğini söyledi. Ali Efendi mem- nun olup, ona yolda harcaması için bir miktar para verdi. Mehmed Emîn Efendi, bundan sonra birkaç gün içinde bütün dostlarıyla vedâlaşıp, İs- tanbul´a gitmek üzere yola çıktı. İstanbul´a ulaşınca, hacıları götürecek gemiye bindi. On günde Kâhire´ye vardı. Oradan da bir kâfile ile Mekke´ye hareket etti. Mehmed Emîn Efendinin, hayâtının önemli bir safhası, Mekke´ye bu ilk gidişi ile başladı. Çünkü, orada madde ve mânâ ilimlerinde yükselmiş, büyük rehber ve zamânının en kıymetli âlimlerinden biri olan Ahmed Yekdest Cüryânî´yi tanıyıp, ona talebe oldu. Derslerine ve sohbetine üç yıl devâm edip, kemâle ulaştı. Bu hususta o zâttan icâzet, diploma aldı.

Hayâtında önemli bir dönüm noktası olan bu hocasıyla tanışmasını bizzat kendisi şöyle anlatır: "Mekke´ye varınca, ilk gün, Kâbe´yi tavâf ve ziyâretle geçti. Ertesi gün sabah namazını Harem-i şerîfde (Kâbe´nin yanında) kıldıktan sonra dışarı çıkacağım sırada, Harem-i şerîfin bir köşesinde otuza yakın kimsenin bir halka hâlinde oturduklarını gördüm. Niçin böyle halka olmuşlar acabâ, ders için hocalarını mı bekliyorlar diyerek yanlarına yaklaşıp oturdum. Hepsinin başlarını eğip edeble oturduklarını gördüm. Ben de oturup başımı eğerek bekledim. Bir ara başımı kaldırıp baktığımda, halkanın ortasında duran bir zâtı karşımda gördüm. Dikkatle bana bakıyordu. Bakışlarından ve heybetinden ürperip başımı eğip gözlerimi yumdum. Bir müddet daha öyle durduktan sonra yine dikkatle bana baktığını gördüm. Sonra o zât ellerini kaldırıp duâ etti. Duâdan sonra Fâtiha okundu ve herkes kalkıp dağılmağa başladı. Ben de kalkıp giderken o mübârek zât bana yaklaştı, yanıma gelip selâm verdi ve; "Hoş geldin Emîn Efendi." dedi. Hâlimi hatırımı sordu. Sonra beni yanına alıp, Harem-i şerîfin yakınında bulunan evine götürdü. İçeri girip oturduktan biraz sonra hizmetçisi sofrayı kurdu. Sofrada sıcak bir ekmek ve fincan içinde içecek bir şey vardı. O mübârek zât ellerini ekmeğe uzatınca, bir elinin bileğinden kesik olduğunu gördüm. Hemen Edirne´deki Şeyh Mu- hammed Efendinin tavsiyesi aklıma geldi ve bahsettiğinin bu mübârek zât olduğunu anladım. Fakat o anda selâmını söylemeyi unutmuşum. Yemekten sonra yolculuğumdan, geçip geldiğim yerlerden sorup cevap aldıktan sonra; "Edirne´de size emânet edilen şeyi unuttunuz" buyurdu. Hemen Edirne´deki Muhammed Efendinin selâmını hatırladım ve söyledim. O da muhabbet ve sürûr içinde selâmı aldı. Artık beni talebeliğe kabûl edip, ders vermeye başladı ve Allahü teâlânın ismini zikretmemi söyledi. Sonra da şu beyti okudu:



Otuz kırk yıl geçince eylemiş tahkîk Hâkânî

Ki bir dem Hakkı zikretmek değer mülk-i Süleymânı.



Bundan sonra dille anlatılmaz hâllere ve nîmetlere kavuştum. Fârisî bildiğim için, ekseriyetle Fârisî kelimelerle konuşurdu. Benden iki sene önce huzûruna gelen Tatar Ahmed Efendi adında bir zât ona hizmet etmekteydi. Ben huzûruna kavuşunca, Tatar Ahmed Efendiyi Medîne´de bulunan ve orada insanlara rehberlik yapan talebesi Abdürrahîm Buhâ- rî´nin hizmetine gönderdi. Sonra benim İstanbul´a döneceğim sı­rada, Tatar Ahmed Efendiyi tekrar Mekke´ye çağırıp, icâzet verip, Anadolu´ya insanları irşâd için gönderdi.

1702 senesi hac mevsiminden, 1705 senesi hac mevsimine kadar, üç sene, Ahmed Yekdest Cüryânî hazretlerinin hizmetinde, derslerinde ve sohbetlerinde bulundum. Nihâyet 1705 senesinde hacıların dönmesi sırasında, hocamın izni üzerine İstanbul´a döndüm." Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, hocası Ahmed Yekdest hazretlerinin sohbetlerinde yetişip, tasavvufda yüksek derecelere ulaştıktan sonra İstanbul´a dönünce, hocasının talebelerinden Muhammed Kumul Efendinin evine yerleşti ve İstanbul´da beş sene daha kaldı. Bu sırada Nakşibendî, Kâdirî, Şâzilî, Şettârî yollarında yetişmiş bulunuyordu. İstanbul´da kaldığı bu beş sene müddetince Şehzâde Câmiinde ve Sultan Mahmûd Câmiinde talebelere ders verdi. Nakşibendiyye yolunun büyüklerinden Muhammed Kumul Efendi, Mevlânâ Hâce Ziyâüddîn, Halvetî büyüklerinden Mevlânâ Şeyh Îsâ-yı Mahvî ve Sünbüliyye meşhûrlarından Seyyid Nûreddîn Sünbülî ile sohbet etti. Sonra Muhammed Kumul Efendi ile önce Habeş eyâletine sonra Kudüs´e gitti. Oradan da Mekke ve Medîne´ye gitti. Bu esnâda ho­cası Ahmed-i Yekdest hazretleri vefât etmiş ve dört sene geçmiş idi.

Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri altı sene süren bu seferi esnâsında, Kudüs´te Ahmed Nahlî´den hadîs ilminde icâzet aldı. Medîne-i münev- verede Abdürrahîm Buharî ve Beşîr Ağa ile sohbetlerde bulundu. Ayrıca Şeyh Ahmed el-Benâî Dimyâtî´den, Mevlânâ Hüseyin Alemî er-Rufâî´den de hadîs rivâyeti icâzeti aldı. Remle şehrinde Kutbülebdâl Şeyh Cumâ hazretleri ile de sohbette bulundu. 1717 senesinde Hicaz´­dan İstanbul´a döndü. İstanbul´a dönünce, Muhammed Kumul Efendinin evinde üç sene daha ikâmet etti. Bundan sonra Muhammed Kumul Efendinin vefâtı üze- rine Filyokuşu´nda bir ev kirâladı ve evlenip orada oturdu. İlim ve mârifet yaymaya devâm etti. Bir ara Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin türbesinde türbedârlık yaptı. Bu sırada âlim, fâdıl ve sâlih zâtlar onun sohbetine koştular. Bundan sonra da Peygamber efendimizin türbesinde, Ravda-i mutahherada hizmet etme vazifesi verildi. Bu vazifeye tâyin edilince, ka- vuştuğu nîmete şükrederek; "İki cihan sultânı­nın türbesinde bekçi ve hizmetçi oldun. O´nun yüksek kapısının süpürgecisini, Mevlâ mahrûm eylemez, zarara uğratmaz. Cihânın sultânı olan Resûlullah´ın hizmetçi- sini kimse incitmez. Ey Emîn (sana müjdeler olsun)! Resûlullah efendimi- zin kapısında zâhiren ve bâtınen hizmetçi olmakla şereflendin." mânâsında da bir şiir söyledi.

Memik Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) Gâziantep?te yaşayan büyük velîlerden olup, Göksüncük köyünde bir âilenin yanında uzun süre kahyalık yapmıştır. Burada çift sürer, ekin eker, hayvan güder, dağdan odun kesip taşırdı. Yalan ve kötü söz söylemez, harama el uzatmazdı. Ağasından aldığı parayı hak etmek için hîlesiz çalışırdı.

Memik Dede, gereksiz yere ağaç kesmenin, adam öldürmek kadar kötü olduğunu telkin ederdi. Bu yüzden dağa oduna gittiğinde yıkılmış ölü ağaçlarla, çalı çırpı toplayıp gelirdi. Ağası bu duruma kızınca; ?Kestiğim ağaç dallarının yerinden sanki insan öldürmüş gibi kan fışkırıyor.? derdi. Hayvanlara da iyi davranılması gerektiğini sık sık söylerdi. Bir gün hayvanlardan birisi geç geldi. Sebebini ineğe sorunca, inek Allahü teâ- lânın izniyle konuşmaya başladı. ?Evin hanımı beni sağarken fazla süt almaya çalışıyor. Doymadan gelip istenilen sütü versem, yavrum aç kalıyor. Bu yüzden tam doymaya çalışıyorum.? dedi. Bunun üzerine Memik Dede durumu evin hanımına anlatarak, hayvana eziyet etmemesini tavsiye etti.

Memik Dede?nin ağası hac farîzasını yerine getirmek için Mekke?ye gitmişti. Bu sırada ağanın hanımı içli köfte yaptı ve; ?Ah oğlum Memik! Ağan olsaydı da şundan yeseydi.? dedi. Memik Dede de; ?İstersen biraz ver götüreyim.? dedi. Kadıncağız herhalde bir arkadaşına götürecek diye düşündü ve bir tabak doldurup verdi. Bir süre sonra ağa hacdan döndü. Âdet üzere köylüler tarafından karşılandı. Ağa hürmet gösterilmesi gereken kişinin Memik Dede olduğunu söyledi ve hacda iken getirdiği köfte tabağını çıkarıp gösterdi. Tarla sürmekten dönen Memik Dede, kerâmetinin ortaya çıktığını anlayarak oradan uzaklaştı.

Merkez Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Osmanlılar zamânında İstanbul´da yetişen büyük velîlerdendir. İsmi Mûsâ olup, Merkez Muslihud- dîn lakabıyla meşhûr oldu. Denizli´nin Sarhanlı köyünde, H.868 de doğ- du. 959 da İstanbul´da vefât etti.

Mûsâ Efendi, küçük yaşlarda ilim öğrenmeğe başladı. Kuvvetli bir zekâsı ve ilim öğrenmeye aşırı bir hevesi vardı. Önce kendi memleketinde, sonra Bursa ve İstanbul´daki medreselerde tahsîl yaparak; tefsîr, hadîs, fıkıh ve tıb ilminde yetişti. Kâdı Beydâvî Tefsîri´nin büyük bir kısmını ezberledi. Medrese tahsîline devâm ettiği sıralarda tekkelere gidip, oralardaki âlimlerin sohbetlerine katılırdı. Onların feyz ve bereketlerine kavuştukça, rûhunda bir rahatlama, nefsinde bir ezilme olduğunu göre­rek sevinirdi. Otuz yaşına geldiğinde, medrese tahsîlini bitirdi. Çevresinde sayılan bir âlim oldu. İlimdeki yüksekliğini, zamânının âlimleri tasdîk ettiler. Nitekim, Şeyhulislâm Ebüssü´ûd Efendi´nin hürmet ve muhabbetini kazandı.

Mûsâ Efendi, Koca Mustafa Paşa´daki bir tekkede şeyhlik yapan Sünbül Sinân hazretlerinin şöhretini işitti. Fakat bâzı kimselerin onun hakkında yaptıkları dedikodular sebebiyle, bir türlü gidip sohbetine katılamamıştı. Bir gün rüyâsında Sünbül Efendinin, kendi evine geldiğini gördü. Sünbül Efendiyi içeri koymamak için hanımı ile kapının arkasına pek çok eşyâ dayadılar ve üzerine de oturdular. Fakat Sünbül Efendi kapıyı zorlayınca, kapı arkasına kadar açıldı ve arkasındakiler yere yuvarlandı. Bu sırada uyanan Mûsâ Efendi, yaptığı hatâyı anladı ve sabahleyin Sünbül Sinân hazretlerinin huzûruna gitmeye karar verdi. Sabahleyin Sünbül Sinân´ın câmiine gidip vâz ettiği kürsînin arkasına o görmeden oturdu. Sünbül Sinân, vâz esnâsında Tâhâ sûresinin bâzı âyet-i kerîmelerini tefsîre başladı.Tefsîrden sonra; "Ey cemâat! Bu tefsîrimi siz anladınız. Hattâ Mûsâ Efendi de anladı." buyurdu. Sonra aynı âyet-i kerîmeleri daha yüksek mânâlar vererek tefsîr ettikten sonra tekrâr; "Ey cemâat! Bu tefsîrimi siz anlamadınız, Mûsâ Efendi de anlamadı." buyurdu. Mûsâ Efendi, hakîkaten bu anlatılanlardan bir şey anlamamıştı. Sünbül Sinân hazretleri, o gün Tâhâ sûresini yedi türlü tefsîr etti. Mûsâ Efendinin kürsî arkasında olduğunu, zâhiren görmediği hâlde anlamıştı.

Vâz bitti, namaz kılındı, herkes câmiden çıktı. Sâdece Sünbül Efendi kalınca, Mûsâ Efendi huzûruna varıp elini öptükten sonra af diledi. Sünbül Efendi de: "Ey Muslihuddîn Mûsâ Efendi! Biz seni genç ve kuvvetli bir kimse sanırdık. Meğer sen de hanımın da çok yaşlanmışsınız. Akşam bizi kapıdan içeri sokmamak için gösterdiğiniz gayrete ne dersiniz? Fakat neticede kapı açıldı ve ikiniz de yere yuvarlandınız!" buyu­runca, Mûsâ Efendi iyice şaşırdı. Pek çok özürler dileyerek ağlamaya başladı, affının kabûlü ve talebeliğe alınması için istekte bulundu. Sünbül Efendi, onu kabûl ettiğini, dergâhta hizmete başlamasını söyledikten sonra; "Artık Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları hakkında mârifet sâhibi olmak zamânıdır." buyurdu.

Bundan sonra Mûsâ Efendi hergün Sünbül Sinân´ın dergâhına gelip, ondan ders almağa ve hizmete başladı. Bir gün Sünbül Efendi, sohbet esnasında Mûsâ Efendiye; "Âlemi sen yaratsaydın, nasıl yaratırdın?" diye sordu. Mûsâ Efendi; "Bu mümkün değil! Ama mümkün olsaydı, her şeyi merkezinde bırakırdım. Âlem öyle bir tatlı nizâm içinde ki, buna bir şey ilâve etmek veya bir şeyi eksiltmek düşünülemez." dedi. Sünbül Efendi bu cevap üzerine; "Âferin Mûsâ Efendi! Demek her şeyi merkezinde bırakırdın. Öyleyse bundan sonra ismin Merkez Muslihuddîn olsun." dedi. Böylece Mûsâ Efendi, Merkez Efendi ismiyle meşhur oldu.

Sünbül Efendinin sohbetleri ile pişerek, teveccühleri bereketiyle mânevî dereceleri katetti. Pek zekî olan Merkez Efendi, hocasının terbiyesi altında riyâzet ve mücâhedeler yaparak, yâni nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak sûretiyle, kısa zamanda tasavvufta yüksek derecelerin sâhibi oldu. Hocasının kendisine icâzet, diploma verdiği sıralarda, Aksaray´da Kovacı Dede dergâhına hoca tâyin edildi. Kısa sürede, dergâh talebelerle dolup taştı. Merkez Efendinin nâmı her tarafa yayıldı. Merkez Efendi, hocası Sünbül Sinân´ın kızı Rahime Hâtun ile evlenmek isteği olduğunu bildirince, Sünbül Efendi; "Bir deve yükü altın getirebilirseniz kızımızı veririz." dedi. Merkez Efendi, bir devenin üzerine iki çuval toprak doldurdu. Devenin yularını çekerek Sünbül Efendinin kapısına getirdi. Çuvalları kapıda boşalttığında, çuvaldan toprak yerine çil çil altınlar döküldü. Sünbül Efendi ve çocukları, altınlara dönüp bakmadılar bile. Fakat hocası Merkez Efendiye; "Ey Mûsâ Efendi! Maksadımız altın değildi. Evdekilerin de derecenin yüksekliğini anlamalarıydı. İmtihânı kazandın." buyurdu. Sünbül Efendi, çok sevdiği kızı Rahime Hâtun´u, yine çok sevdiği talebesi Merkez Efendiye nikâh etti ve evlendirdi.

Düğünden birkaç gün sonra, Sünbül Efendi, kızı Rahime Hâtun´un evine gitti. Evde kızı yemek yapıyordu. Fakat ocakta, odun yerine parmaklarından çıkan alevle yemeğini pişiriyordu. Kızının bu hâlini hayretle gören Sünbül Efendi; "Rahimecik ne yapıyordun?" diye sorunca; "Talebelere çorba pişiriyordum" cevabını verdi.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) On sekizinci yüzyılın sonu ve on dokuzuncu yüzyılın başında Irak ve Şam´da yetişmiş büyük velîlerdendir. İnsanlara hak yolu göstererek hakîki saâdete, kurtuluşa kavuşturan ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? adı verilen âlimler ve velîler zincirinin yirmi dokuzuncusudur. Asrının müceddidi idi. Babasının ismi Ahmed´dir. İsmi Hâlid, lakabı Ziyâüddîn´dir. Bağdâdî nisbesiyle meş- hûr olmuştur. Babası hazret-i Osman´ın, annesi ise hazret-i Ali´nin soyundandır. Bu sebeple Osmânî diye de anılmaktadır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî diye meşhûr olmuştur H.1192 senesinde Bağdât´ın kuzeyindeki Şehrezûr kasabasında doğdu. H.1242 senesinde Şam´da vefât etti. Kabri Şam´ın kuzeyinde, Kâsiyûn Dağı eteğindeki kabristanda bulunan türbesindedir. Sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Hâlid-i Bağdâdî, keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası, sağlam irâdesi ve çalışkanlığı ile dikkati çekti. Süley- mâniye´de devrin meşhûr âlimlerinden Muhammed bin Âdem-i Kürdî, Sâ- lih-i Kürdî, Abdürrahîm Berzencî ile kardeşi Abdülkerîm Berzencî´den, Abdullah-ı Harpânî´den ve daha pekçok âlimden ilim öğrenip, icâzet aldı. Sarf, nahiv, edebiyât, usûl, mantık, hikmet (fen), hey´et (astronomi), ge- ometri, hesâb ilimleri ile tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm, tasavvuf ilimlerini ve diğer ilimleri öğrendi. Fîrûzâbâdî´nin Kâmûs´unu ezberledi. Öğrendiği bütün ilimlerde din ve fen adamlarına hocalık yapacak derecede üstün bir bilgiye sâhib oldu. Din ve fen ilimlerindeki üstünlüğü ve geniş bilgisi sebebiyle zamânının bütün âlimleri ve velîlerinin takdirlerini kazandı. Hangi ilimden ve hangi fenden ne sorulursa sorulsun derhal cevâbını verirdi. Zekâsı ve bilgisi karşısında akıllar hayrete düşerdi.

1805 senesinde hacca gitti. Medîne-i münevvereye geldiğinde, kâmil bir velî bulup ona teslim olmak arzusundaydı. Bir gün Yemenli fazîlet sâhibi bir zâta rastladı. Câhilin âlimden nasîhat istemesi gibi ondan nasîhat istedi. O zât dedi ki: "Ey Hâlid Mekke-i mükerremeye gittiğin zaman edebe uymayan birşey görürsen hemen reddetme." Mevlânâ Hâlid hazretleri Mekke-i mükerremede bir Cumâ günü Kâbe-i şerîfe karşı Delâil-i Hayrât´ı okurken birinin, Kâbe´ye sırt çevirip kendine bakdığını gördü. "Utanmadan Kâbe´ye arkasını çevirmiş. Edebi gözetmiyor!" diye düşünürken, o kimse; "Mümine hürmet, Kâbe´ye hürmetten daha öncedir. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Niçin beni kötülüyorsun. Medîne´deki zâtın nasîhatını unuttun mu?" dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunun büyük velîlerden olduğunu anladı. Ondan af diledi ve; "Beni talebeliğe kabûl et." diye yalvardı. O da; "Sen burada olgunlaşamazsın." dedikten sonra eli ile Hindistan´ı göstererek; "Senin işin orada tamam olur." dedi ve gitti.

Bu gördüğü zatın, hocası Abdullah-ı Dehlevî olduğu rivayet edilmek- tedir.


Konu Başlığı: Ynt: Evliya Hayatından Sahifeler
Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Mart 2010, 02:58:21
Mevlânâ Hâlid hazretleri, memleketi Süleymâniye´ye dönüp ders vermeye başladı. Fakat gece-gündüz Hindistan´ı düşünüyordu. Bir gün bu düşünceler içindeyken, Hindistan´ın Dehli şehrinde bulunan evliyânın en büyüklerinden Abdullah-ı Dehlevî´nin talebelerinden Mirzâ Abdürra- hîm isimli bir zât çıkageldi. O talebe, Abdullah-ı Dehlevî; "Mevlânâ Hâlid´e selâmımızı söyle bu tarafa gelsin!" buyurdu." dedi. Uzun zaman başbaşa görüştüler. Mevlânâ Hâlid talebelerine ders vermeye gelmez oldu. Talebeler, Hindli´ye kızmaya başladı.

Bir süre sonra, 1809 senesinde ikisi birlikte İran ve Afganistan üzerinden Hind yolculuğuna çıktılar. Umulmadık bir zamanda medreseyi ve talebeyi bırakıp bu ânî ayrılışına şehrin bütün halk ve talebeleri çok üzüldüler. Yoldan çevirmek için çok ısrar ettiler ve yalvardılarsa da fayda vermedi. Hindistan´ın karanlıklar ve tehlikeler içinde bulunduğunu söyleyip vaz geçirmek istediler. Onlara; "Âb-ı hayât zulümâtta bulunur." şeklinde cevap veren Mevlânâ Hâlid hazretleri, arkadaşı Mirzâ Abdürrahîm ile yaya olarak önce Tahran´a geldiler. Burada meşhûr şiî âlimi İsmâil Kâşî´yi, talebesinin önünde rezîl etti. Mevlânâ Hâlid, bâzı şiî tefsîr kitaplarını okumuş, Kur´ân-ı kerîmin birçok âyet-i kerîmelerinin şiîler tarafından değiştirilip, mânâlarının tahrif edildiğini görmüştü. Meselâ; Enfâl sûresi 70. âyetinde meâlen; "Bedr gazasındaki esirleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni affeyledi." âyet-i kerîmesi Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh hakkındadır, şeklinde tefsîr ediyorlardı. Mevlânâ Hâlid, İsmâil Kâşî´- ye; "Peygamberler günah işler mi?" dedi. Kâşî; "Bütün peygamberler mâsûmdur, günah işlemezler." dedi. Mevlânâ Hâlid; "Peki, Kur´ân-ı kerî- min; "Bedr gazâsındaki esirleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni affeyledi." meâlindeki âyet-i kerîmede; "Af" söylendiğine göre, günah işlemiş mânâsına gelmiyor mu? Hâlbuki peygamberlerden günah olan bir iş meydana gelmemiştir." deyince, Kâşî; "Bu âyet-i kerîme Ebû Bekr´i azarlamaktadır, onun hakkındadır, Peygamberimizin hakkında değildir." dedi. O zaman Mevlânâ Hâlid hazretleri; "O hâlde, Allahü teâlâ Ebû Bekr´i affettim buyuruyor da siz niçin affetmiyorsunuz?" dedi. Kâşî cevap veremeyip, mahcûp ve rezîl oldu.

Lâhor şehrinin bir kasabasında kâmil bir velî olan Allâme Mevlânâ Senâullah Dehlevî´yi (rahmetullahi aleyh) ziyâret etti. Mevlânâ Senâullah Dehlevî, Mazhar-ı Cân-ı Cânân´ın en üstün talebelerindendi.

Mevlânâ Hâlid; burada başından geçenleri şöyle anlatır: Bu kasabada bir gece kaldım. Rüyâda, Şâh Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin, yanağımdan tutup beni kuvvetle kendine çektiğini gördüm. Sabahleyin Mevlânâ Senâullah´ın huzûruna gittiğim zaman, daha rüyâmı anlatmadan; "Kardeşimiz ve seyyidimiz Abdullah-ı Dehlevî´nin huzur ve hizmetlerini câna minnet bilmeli, huzur ve hizmetinde bulunmayı, sana vâd olunan nîmetlere kavuşmaya sebep bilmelisin." dedi. Daha sonra o kasabadan ayrıldım. Hindistan´ın başşehri olan Dehli ismi ile meşhûr Cihânâbâd´a geldim.

Aylarca süren uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra tam bir senede Dehli´ye (Cihanâbâd) ulaşan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Dehli´ye vardığında, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin bulunduğu şehre gelmenin sevinci ile, seferdeyken yanında bulunan şeylerin hepsini, fakirlere dağıttı. Sonra Hindistan´ın en büyük velîsi ve büyük İslâm âlimi, Şâh Abdullah-ı Dehlevî´nin huzûruna kavuştu.

Abdullah-ı Dehlevî, onu talebeliğe kabûl etti. Ona nefsinin terbiyesi için dergâhı temizleme vazifesini verdi. Mevlânâ Hâlid, bu kadar ilimde âlim olmasına rağmen, hiç îtirâz etmedi. Bir gün yerleri temizleme işi nefsine zor geldi. Derhal nefsine; "Eğer mübârek hocamın verdiği bu şerefli vazifeden kaçarsan yerleri süpürge ile değil, bu sakalınla süpürtürüm." diyerek hitâb etti. Artık bundan sonra hatırına böyle hiçbir düşünce gelmedi. Bir gün yine böyle su taşırken, hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ile karşılaştı. Abdullah-ı Dehlevî, onun mübârek omuzları üzerinden Arş´a doğru muazzam bir nûrun yükseldiğini ve meleklerin ona gıbta ve hayranlıkla baktıklarına şâhid oldu. Abdullah-ı Dehlevî, Mevlânâ´nın tasavvufta pek yüksek derecelere eriştiğini, kemâle gelip olgunlaştığını görünce, bu vazifeden alıp, devamlı huzûrunda bulunmasını emretti. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, orada da hocasına canla başla hizmet ederek, büyük mücâhede ve çetin riyâzetler çekti. Abdullah-ı Dehle- vî´nin huzûrunda beş ay çalışıp sohbetleri ve nazarlarıyla büyük velîler- den olmak saâdetine erişti. Huzur ve müşâhede makâmına kavuştu. Vi- layet-i kübrâ hâsıl oldu. Müceddidiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübre- viyye ve Çeştiyye yolunda kemâle geldi. Abdullah-ı Dehlevî´nin kalbinde- ki bütün esrâr ve mânevî üstünlüklere kavuştu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, feyz ve kemâl bulunca, Abdullah-ı Dehlevî hazretleri; "Ey Hâlid, şimdi memleketine ve Bağdât´a git! Oradaki Hak âşıklarını, sevdiklerine, yâni Allahü teâlâya kavuştur." buyurunca, Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Ey benim sebeb-i devletim, yüksek sığınağım, efendim! Orada Hayderî ve Berzencî seyyidleri çoktur. İnsanlara doğru yolu anlatmakla nasıl meşgûl olurum. Çünkü, onlar şöhret ve îtibâr sâhibi ve âlimlerin sığınağı durumundadırlar. Böyle bir işe kalkışsam, diğer insanlar bile beni men ederler." diye arz etti. "Sen, memleketine git. İrşâd ile meşgûl ol. Bütün seyyidler, senin ayağının toprağına yüz sürerler ve şerefli zâtına hizmetçi olurlar. Oranın vâlileri, emînleri, âlimleri, fazîlet sâhipleri, mübârek ayağını öperler. Şimdi ne istersen vereyim, iste yâ Hâlid!" buyurdu. "Din için dünyâlık isterim!" dedi. "Git, her istediğini verdim!" deyip; "Yolun üzerinde, filân yerde, evliyânın büyüklerinden, iki seneden beri yemez, içmez, konuşmaz, Hakk´a gönlünü vermiş, ölü gibi hareketsiz durup, Hakk´ın sevgisine dalmış şerefli bir zât var. Ona selâmımı söyle, hayırlı duâsını al ve şerefli elini öp!" buyurdu. Sonra bütün talebe ve sevdikleriyle, dört millik mesâfeye kadar Mevlânâ Hâlid´i uğurladı. Sonra; "Hâlid bürd", yâni "Hâlid herşeyi aldı götürdü." buyurdu.

Mevlânâ Hâlid, o velînin olduğu beldeye gelince, yerini sordu. Uzaktan gösterdiler. Bulunduğu yere doğru yürüyünce, velînin heybetinden Mevlânâ Hâlid´i (rahmetullahi aleyh) bir korku ve dehşet kaplayıp, gidemedi, olduğu yerde kaldı. Hemen Şâh-ı Dehlevî hazretlerini hatırladı. Korkusu gitti. O zâtın yanına gidip, hocasının selâmını bildirdi. O da başını murâkabeden kaldırıp; "Aleyke ve aleyhisselâm." buyurdu. Sonra; "Ey Hâlid, senin fütûhâtın ve irşâdının yayılma yeri Bağdât´tır." deyip, tekrar murâkabeye daldı. Mevlânâ Hâlid hazretleri, o zâtın, nisbet-i Muhammedî denizine gömülmesine, feyz nûrları içinde bir an cemâl-i Haktan ve O´nu murâkabeden ayrılmamasına hayran kalarak oradan ayrıldı.

Mevlânâ Hâlid Şîrâz´a, oradan İsfehan´a sonra Hemedan´a gitti. Hangi şehre teşrif etse, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını hatırlatması güzel âdetlerindendi. Bu şehirlerdeki vâz ve nasîhatlerini duyan îtikâdı bozuk kimseler ona kötülük yapmak istedilerse de, Allahü teâlânın koruması ve Mevlânâ Hâlid´in heybeti sebebiyle korkup bir şey yapamadılar. Sonra Senendec´e, oradan da H.1226 senesinde vatanları olan Süleymâniye´ye gittiler. Bütün âlimler, fazîlet sâhipleri, talebe, şehrin ileri gelenleri ve halk sevinç ve neşe ile onu karşılamağa çıktı. Süleymâ- niye´de bir bayram havası yaşandı. Bir müddet burada kaldıktan sonra Bağdat´a gitti. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin dergâhına yerle- şip beş ay kadar insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Tekrar Süleymâniye´ye dönerek ilim öğretmeye ve talebe yetiştirmeye devam etti.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri 1813 senesinde Süleymâniye´den tekrar ayrılıp Bağdât´a gitti. İkinci defâ Bağdât´ı teşriflerinde, çok kimseler kendisine talebe oldu. İrşâd nûrları, gün gibi her tarafı aydınlattı. Bağdât´ta en önce kendisine talebe olan, Bağdât müftîsi Seyyid Abdullah Hayderî Efendi idi. Bu Müftî, Vâli Saîd Paşanın yardımıyla, İhsâiyye, Isfahâniyye Medresesini tâmir ettirip, Mevlânâ Hâlid´e arz etti. Mevlânâ Hâlid hazretleri oraya yerleşip ilim ve edeb neşretmeye başladı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp, dünyâ ve âhirette kurtuluşa ermeleri için çalışmaya başladığı günlerde, Bağdât Vâlisi Saîd Paşa, ziyâretlerine geldi. Birçok âlimin sessiz, başları önüne eğik, hizmetçiler gibi edeple huzûrunda oturmuş olduklarını gördü. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin heybetini gö­rünce, diz çöküp titremeye başladı. Mevlânâ Hâlid´in celâl hâli gidince, Saîd Paşanın titremesi geçti ve duâ istedi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ona duâ edip; "Kıyâmette, herkes kendi nefsinden suâl olunur. Sen ise nefsinden, yâni kendinden ve emrin altında olanların hepsinden suâl olunursun. Hak teâlâdan kork! Çünkü, senin için önünde öyle bir gün vardır ki, o günün korku ve dehşetinden evlâdına süt veren analar, evlâdını unuturlar. Hâmile olanlar, korkudan vakitsiz doğururlar. İnsanları sarhoş görürsün. Onlar sarhoş değil, ancak Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir." deyip, nasîhat buyurunca, Saîd Paşa yine titremeye başladı ve yüksek sesle ağladı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir müddet Bağdât´ta kalıp İslâmi- yeti anlattıktan ve talebe yetiştirdikten sonra memleketi olan Süleymâ- niye´ye döndü. Orada kendisi için bir dergâh inşâ edildi. Bu dergâhta insanlara vâz ve nasîhat edip talebe yetiştirdi.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; Bir ara üçüncü defâ Bağdât´a gelerek İhsâiye Medresesinde yerleşti. İnsanlara İslâmiyeti anlatmaya ve ilim öğretip talebe yetiştirmeye devâm etti. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesini yayıp, sonradan ortaya çıkan bid´atları kaldırdı. İlim, fazîlet ve güzel ahlâkta olgunluğun zirvesine yükselen Mevlânâ Hâlid hazretlerinin üstünlüğünü dost düşman herkes kabûl etti. Bağdât´ın âlimleri, ileri gelenleri, vezirleri ve vâlileri önünde boyun eğdikleri gibi, diğer İslâm ülkelerindeki insanlar da onun üstünlüğünü işitip Bağdât´a koştular. Uzaktan yakından onun sohbetlerine ve ilim meclislerine gelenler, zâhirî ve bâtınî üstünlüklere kavuşarak memleketlerine döndüler veya İslâm memleketlerinin çeşitli yerlerine giderek İslâmiyeti anlattılar.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, hayâtının son senesinde Ramazân-ı şerîf ayının son gününde halîfeleri ve sevenlerine Kudüs´e gitmek istediğini bildirdi. Talebeleri bu habere çok sevindiler. Fakat Şevvâl ayı içerisinde tâûn salgını, vebâ hastalığı ortaya çıktı. Talebeleri; "Kudüs´e gitmenin tam zamânıdır." dediler. Onlara buyurdu ki: "Şimdi üzerinde durduğumuz mesele, tâuna karşı sabırlı olmaktır. Bunun sevâbı, istediğiniz şeyden daha çoktur." Tâunla şehîd olup gitmenin fazîletinden ve iyiliğinden bahsetti. Tâûndan ölenlerin şehîd olacağı hakkında hadîs-i şerîfleri okuyarak bu yüksek dereceye kavuşmak istediğini bildirdi.

O sırada birisi gelip; "Efendim duâ edin de bana tâûn bulaşmasın." diye yalvarınca, ona duâ ettiler. O kişi kurtuldu. Kendileri için ise; "Rab- bime kavuşmayı istememekten hayâ ederim." buyurdu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin Muhammed Behâüddîn isimli beş yaşındaki oğlu bu sene tâûn hastalığına tutulup vefât etti. Onun vefâtını haber alınca, buyurdu ki: "Ey Rabbim! Bu musîbete sabır ve genişlik verip, beni sevinçle rızıklandırdın. Önümde rûhunu aldın. İnşâallah yüksek katınızda büyük bir nasîbi olur. Oğlum Behâüddîn mıknatısımızdır. Bizi kendisine çeker. Biz ona uyarız. Vekîlimizdir." buyurdu. Nûrlu yüzlerinde sevinç doğmuştu. Merhum oğluna sabır ve tahammül etmenin fazîletlerini içine alan sohbet ve vâza başladı. Âhirete göç eden bu temiz yavrunun Kâsiyûn Dağındaki bir tepeye defnolunmasını emretti. Bu yere bundan evvel kimse defnolunmamıştı. Şeyh İsmâil ve Şeyh Muhammed Nâsih hazretlerine techiz ve tekfinini emir buyurdu. Cenâze yıkandıktan sonra, müslümanların omuzlarında, adı geçen yere götürüldü. Bizzat Mevlânâ Hâlid hazretleri imâm olup, cenâze namazını kıldırdıktan sonra defneylediler.

Behâüddîn´in vefâtından sonra, diğer oğlu Abdürrahmân da aynı sene içinde taûndan vefât etti. Abdürrahmân gâyet zekî, merhamet sâhibi, akıllı bir çocuktu. O da defin hazırlıkları bitince Kâsiyûn isimli tepeye, kardeşi Behâüddîn´in mezârının kuzey tarafına defnedildi. Çok kalabalık bir cemâat cenâzesinde bulundu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, son zamanlarına doğru, yanlarında bulunan emânet kitapları sâhiplerine vermek için ayırmaya başladılar. Bir ara talebelerinden birini gönderip, Şeyh İsmâil Enârenî´yi çağırttı. Ona; "Buradan hiç bir yere çıkmam. Ancak oğlum Behâüddîn´in yanına gitmeyi isterim." buyurdu. Şeyh İsmâil; "Efendim güneşin harâretinden oraya gitmek ve orada oturmak mümkün olmaz." deyince Mevlâ- nâ Hâlid hazretleri; "Güneşin harâreti bize zarar vermez." buyurdu. Sonra kütüphânesinin önünde oturdu ve; "Ey İsmâil! Beni dinle, aslâ muhâlefet etme. Vefâtımdan sonra, çoluk-çocuğum, fıkıh kitaplarım, diğer hukûkî işlerim için yerime vasî olarak, İsmâil Enârenî´yi tâyin ettim. Ondan sonra Muhammed Nâsih, sonra Abdülfettâh, ondan sonra da seni seçtim. Malımın üçte birini namaz borcumun iskâtı için ayırın. Bir su sarnıcı inşâ edin. Ben zannederim ki, ümmetin iyi zâtlarından bâzı ihlâs sâhipleri, bu makâmda, sevdiklerimiz için dergâh binâ ederler. Malımın üçte birinden geri kalanı da, kapımızdaki fakir ve yoksullara verilsin. Ölümümden daha büyük bir musîbet size gelmez. Ona karşı sabır ve tahammül gösteriniz. İnsanlarla münâkaşa etmeyiniz." buyurdu.

Şeyh İsmâil de; "Efendim, bugün kalblerimizi hüzün ve kederle doldurdunuz. İnşâallah bu emir gelmez de ömrünüz uzun olur." dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Ey İsmâil! Biz Şam´a ancak ölmek için geldik. Buraya geliş gâyemiz bundan başka bir şey değildir. Cenâb-ı Hak, Beyt-i mukaddesi ve Nebiyy-i zîşânı ziyâreti ve Hâcc-ı ekberi, bize geçmiş senelerde nasîb etti. İnşâallah saâdet-i ebediyyeye nâil oluruz. Başka bir şey istemiyoruz. Bâzı inkârcıların size yapacağı ezâ ve cefâdan korkuyoruz. Bilhassa falan kimsenin ezâ ve cefâsından korkuyoruz. Hak teâlâya yalvararak duâ ediyoruz ki, size eziyet verecek olan o kimse fazla yaşamasın. Çünkü sevdiklerimize iftirâ ederek zahmet verir." buyurdu. Buyurdukları gibi, kendilerinden kısa bir müddet sonra o kimse öldü.

Hindistan´da yetişen büyük velîlerden Mirzâ Hüsâmeddîn Ahmed (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hazret-i Hâce Muhammed Bâkî-billâh´ın önde gelen talebelerindendir. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyüklüğünü herkesten iyi bilirdi. 1584 senesinde takdîr-i ilâhî ile Hindistan sultânının vâlilerinden oldu. Fakat sonra makam ve mevkii münâsebetiyle kalbi sıkılıp, fakirlerin, velîlerin sohbetlerini arzu eder oldu. Dâimâ yalnızlığı ve bir köşeye çekilmeyi isterdi. O günlerde Mâverâünnehr´e giden Hâce Mu- hammed Bâkî-billah´ın sohbetleriyle şereflenmek üzere o da Mâverâün- nehr´e gitti. Kalbinden dünyâ ve makam sevgisini çıkarıp, Bâkî-billah hazretlerine talebe oldu. Zenginlik perdesini yırtıp, İbrâhim Edhem gibi eski bir elbise giyerek, vâliliği, zenginliği, makam ve îtibârı bıraktı. Zamâ- nın sultânı kendinden memnundu. Hattâ Şâh ve vezir, Hüsâmeddîn Ah- med´in bu dünyâdan uzak hâlini bırakıp eski makâmına gelmesini isti- yorlar, sebep olanlara kızıyorlardı. Birçok kimse bu mesûd zâta gelip, es- ki makâmına dönmesini istediler. Fakat, o, Allahü teâlânın tevfik ve dile- mesi ile himmet ayağını en doğru caddeye koyduğundan, istekleri kabûl etmedi. Hâce Muhammed Bâkî-billah Mâverâünnehr´den dönünce, yük- sek huzur ve sohbetlerine devâm etti. Muhammed Bâkî-billah hazretleri, Hüsâmeddîn Ahmed´i celâl yolundan terbiye etti. Zâhirde sertlik göste- rip, kalbden ona muhabbet besledi.

Şiir:

Yüzü güzel olanın nâzı da ne güzeldir.

Bir gözüyle kovarsa, diğeri ile gel der.

Bir gözüyle sayısız nâz eder, cilve eder,

Diğeriyle dâimâ yeniden özür diler.



Senelerce Hâce Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin hizmetinde, doğruluk ve teslimiyet içinde bulundu. Husûsî teveccüh ve ihsânlarına kavuştu. Tasavvufun yüksek derecelerine ulaştı. Hâce Muhammed Bâkî-billah; talebe yetiştirmesi, Allahü teâlânın dînini ve sevgili Peygamberimizin güzel ahlâkını anlatması için ona icâzet verdi. Hüsâmeddîn Ahmed bu vazifeye lâyık olmadığını belirterek, affedilmesini istedi. Hâce Mu- hammed Bâkî-billah hazretleri de özrünü kabûl edip yanından ayırmadı. Hattâ, Muhammed Bâkî-billah´ın vefâtında yanında bulundu. Vefâtı â- nında talebelerinin büyüklerinden ondan başkası yoktu. Tekfin (kefenlenme), techiz ve defn hizmetlerini o yaptı. Hâce Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin vefâtından sonra, onun dergâhında bulunanlara ve hocasının oğullarına hizmette bulunup, çok çalıştı ve çalışmalarının mükâfâtını da buldu. Hocalarının oğulları, onun çalışmasının bereketi ile fazîlete ve kurtuluşa kavuştular. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, hocalarının oğullarına gönderdiği bir mektupta, Hüsâmeddîn Ahmed´e teşekkürlerini bildirirlerdi.

Muhammed Hâşim-i Keşmî anlatır: Hâce Hüsâmeddîn Ahmed hazretleri, bu hizmetçilerine lütuf ve merhamet ederek çok kıymetli mektuplar gönderdi. Hocamız İmâm-ı Rabbânî´nin hizmetinde bulunduğum sırada, birkaç günde mektubu gelir ve o mektuplarda; Hocamıza hizmeti çok aziz tutmayı, sohbetlerinde îcâb eden her şeye dikkat ve riâyet etmeyi nasîhat ederdi. Bâzan rüyâda ve hâl esnâsında da gelir, çeşit çeşit nasîhatler ederdi. Bu dostunun şiirlerini severdi. Gönderdiği şiirli mektuplarda, bu fakîrden de şiir isterdi. Bir yolculuk esnâsında onların hizmetine kavuştum; "Bizim bilmediğimiz yeni şiirleriniz yok mu?" diye sordu. Bu rubâiyi okudum:

Bizim bu mazlum bahtımız adâlete kavuşmadı.

Bir aşk ateşimiz vardır kimse ona ulaşmadı.

Yüzlerce eğri dikenli yollardan geçtik amma

Bir defâ murâdımıza kavuşmak mümkün olmadı."



Bu şiiri hâllerine uygun bulup çok beğendiler.

Hicâz´a gitmeyi çok arzu ettiklerini anlayınca da, şu rubâiyi yazıp gönderdim:

Kalb, kıbleyi gösteren pusula olmadıkça,

Vücûd, Kâbe yolunun bedeli olmadıkça,

Kalmak için kendinde bu ten kuvvet bulamaz,

Hicâz topraklarını kehribar bulmadıkça.



Bu rubâimi de çok beğendi. Bir gün onların yanındaydım. Orada bulunanlardan biri, zamânın zenginlerinden, vâli ve âmirlerinin şânından, şereflerinden konuşup, fakir kimselerden bahsetmedi. Hâce Hüsâmed- dîn Ahmed buyurdu ki: "Ey kardeşim! Bu söz, bu zamandaki fukarâ hak- kında bir ilâhî hikmet taşıyor. Çünkü eski zamanlardaki fakirler, dün- yâdan ve dünyâyı isteyenlerden uzak dururlardı. Sakınırlardı. Her ne ka- dar zenginler onlara yaklaşmak isteseler, onlar zenginlerin sohbetinden kaçarlardı. Bu zamandaki fakirlerin çoğu; bir ihtiyâcı olup gelen zengin- lerle bir arada oturup, muhabbet etmek isterler. Böylece fakirlerin zen- ginlerden uzak kalma hâli bozulur."

Molla Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hirat´ta yetişen âlim ve büyük velîlerdendir. İmâm-ı Muhammed Şeybânî hazretlerinin neslindendir. Beş yaşında Muhammed Pârisâ hazretlerinin huzûruna götürülüp, teveccühe kavuştu.

Mevlânâ Abdurrahmân´ın babası Nizâmeddîn Ahmed, ilim ve takvâ sâhibi idi. Haramlardan şiddetle kaçardı. Oğlunun ilim ehli olması için Herat´daki Nizâmiyye Medresesine getirdi. O sırada Abdurrahmân Câmî henüz küçüktü, bülûğ yaşına gelmemişti. Fakat medresede; zekâsı, meseleleri anlamaktaki fevkalâde kavrayışı, hocaları ve arkadaşları üzerinde büyük bir tesir bıraktı. Tahsîlinin başlangıcında, Muhtasar ve Telhîs adlı eserler üzerinde çalışırken, daha önce gelen ileri sınıftaki arkadaşları Şerh-i Miftâh ve Mutavvel isimli kitapları okuyordu. Mevlânâ Abdur- rahmân, kısa zamanda kendi kitaplarını bitirip, en ileri seviyedeki arka- daşlarının okuduğu kitapları okumağa başladı. Arkadaşlarına yetişip onları geçmesi, herkesi şaşırttı. Bunun üzerine hocaları; "Semerkand, Semerkand olalıdan beri, Molla Câmî´den daha zekî ve kâbiliyetli bir kimse görmedi." demekten kendilerini alamadılar. Burada Hâce Ali Semerkandî´nin, Şihâbüddîn´in ve Mevlânâ Cüneyd-i Usûlî´nin derslerine devâm etti. Din ilimlerinden başka, fen ilimlerine ilgi duyan Molla Câmî, Uluğ Bey zamânında Bursalı Kadızâde Rûmî´nin matematik derslerine de devâm etti. Bu sırada Herat´da, meşhûr astronomi âlimi Ali Kuşçu ile görüştü. Ali Kuşçu, Molla Câmi´ye astronomi ilmine dâir güç ve zor sorular sordu. Sorulanların hepsini, en ince ayrıntılarına kadar ayrı ayrı cevaplandırdı. Ali Kuşçu, bu cevaplara hayran kaldı. Sonra Ali Kuşçu´ya dönerek; "Sizin ilim hazînenizde bundan daha üstün bir nesne yok mudur?" diyerek latîfe etti. Ali Kuşçu ise; "Molla Câmî ile karşılaştıktan sonra, ondaki bilgilerin normal yol ile elde edilen bilgilerden olmadığını ve bunların Allahü teâlânın ona bir ihsânı olduğunu anladım." demekten kendini alamadı.

...Molla Câmî´nin, Sâdüddîn-i Kaşgârî´nin talebesi olduğunu işiten Muhammed Câcermî; "Beş yüz yıldan beri Horasan toprağının bir benzerini yetiştiremediği bir ilim erbâbını, Mevlânâ Sâdüddîn-i Kaşgârî, bir teveccühte yolundan çevirdi ve kendi "Ahrâriyye" ismi verilen yoluna aldı." buyurdu. Mevlânâ Abdürrahîm ise; "Abdurrahmân Câmî, aklî ve naklî ilimleri bırakıp tasavvuf yoluna girene kadar, insanı zâhirî ilimlerden başka hiçbir şey kemâl derecesinde olgunlaştıramaz derdim. Fakat onun tasavvufa yönelişinden sonra, bu düşüncemin yanlış olduğunu anladım." dedi.

Abdurrahmân Câmî, Sâdüddîn-i Kaşgârî hazretlerinin emriyle tenhâ bir yerde halvet etmeye, nefsini terbiye için riyâzet ve mücâhede yapmaya başladı. Yâni, nefsinin isteklerini terkedip, istemediklerini yapmak için uğraştı. Vakitlerini, insanlardan uzak yerlerde Allahü teâlâyı zikretmek, namaz kılmak ve Kur´ân-ı kerîm okumakla geçirdi. Âdetâ insanlarla konuşmayı unuturcasına onlardan ayrıldı. Aylarca devâm eden bu hâlin sonunda kalb gözü açıldı ve melekler âlemini seyretmeğe daldı. Daldığı bu âlemin tecellîleri onun gözünün önünde belirdi ve her şeyden sıyrılmış olarak kendini Allahü teâlâya verdi. O zaman anlıyamadığı bir arzu ile Kâbeye doğru yollara düştü. Bir müddet gittikten sonra kendine gelip; "Ben hocamdan izin almadan nereye gidiyorum? İzinsiz ve rızâsız bir iş yapılır mı? Bu benim yaptığım doğru değildir, derhâl dönmeliyim." diyerek, hocası Sâdüddîn-i Kaşgârî´nin huzûruna döndü. Bu hâdise üzerine Molla Câmî buyurdu ki: "Bu "Ahrâriyye" ismi verilen âlimler silsilesinin yoluna ilk girdiğim zamanlarda, bana nûr belirtileri görünmeye başladı. Hocamın emri üzerine bunlara iltifât etmeyip, o nûrun devamlı olmasını sağlamaya çalıştım. Şunu iyi bilmelidir ki; nûr, keşif ve kerâmetin meydana gelmesi, insanın tamâmiyle olgunlaştığına, nefsini terbiye ettiğine işâret değildir. Bunlara güvenmemelidir. Talebeye en üstün kerâmet, hocasının sohbetiyle pişmesi, onun teveccühleri altında nefsinden kurtulmasıdır."

Molla Fenârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Osmanlı Devleti- nin ilk şeyhülislâmı ve büyük velî. İsmi Muhammed olup, babasınınki Hamza´dır. Nisbeleri Rûmî ve Fenârî, lakabı Şemsüddîn´dir. H.751 de Fener köyünde doğdu. Bu köyde doğması veya babasının fenercilik sa- natıyla meşgûliyetinden dolayı "Fenârî" nisbetiyle meşhur oldu.

Babası Muhammed Hamza, zamânının büyük velîlerindendi. Molla Fenârî küçük yaşta babasından tasavvuf yolunu öğrenmeye başladı. Mevlânâ Alâüddîn Esved, Şeyh Cemâleddîn Aksarâyî, Şeyh Hamîdüd- dîn-i Kayserî´den ve zamânında bulunan diğer birçok büyük âlimden ders okudu. İlim tahsîli için Mısır´a gidip, orada bulunan meşhûr Hanefî fıkıh âlimi Kemâleddîn-i Bâbertî´den ilim öğrendi. Molla Fenârî İskender Târihi´ni nazm eden meşhur şâir Ahmedî ve tıpta Şifâ kitabının sâhibi tabîb Hacı Paşa ile birlikte, Mısır´da Ekmeleddîn-i Bâbertî´nin huzûrunda ders arkadaşı idiler. Bir gün bir velîyi ziyârete gitmişlerdi. Bu zât, onlara bakıp, Mevlânâ Ahmedî´ye; "Sen, vaktini şiirde harcarsın." Hacı Paşaya; "Sen ömrünü tıpta harcarsın.", Molla Fenârî´ye ise; "Sen de, din ve dünyâ reisliğini, ilim ve takvâyı birlikte bulundurursun." buyurdu. Gerçek- ten de, bu zâtın buyurduğu gibi oldu. Din ilimleri yanında fizik, matematik ve astronomi de öğrenen Molla Fenârî, tasavvufta yüksek derecelere kavuştu. İlim tahsîlini tamamladıktan sonra Anadolu´ya dönerek Bursa´ya yerleşti ve talebe yetiştirmeye başladı.

Molla Fenârî, bir ara Bursa´daki hizmetlerini bırakıp Konya´ya gitmişti. Karaman Beyi ona çok iltifat ve ihsânlarda bulundu. Ders okutması için ricâda bulundu. Orada da ders verip talebe yetiştirdi. Burada, Yâkub-i Asfâr ve Yâkûb-i Esved gibi zâtlar ondan istifâde edip, ilimde yüksek dereceye ulaştılar. Molla Fenârî, bu iki talebesiyle dâimâ iftihâr ederdi. Karaman Beyinin kızı Gül Hâtun ile evlenerek, iki oğlu, iki kızı oldu. Sonra Osmanlı Sultânının dâveti üzerine tekrar Bursa´ya geldi. Eski hizmetlerine devâm etti. İki oğlu da, kendisi gibi âlim olarak yetişti. Onlar da Bursa´da kâdılık yapmışlardır.

H.828 de Sultan İkinci Murâd Hân, onu ilk şeyhülislâm olarak tâyin etti. Bu vazifeyi, adâlet ve hak üzere altı sene yaptı. Devletin mühim işlerinde, sultanlar ve devlet adamları kendisiyle istişâre ederek, ilminden ve isâbetli görüşlerinden istifâde etmişlerdi. Ders okutması yanında, fetvâ işlerini ve Bursa kadılığını da yürüten Molla Fenârî, bir mahkeme esnâsında, sultan Yıldırım Bâyezîd Hânın şâhidliğini dahî kabûl etmemiştir. Şöyle ki: Mahkemede dâvâ konusu olan bir hâdisenin şâhidi olarak pâdi­şâhın da dinlenmesi îcâbetmişti. Kâdı Molla Fenârî, huzûrunda duruşmaya çıkan Pâdişâhın şehâdetini, İslâmiyetin aradığı şâhidlik şartlarından biri kendisinde bulunmadığı için red etmişti. O da, namazlarda Pâdişâhın cemâatte görülmemesiydi. Çünkü dînimizde, cemâat ile namaz kılmayı terk edenin mahkemedeki şâhidliği makbûl değildir. Bunun üzerine Yıldırım Bâyezîd Han hemen oturduğu sarayın yanına bir câmi inşâ ettirerek, beş vakit namazı, cemâati hiç terk etmeden kılmağa başladı.

Bursa´da müderrislik ve kâdılık yapan Molla Fenârî kazzazlık (ipekçilik) yaparak da nafakasını temin etmeye çalıştı ve kazandığı paralar ile çok hayrât ve hasenâtta bulundu. Kale´de, Manastır mahallesinde ve Debbâglar semtinde olan mescidler ile, Pınarbaşı´ndaki Dâr-ül-hadîs, onun yaptırdığı eserlerdendir. Kudüs´te de bir medreseyi satın alıp, masraflarını, Anadolu´da yaptığı vakıfların gelirinden karşılamıştır. Vefâtında, çok para ve on binden çok kitap bıraktı.

Osmanlı âlimlerinden ve büyük velî Molla Gürânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Dördüncü Osmanlı şeyhulislâmıdır. İsmi, Ahmed bin İsmâil bin Osman Gürânî, lakabı Şerefüddîn, Şihâbüddîn ve Molla Gürânî´dir. Daha çok Molla Gürânî lakabıyla tanınıp, meşhûr oldu. H.813 de, Sûriye´nin Gürân kasabasına bağlı bir köyde doğdu.

Molla Gürânî, küçük yaşta Kur´ân-ı kerîmi ezberledi. Sarf, nahiv, beyân, meânî gibi âlet ve kırâat ilmini öğrendi. Sonra ilim öğrenmek için Bağdât, Diyarbakır, Hıns ve Hayfa şehirlerine gitti. On yedi yaşında iken de Şam´a gidip, bir müddet oradaki âlimlerden ders alıp, ilim tahsîl etti. Şam´dan Kâhire´ye gitti. Kâhire´de zamânın âlimlerinden ders alarak; kırâat, tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini öğrendi ve bu ilimlerde icâzet aldı. O devrin en meşhûr âlimi İbn-i Hacer Askalânî´den hadîs ve fıkıh ilmine dâir eserler okudu. Bu hocasından okuduğu eserler arasında, Sahîh-i Buhârî ve fıkıh ilminde meşhûr eserler vardı. Hadîs ilminde İbn-i Hacer Askalânî´den icâzet aldı. Molla Gürânî bu şekilde çalışarak tahsîlini tamamladıktan sonra; tefsîr, kırâat, hadîs ve fıkıh ilimlerinde değerli bir âlim olarak yetişti. Yavaş yavaş tanınmaya ve Kâhire´deki medreselerde ders vermeye başladı. Memlûk Devleti hükümdarları ile devletin ileri ge­lenlerinin kurdukları ilim meclislerine katılıp, münâzaralara girdi. İlmi ve fesâhati, güzel konuşmasıyla kısa zamanda tanındı. Hattâ Kâhire´de herkese açık bir ders verdi. Dersini dinleyen âlimler, onun ilimdeki üstünlüğünü takdîr ettiler. Hocası İbn-i Hacer Askalânî ona icâzet verdikten sonra, Sahîh-i Buhârî´yi gâyet güzel bir mahâretle okuttuğunu bizzat görüp, şâhid oldu. Bundan sonra hayâtının bir bölümünü Kâhire ve Şam taraflarında geçirip İstanbul´a geldi. İstanbul´a gelişi, hayâtında değişikliğe yol açtı. Önce Şâfiî mezhebindeydi. Sonradan Hanefî mezhebine geçti.

Molla Gürânî´nin İstanbul´a gelişi şöyle vukû bulmuştur: O devrin meşhûr Osmanlı âlimlerinden Molla Yegân hacca gittiğinde, Kâhire´ye uğradı. Orada Molla Gürânî´yi tanıyıp, onun dîne bağlılığını ve ilimdeki yüksek derecesini görünce, İstanbul´a getirmek istedi. Lütuf ve iltifât göstererek istanbul´a gelmesini söyledi. O da bu teklifi kabûl edip, Molla Yegân ile birlikte İstanbul´a geldi. Meşhûr âlim MollaYegân, hacdan dönüp İstanbul´a gelince, Sultan İkinci Murâd Hanın otağına gidip, bir sohbet yaptı. Sohbet sırasında Pâdişâh; "Gezip gördüğün yerlerden bize ne armağan getirdin?" diye sordu. Bunun üzerine Molla Yegân; "Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilminde iyi yetişmiş bir âlim getirdim" dedi. "Şimdi nerededir?" deyince; "Bâb-üs-seâdede beklemektedir" dedi. Bunun üzerine Pâdişâh, onu içeri getirmelerini söyledi. Molla Gürânî içeri girip, selâm verdi, el öptü. Sohbet sırasında Molla Gürânî´nin konuşması ve hâli, pâdişâhın hoşuna gitti. Onu önce, dedesi Murâd-ı Hüdâvendigâr Gâzî´nin eski kaplıcadaki medresesine sonra da Yıldırım Medresesine müderris tâyin etti. Böylece bir müddet bu vazifede bulundu. Bundan sonra da Sultan İkinci Murâd Hân, Molla Gürânî´yi oğlu Şehzâde Mehmed´in yâni Fâtih´in yetiştirilmesi ile görevlendirdi.

Şehzâde Mehmed (Fâtih), bu sırada Manisa´da emîrdi. Babası İkinci Murâd Hân, oğlunun (Fâtih´in) yetişmesi ve eğitilmesi için pekçok âlimi ona hoca olarak göndermişti. Fakat Şehzâde Mehmed, zekî ve celalli olduğundan, giden hocalar onu bir türlü derse yanaştıramamıştı. Bu sebeple pâdişâh İkinci Murâd Hân, oğlunu yetiştirecek heybetli bir muallim arıyordu. Molla Gürânî´nin heybetli ve vakûr bir âlim olduğunu görerek, sert tutumunu duyup, bu iş için onu tâyin etti. Onun iyi bir eğitimden geçmesini istediğini söyleyip, gerekirse dövebileceğini de işâret etti. Bunun üzerine Molla Gürânî, Manisa´ya gönderildi. Molla Gürânî, Şehzâde Mehmed´in (Fâtih´in) yetişmesi için ona ders vermeye başladı. Gördüğü gevşeklik karşısında, vakûr ve sert tutumuyla, Şehzâde Mehmed´in hırçınlığını yatıştırdı. Hattâ ders sırasında; "Darabtühû te´dîben" Terbiye etmek, eğitmek için onu dövdüm mânâsındaki Arabca cümleyi dil bakımından incelettirdi, tahlîl ve tercüme ettirdi. Bu tutum karşısında Şeh­zâde Mehmed derslere devâm edip, kısa zamanda Kur´ân-ı kerîmi hatmetti ve ilim öğrendi. Pâdişâh İkinci Murâd Hân, oğlu Şehzâde Meh- med´in Kur´ân-ı kerîmi hatmettiğini öğrenince, çok sevinip, hocası Molla Gürânî´ye fazla mikdârda mal ve parayı hediye gönderdi.

Fâtih Sultan Mehmed Hanın yetişmesinde, Molla Gürânî´nin büyük emeği geçti. Bu bakımdan Fâtih, şehzâdeliğinden beri hocasını çok sever, saygı ve hürmette kusûr etmezdi.

Babası İkinci Murâd´dan sonra tahta geçen Fâtih Sultan Mehmed Han, Molla Gürânî´yi vezîr yapmak istedi. Molla Gürânî bu teklifi kabûl etmeyip; "Huzûrunuzda, size devlet işlerinde çok hizmet edenler vardır. Onların ciddî çalışmaları, sonunda vezîrliğe, sadr-ı a´zamlığa kavuşmak ideallerine bağlıdır. Vezîriniz onlardan başkası olursa, kalbleri kırılır ve sultânımıza zarar gelir" dedi. Sultan bu sözü beğendi ve onu kadısker yapmak istediğini bildirince, bunu kabûl etti. Kâdılığa başlayınca, ayrıca müderrislik görevini de yürüttü. Daha sonra Bursa evkâf idâresi vazifesi ve kâdılık vazifesi ile Bursa´ya gönderildi. Bursa´da bir müddet bu vazifeleri yaptı. Sonra bâzı sebeplerle Anadolu´dan ayrılıp, Mısır´a gitti.

Molla Gürânî Mısır´a vardığında, Mısır Sultânı Kayıtbay´dan tam bir kabûl ve çok ikrâm, hürmet gördü. Bir müddet sonra Fâtih Sultan Mehmed Hân, Mısır Sultânı Kayıtbay´a, Molla Gürânî´yi göndermesini ricâ etti. Kayıtbay, Fâtih Sultan Mehmed Hanın bu ricâsını Molla Gürâ- nî´ye bildirerek; "Gitme, ben sana onunkinden daha çok ikrâm ve ihtirâm ederim" dedi. Molla Gürânî; "Evet inanıyorum, sizden çok fazla ikrâm gördüm. Ancak, benimle onun arasında baba ile oğul arasındaki gibi bü- yük bir sevgi vardır. Aramızdaki bu hâdise ise, bir başka şeydir. Bu sebepten o, tabiî olarak kendisine meyledeceğimi bilir. Eğer ona gitmezsem, sizin tarafınızdan gönderilmediğimi zanneder ve aranıza bir düşmanlık girebilir." cevâbını verdi. Sultan Kayıtbay bu cevâbı beğendi ve kendisine çok para ve yolda lâzım olabilecek eşyâları verip, büyük hediyelerle Fâtih Sultan Mehmed Hana gönderdi.

Molla Gürânî İstanbul´a gelince, Sultan ona çok hürmet gösterip, ikinci defâ Bursa kâdılığına tâyin etti. Sonra yeniden Kadıaskerliğe getirildi. Bu arada müderrislik ve eser yazmakla da meşgûl iken, H.885 senesinde Şeyhülislâmlık makâmına getirildi. Fâtih Sultan Mehmed Hân ona; maaş, hizmetçi ve diğer yardımları yanında, çok hediyeler vererek, ikrâm ve hürmet gösterdi. Sekiz sene Şeyhülislâmlık yaptı ve hakka, adâlete uymakta, titizlik göstererek, gayet güzel bir şekilde vazifesini yerine getirdi.

Fâtih Sultan Mehmed Hana çok nasîhat eder, işlerinde yardımcı olurdu. Ona karşı duyduğu samîmi sevgi ve alâka sebebiyle, yeri geldikçe tenkid etmekten, uyarmaktan çekinmezdi. Hattâ giydiği ve yediği şeylere dikkat etmesini, dâimâ dînin emirlerine uygun olmasını isterdi. Nasîhatlerini sert sözlerle söylemekten çekinmezdi.

Molla Gürânî; heybetli, vakûr, sarsılmaz bir ilim haysiyetine ve ahlâkına sâhipti. Uzun boylu, gür sakallı, doğru ve açık sözlüydü. Vezîrleri adlarıyla çağırır, Sultanın huzûruna girince, yüksek sesle selâm verip, müsâfeha yapardı. Dâvet edilmedikçe ve bayram günlerinden başka zamanlarda saraya gitmezdi. Bir defâsında bir Arafe günü, Sultan, Molla Gürânî´ye bir haberci göndererek; "Yarın bayramı kutlamak üzere teşrif etsin, geç kalmasın." diye haber yollamıştı. Molla Gürânî, gelen haberciye; "Yağışlı günlerdir, her yer çamur. Gelirsek, kılık kıyâfet değiştirmek îcâb eder. Yarın bizi bağışlasınlar. Biz uzaktan duâ ederiz. Bayramı uzaktan kutlayalım." dedi. Haberci dönüp bu sözleri pâdişâha iletince, Pâdişâh; "Biz onların gelmesi ile bayram yaparız. Her şeye rağmen gelmelerini bekliyoruz." dedi. Üzerlerinin çamur olmaması için de, sarayın selâmlığına kadar at ile girmesine izin verildi. Bunun üzerine dâveti kabûl etti. Molla Gürânî, devrin âlimlerine mütevâzî davranır ve onlara karşı kıskançlık göstermezdi. Hattâ resmî vazifelerde kendinden daha üst makamlara çıkan âlimleri takdîr ederdi. Müderrislikden resmen ayrıldıktan sonra da ilim öğretmeye devâm etti. Pekçok âlim yetiştirdi. Osmanlı âlimleri arasında ahlâkının üstünlüğü, ilmî hususlarda tâvizsiz olan ve ilme çok önem veren bir âlim bilinip öyle tanındı. Günlerini hep ders vermekle, kitap yazmakla ve ibâdetle geçirirdi.

Molla Hüsrev (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hanefî mezhebi fıkıh âlimi, üçüncü Osmanlı şeyhulislâmı ve velî?dir. İsmi, Muhammed bin Feramuz (Feramerz)´dir. Sivas ile Tokat arasındaki Kargın köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Babası, bir Fransız subayı iken müslüman olmuştur. Kızını Osmanlı emîrlerinden Hüsrev adında bir zâta verdi. Babasının genç yaşta ölmesi üzerine, eniştesi Hüsrev Beyin yanında kaldı ve büyüdü. Bu sebeple Hüsrev kayını diye çağırılırdı. Daha sonra kayını kelimesi kaldırılarak, Molla Hüsrev adıyla meşhûr oldu.

Burhâneddîn Haydar Hirevî ve zamânının diğer âlimlerinden ilim tahsîl etti. Tahsîlini tamamladıktan sonra Edirne´de Şâh Melik Medresesinde ve sonra da kardeşinin vefâtıyla boşalan Çelebî Medresesinde müderrislik yaptı. Sultan İkinci Murâd Hân devrinde Varna Savaşından önce, H.832 senesinde Kadıaskerliğe tâyin edildi. Molla Hüsrev, Fâtih Sultan Mehmed Hân tahta geçince de bu göreve devâm etti. Memleketi iç ve dışta huzûra kavuşturduktan sonra, Sultan İkinci Murâd Hân tahttan çekilmiş, yerine oğlu Sultan Mehmed´i oturtmuştu. Ancak düşmanlar, Sultanı çocuk yaşta görüp, birtakım huzursuzluklar çıkarmak istediler. Bunun üzerine İkinci Murâd tekrar tahta geçti ve Sultan Mehmed´i Manisa´ya gönderdi. İlim adamlarından çoğu, birer bahâne ileri sürerek, Manisa´ya gitmek istemediler. Molla Hüsrev, kâdıaskerlikten istifâ ederek, Şehzâde ile birlikte Manisa´ya gitmeye karar verdi. Şehzâde, onun bu kararını duyunca; "Vazifenize devâm edin, zîrâ memleketin size ihtiyâcı var." dediyse de, Molla Hüsrev hazretleri; "Manisa´ya giderken sizi yalnız bırakmam uygun olmaz, müsâade buyurun geleyim." diyerek samîmiyetini bildirdi ve birlikte Manisa´ya gitti. Şehzâde Mehmed bu muhterem â- limden çok faydalandı ve ondan bir kısım ilimleri tahsîl etti.

Fâtih Sultan Mehmed Hân tekrar tahta geçince, o da İstanbul´a geldi. İstanbul´da Galata ve Üsküdar kâdılıklarına tâyin edildi. Bu arada Aya- sofya müderrisliğini de yürüttü. Bir ara Bursa´ya gidip bir medrese kura- rak ilim öğretmekle meşgûl olduğu sırada, Fâtih Sultan Mehmed Hân tarafından İstanbul´a dâvet edilerek, H.865 de şeyhülislâmlığa tâyin edil- di. Molla Hüsrev, yirmi sene, adâlet ve hakkâniyetle şeyhülislâmlık vazi- fesini yürüttü.

Fâtih Sultan Mehmed Hân, Molla Hüsrev´i çok takdîr ederdi. Molla Hüsrev´den söz ettiği zaman; "Zamânımızın Ebû Hanîfe´sidir." diyerek, teveccüh ve sevgisini belirtirdi. Bir defâsında bir düğün yemeğinde, hocası Molla Gürânî´yi sağ yanına, Molla Hüsrev´i sol yanına alarak oturmak sûretiyle iltifâtta bulunmuştu.

Molla Hüsrev; orta boylu, gür sakallı, kıymetli elbise giyen, başında küçük bir sarığı olan, heybetli, tevâzu sâhibi bir zât idi. Güzel ahlâk sâhibi, vakûr, yüksek ilmiyle İslâm dînine uymakta gayretli ve titiz idi. Bu sebeple, halkın ve devlet adamlarının sevgisini ve hayranlığını kazanmıştır. Medresede derse gideceği zaman talebeleri onun evinin önünde toplanır, saygı ve tâzimle onu medreseye götürür, yine o şekilde evine getirirlerdi. Büyük âlim, yalnızlığı ve kendi işini kendisi görmeyi severdi. Konağında birçok hizmetçiler olduğu hâlde, Molla Hüsrev hiçbirini kendi hizmetinde kullanmaz, odasını kendisi süpürür, lâmbasını kendisi yakardı.

Anadolu velîlerinden Molla Osman Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretlerinin babasıdır. H.1081 de Hasankale´- de doğdu. Babasının ismi Molla Bekr´dir.

Molla Bekr, oğlu Osman doğduğu zaman akika kurbanları keserek, Hasankale halkına ziyâfetler verdi. Tahsil çağı geldikten sonra Osman´ı, okuyarak âlim olması için, Hasankale halkından kerâmetler sâhibi Kara- şeyhoğlu Seyyid İbrâhim hazretlerine gönderdi. Yirmi yaşına kadar ondan tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini öğrenen Osman Efendi, herkesin takdir ettiği bir âlim oldu. Cenâb-ı Hakk´ın vergisi olarak yaratılışından güzel ahlâklı olan Osman´a, Derviş Efendi lakabını taktılar.

Derviş Osman Efendiye, annesinin vefâtından sonra babası, Hasan- kale yakınında Fendiği köyünden Seyyid Dede Mahmûd´un kızı Seyyide Hanîfe Hâtunu nikâh etti.

Molla Bekr çok cömert idi. Bu sebeple misâfiri hiç eksik olmazdı. Hattâ misâfir gelmediği zaman geç vakitlere kadar yemek yemeden bekler, gelmez ise sabaha kadar aç beklerdi. Bir sonbahar akşamı, Zekeriyyâ isminde Özbek´li bir misâfir gelmişti. Zamânın velîlerinden olan Zekeriyyâ Efendi, Molla Bekr Efendinin evinde hastalandı. Molla Bekr, sâlih bir müslümanın derdleriyle uğraşmaktan kazanacağı sevapları düşünerek, oğlu Osman Efendiyi hizmetine verdi. Osman Efendi, zevk ile altı ay Zekeriyyâ Efendiye hizmet etti. Zekeriyyâ Efendi, bir gece odasında heyecanla sağa sola koşturarak garip hareketler yaptı. Uzun süren bu koşturmasından sonra; "Elhamdülillah yangın söndü." dedi. Zekeriyyâ Efendiyi hayretle seyreden Derviş Osman, bu söze bir mânâ veremeyerek; "Efendim, hangi yangın söndü?" diye sordu. O da; "Biraz önce İstanbul´da büyük bir yangın çıkmıştı. Evleri yanan bâzı yetimler zamânın evliyâsından yardım istediler. Biz de yangını söndürmek için vazifelendirildik. Hamdolsun şimdi söndü, fakat çok ev yanıp kül oldu." buyurdu. Hakîkaten bir müddet sonra İstanbul´dan gelen biri bu yangını anlattı. Aynı güne rastlıyordu.

Zekeriyyâ Efendi bir gün, Derviş Osman´a; "Bize altı aydır hizmet edip, çok ikrâmlarda bulundunuz. Bu hizmetiniz çok makbûle geçti, çok sevaplar kazandınız. Şimdi sıra bizde. Şu anda hâcet kapıları açıktır. Dileyiniz. Her ne dilerseniz cenâb-ı Hak ihsân eder." buyurdu. Derviş Osman bu söze çok heyecanlandı ve; "Murâdım, îmân ile ölerek, âhirete gitmek ve Cennet-i âlâya kavuşmaktır." dedi. Zekeriyyâ Efendi; "Daha çok, daha kıymetli şeyler iste! Allahü teâlâ büyük dereceler isteyeni se­ver." deyince, Osman Efendi ağlayarak; "Cennet´te Allahü teâlânın Cemâliyle müşerref olmak isterim." dedi. O da; "Allahü teâlâ kalb gözünü açsın ve o arzuna kavuştursun!" buyurdu. O anda Derviş Osman´ın gönül gözü açılarak melekler âlemini seyretmeye başladı. Zekeriyyâ Efendi, Derviş Osman´a günde on bin defâ Kelime-i tevhîd söylemesini tavsiye ederek, oradan ayrıldı. Derviş Osman, büyük bir aşk ile her gün on bin Kelime-i tevhîdi söyleyerek, kalb aynasını cilâlamaya başladı.

Bu sırada babası Molla Bekr, çıkan Osmanlı Rus savaşında Kırım´a gitti. Kefe´ye gelince şehîd oldu. Ondan sonra evin bütün işleri Derviş Osman´a kaldı. Ticâret ve zirâat işleri, hizmetçilerle uğraşmak, gelen gidenle ilgilenmek, kardeşlerinin âh u vâhını inleyip sızlamalarını susturmak ve muhterem babasının ölüm hasreti, onun zikir, fikir ve huzûruna mâni oldu. Kalbinin dağıldığına çok üzülen Derviş Efendi, çok ağlayıp inledi. Üzüntü ve keder denizine daldı. Onu teselli edecek bir rehberi yoktu. Yakınlarda kendisini yetiştirecek, derdine dermân olacak bir rehber bulamayınca üzüntüsü daha da arttı. Bütün vücûdunu mânevî bir soğukluk kapladı. Artık büsbütün dünyâ hayâtından usanmıştı. H.1115 senesinde bir Cumâ gecesi, kalb hastalığından kurtulmak düşüncesiyle istihâre namazı kılıp, uzun uzun, ağlayarak duâ etti. O gece rüyâsında, dünyâyı terk etmek ve kendini Allahü teâlâya kavuşturacak bir velîyi ara­yıp bulmak lâzım geldiği bildirildi. Uyanınca bu emri yerine getirmek için karârını verdi. O sabah güneş doğarken bir oğlu dünyâya geldi. İsmini İbrâhim Hakkı koydu. Oğlunun olmasına ziyâdesiyle sevinen Derviş Osman Efendi âdetâ hastalıktan kurtuldu.

Osman Efendi, oğlunun doğumundan sonra rüyâda emredilen vazifeyi yapmak üzere Erzurum´a geldi. Erzurum´da Gümrükçü Derviş Bey, kendi oğlunu yetiştirmek üzere bir hoca arıyordu. Osman Efendiyi görünce ona dolgun ücretle ders vermesi için teklifte bulundu. Fakat Osman Efendi kabûl etmedi. Habib Efendi isminde tasavvuf ehli muhterem bir zâtın yanına gitti. Velilerden olan Habib Efendi, Derviş Osman Efen­diye çok izzet ve ikrâmlarda bulundu. Onu Mehdî mahallesinde yaptırdığı câmiye imâm yapmak istedi. Fakat Osman Efendi, derd ve gam ateşiyle eriyip, kendini yetiştirecek bir rehber bulmak arzusuyla yanıp kavrulmuş, sabrı ve karârı kalmamıştı. Aklı fikri hep rüyâsında verilen emirdeydi. O sırada Lala Paşa Câmiine Özbekli Zekeriyyâ Efendi vâiz olarak gelmişti. Bunu işiten Derviş Osman Efendi, hemen yanına gidip durumunu bildirdi ve kendisini yetiştirmesi için yalvardı. Zekeriyyâ Efendi, onu güler yüzle karşılayıp iltifâtlarda bulundu. O gece istihâre namazı kılıp, cenâb-ı Hakk´a yalvaran Zekeriyyâ Efendi, ertesi günü Osman Efendiye; "Ey kardeşim! Biz seni kabûl ederdik. Lâkin bizden önce seni sultânımız almıştır. Sana müjdeler olsun ki, senin sâhibin çok büyüktür. O öyle bir yetiştiricidir ki, bu zamanda pek nâdir bulunur. Altı seneden beri senin gelmeni beklemektedir. Her hâlde iki seneye varmaz görüşmeniz vâki olacaktır. Sen onun hasretiyle yanmaya devâm et ve bunun kıymetini bil. Allahü teâlâya tevekkül eyle sonun selâmettir." buyurdu.

Derviş Osman Efendi, bu müjdeyi alınca çok sevindi. İki sene daha beklemeye karar verip tekrar evine döndü. Eve dönüşünün ikinci senesinde hanımı Hanîfe Hâtun vefât etti. Yedi yaşındaki oğlu İbrâhim Hak- kı´yı amcalarına emânet edip, tekrar bir rehber bulmak üzere yola çıktı. Eyyûb Efendi isminde bir velî ile arkadaş olup, diyâr diyâr dolaşarak, vâd olunan zâtı araştırmaya başladılar. Önce Bitlis´e gittiler, Eyyûb Efendi daha önce burada Molla Muhammed Arvâsî hazretlerinin sohbetinde ve hizmetinde bulunmuş, ondan ilim öğrenmişti. Osman Efendi, Bitlis´in gü- zelliğine hayran kaldı. Akarsularını, meyve ağaçlarını, güzel evlerini gö- rünce hayret edip, arkadaşı Eyyûb Efendi´ye; "Burası Cennet midir?" diye sormaktan kendini alamadı. Orada bir hafta kaldıktan sonra, Eyyûb Efendiyle, vefât eden Molla Muhammed Arvâsî hazretlerinin Müküs´deki kabr-i şerîfini ziyârete gittiler. Burada da bir hafta kalıp, Hicaz´a gitmek niyetiyle Siirt´e doğru yola çıktılar. Hizan´dan Siirt´e giden kervanda ihti- yâr bir kimse ile tanıştılar. Dertlerini anlatıp sohbet ettiler. O ihtiyâr bun- lara, "Siirt´in Tillo kasabasında şeyh İsmâil Fakîrullah hazretleri vardır. Allahü teâlânın çok sevdiği evliyâsındandır. Onu ziyâret etmeden, duâ- sını almadan bir yere gitmeyin!" dedi. Bu habere çok sevinen iki arkadaş, o ihtiyâra; "Siz önden gidip, bizi ziyâretine kabûl buyurmasını söyleyebilir misiniz?" ricâsında bulundular. O zât kabûl edip Tillo´ya gitti. İsmâil Fakî- rullah´ın huzûruna çıkıp; "Yarın iki Erzurumlu ziyâretinize gelmek ister- ler." deyince; "Evet, senelerdir onları bekliyorum. İçlerinden biri tekrar Erzurum´a dönecek, diğeri ise bizim hizmetimizde kalacaktır." buyurdu.

Ertesi günü Derviş Osman Efendi ile Eyyûb Efendi, on sene aramaya karar verdikleri, fakat on gün içinde kavuşacakları zâtın huzûruna gittiler. Eyyûb Efendi, İsmâil Fakîrullah hazretlerini daha görür görmez büyüklüğünü mârifet nûruyla anladı ve şükür secdesine kapandı. İsmâil Fakîrul- lah ise; "Ey Molla Eyyûb! Bu senin haccındır." diyerek müjde verdi. Fakat Derviş Osman Efendi, bu zâtın büyüklüğünü ilk anda anlayamadı. Onun kafasında hep Kâ´be-i muazzama vardı. Aradığını orada bulacağını zan- nediyordu. Ziyâretten sonra tekrar Siirt´e gitti. Üç gün sonra Tillo´da kalan arkadaşı Eyyûb Efendinin yanına geldi. Eyyûb Efendi ona; "Kardeşim Osman Efendi! On sene arayarak bulmak istediğimiz zâtın, bu olduğuna inandım. Onun kıymetini bilip, burada kalacağım. Bu Ramazân-ı şerîfi, câmide îtikâf ederek geçireceğim. Bu arada mübârek hocamın cemâl-i şerîfini görüp, sohbetiyle bereketlenmeyi kendime murâd edindim" de- yince, Osman Efendi de arkadaşının bu hâline imrenip câmide îtikâfa çekildi. Osman Efendinin kalbindeki hastalık her geçen gün azalmaya, İsmâil Fakîrullah hazretlerine olan muhabbeti ve hayranlığı çoğalmaya başladı. Yavaş yavaş, vücûdu sıhhat, gönlü rahata kavuştu. Her geçen sâniye kalbinden gaflet ve gam gidip, yerine sürûr ve huzur doldu. Bay- ram geldiğinde, aradığı mübârek zâtın İsmâil Fakîrullah hazretleri oldu- ğuna kanâat getirdi. Bundan sonra onun en büyük hizmetçisi olmaya gayret gösterdi. Bayramdan sonra arkadaşı Eyyûb Efendi Erzurum´a git- ti. Osman Efendi, hocasına hizmeti canına minnet bildi. Sekiz seneden beri aradığı rehberini bulmanın verdiği zevk ile, hocasının buyurduğu her emri ânında yapmaya başladı. Gam ateşlerini söndürüp her hastalıktan şifâ buldu. Pekçok imtihanlardan geçti. Sonunda mârifet devletine kavu- şarak, velîlik mertebelerinden pay aldı. Hocasının mübârek teveccühleri ile çok yüksek derecelere kavuştu. Evliyânın havâssı denilen seçilmiş- lerden oldu. Karşısındaki kimsenin kalbinden geçenleri bilmek, kabirde- kinin hâllerini müşâhede edip görmek, kuşlar ve canavarlarla konuşmak gibi şeyler, artık onun için normal hâller olmuştu.


Konu Başlığı: Ynt: Evliya Hayatından Sahifeler
Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Mart 2010, 02:59:28
Derviş Osman Efendinin İsmâil Fakîrullah hazretlerinin hizmetine girip, tasavvuf ilmi tahsîl etmesinin ikinci senesinde, Hasankale´de bulunan dokuz yaşındaki oğlu İbrâhim Hakkı´yı, amcası Ali, Tillo´ya getirdi. İbrâhim Hakkı hazretleri, Mârifetnâme ismindeki kitabında buyurdu ki: "Ben dokuz yaşında idim. Ali amcam beni babamın yanına götürdü. Bir ikindi vaktinde Tillo´ya girdik. Dergâha vardığımızda babam ile hocası namaz kılıyorlardı. İlk bakışta İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzü, ba- na pederimden daha yakın geldi. O anda yüzünün cezbesi gönlümü aldı, aklım onun güzelliğine, duruşundaki heybete ve olgunluğa hayran kaldı, gönlümü ona kaptırdım. Babam beni kendi odasına götürdü. Şefkat ile i- lim öğretip, lütuf ile terbiye etmeye başladı. Astronomi ilmini, babamdan bir hafta sonra talebeliğe kabûl edilen büyük âlim Molla Muhammed Sıhrânî hazretlerinden öğrenmeye başladım. Kış mevsimine girmiştik. Bir ikindi namazından sonra, odamıza babam ile mübârek hocamız teşrif edecekti. O sırada da dergâhın ocağında meşe yanıyor, közleri kıpkırmızı kızarıyordu. Merhamet menbâı olan hocamız bu küçük talebesine şefkat göstererek babama; "Osman Efendi! Molla İbrâhim üşümesin, hücresine biraz köz götür" buyurdu. Babam derhal emrine uyarak ocağın yanına gitti. Paltosunun eteğini yere yayıp iki elini ateşin içine soktu. Kö- zü alıp paltonun üzerine koyacağı sırada mübârek hocamız bu hâli gör- dü ve; "Osman Efendi! Közleri elinle değil, kürek ile götür" buyurdu. Ba- bam; "Başüstüne efendim" diyerek elini ateşten çekti. Kürek ile köz alıp odamıza geldiler. Bu hâdiseye hayret etmiştim. Mübârek hocamız oda- mızdan ayrıldıktan sonra babama; "Babacığım! Sizin eliniz ateşte yan- maz mı? Niçin öyle ateşin içine sokup közleri avuçladınız?" diye sordum. Babam; "Bundan beş sene önce evimizde misâfir kalan ev­liyâ-ı kirâm- dan Zekeriyyâ Efendinin bu fakîre duâsından sonra, Allahü teâlâ bize çok ihsânlarda bulundu. Vücûdumuzu ateş yakmaz oldu." buyurdu. Ben de; "İnşâallah, Rabbimiz bize de öyle ihsânlarda bulunur." dedim. Bu is- teğime çok sevindi ve; "Diğer insanların vücûdu, kuru ağaçtan yapılmış boş testi gibi olup, ateşe atılınca cayır cayır yanar. Fakat Allahü teâlânın seçtiği velîlerin vücûdu ise, buz gibi su ile dolu bir sürâhiye benzer, ateşe atılınca, ateşi söndürür." buyurdu. Sonra babama; "Mâdem ki elinizi ateş yakmıyor, niçin kürek ile ateşi almanız emrolundu?" diye sordum. Bunun üzerine babam; "Mübârek hocamız, ateşi elime alırken senin gördüğünü anladı da onun için kürek ile almamı emrettiler. Çünkü, başkalarının yapamıyacakları böyle işleri yaparak başkalarına göstermek, bu yolda edebe uygun değildir. Evliyânın kerâmetini gizlemesi, göstermemesi em- redilmiştir. Hocamız bu sebeple ateşi elimle değil, kürekle almamı işâret buyurdu." dedi."

Oğlu İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: "İsmâil Fakîrullah hazretlerinin hizmetçilerinin başı ve evlâdı gibi olan babam Derviş Osman Efendi, artık elli iki yaşına girmişti. Bu fâni dünyânın fenâlığından kurtulmak ve bir an önce Allahü teâlâya kavuşmak arzusuyla yanmağa başlamıştı. Bir gün kendi dostlarından Molla Ziyâd ismindeki bir imâm, babamı yalnız gördüğü bir gün; "Osman Efendi kardeşim! Yıllardır İsmâil Fakîrullah hazretlerinin yanında hizmet etmekle şerefleniyorsun. Seni oğlundan daha üstün tutmaktadır. Hâl böyle iken, hâlâ maksadına kavuşamadın mı?" diye sordu. Babam da; "Henüz murâdımın nihâyetine kavuşamadım. Sana söz veriyorum ki, maksadıma kavuştuğum zaman sana haber veririm. Yatakta olsan dahî kaldırırım." dedi. Babamın bu sözünden on gün geçmişti. Sonra babam rahatsızlandı. Bu imâm, babama beş gün beş gece hizmet etti. Babam yemek yiyemeden, su içmeden ateşler içinde beş gün yattı. H.1132 senesinde elli iki yaşında Hakk´ın rahmetine kavuştu."

Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri İnsanları Hakk´a dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisidir. İkinci bin yılının müceddidi ve İslâm âlimlerinin gözbebeği olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin hocasıdır. H.971 de Kâbil şehrinde doğdu.

Giymede, yemede, oturmada hiçbir şeye özenmez ve heves etmezdi. Sevmediği ve tabiatının arzu etmediği bir yemeği birkaç gün üst-üste önüne getirseler; "Bir başka yemek getirin." demezdi. Bunun gibi, bir elbise uzun bir zaman üzerinde kalsaydı, "Bir başkasını getirin giyeyim." demezdi.

Bedenen zayıf olup, dâimâ abdestli olmaya, daha çok ibâdet ve tâat yapmaya uğraşırdı.Yatsı namazından sonra odasına döner bir mikdâr murâkabe ile meşgûl olur, âzâlarının zayıflığı galebe gösterince, kalkar abdest alır, iki rekat namaz kılar, yeniden otururdu. Bedeninde hâlsizlik ve yorgunluk vâki olunca, tekrar abdest alır, gecenin çoğu böyle geçerdi.

Yemek yemede ihtiyâtı o kadar çoktu ki, Yemek pişirenin abdestli, hattâ huzur ve safâ sâhiplerinden olmasını, yemek pişirirken çarşı, pazar ve dünyâ kelâmı söylenmemesini iyice tenbih ederdi. "Huzur ve ihtiyât sâhibi olmayanın yemeklerinden, bir duman çıkar feyz kapısını kapatır ve feyzin gelmesine engel olur, feyze vesîle olan temiz rûhlar, kalb aynasının karşılarında durmazlar" derdi. Bütün talebelerini bu husûsa riayete teşvik eder, az bile olsa, riâyet etmeyenlerin hâllerinden bunu anlardı.

Bir gün dervişlerden birinin bir yorgana ihtiyâcı oldu. Hatırından, ondan bir yorgan istemeyi geçirdi. Muhammed Bâkî-billah hazretlerine bu düşüncesi, zâhir olup, namazdan sonra; "Filân dervişe ve yorgan ihtiyâcı olanlara, yorgan veriniz." buyurdu. O derviş; "O günden beri Muhammed Bâkî-billah hazretlerini üzecek bir düşüncenin kalbimden geçeceğinden korktum." demiştir.

Bir gün, azîzlerden biri, onun muhlis talebelerinden birine, arzu ve istek dolu bir mektup gönderdi. Bu mektup Muhammed Bâkî-billah hazretlerine takdim edildi. Yüksek bir tevâzu ile mektubun arkasına şöyle yazdı: "Maalesef bu âcizde iş yapacak kuvvet kalmadı. Allahü teâlâ, bu geride kalmış günlerinin mâtemini tutana birkaç gün ömür verirse, en büyük gayretle maksadı ararım, hayâtımı bu yolda veririm. Allahü teâlâ bu miskine, her iki cihândaki işini, kudret-i ilâhiyyeye bırakmasını ve bütün tutulmalardan kurtulmasını ihsân eylesin. Âmin. Yâ Rabb-el-âlemîn... O kardeşime ricâ ederim ki, bu arzunun husûlü için, yüzünüzü yerlere sürünüz. Ve fakîrin bu arzusuna kavuşması için Allahü teâlâya duâ ediniz. Zîrâ arkadan, gıyâben yapılan duâları, Allahü teâlâ hemen kabûl eder. Duâlar ederim efendim."

Muhammed Bâkî-billah hazretlerini kim görse; "Yeryüzünde yürüyen bir meyyite kim bakmak isterse, Ebû Kuhâfe´nin oğluna, yâni Ebû Bekr-i Sıddîk´a baksın." hadîs-i şerîfini hatırlardı. Bununla berâber, nazarlarının heybet ve tesiri duvarlara işlerdi. Gafiller, kendisini görünce; "Onları görenler Allah´ı hatırlarlar." hadîs-i şerîfini akıllarına getirirlerdi. Hattâ öyle ki; bir gün Hindûların tarlalarının bulunduğu bir köyden geçiyordu. Orada bulunanların gözleri Muhammed Bâkî-billah hazretlerine takılınca, bir­birlerine: "Bu nasıl bir insandır ki, onu görünce Allah hâtırımıza geldi." dediler.

Bütün bu heybetiyle berâber, ızdırabının coşması ve şöhretten kaçarak kendini halkın gözünden düşürmek arzusu ile, yalnız başına sokaklarda ve pazarda dolaşır ve bir duvarın gölgesinde toprağın üstünde otururdu. Bu kendinden geçme ve hayret zamanlarında, dinden kıl ucu kadar ayrılmaz, azîmetle olan amellerinde bir gevşeklik olmazdı.

Eğer talebelerinden birinin bir edebi terk ettiğini bilse, zâhirde kızmaz, dile almaz ama yakın oldukları hâlde, bâtınlarını ondan çekerler, ayırırlardı. Bâzan rüyâda îkâz eden emirler verirdi. Hatâ ve eksikliklerini talebelerine bu yollarla bildirirdi.

Anadolu´yu aydınlatan meşhûr velilerden Seyyid Muhammed Çelebi Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) Eğridir´de doğdu ve H.900 de orada vefat etti.

Babası Pîrî Halîfe Sultan, mânevî bir işâret üzerine genç yaştayken İran´ın Hoy şehrinden, hocası Şeyhülislâm Berdeî hazretleriyle birlikte Anadolu´ya göçmüştür. Anadolu´ya gelince, büyük bir mürşid-i kâmil olan hocası Şeyhülislâm Berdeî´nin kızıyla evlenmiş ve bu evlilikten Muham- med Çelebi Sultan doğmuştur. Daha küçük yaşta iken, babasının ziyâre- tine gelenler içerde iken, ıslahı mümkün olmayan kimselerin ayakkabıla- rını ters çevirir; iyi kimselerinkini ise düzgünce koyardı. Küçük yaşında günahkar ve sâlih insanı ayırır ve söylerdi. Melekleri görür ve gördüğü şeyleri söylerdi. Babası çarşıdan alınan çörekten yedirince bu hali kırk gün kaybolur kırk gün sonra yine görürdü. Niçin gördüklerini söylüyor- sun? dediklerinde, bana; "Gördüklerini söyle sana zararı yoktur diyorlar." derdi. On yaşına kadar bu hali devâm etti. Sonra gizledi.

İlim ve feyz ocağında gözlerini açıp küçük yaştan îtibâren ilim ve edep öğrenmeye başladı. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Babasından ve babasının hocası Şeyhülislâm Berdeî´den ilim öğrendi, onların bereketli sohbetlerinde ve derslerinde yetişti. Tasavvufta kemâle erdi. İcâzet aldı. Şeyhülislâm Berdeî hazretlerinin vefâtından sonra dâmâdı ve Muhammed Çelebi Sultan´ın babası Pîrî Halîfe, Muhammed Çelebi Sultan´ın halîfesi olarak dergâhta senelerce halka rehberlik yapıp insanlara, Eshâb-ı kirâmın Peygamber efendimizden naklen bildirdiği ve asırlar boyunca kıymetli İslâm âlimleri tarafından büyük bir dikkatle nakledilegelen Ehl-i sünnet îtikâdını ve doğru din bilgilerini anlattı, öğretti. Bunlara uygun yaşamalarını sağladı. Ömrünü bu mübârek hizmetlerle geçirdi. Vefâtından sonra ilim ve feyz menbaı olan dergâhda oğlu Muhammed Çelebi Sultan, yolunu şaşırmış olanlara rehberlik vazîfesi yaptı. O da aynen babası gibi ilim ve feyz saçtı, nice sâlih ve velî zâtlar yetiştirdi. Pekçok insanın saâdete kavuşmasına vesîle oldu. Vefâtından sonra yerine torunu Şeyh Burhâneddîn hazretleri geçti.

Evliyânın büyüklerinden Şeyh Muhammed Efendi (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) zâhirî ve bâtınî ilimlerde derin âlim ve velî bir zât idi.

Diğer büyük velîler gibi, bu da, insanlara bulundukları dünyâlık mevkiler ve sâhib oldukları servetlere göre kıymet verilmesini hoş karşılamaz ve böyle yapılmasından şiddetle nefret ederdi. Yanına gelenler arasında, zengin, fakir, yüksek ve aşağı şeklinde bir ayırım yapmaz, kıymet ve üs- tünlüğün İslâmiyete uymak nisbetinde olduğunu bildirirdi. Dînimizin emir- lerine son derece bağlı, Allahü teâlâyı unutmayan dağdaki bir çobanın, Allahü teâlâdan gâfil olan bir sultandan binlerce kat daha kıymetli olduğunu söylerdi.

İstidâd sâhibi birisi kendisine gelse, ona mutlaka alâka gösterir, ilim ve edeb öğrenmesinde ona faydalı olurdu. Talebeler sohbetleri bereketi ile öyle yüksek derecelere kavuşurlardı ki, başkaları uzun seneler mücâ- hede edip uğraşmakla o dereceleri elde edemezlerdi.

Ekseri gecelerde meclisinde bulunanlar ile birlikte, başka bir şey düşünmeyip, yalnız Allahü teâlâyı zikretmekle meşgûl olurlardı. Onların bu hâlini görenler, bulundukları yerden nûr yayıldığını ve bu nûrun gök yüzüne doğru yükseldiğini görürlerdi. Nice insanlar, Şeyh Muhammed´e bir müddet hizmet etmekle, yüksek derece ve makamlara kavuşmuşlardı.

Irak´ta ve Mısır´da yaşamış olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, İnsanlara karşı tevâzû ve yumuşaklıkla muâmele ederdi. Allahü teâlâ onun zâhirini görünen güzelliklerle süslediği gibi kalbini ve hallerini de mânevî güzelliklerle süslemişti. Sohbetleri pek tatlı ve tesirliydi. Bir defâsında bâzı kimseler tavla oyunu oynuyorlardı. Onlara yaklaşıp; "Ku­mar mı oynuyorsunuz?" buyurup yanlarından ayrıldı. Tavla oynayan kimseler oyunu bıraktılar bir daha oynamadılar.

Dünyâya, dünyâ ehline ve insanların kendisine îtibâr göstermelerine değer vermeyen Muhammed Emin Erbilî hazretleri; "Biz kimseden bir şey istemeyiz. Gelen hediyeyi de reddetmeyiz. Fakat onları alıp yanımızda da alıkoymayız, ihtiyaç sâhiplerine dağıtırız." buyururdu. Sözleri hareketlerine uygundu. En zor ve sıkışık zamanlarında bile mânevî vazîfelerini, virdlerini ve Allahü teâlâyı anmayı terketmezdi.

Gittiği yerlerde anlattıklarından istifâde edip hayırlı işlere yönelenler olmadığı zaman, oradan süratle uzaklaşırdı. "Burada kalmak ömrü boşa geçirmek, zâyi etmektir." buyururdu. Bir yerde kalırsa, ya vâz nasîhat eder, ya zikr yaptırır veya eser yazmakla meşgûl olurdu.

Talebeleriyle birlikte Hatm-i Hâcegân virdine devâm ederdi. Her hafta Cumâ gecesi Hatm-i Hâcegân okuturdu. Hatimden sonra talebelerine kıbleye dönmelerini, bir veya ikişer kere Yâsîn-i şerîf sûresini okumalarını emrederdi. Bâzan da birer defâ Fâtiha okuturdu.

Muhammed bin Eslem Tûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Horasan taraflarında yaşayan büyük velîlerden olup, tefsîr, kelâm ve hadîs âlimidir. İnsanlar arasında "Resûlün Lisânı" ve "Horasan Serdârı" diye tanınmıştır. Tûs´da doğdu, doğum târihi bilinmemektedir. H.242 de Nişâbur´da vefât etti.

Bütün ömrü boyunca Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine tam bir bağlılık içinde yaşadı.

Haram ve şüphelilerden sakınmakta ve hattâ şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terketmekte çok dikkatli idi. Bütün ömrü İslâmiyete uymakla geçti.

Allah korkusu ile çok ağlardı. Bu hâli komşuları da farkederler, kendisine acırlardı. Sadece arpa ekmeği yer, fazlasına lüzum yok derdi. Hiçbir zaman kahkaha ile gülmezdi. Bir ara Nişâbûr´a geldi. Herkes, feyiz ve bereket kaynağı olan sohbetlerinden istifâde edebilmek için can atıyordu. Onun vesilesiyle elli bin kişinin tövbe edip hidâyete kavuştuğu rivâyet edilmektedir.

Muhammed bin Eslem hazretleri, geceleyin muhtac olanların ne ihtiyaçları olduğunu gizlice tesbit eder, sonra da başkalarından borç alıp, ihtiyâcı olanlara gönderir ve götüren şahsa, kimin gönderdiğini söylememesini tenbih ederdi. Bir gün yahûdînin birisi gelip, kendisinde bulunan alacaklarını istedi. O anda Muhammed bin Eslem´in cebinde hiç para yoktu ve kalem açmakla (yontmakla) meşgûldü. Yerde kalem açıl­ması ile çıkan ufak parçalar (yongalar) bulunuyordu. Yahûdîye; "Onları al." buyurdu. Yahûdî yongaları eline aldığında hepsinin altın olduğunu görüp, hayret etti; "Böyle bir zâtın hürmetine, ufak ağaç parçaları altın oldu. Şuna inandım ki, bu zâtın mensub olduğu din, hak dindir, bâtıl olamaz." dedi ve müslüman oldu.

Allahü teâlâya çok ibâdet eder ve O´nun ism-i şerîfini çok zikrederdi. Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfini naklederdi:

"Bir kimse ihlâs ile Lâ ilâhe illallah derse Cennet´e girer." Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm); "Yâ Resûlallah! Bunu ihlâs ile söylememizin alâmeti nedir?" diye sordular. "Sizi Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden men etmesidir." buyurdu.

Dünyâya ve dünyâ malına değer vermediği gibi, ölümü çok hatırlardı. "Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hatırlayınız." hadîs-i şerîfini tekrar tekrar söylerdi.

Büyük âlim ve velî Muhammed bin Hanefiyye (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret-i Ali´nin oğludur. Annesi Havle binti Câfer bin Kays-ı Hane- fiyye olduğu için, İbn-i Hanefiyye denilir. H.21 de doğdu. 81 de Medî- ne´de vefât etti.

Muhammed bin Hanefiyye, hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyin´den sonra, hazret-i Ali´nin oğullarının en üstünüydü. Münzir-i Sevrî bildirdi ki: "Ben, bir defâ Muhammed bin Hanefiyye´ye; "Senin hem ismin hem de künyen, Peygamber efendimizin isim ve künyesi gibidir, bu ise câiz midir?" dedim, cevap olarak; "Ben, babam hazret-i Ali´den duydum. Buyurdu ki: "Resûlullah´a sallallahü aleyhi ve sellem; "Yâ Resûlallah, sizden sonra Allahü teâlâ bana bir erkek evlâd ihsân ederse, ismini ve künyesini sizin mübârek isminiz ve künyeniz gibi versem bir mahzuru var mıdır?" diye arz edince, Resûlullah efendimiz; "Evet oğlunuzun ismini ve künyesini benim ismim ve künyem ile verebilirsiniz. Lâkin ondan başka ismimin ve künyemin aynı kişide birlikte bulunması helâl değildir." buyurdu. Babam bunu söyledikten sonra bana; "Resûlullah efendimizden müsâde almıştım. Onun için sana, Muhammed ismini ve Ebü´l-Kâsım künyesini verdim." dedi.

Ebû Hamza bildirdi ki: "Bir gün bir kimse Muhammed bin Hanefiy- ye´nin yanına geldi ve; "Esselâmü aleyke yâ Mehdi." diye selâm verdi. İbn-i Hanefiyye buyurdu ki: "Doğru söylüyorsun. Ben insanları, hidâyete, doğru yola ve hayra dâvet etmek ve doğru yolu göstermek bakımından Mehdi´yim. Lâkin âhir zamanda gelecek olan Mehdi (aleyhirrahme) de- ğilim. Öyle anlaşılmaması için bana selâm vereceğiniz zaman "Esselâ- mü aleyke yâ Muhammed veya yâ Ebe´l-Kâsım, deyin. Başka isim ile hitâb etmeyin" buyurdu.

Muhammed bin Hanefiyye, ilimde üstün derecelere sâhipti. Abdullah ibni Abbâs ile berâber, fıkıh, hadîs, tefsîr gibi ilimleri kitaplara yazdılar. Muhammed bin Hanefiyye haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınmakta ve güzel huyları kendinde toplamakta çok üstün olup, bu hâliyle mübârek babaları hazret-i Ali´nin husûsî muhabbet ve takdirine kavuşmuştu. İbn-i Hanefiyye aynı zamanda çok cesur ve fevkalâde kuvvet ve şecâat sâhibiydi. Bu durumu bildiren çeşitli misâller vardır. Bir defâ, hazret-i Ali´nin aldığı zırh uzunca olduğundan, alt kısmından biraz kesilmesi îcâb ediyordu. Hazret-i Ali kesilmesi gereken kısmı işâretledi. Oğluna işâretli yerin alt tarafını kesmesini söyledi. İbn-i Hanefiyye, zırhı bir eline aldı. Diğer eliyle de, işâretli yerden çekip kopardı.

İstanbul velîlerinden Muhammed Kâmil Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) H. 1240 da doğdu 1330 da vefat etti.

Sultan Abdülhamîd Han, Kâmil Efendiyi sever, hürmet eder ve saygı gösterirdi. Bir gün kendisini saraya dâvet etti. Lâkin o, mâzeret beyân edip saraya gitmedi. İbâdetle meşgûl oldu. Çok kimseler Kâmil Efendinin yanına gelir, sohbetini dinler, duâsını alırdı. Kâmil Efendi bunları sâdece muhabbet için kabûl ederdi. Devlet adamlarından ve zenginlerden getirdikleri para mal gibi hiçbir şeyi kabûl etmezdi.

Kâmil Efendi çok namaz kılar ve çok oruç tutardı. Gece namazını teheccüdü terk ettiği görülmedi. Evliyânın hallerinin yazılı olduğu kitapları çok sever, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin kitaplarını çok okurdu.

Kâmil Efendi uzunca boylu, beyaz sakallı, kumral gözlü, buğday benizli olup, bedeni çok zayıftı. Çok az konuşur, hiç gülmez, kimsenin yüzüne sert ve dik dik bakmazdı. Yalnız bir şey soracağında, muhâtabının yüzüne yumuşaklıkla bakardı.

Kimseden bir şey kabûl etmezdi. Refâh içinde yaşar görünürdü. Ramazân-ı şerîf ayında sofrası herkese açıktı. Her kim gitse dergâhında nefis yiyeceklerin hazır olduğunu görürdü. Huzurlarına kim gelse kalbinden dünyâ düşüncesi gider, onun heybeti karşısında titremeye başlardı. Gelenler sohbetini dinleyince kendilerinin câhil olduğunu anlarlar, ilim sâhipleri huzûruna girdiklerinde bildiklerini unuturlardı.

Kâmil Efendi, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin evliyâlık vasıflarını taşırdı.

Talebesi anlatır: "Biz kendilerinden Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin Fütûhât-ı Mekkiyye kitâbını okumuştuk. Buradaki velîlik vasıflarını hocamızda fazlasıyla gördük."

Kâmil Efendi bâzıları gibi taç ve hırka peşinde koşan ve kendilerine şeyh, mürşid dedirten sahte tarîkatçılarla görüşmez, onlar gibi, tanınmak ve bilinmek istemezdi. Gönlü Allahü teâlânın zikriyle meşguldü. Üç gün- de bir hatm-i şerîf okurdu.

Devlet adamlarından Hacı Ali Paşa kendisini çok sever ve ziyâret ederdi. Kâmil Efendi, Kuşadalı İbrâhim Efendinin tasavvuftaki Halvetî yolu üzerineydi.

Velî ve Hanbelî mezhebî fıkıh âlimi Muhammed Kudâme (rahme- tullahi teâlâ aleyh) fıkıh, ferâiz, nahiv ilimlerini kendinde toplamış, ilmiyle amel eden, insanların ihtiyâcını karşılayan, zâhid bir zât idi. İşittiği her duâyı ezberler ve yazardı. Dîne âit ne öğrendiyse, mutlaka öğrendiği ile amel ederdi. İhtiyar olduğu hâlde devâm ettiği cemâatin en dinç olanı idi. Gençliğinden îtibâren gece yarısı kalkıp teheccüd namazı kılmış, hiç terk etmemiştir. Hanımı şöyle demiştir: ?Geceleri ibâdet için kalkardı. Uyku bastırınca, yanında bulunan bir asâ ile ayaklarına vurarak uykusunu dağıtırdı.? Çok oruç tutmaktan zayıflamıştı.

Bir cenâze olduğunu işitse, hemen namazını kılmaya, birinin hasta olduğunu duysa, hemen ziyâretine giderdi. Dine bir hizmet olsa, mutlaka giderdi. Her gece, Kur?ân-ı kerîmin yedide birini, tertîl üzere, yavaş yavaş okurdu. Gündüzleri de, öğle ile ikindi arasında Kur?ân-ı kerîmin yedide birini okurdu. Sabah namazını kılınca, tesbîhleri çektikten sonra, Kur?ân-ı kerîmden şifâ âyetleri denilen âyet-i kerîmeleri okurdu. Bunları ayrıca bir forma hâlinde de yazıp mihrâba asmıştı. Uyku bastırmaması için alıp, çok defâ okurdu. Sabah namazından sonra, güneş iyice yükselinceye kadar Kur?ân-ı kerîm okurdu. Sonra kuşluk namazı kılardı. Biri gece, biri de gündüz olmak üzere iki defâ secde yapar, bu secdelerde uzun müddet durur, duâ ve tesbîh ederdi.

Her Cumâ mutlaka sadaka verirdi. Berâber bulunduğu kimselerin sıkıntılarını giderir, yardım ederdi. Uzakta olanların çocuklarını sorar, ilgilenir, ihtiyaçlarını karşılar, yardım ederdi. Akrabâsına ve diğer fakirlere yardım eder sadaka verirdi. Elbisesinden fazla olanları dağıtır, kendisi, zarûret mikdârı ile kalırdı. Bâzan elbisesiz ve gömleksiz kaldığı da olurdu. kuru ekmek yer, hasır üzerinde yatardı. Çok kere kendi ihtiyâcı olan şeyleri de muhtaçlara sadaka verirdi.

Bir defâsında, bulunduğu belde halkından bir kısmına devamlı yiyecek vererek sıkıntılarını gidermişti. Evine bir şey geldiği zaman, gelen şeyi herkese paylaştırırdı. ?Sâhibi ile kabre girmeyen, sâhibinin kabirde faydasını görmediği ilim, ilim değildir.? ve ?Siz sadaka vermezseniz, size de verilmez. İsteyene siz vermezseniz, başkaları verip, sevâbını alır.? derdi.

İnsanlara hitâb edip konuştuğu zaman, kalbleri rikkat ve incelik tarafına çeker, çok tesirli konuşurdu. Sohbetinde insânlar ağlayıp, göz yaşı dökerdi. Son derece heybetliydi. Bir talebe ondan bir mesele sormak istese, heybet ve vekarı karşısında toparlanırdı. O, mescide girdiği zaman, talebeler susup, kısık sesle konuşurlardı. Yolda oynayan çocuklar onu görseler, heybetinden, ona olan sevgi ve hürmetten dolayı kenara çekilirlerdi. Bir şey emredince derhal yerine getirilirdi.

Dünyâya düşkün olmaktan ve lüzumsuz işlerden çok uzak dururdu. Duâsı makbul bir zâttı. Duâsı ile hastâlar şifâ bulurdu.

Vâlilere ve devlet adamlarına mektuplar yazıp, muhtaçlara yardım etmelerini isterdi. Kendisine bir muhtaç gelse, bir mektup yazıp vâliye gönderirdi. Bir gün vâlilerden biri ona; ?Sen bize, yardım etmek istemediğimiz kişileri de gönderiyorsun, fakat senin mektubunu geri çevirmek istemediğimizden yardım ediyoruz.? deyince, vâliye; ?Biz, bize gelen hiçkimseyi geri çevirmiyoruz. Siz gönderdiğim mektubu ya kabûl edersiniz veya hiç göndermem.? Bunun üzerine vâli; ?Sizin gönderdiğiniz hiçbir mektubu aslâ geri çevirmeyeceğiz? dedi.

Kabir ziyâreti için veya başka bir sebeple bulunduğu dağlık bölgeden indiği zaman, hurma toplayıp götürür, kimsesiz ve yetimlere dağıtırdı. Geceleri kim olduğu bilinip, tanınmayan kimseler ona para ve un getirirdi. Kimseyi azarlamaz geri çevirmez ve hiç kimsenin kalbini kırıp, incitmezdi. Haramlardan son derece sakınırdı.

Muhammed Kudsî Bozkırî (rahmetullahi teâlâ aleyh) aklî ve naklî ilimlerde derin âlim, tasavvuf ehli ve velî. İsmi, Muhammed bin Mustafa bin Îsâ´dır. H.1198 de Konya´nın Bozkır kazâsının Aliçerçi köyünde dünyâya geldi. Hocası Ödemişli Hasan Kudsî Efendiye nisbetle, Kudsî denildi. H.1269 da Seydişehir yakınlarında Çavuş köyünde vefât etti.

Alnında vilâyet nûru parlar, âniden göreni heybet kaplardı. Vakar ve sekîne sâhibi idi. Aslâ kahkaha ile gülmezdi. Bâzan tebessüm ederdi. Güleç yüzlü, dili çok fasîh, yüzü pek melîh idi. Gören ayrılmak istemezdi. Hep mârifetten ve hakîkatten konuşurdu. Hiç fuzûli konuşmazdı. Hep ha- yırlı nasîhat ederdi. Dünyâ veya bir başka bakımdan gönül sıkıntısı ile huzuruna gelen, hakîmâne sözlerini dinleyince, gönlü açılır, içi rahatlar, dünyâ ve dünyâlık sevgisinden ve arzusundan kurtulur, bir anda, bütün kalbi ile Allahü teâlâya yönelirdi. Garîblere, yetimlere, miskinlere acır, yardım ederdi. Cömertlikte zamânının bir tânesiydi. Borçluların borçlarını öderdi. Dünyâ değil, âhiret zenginiydi. Dâhilî ve hâricî, nafaka ve giyeceklerini üzerine aldığı yirmiden çok cemâati vardı. Gelen giden misâfiri sayısızdı. Taşlık bir köyde oturduğu hâlde, hepsini yedirir ve giydirir, her- kesi dünyâdan uzaklaştırır, âhirete yaklaştırırdı. "Rızk için üzülen kimse, insan defterinden hâricdir" buyururdu. Dînin ahkâmına riâyette canını fe- dâ ederdi. "Bir kimsenin dînimizin emir ve yasaklarına uymada ne kadar noksanı varsa, tasavvuf yolunda da o kadar noksanı vardır" buyururdu.

Kerâmet göstermekten çok sakınırdı. Talebesinin ihlâsına sebeb olacaksa izhâr ederdi. Kâbiliyeti az olan bir talebesi, üç saatlik mesâfedeki bir köyde kendi kendine; "Ne için bir hocaya bağlanayım ve bir takım sıkıntılar çekeyim, bundan sonra diğer insanlar gibi dünyâ işimle meşgûl olayım?" diye düşünüp, o hazretin huzûruna geldi. Ama içinden geçeni hiç kimseye söylememişti. Muhammed Kudsî Efendi; "Hacı Efendi, yol göstericisi olmayana şeytan yol gösterir değil mi? Doğru yoldan çıkmağa akıllı kimse nasıl cesâret edebilir?" buyurup, onu bozuk düşüncelerden kurtarmış, hak yolda devâm etmesine vesîle olmuştu.

Evliyânın meşhûrlarından ve büyük İslâm âlimi Muhammed Ma´sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hicrî ikinci bin yılının müceddidi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğludur. İnsanları Hakk´a dâvet eden, doğ- ru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine; "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi dördüncüsüdür. Mecdüddîn ve Ur- vet-ül-vüskâ lakablarıdır. Urvet-ül-vüskâ; sağlam ip, kendisine uyulan bü- yük âlim demektir. Muhammed Ma´sûm hazretleri doğduğu zaman baba- sı; "Muhammed Ma´sûm´un dünyâya gelişi, bizim için çok bereketli ve pek mübârek oldu. Onun doğmasından bir kaç ay sonra yüksek hoca- mın (Muhammed Bâkî-billah´ın) huzûruna kavuştum, ona talebe oldum. Gördüklerimi orada gördüm." buyurmuştur. Daha üç yaşında iken, tevhîd kelimesini söylerdi. Kur´ân-ı kerîmi kısa sürede ezberledi. İlim tahsîl ettiği sırada, on bir yaşında iken, zikr ve murâkabe yolunu babasından aldı. İ- mâm-ı Rabbânî hazretleri onun hakkında; "Muhammed Ma´sûm´un gün- den güne ân-be-ân bizim nisbetimizi elde etme hâli; dedesinin yazdığı Vikâye kitabını, o yazdıkça arkasından ezberleyen Şerh-i Mevâkıf sâhi- binin hâline benzer." buyurdu. Babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri yine o- nun için; "Bu oğlum, sâbikûndan (bu ümmetin büyüklerinden) dir." bu- yurdu.

O daha küçük iken, babası onda tam bir olgunluk ve irşâd eserleri gördü. İstidâdının yüksekliğini anlayınca teveccüh ve nazarları ile ona yönelip, istidâdının altında gizli kemâlâtın açığa çıkmasını bekledi. Bu- yurdu ki: "Hâl, ilimden sonra olduğu için, ilim okumaktan başka çâre yok- tur." Bu sebeple oğluna aklî ve naklî ilimleri okutmağa başladı. En zor ve en derin kitapları satır satır, yaprak yaprak okumasını emretti. Böy­lece Muhammed Ma´sûm hazretleri, ilim tahsîline başladı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona; "İlim tahsîlini çabuk bitir ki, seninle büyük işlerimiz vardır." buyururdu. Daha on dört yaşında iken babasına; "Ben kendimde öyle bir nûr görüyorum ki, bütün âlem güneş gibi ondan aydınlanmaktadır. Eğer o nûr sönerse dünyâ karanlık, zulmetli olur." diye arzedince, babası; "Sen zamânının kutbu olursun." buyurarak müjde verdi. Nitekim daha sonra bunu kendisi şöyle belirtmiştir: "Allahü teâlâya hamdü senâlar ol­sun. Vâd edilen ele geçti. Babamın müjdelediklerine kavuştum."

Muhammed Ma´sûm, ilminin çoğunu babasının huzûrunda öğrendi. Bu tahsîli sırasında İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir mektubunda onun hakkında şöyle yazmıştır: "Bu günlerde oğlum Muhammed Ma´sûm, Şerh-i Mevâkıf´ı bitirdi. Bu arada Yunan felsefecilerinin kusur ve hatâlarını iyi anladı. Nice faydalara kavuştu. Allahü teâlâya bu ihsânından dolayı hamd ve senâlar olsun." İlminin bir kısmını da büyük ağabeyi Mu- hammed Sâdık´tan ve babasının halîfelerinden olan büyük âlim Muham- med Tâhir-i Lâhorî´den öğrendi. Ayrıca başka âlimlerden de ilim öğrendi. Hadîs ilminde babasından icâzet, diploma aldı.

On altı yaşında iken, bütün ilimlerin tahsîlini bitirdi. Bundan sonra tamâmen tasavvufa yönelip, babasının feyzlerine, üstün makamlara, büyük derecelere ve yüksek kemâlâta kavuştu. Kendinden önce yaşayan büyük velîlerin bir ömür harcayarak elde ettiklerini, o daha çocukluğunda elde etti. Bu durumu kendisi şöyle ifâde etmiştir: "Bu fakîr, (yâni Muham- med Ma´sûm) o esrar denizlerinin dalgıcı oldum. O yüksek efen­dim (İ- mâm-ı Rabbânî), dâimâ bu fakîrin hâlini kontrol ve teftiş ederdi. İlerle- memi yakından incelerdi. Çok teveccüh buyururdu. Gizli hakîkatleri be- yân eyledikleri zaman bu fakîrden başkası, şerefli huzurlarında yoktu. Kavuştuğum şeyleri sorduktan sonra çok iltifât eylediler. Yüksek hâllere kavuştuğumun müjdesini verdiler. Allahü teâlâya bunun ve verdiği nîmetler için hamd ü senâlar olsun."

Muhammed Ma´sûm, mübârek babasının feyzleri ve teveccühleriyle çok çabuk kemâl derecelerine ulaştı. Kavuşma yolu pek kısa oldu. Bir ömür boyunca elde edilenler, günler ve aylara sığdırıldı. Öyle yetişti ve yükseldi ki, onun bereketi ve feyzleri bütün âleme yayıldı.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri ömrünün son günlerinde onu husûsî odasına çağırıp buyurdu ki: "Benim bu dünyâya bağlılığım yalnız bu kay- yumluk vazifesi ve muâmelesi sebebiyle idi. Devamlı teveccühlerden sonra o sana verildi. Bütün mahlûkât tam bir şevk ile yüzünü sana dönüyor. Şimdi bu fânî dünyâda kalmak için sebep bulamıyorum. Bu denî, aşağı ve hakîr dünyâdan göç etmem yaklaştı." Muhammed Ma´sûm-i Fârûkî buyurdu ki: "Bu fakîr, bu gizli müjdeyi duyduğum hâlde kalbim parçalandı. Gözlerim yaşla doldu. Büyük bir elem ve üzüntü ile kendimden geçtim. Ne dilimde konuşacak kuvvet, ne kulağımda dinleyecek kudret kaldı. Bendeki bu değişmeyi görünce, şefkât ve merhametinin çokluğundan bir müddet daha yaşayacağını işâret edip; "Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki; birini kendine çağırır, diğerini onun yerine oturtur." buyurdu.

Muhammed Masûm, babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından sonra, vâz ve irşâd makâmına geçip talebe yetiştirmeye başladı. O da ilim ve feyz saçarak insanları doğru yola dâvet etti. İslâm târihinde rüşd ve hidâyeti onunki kadar yaygın olan bir âlim ve mürşid görülmemiştir. Dokuz yüz bin kişi ona talebe olup elinde tövbe etmiş, talebelerinden yüz kırk bini evliyâlık mertebelerine kavuşmuş, yedi bini de mürşid-i kâmil, tam ve olgun bir âlim olarak yetişip, irşâd ile emrolunmuştur. Talebeleri onun huzûrunda bâzan bir ayda, bâzan bir haftada evliyâlık kemâlâ tına ererlerdi. Bâzılarını bir teveccühde, makamların hepsine ulaştırırdı.

Muhammed Pârisâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) evliyânın büyüklerinden olup, ismi Muhammed, lakabı Hâfız-ı Buhârî ve Pârisâ´dır. H.756 da Buhârâ´da doğdu. H.822 de Medîne-i münevverede vefât etti. İlim öğrenmek için medrese tahsîline başlayıp, zamânının âlimlerinden ders alarak, hadîs ve fıkıh ilmini öğrendi. Bu ilimlerde yetişip âlim olduktan sonra, tasavvuf ilmini öğrenip, büyük bir velî olarak yetişti.

Muhammed Pârisâ hazretlerinin tasavvufta hocası, evliyânın en büyüklerinden olan meşhûr İslâm âlimi Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Bu- hârî´dir. Ona talebe olduktan sonra, sohbetlerine devâm edip, himmet ve teveccühüne kavuştu. Böylece tasavvufta yüksek derecelere ulaştı. Zâhir ve bâtın ilimlerinde zamânının bir tânesi oldu.

Hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin sohbetine devâm ettiği ilk sıralarda, bir gün gelip, hocasının kapısının önünde edeble beklerken, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir hizmetçisi içeri girer. Behâeddîn Buhârî ona kapıda kim var? diye sorunca, o da; "Pârisâ bir genç vardır." der. Bunun üzerine dışarı çıkıp bakar ve; "Sen Pârisâ bir genç misin?" buyurur. Bundan sonra ismi; dünyâya düşkün olmayan, dindar, ârif, âlim, müttekî mânâlarına gelen "Pârisâ" olarak söylenmiştir ve ismi Muham- med Pârisâ şeklinde meşhûr olmuştur. Hocası Behâeddîn-i Buhârî haz- retleri; "Bizim varlığımızdan murâd, Muhammed Pârisâ´nın yetişip ortaya çıkmasıdır." buyurmuştur. Kendisinden sonra, yerine bıraktığı vekillerden biri de o olmuştur.

Yine hocası ona; "Hâcegân yol ve hanedânından bana her ne ulaşmışsa, ne elde etmişsem, bu emânetlerin hepsini sana verdim. Kardeşimiz Mevlânâ Ârif de bunları sana vermiştir." buyurdu.

Muhammed Saîd Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hindistan´da yetişen büyük velîlerden olup, İslâm âlimlerinin önderi, gözbebeği, velîlerin baş tâcı, âriflerin ışığı, tasavvuf bilgilerinin mütehassısı ve İslâmın bekçisi olan İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin ikinci oğludur. Ahlâkının güzelliği, fazîletlerinin çokluğu, güler yüzü, yumuşak sözü, işlerinin hâlis olması ile zînetlenmişti. Tahsîlini genç yaşında bitirdi. Fen ve din ilimlerinde mütehassıs oldu. Babasının gayretli çalışmaları, yardımları sâyesinde, büyüklerin sevgisine ve yüksek hâllere kavuştu. On yedi yaşında mânevî kemâlâta vâsıl oldu. Birçok kıymetli kitaplara ta´likler ve hâşiyeler yaptı. Mişkât-i Mesâbih´e ta´likleri çok kıymetlidir. Namazda otururken parmak kaldırmamak için, Hanefî mezhebine göre yazdığı risâlesi şâheserdir. Bu eserinde parmak kaldırmamanın daha iyi olduğunu isbât etmiştir.

Babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: "Muhammed Saîd, beş yaşında iken ağır bir hastalığa tutulmuştu. Bu hastalığın şiddetli zamânında, kendisine "Ne istersin?" diye sorulduğunda; "Hazret-i Hâce´yi isterim." dedi. (Babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüksek hocası Bâkî-billah´ı kastetmişti.) Bu durumu Bâkî-billah hazretlerine arzedilince şöyle buyurdu: "Muhammed Saîd´in hatırı sayılır. Bir söz söyledi ve gaybî olarak bizden nisbet aldı."

Hâce Bâkî-billah hazretleri, İmâm-ı Rabbânî´ye yazdığı mektupların bâzılarında, bu oğullarını, şefkat ve merhamet ile anıp duâ ederdi. Sevdiklerinden birine, Hazret-i İmâm´ın medhi hakkında yazdığı bir mektupta şöyle yazıyordu: "Daha küçük olan Ahmed´in çocukları, hepsi esrâr-ı ilâhîdir. Şaşılacak, inanılmayacak kâbiliyetleri, istidâtları vardır. Kısaca şecereyi tayyibedirler. Allahü teâlâ onları en güzel şekilde yarattı." Hazret-i Hâce Bâkî-billah´ın bu şerefli sözleri, bütün oğullarının istidât ve kâbiliyetlerinin, yaradılışlarının yüksek olduğunu gösteriyor, yüksek derecelere kavuştuklarını haber veriyordu. Bu Mahdumzâde de büyüyünce, zâhirî ilmin tahsîli ile meşgûl oldu. İlminin bir kısmını, hazret-i İmâm´ın huzûrunda elde etti. Bir kısmını da ağabeyinin yanında kazandı. Bâzı ilimleri de Şeyh Tâhir-i Lâhorî´nin yanında tamamlayıp ikmâl etti. Aklî ve naklî bütün ilimlerde tam bir mahâret elde etti. Bu tahsîl esnâsında yüksek babalarının tasarruf ve bereketli teveccühleriyle bu büyük yola bağlılığı kuvvetlendi ve yüksek hâllere kavuştu. Bütün bu zâhirî olgunlukları ve manevî terakkîleri on yedi yaşında ikmâl edip bitirmişti. O zamandan beri aklî ve naklî ilimlerde mahâret sâhibi olup, dâimâ ders okutur, bâzı kıymetli kitaplara ilâveler ve hâşiyeler yapardı. Bunlardan biri Mişkât-ül-Mesâbih´e yaptığı ilâvelerdir. Hanefî mezhebi imâmlarından alınan sağlam hadîsleri açık delîllerle, doğru şâhidlerle, en kıymetli kitaplardan alıp buraya yazmıştır. Okuyan âlimler, çok beğendiler. Onu medhedip, çok duâ eylediler. Hayâli Hâşiyesi üzerine de hâşiyesi vardır. Bu eseri de çok sağlamdır. Hattâ bunda sırf kendine mahsus sözleri de vardır. Zamânının âlimleri bu eseri okuyunca, Muhammed Saîd hazretlerinin son derece ince ilimlere sâhib olduğunu kabûl etmişlerdir.

Münâzarada, bütün Hindistan âlimlerini susturacak ayrı bir meziyeti vardı. Muhammed Hâşim-i Keşmî bu hususta şöyle anlattı:

"Bir gün bu fakîr de yanlarında idim. Âlimlerden biri kendilerinden usûl-i fıkha dâir çok zor bir mesele sordu. Bu soruyu, gâyet açık ve geniş olarak cevaplandırdı. O âlim kulağıma eğilip, "Bu Mahdumzâde´nin, ilimde bir eşi yoktur. Biliyor musun?" dedi.

Yine bir gece, zamânın büyüklerinden biri büyük bir meclis hazırladı. O memleketin âlimlerini, meşâyıhını ve ileri gelenlerini de dâvet ettiler. O mecliste tâzim secdesi ve ibâdetteki secdeler hakkında çok derin ilimler ortaya döküldü. Hazret-i Mahdumzâde Muhammed Saîd, azîz kardeşi Muhammed Ma´sûm ile berâber bir tarafta idi. Âlimlerin büyüklerinden kalabalık bir grup bir tarafta idiler. Her ilimde sözü en yüksek dereceye getiriyorlardı. Mecliste olanlar bunların kim olduklarını bilmek için kalkıp, yanlarına gelip, bunları seyrediyorlardı. Bu iki kardeşi tanımadıklarından, bu azîzlerin kim olduklarını soruyorlardı. Hazret-i İmâm´ın oğulları olduklarını öğrenince; "Bu vilâyet sedefinden ne için böyle hidâyet incileri zuhûra gelmesin?" dediler.

Hâşim-i Keşmî anlattı: "Bir gün hazret-i İmâm bu iki kardeşin zâhirî ve bâtınî ilimlere sâhip olmaları hakkında bu fakîre şöyle buyurdular: "Oğlum Muhammed Sâdık vefât edince, kendi kendime; "Zâhir ilimlerde bu kadar fazîletli, kalb hâllerinde bu kadar yüksek oğlu nerede bulurum?" dedim. Allahü teâlâ ihsân ederek, bu mübârek kardeşini, yüksek ağabeyinin vekîli eyledi. Bu ihsânından dolayı Allahü teâlâya hamd ü senâlar olsun."

Zamânın âlimlerinden Âsaf-ı Câhî, aklî ilimlerde derin bilgi sâhibi olup, cevaplandıramadığı bâzı meseleleri Muhammed Saîd´e arzederdi. Allahü teâlânın yardımıyla, ânında en güzel cevapları alır içi rahatlardı. Âsaf-ı Câhî zaman zaman Sultan Şâh Cihân´ın huzûruna gider, Muham- med Saîd hazretlerini medh edip; "Şeyh Muhammed Saîd, Müceddîd-i elf-i sânî´nin oğludur. İlimde babası ile berâberdir." derdi. Muhammed Saîd ne zaman sultânın huzûrunda bulunsa, pâdişâh, ondan başkasına dînî suâl sormazdı. Hâlbuki pâdişâhın meclisinde her zaman yüksek âlimler bulunurdu.

Muhammed Saîd hazretleri kalb ilimlerini de, zâhir ilimler gibi yüksek babasının sohbetinden elde etti. Kemâl derecesine kavuşup, bu büyükler yolunda, tâlipleri yetiştirmek için babalarından hilâfet ve icâzet aldı. Talebelerin yetişmesi ve terbiyesi ile meşgûl oldu. Hattâ babaları, ömürlerinin sonuna doğru talebeler ile meşgûl olmaktan el çekip, bunları bu oğlu ve diğer oğlu Hâce Muhammed Ma´sûm hazretlerine havâle ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, fıkıh bilgileri üzerinde bir meseleyi araştırmak isteyince, bu oğlundan sorardı. Verdiği doğru ve sağlam cevaplardan çok hoşlanırdı. Ona duâ ederdi. Bu iki oğlu hakkında; "Her kutbun iki imâmı olur. Siz ikiniz de imâmsınız." buyurdular.

Yine babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri, onun hakkında şöyle buyurmuştur: "Muhammed Saîd, ulemâ-i râsihînden, derin âlimlerin önde gelenlerindendir. Allahü teâlânın halîlidir (dostudur). O´nun rahmet hazînesidir. Yarın kıyâmet günü rahmet hazînelerinin taksimi ona verilir. Şefâat makâmından büyük payı vardır."

"Tasavvuf yolunda yükselirken ve inerken, kavuştuğum her makamda Muhammed Saîd yanımdaydı."

"İnişte, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin makâmına geldiğimde gördüm ki, Muhammed Saîd benimle berâberdir."

Yine buyurdu: "İkinizi de (Muhammed Ma´sûm ile) Vilâyet-i Ahmedî makâmında buluyorum."

"Keşf ve müşâhede hâlinde gördüm ki, kıyâmet kopmuş, Arasat meydanında toplanmışız. Ardımda eshâbımla Sırat üzerindeyiz. Gördüm ki Muhammed Saîd önümüzden hızlı hızlı gidiyor. Defteri de sağ elindedir. Böylece Cennet´in kapısına kadar geldik."

Muhammed Saîd hazretleri sâniyesini bile boşa geçirmez, bir günde yapacağı işleri önceden plânlardı. Vakitlerini şöyle taksim etmişti. Sabah namazını kılar, ardından o vakitte okunacak ve yapılacak duâ ve vazifeleri okurdu. Sonra Allahü teâlâyı kalbinden zikrederdi. İşrak vakti gelince, işrak namazını kılardı. Sıcak zamanlarda, gecenin uykusuzluğunu gidermek için iki-üç saat istirahat ederdi. Sonra kalkar, abdest alır, talebeye ders verir, bu hâl öğleye kadar devâm ederdi. Öğle namazını vaktin evvelinde edâ eder, sonra hâfızdan Kur´ân-ı kerîm dinlerdi. Bitirdikten sonra, kendisi Kur´ân-ı kerîm okurdu. Bâzan da öğle namazından önce Kur´ân-ı kerîm okur, öğleden sonra ders ile meşgûl olup, bu durum ikindiye kadar devâm ederdi. Sonra yeniden abdest alıp, ikindiyi kılar ve ardından vâz ederdi. Bâzan ikindiyi kıldıktan sonra husûsî odasına gider, akşama kadar orada kalır, akşam olunca namaz için çıkar, akşam namazını vaktin evvelinde kılardı. Sonra akşam vazifelerini okur, evvâbin namazını kılardı. Bu namazda uzun sûreler okurdu. İmâm-ı Âzam hazretlerinin mezhebine göre yatsı vakti girince, yâni ufukta beyazlık kaybolunca namazını kılıp, odalarına giderdi. Soğuk mevsimlerde gecenin üçte birine kadar yatsı namazını geciktirip, öyle kılardı. Gecenin sonuna doğru teheccüde kalkardı, namazda uzun sûreler okurdu. Çoğu zaman teheccüd namazının abdesti ile sabah namazını kılardı. Her vakitte okunması bildirilen duâları okur, ayrıca vakit belirtilmemiş duâları da okurdu. Bunlarla birlikte her gün beş bin kelime-i tayyibe okurdu. Bu kadar devamlı tâat, vakitleri gözetip değerlendirme ve ibâdet, insan gücünün dışında idi. Buna rağmen, talebenin yetiştirilmesinde eshâbıyla sohbetinde, eksiklik ve kusur etmezdi. Hak tâliblerine feyz saçar, onları ilerletir, yüksek makamlara kavuştururdu. Bu yolun tâlibleri çok uzak memleketlerden huzûruna gelir, yüksek makamlara kavuşurlardı.

İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin oğullarına yazdığı bir mektup aşağıdadır:

"Allahü teâlâya hamd olsun. Resûlüne salât ve selâm olsun. Kıymetli oğullarım! Siz ne kadar, bizim sohbetimizi istiyorsanız, ben de o kadar sizi görmek, sizinle konuşmak istiyorum. Fakat ne yapalım ki, bütün arzular ele geçmiyor. Mısra´:

"Rüzgâr, ekseriye geminin istemediği taraftan eser."

Bu asker arasında, isteksiz ve rağbetsiz kalmamda, büyük faydalar görüyorum. Burada bir saat kalmağı, başka yerlerde bir çok saatler kalmaktan daha iyi buluyorum. Burada öyle şeyler ele geçiyor ki, başka yerlerde bunun zerresine kavuşacağımı zannetmiyorum. Buranın mârifetlerinin yüksekliği başka, hâlleri ve makamları ayrıdır. Sultânın buradan ayrılmama mâni olmasında, yüksek bir kemâl kapısı ve hakîkî sâhibimiz olan Allahü teâlânın rızâsını buluyorum. Kendi saâdetimi bu hapiste düşünüyorum. Bilhassa bu karışık günlerde, acâib muâmeleler ve bu tefrika ve fitne zamanlarında çok garîb güzellikler görüyorum. Fakat bu şaşılacak yeni ve tâze nîmetlerin günden güne akıp gelmesi karşısında oğullarımı düşünüyorum. Onlardan uzak kaldığım, onların yanında olamadığım için kalbim yanıyor, ciğerim kavruluyor. Benim istememin, sizin isteğinizden daha fazla olduğunu zannederim. Meşhûr sözdür ki: "Babanın oğlunu istediği kadar oğul babayı istemez." Her ne kadar asâlet ve füru´ olmak, bunun aksi ise de bu böyledir."

Muhammed Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mısır´da yetişen büyük velîlerden olup, ismi Muhammed eş-Şâzilî el-Mısrî el-Hanefî, lakabı Şemsüddîn´dir. Doğum târihi bilinmemektedir. H.847 de vefât etti.

Muhammed Şâzilî, vilâyetin bütün makamlarını geçmiş, ilmiyle âmil, yüksek hâller sâhibi bir kimse idi. İlim, amel, hâl, zühd ve Allahü teâlâya muhabbette pek ileriydi. Çok kimse onun vâsıtasıyla hidâyete kavuşmuş-tur. Büyüklüğünü kimse inkâr edemezdi. Dünyânın her tarafından huzû- runa gelenler, halledemedikleri meseleleri suâl ederler, tatmin edici ce- vaplar alırlardı. Başka ülkelerden gelenlerle, onların lisânı ile sohbet e- derdi.

Ebü´l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri buyurdu ki: "Benden sonra, Mısır´da Muhammed Hanefî ismiyle meşhûr bir zât gelecek, bu ülkenin fâtihi olacak, kendisi büyük şân sâhibidir. O, benim beşinci halîfem olacaktır."

Kıymetli, şık elbiseler giyerdi. Huzûruna gelenlerin kalbinden geçenleri bilirdi. Büyüklüğüne inanmayanlar, huzûruna geldiklerinde mahcûb bir şekilde tövbe edip talebesi olurlardı.

Muhammed bin Vâsi (rahmetullahi teâlâ aleyh) muhaddis, zâhid, âbid, ârif-i kâmil ve Tâbiînin büyük âlimlerinden olup Basralı?dır. Doğum târihi ve âilesi hakkında bilgi yoktur. H.123 de vefât etti. Eshâb-ı kirâm ve Tâbiînin sohbetinde yetişti. Tâbiînden çoklarına hizmet etti. Devrin eşsiz âlim ve mârifetler kaynağı Hasan-ı Basrî, Süfyân-ı Sevrî, Mâlik bin Dinâr?ın arkadaşıydı. Berâber bulunup, sohbet ederlerdi. Zamanının bir tanesiydi. Mârifette o dereceye vardı ki; ?Gördüğüm her şeyde Rabbimi görürüm? buyurdu. Hadîs ilminde sikadır (sağlam, güvenilir). Kendisinden meşhûr muhaddislerden (hadîs âlimlerinden) Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî rivâyette bulundular.

Muhammed bin Vâsi?, dünyâya düşkün olmayan ve tevâzu sâhibi olup, pek çok menkıbeleri bulunan bir zâttır. Çok ibâdet edip, başkalarına da rehber olurdu. Câfer bin Süleymân; ?İbâdette tenbelleştiğim zaman, Muhammed bin Vâsi?e bakarak yeniden ibâdete heveslenirim ve tenbelliğim kaybolur, o istekle bir hafta devam ederim.? buyurdu.

Duâsında; ?Allah´ım, bizi senden uzaklaştıracak rızıktan sana sığınırım.? buyururdu. Riyâzet sâhibiydi. Kuru ekmeği suya batırır yerdi ve; ?Buna kanâat eden, insanlara muhtâc olmaz? derdi. Çok şükür ederdi. Bacağında yara çıkmıştı. Biri görüp, ?Sana acıyorum? deyince, ?Ben de bu yaranın gözümde veya dilimde çıkmadığına şükrediyorum.? buyurdu.

Ölümden çok korkup, âhiret hayatına hazırlanırdı. İbret almak niyetiy- le her Cuma kabirleri ziyâret ederdi. ?Pazartesi günleri ziyâret etsen da- ha iyi olmaz mı?? dediklerinde, ?Meyyitler Cuma, Perşembe ve Cumar- tesi günleri kendilerini ziyâret edenleri tanır.? buyurdu. Basra kadı ve vâ- lisi Bilâl bin Ebû Bürde?nin ?Kader hakkında görüşün nedir?? suâline ?Et- rafındaki mezarlıklara bak, onlar kader ile meşgûl değiller? cevâbını ver- di. ?Nasılsınız?? dediler, ?Ecelim yakın, emelim sonsuz, amelim kötü? cevâbını verdi. Ölümü ânında; ?Ey kardeşler, size selâm olsun! Allahü teâlânın affına mazhar olmazsam, varacağım yer Cehennem´dir? dedi.


Konu Başlığı: Ynt: Evliya Hayatından Sahifeler
Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Mart 2010, 03:00:31
HAKİKİ HÜKÜMDAR  



Muhammed bin Vâsi? ki, Tâbiînden kendisi,

Ârif-i kâmil olup, devrinin bir tanesi,



Îtibâr etmez idi, dünyâya zerre kadar,

İstifâde ederdi, sözlerinden insanlar.



Biri kader hakkında, bir suâl sordu ona,

Mezarlığı gösterdi, cevaben o insana.



Ve buyurdu: ?Bu konu, geniş bir ilim ister,

Meşgul değil bununla, şimdi kabirdekiler.?



Demek istemişti ki, bunu soran insana,

?Uğraşma, âhirette, sormazlar bunu sana.?



Kendisini sevenler, geldiler huzûruna,

?Nasılsınız efendim?? diye sorunca ona,



Dedi: ?Nasıl olayım, belki yakın ecelim,

Lâkin amelim kötü, pek uzundur emelim.?



Şöyle buyurmuş idi, birine nasihatte:

?Gayret et, pâdişâh ol, dünyâ ve âhirette?



?Nasıl olur?? deyince, buyurdu ki o zaman:

?Bir dileğin olunca, bekleme insanlardan.



Rabbinden iste yalnız, herkes O?na muhtaçtır,

Böyle olan bir mümin, hakîkî pâdişâhtır.?



?Rabbini bilir misin?? diye sorduklarında,

Başını öne eğip, biraz durdu o anda,



Daha sonra başını kaldırıp, şöyle dedi:

?Onu bilen az söyler, çok olur ibâdeti.?



Derdi ki: ?İnsanlara, karşı dili korumak,

Altını korumaktan, daha zordur muhakkak.



Âhirette, Cennet´e, girmiş olsa bir kimse,

Orada ağlaması, ne kadar garip ise,



Cennet´e gideceği, meçhul olan kimsenin,

Gülmesi de o kadar, gariptir bunun için.



Öyleleri vardır ki, şöyle idi aynıyla,

Başını bir yastığa, koyardı hanımıyla.



Lâkin sabaha kadar, ağlayıp sızlanırdı,

Yastığı gözyaşından, tamâmen ıslanırdı.



Yirmi yıl ağlardı da, sessizce geceleri,

Hanımının bunlardan, olmazdı hiç haberi.?



Yâ Rabbî, bu mübârek insanlar hürmetine,

Âhirette bizi de, dâhil et Cennetine.



İstanbul´daki büyük velîlerden Muhammed Ziyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. H.1205 de İs- tanbul´da vefât etti..

Muhammed Ziyâd, Şeyh Ebü´l-Vefâ İbrâhim Sa´dî Şeybânî´nin talebesidir. Onun terbiyesinde yetişti. Mânevî ilimlerde üstün derecelere yükseldi.

Muhammed Ziyâd Efendi, Şam şehri civârında Kadem köyündeki Kadem-i şerîfin (Peygamber efendimizin mübârek ayak izinin bulunduğu taş) bulunduğu câmiyi yaptırdı. Birinci Sultan Abdülhamîd Hanın zamânında, Sultan tarafından İstanbul´a dâvet edildi. Muhammed Ziyâd Efen- di, bu dâvet üzerine, Kadem-i saâdeti başına alıp, yürüyerek İstanbul´a getirdi. Çok hürmet ve îtibâr gördü. Zamânın sadrâzamı Halîl Hamîd Pa- şa, Muhammed Ziyâd Efendiye çok muhabbet gösterenlerdendi. Kadem dergâhının olduğu yer sâhipli olduğundan, Halîl Hamîd Paşa burasını satın alıp vakfetti. Derhal, vakfedilen arsa üzerine dergâh yapılmaya başlandı. H.1190 senesinde, Kadem Dergâhının inşâsı tamamlandı. Muhammed Ziyâd Efendiye, bu dergâhta insanlara ilim öğretmesi için vazife verdi ve dergâhı kendisine teslim etti.

Muhammed Ziyâd Efendi, Kadem Dergâhında uzun zaman insanlara ilim öğretmekle meşgûl oldu. Bâb-ı âlî (Devlet dâireleri) tâtil olduğunda, sadrâzam ve devletin ileri gelenleri, dergâha gelir, Muhammed Ziyâd Efendinin sohbetini dinlerlerdi.

Muhammed Ziyâd Efendinin getirdiği Kadem-i saâdet, bugün Sultan Birinci Abdülhamîd Hanın türbesindedir. Türbenin Yeni Câmi tarafındaki duvarında bulunan dolaba yerleştirilmiştir. Önceleri, kandil ve arefe gibi mübârek günlerde, Kadem Dergâhı şeyhi olan zât tarafından ziyâret ettirilmesi vakıf şartlarından idi.

Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Endülüs´te ve Şam taraflarında yaşamış büyük velîlerden olup, künyesi Ebû Abdullah´tır. İbn-i Arabî ve Şeyh-i Ekber diye meşhûr olmuştur. Âilesi meşhûr Tayy kabîlesine mensuptur. Cömertliğiyle meşhûr Adiy bin Hâtem´in kardeşi Abdullah bin Hâtem´in neslindendir. H.560 da Endülüs´teki Mürsiyye kasabasında doğdu. H.638 de Şam´da vefât etti.

Küçük yaşında ilim tahsîl etmeye başlayan Muhyiddîn-i Arabî, sekiz yaşındayken babasıyla birlikte İşbiliyye´ye gitti. Pekçok âlimin ilim meclislerinde bulunup, ilim öğrendi. Keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası ile dikkatleri çekti.

Bir gün Muhyiddîn-i Arabî hastalandı. Hastalığın tesirinden bayıldı, hattâ öldü zannettiler. Muhyiddîn-i Arabî baygın hâldeyken, kendisine, çirkin yüzlü bâzı kimselerin eziyet ve sıkıntı vermek istediklerini gördü. Ayrıca bu çirkin yüzlüleri kovalamaya çalışan nûrânî yüzlü, hoş kokulu bir kimse kendisine yardım ediyordu. Nihâyet bu güzel zât, ötekileri dağıttı. Onların şerrinden kendisini kurtardı. O şahsa kim olduğunu sorduğunda; "Yâsîn sûresi" cevâbını aldı. Kendisine gelip gözlerini açtığında, başında bekleyen, gözleri yaşla dolu halde Yâsîn-i şerîf okuyan babasını gördü.

Endülüs´te, Fas´ta, Tunus´ta, Mısır ve Mekke-i mükerremede kaldığı zamanlarda hadîs ilmini ve diğer ilimlerden bir kısmını; İbn-i Asâkir ve Ebü´l-Ferec ibn-il-Cevzî, İbn-i Sekîne, İbn-i Ülvan, Câbir bin Ebû Eyyûb gibi büyük âlimlerden öğrendi. Gittiği yerlerde büyük âlimler ile görüşüp, onlardan ilim öğrenmek sûretiyle, fen ve din ilimlerinde en iyi şekilde yetişti.

Tefsîr, hadîs, fıkıh, kırâat gibi pekçok ilimlerde büyük âlim oldu. Tasavvufta, Ebû Midyen Magribî, Cemâleddîn Yûnus bin Yahyâ, Ebû Abdullah Temim, Ebü´l-Hasan ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz aldı, yüksek derecelere kavuşup, meşhûr oldu. Mekke´de bulunduğu sırada Fütûhât-ı Mekkiyye adlı eserini yazdı.

Gavs-ül-a´zam Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretleri, bir gün en önde gelen talebelerinden Cemâleddîn Yûnus bin Yahyâ´yı yanına çağırarak; "Benden sonra, benim künyem olan Muhyiddîn isminde, Allahü teâlânın çok sevdiği evliyâsından bir kimse gelecektir. Bu hırkamı ona teslim e- dersin." buyurdu. Yûnus bin Yahyâ, uzun yıllar sonra talebesi olan Muh- yiddîn-i Arabî´ye, hocasının vasiyeti olan o hırkayı teslim etti. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, zamânında, ilminden ve feyzinden istifâde etmek için kendisine mürâcaat edilen belli başlı büyük âlimlerden oldu. Şam, Irak, Cezîre ve Anadolu taraflarına seyâhat etti. Konya´ya gelip, Selçuklu Sultanı tarafından çok ikrâm ve hürmet gördü. Sultanlardan kendisine birçok tahsisat tâyin olunduğu ve hediyeler gönderildiği halde, hepsini fakirlere dağıtırdı. Sofiyye-i âliyyeden ve kelâm âlimlerinden olan Sad- reddîn-i Konevî´nin hocası ve üvey babası oldu.

Hocasının üstâdı olan Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin hırkasını üvey oğlu ve talebesi olan Sadreddîn-i Konevî´ye giydirdi.

Konya´da bir müddet kaldıktan sonra Haleb´e giden Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, 1215 senesinde tekrar Konya´ya döndü. Aynı sene içinde Sivas´a, oradan da Malatya´ya gitti. 1230 senesinde Şam´a giderek oraya yerleşti.

Büyük âlimler, Muhyiddîn-i Arâbî´nin hâl, makam ve ilim bakımından pek yüksek olduğunu kabûl ettiler. Evliyânın büyüklerinden Ebû Midyen Magribî ona; "Âriflerin Sultânı" demişdir. Şeyh Safiyyüddîn bin Ebû Mensûr onun hakkında; "O, şeyhdir, imâmdır. Hem de tam kâmil ve hakîkatı bulanlardandır. Onu üstün irfan sâhiplerinin başında saymak lâzımdır. Öyle açık gönül âlemi vardı ki, özüne erip, bulduğu her şeyi oradan geçirir ve bulurdu. Keşf âlemi açık ve aydınlıktı. Kavuştuğu hâllere gelince, ancak "Hârika" diye vasıflandırmak mümkündür. En tatlı feyizler onun gönlüne akardı. Hak âlemine yaklaştıran merdivenlerin en üst basamağında onun da yeri vardı. Bilhassa velâyet ahkâmına dâir tasavvuf deryâsında pek uzun kulaçlar atardı. O ummânın da süratli bir yüzücüsü idi. Ve nihâyet o, bu yolda vaz geçilmez bir zât idi. Böyle kabûl edip, onun şânını bu şekilde yüceltmek ona lâyıktır." derdi.

Talebelerinden Sadreddîn-i Konevî şöyle anlatmıştır: "Hocam İbn-i Arâbî, geçmiş peygamberlerin ve velîlerin ruhlarından istediği ile rüyâsında veya uyanık iken görüşürdü."

Muînüddîn-i Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Hindistan´ın büyük velîlerinden olup, İsmi, Hasan bin Gıyâsüddîn, lakabı Muînüddîn´- dir. Peygamber efendimizin neslinden olup seyyiddir. H.531 de Hora- san´da doğdu. H.634 de Ecmîr´de vefât etti. Horasan´da büyüyüp yetişen Muînüddîn-i Çeştî´nin babası Gıyâsüddîn Hasan, aslen Senceristanlı o- lup, sâlih ve müttekî bir zât idi. Üç evlâdı vardı. Muînüddîn on bir yaşında iken babası vefât edince, kalan mîrâs üç kardeş arasında taksim edildi. Bu taksimde, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerine bir bağ düştü. Bağla meşgûl olduğu bir gün, İbrâhim Kunduzî adında bir velî yanından geçiyordu. Ayağa kalkıp ona hürmet gösterdi ve elini öptü. Sonra bağına dâvet edip gölgeye oturttu, üzüm ikrâm etti. Fakat o zât üzüme rağbet etmeyip, koynundan bir parça kuru ekmek çıkardı. Dişi ile biraz koparıp, Muînüd- dîn-i Çeştî´ye yedirdi. Ekmek parçasını yer yemez, kalbinde birdenbire bir nûr hâsıl oldu. Dünyâdan tamâmen soğudu. Kalbinde büyük bir zevk ve muhabbet-i ilâhî hâsıl oldu. Sonra, babasından kalan bağı ve diğer malları fakirlere sadaka verdi. İlim öğrenmek için seyâhatlere çıktı. Önce Horasan´a gidip orada Kur´ân-ı kerîmi ezberledi. Aklî ilimleri öğrendi. Buradan Semerkand´a geçti. Irak´a gitmek için yola çıktı. Yolu Hârun ka- sabasına uğradı ve zamânının en meşhûr velîsi Osman Hârûnî hazretlerini tanımakla şereflenip talebesi oldu.

Muînüddîn-i Çeştî´ye çok alâka gösteren Hâce Osman Hârûnî bir gün ona; "Muînüddîn, abdestini tâzele!" buyurunca, tâzeledi. Sonra; "Kıbleye karşı otur, Bekara sûresini oku!" dedi. Dediklerini hemen yaptı. Sonra; "Yirmi defâ salevât oku" buyurdu. Bu emri de yerine getirdi. Sonra başına sarık sarıp, hırka giydirdi ve buyurdu ki: "Bir gece bir gün mücâhede yap ve İhlâs sûresini bin defâ oku!" Muînüddîn-i Çeştî, hocasının bu emrini de yerine getirip, tekrâr huzûruna gelince, hocası; "Muînüddîn! Başını yukarı kaldır bak!" buyurdu. Kaldırıp bakınca; "Ne görüyorsun?" diye sordu. Cevâbında; "Yedi kat semâyı ve Arş´ı görüyorum." dedi. "Tekrar bin İhlâs sûresi daha oku!" buyurdu. İhlâs sûresini bin defâ daha okudu. Sonra, "Başını semâya kaldır bak!" buyurdu. Kaldırıp baktı; "Ne görüyorsun?" deyince, "Azamet perdesine kadar her şeyi görüyorum" cevâbını verdi. Sonra; "Gözlerini yum!" buyurdu. O da gözlerini kapattı. "Tekrar oku!" buyurdu, emri yerine getirdi. "Ne görüyorsun?" deyince, "On sekiz bin âlemi seyrediyorum" dedi. Bunun üzerine hocası; "Ey Muînüddîn, senin işin tamam oldu" buyurdu. Önlerinde bir kerpiç duruyordu. "Bunu al!" buyurdu. Alınca, kerpiç altın oldu. "Bunu, burada bulunan dervişlere paylaştır." deyince, hemen paylaştırdı. Yirmi sene bu hocasının hizmetinde ve sohbetinde bulunup, pek çok feyze kavuştu ve tasavvufta yükseldi.

Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretleri gittiği her beldede kabristanları ziyâret eder, orada bir müddet kalırdı. Vardığı yerde tanınıp meşhûr olunca, orada durmaz, kimsenin haberi olmadan, gizlice çıkıp giderdi. Bu seyâhatlerinden biri de Mekke´ye olmuştur. Mekke-i mükerremeye gidip, Kâbe-i muazzamayı ziyâret etti. Bir müddet Mekke´de kalıp, oradan Medîne-i münevvereye gitti. Peygamberimiz server-i âlem Muhammed aley- hisselâmın kabr-i şerîfini ziyâret etti. Bir müddet de Medîne´de kaldı. Bir gün Mescid-i Nebî´de iken, Ravda-i mutahheradan, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin türbesinden; "Muînüddîn´i çağırınız!" diye bir ses işitildi. Bunun üzerine türbedâr; "Muînüddîn!" diye bağırdı. Birkaç yerden "Efendim!" sesi işitildi. Sonra; "Hangi Muînüddîn´i istiyorsunuz? Burada Muînüddîn adında bir çok kişi var" dediler. Bunun üzerine türbedâr geri dönüp, Ravda-i mutahheranın kapısında ayakta durdu. İki defâ, "Muînüddîn-i Çeştî´yi çağır!" diye nidâ eden bir ses işitti. Türbedâr bu emir üzerine cemâate karşı; "Muînüddîn-i Çeştî´yi istiyorlar!" diye bağırdı. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri bu sözü işitince, bambaşka bir hâle girdi. Ağlayıp, gözyaşları dökerek ve salevât okuyarak Peygamberimizin türbesine yaklaştı ve edeble ayakta durdu. Bu sırada; "Ey Kutb-i meşâyıh içeriye gel!" diye bir ses işitince; kendinden geçmiş bir hâlde, Resûl-i ekremin türbesine yaklaştı ve sevgili Peygamberimiz Muhammed aley- hisselâmı görmekle şereflendi. Peygamberimiz; "Sen benim dînime hizmet edicisin. Senin Hindistan´a gitmen gerekir. Hindistan´a git! Hindistan´da Ecmîr denilen bir şehir vardır. Orada benim evlâdımdan (torunlarımdan) Seyyid Hüseyin adında biri var. Oraya cihâd ve gazâ niyetiyle gitmişti. Şu anda şehîd oldu. Orası kâfirlerin eline geçmek üzere, senin oraya gitmen sebeb ve bereketiyle, İslâmiyet orada yayılacak ve kâfirler hakîr olacaklar, güçsüz ve tesirsiz kalacaklar" buyurdular. Sonra ona bir nar verip; "Bu nara dikkatle bak ve nereye gitmen gerekiyorsa, görüp, anla!" buyurdu. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, Server-i âlemin verdiği narı alıp, emredildiği gibi baktı, şark ve garbı tamâmen gördü. Gideceği Ecmîr şehrini ve dağlarını da görüp dikkatle baktı. Bundan sonra Peygamberimizi göremedi. Fâtiha okuyup duâ etti ve yardım dileyip, Ravda-i mutahheradan (Peygamberimizin türbesinden) ayrıldı.

Muînüddîn-i Çeştî aldığı mânevî işâret üzerine Medîne-i münevve- reden ayrılan Muînüddîn-i Çeştî hazretleri derhal Hindistan´ın yolunu tuttu. Kendisini sevenlerden kırk kişi de birlikte idi. Bir müddet yolculuktan sonra Hindistan´a ulaştılar. Ecmîr´e yaklaştıklarında, bölgenin racası (prensi), Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin Ecmîr´e gelmekte olduğunu öğrenince; onu târif ederek, görüldüğü yerde öldürülmesini em­retti.

Muînüddîn-i Çeştî hazretleri ise, yanında kırk kişi ile birlikte açıkça yollarına devâm ettiler. Geldiklerini duyan ve öldürmek üzere Ecmîr racasından emir alanlar, Muînüddîn-i Çeştî´yi yolda gördükleri hâlde, hiç biri kendinde onun yanına yaklaşmak cesâret ve gücünü bulamadı. Böylece Muînüddîn-i Çeştî yola devâm edip, Ecmîr´e girdi. Yanındakiler ile birlikte, bir ağacın altına oturup, istirâhat etti. Oturdukları yer, Ecmîr racasının develerinin yattığı bir meydan idi. Orada bir müddet oturduktan sonra, bir kervancı (deveci) geldi. Kalabalık bir cemâatin oturduğunu gördü. Ey fakirler, bu oturduğunuz yer sizin değildir. Burada Mihrâce´nin (Ecmîr prensinin) develeri yatar dedi. Oradakiler hiç karşılık vermediler. Bunun üzerine adam şiddetle yanlarına yaklaştı. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri adamın bu davranışı karşısında ayağa kalktı ve; "Biz buradan gidiyoruz, fakat sizin develeriniz buradan kalkamazlar" dedi. Sonra hoşa giden güzel bir havuzun başına kondular. Burada ibâdetle meşgûl olup, sohbet ederlerken, ilk oturdukları yerden kalkmalarını söyleyen deve bakıcısı yanlarına geldi. Muînüddîn-i Çeştî´ye; "Sizi kaldırdığımız yere akşam develer bırakıldı. Sabah olunca, kervancı, develeri kaldırmak için çok uğraştı. Fakat kaldırmak mümkün olmadı. Develer aslâ kalkmıyor" dedi. Muînüddîn-i Çeştî´yi ilk oturduğu yerden kaldırmaları sebebiyle bu iş başlarına gelmişti.

Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinden dört asır sonra Hindistan´da yetişen ve ikinci bin yılının müceddidi olan, İslâmiyeti Hindistan´a ve diğer beldelere yayan İmâm-ı Rabbânî hazretleri, H.1033 de Ecmîr´e gittiğinde, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin türbesini ziyâret etmiş ve; "Hâce hazretleri merhamet eyledi. İhsânda bulundu. Husûsî bereketlerinden ziyâfetler verdi. Çok konuştuk, esrâr, sırlar açıldı." buyurmuştur.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri onun kabrini ziyâret ettiği sırada, türbesine hizmet eden türbedarlar, kabri üzerindeki örtüyü ona hediye verdiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de kabûl ederek; "Hâce hazretleri, en yakın elbisesini bize ihsân etti. Bunu kefenim olması için saklayalım." buyurdu. Bir sene sonra vefât edince, o örtüyü kefen yaptılar.

Seyyid Murâd-ı Münzâvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; İstanbul´da medfûn bulunan en büyük üç evliyâdan biri. H.1054 de Buhârâ´da doğdu. H.1132 de İstanbul´da vefât etti.

Murâd-ı Münzâvî´nin babası, Semerkand beldesinin Nakîb-ül-eşrâfı (seyyid ve şerîflerin işleriyle ilgilenen makâmın idârecisi) idi. Henüz üç yaşında iken ayakları felç oldu. Kötürüm bir hâlde kaldı. Fakat ayakları sağlam olanlardan daha çok dünyâyı dolaştı. Tahsîl yaşına gelince; ilim, fazîlet ve kemâl elde etmeye başladı. Keşmîr´e gitti. İlim tahsîline devâm edip, din ve fen bilgilerinde olgunlaştı. Sevenlerinin yardımı ile Kâbe-i muazzamayı ve Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Sonra Hindistan´a gitti. Aklî ve naklî ilimleri, maddî ve mânevî kemâlâtı kendisinde toplayan, yüz kırk bin talebesini vilâyet, velîlik makâmına kavuşturan ve Silsile-i aliyye büyüklerinden olan Muhammed Ma´sûm Fârûkî hazretlerine talebe oldu. Bir müddet onun yanında kaldı. Sohbetleri ve bereketli nazarları ile kemâle geldi. İcâzet, diploma aldı. Mürşid-i kâmil, yetişmiş ve insanları yetiştirebilen zât olarak tekrar Hicaz´a geldi. Hicaz´da üç sene kaldı. Sonra Bağdât´a gitti. Burada büyük zâtları ziyâret etti. Sonra İsfehân´dan Buhârâ´ya gitti. Belh ve Semerkand´daki tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde bulundu. Tekrar Bağdât´a gitti. Oradan üçün- cü defâ hacca gitti. Sonra Mısır ve Kâhire´ye buradan da Şam´a geçti. Şam çok hoşlarına gittiği için, uzun müddet burada ikâmet etti ve evlendi. Şam´da pek çok kimse ziyâretine gelip kendisinden ilim ve edeb öğrendiler. Şam halkı kendisini çok sever ve çok hürmet ederlerdi. Şöhreti her yere yayıldı. Sultan Mustafa Hân ona Şam´da bir köy verdi. Bu köy hâlâ onun adıyla meşhûrdur. Murâd-ı Münzâvî´nin bereketiyle zâ­limler ıslah olup, Şam halkı pek çok zulümden korundu. Her türlü günah işleyenlerin barındığı bir evi zulmetten kurtarıp, Murâdî Medresesi diye anılan bir ilim yuvası hâline getirdi. Ayrıca Saruca sokakta da bir medrese yaptırdı. Bu medreselerde okuyan talebelerin ihtiyâçları için vakıflar kurdu. H. 1092 senesinde otuz sekiz yaşında iken İstanbul´u teşrif etti. Eyyûb Sultan semtinde, Eyyûb Sultan hazretlerinin kabri civârında ikâmet etti. Bu arada dördüncü defâ hacca gitti. Hac dönüşü Şam´a gelip, orada bir seneye yakın kaldıktan sonra, beşinci defâ Hicaz´a gitti. Bir sene kadar Mekke-i mükerremede kaldı. Tâliblere ilim ve edeb öğretti. H. 1120 senesinde ikinci defâ İstanbul´u şereflendirdi. Bu defâ Yavuz Selim´de, Bıçaklı Efendi menzilinde ikâmet etti. Halk akın akın sohbetine koştu. Murâd-ı Münzâvî bir ara Bursa´ya gitti. Bir müddet Bursa´da ikâmetten sonra, tekrar İstanbul´a döndü. Eyyûb´de, Reîs-ül-etibbâ Nûh Efendi yalısında kaldı. Eyyûb Sultan ile Edirnekapı arasında Nişancı Mustafa Paşa caddesindeki Şeyh Murâd Dergâhında İstanbul halkına yıllarca ilim ve edep öğretti. Kerâmetleri her tarafa yayıldı. H.1132 senesi Rebîü´l-âhir ayının on ikisinde Salı gecesi İstanbul´da vefât etti. Cenâze namazı Eyüp Sultan Câmiinde büyük bir kalabalık tarafından kılınıp, Edirnekapı dışında, Munzavî Câmii karşısındaki medresenin dershânesine defnedildi. Bu medrese, Birinci Sultan Mahmûd Hanın devri şeyhülislâmlarından Ahmed Ebülhayr Efendi tarafından yaptırılmıştır. Huzûruna gelenler ne kadar münkir, inat ve inkarda olsalar, mutlaka onun feyz ve bereketine kavuşur, başka bir hâl kazanırlardı.

İmâm Mûsâ Kâzım (rahmetullahi teâlâ aleyh) Eshâb-ı kirâmın sohbetinde bulunmakla şereflenen Tâbiîn devrinin yüksek âlimlerinden ve velîlerin büyüklerindendir. Oniki imâmın yedincisidir. Câfer-i Sâdık´ın oğlu, İmâm-ı Ali Rızâ´nın babasıdır. Resûlullah efendimizin torunu olup, hazret-i Ali ile hazret-i Fâtıma´nın evlâtlarındandır. Hazret-i Hüseyin´in çocuklarından olduğu için "seyyid"dir. Asıl adı, Mûsâ bin Câfer-i Sâdık. Kâzım, Sâbir, Sâlih, Emîn... gibi birçok lakabları vardır. En meşhûru "Kâzım"dır. Hilminin (yumuşaklığının) çokluğundan, kendisine kötülük yapanlara dahi kızmayıp bağışladığından, gazabına hâkim olduğundan "Kâzım" lakabı verilmiştir.

İmâmlığı, tasavvufda feyz vermesi yirmi beş sene üç ay sürmüştür.

Mûsâ Kâzım hazretlerinin yaşadığı devirde, Ehl-i beytten olanlara maalesef birçok haksızlıklar yapılmıştır. Zamanın sultanları tarafından birkaç kerre hapse atılmış ve hapiste iken vefât etmiştir. Halbuki dünyâya düşkün değildi. Zühd ve takvâsı çoktu. Affı ve ihsânı, kerem ve cömertliği ile meşhûrdur. Medîne-i münevverede otururdu. Siyâsete hiç karışmadığı halde Abbâsî halîfelerinden Muhammed Mehdî kendisini Medîne´den Bağdât´a getirterek hapsetmiş, bir müddet sonra hazret-i Ali´yi rüyâsında görüp, kendisine Kur´ân-ı kerîmden meâlen; "Demek ki, idâreyi ele alırsanız, hemen yeryüzünde fesat çıkaracak ve akrabâlık bağlarını kesip atacaksınız" buyurulan Muhammed sûresi yirmi ikinci âyet-i kerîmesini okudu. Bunun üzerine ertesi gün hemen Mûsâ Kâzım´ı hapisten çıkararak, kendisine ve evlatlarına karşı isyân etmeyeceğine yemin etmesini teklif etmiş, İmâm-ı Mûsâ Kâzım da; "Bu işi aslâ yapmam ve şânıma da yakıştırmam" buyurunca, doğru söylediğini tasdik etmiş ve bu teminât üzerine, Medîne´ye dönmesine izin vermişti. Sonra Halîfe Hârun Reşîd, 795 yılında Umre´den dönerken, Medîne´ye uğramış, İmâm hazretlerini yanına alıp Bağdat´a getirmiştir. Ardı arkası kesilmeyen hâdiselerin yatışması sona erdirilmesi düşüncesi ile Onu tekrar hapsettirmiştir. Bağdât Târihi kitabının yazarı Hatîb-i Bağdâdî´nin rivâyetine göre, ölünceye kadar hapiste tutmuştur. Diğer bir rivâyete göre, Hârun Reşîd de gördüğü korkulu bir rüyâ üzerine, onu hapishâneden çıkarıp, Medîne´ye göndermişti. Ancak Bağdât´ta vefât etmiş olması, Hatîb-i Bağdâ- dî´nin rivâyetini kuvvetlendirmektedir. Hattâ zehirletilerek vefât ettiği de rivâyet olunur. Yedi sene zindanda kaldı.

Hapishânede iken Hârun Reşîd´e yazdığı mektupta şöyle dedi: "Benden belâ ve musîbet son bulmayacak, buna karşılık, sen de dâima rahat ve genişlik içerisinde olacaksın. Yalnız şunu unutma; sonu gelmeyen âhirete sen de, ben de gideceğiz."

Yahyâ bin Hâlid Bermekî tarafından hurma içinde zehir verilerek öldürüldüğü rivâyet olunmaktadır. Zehir verildiği gün Mûsâ Kâzım hazretleri; "Bana bugün zehir verdiler. Yarın vücûdum sararacak, sonra yarısı kızaracaktır. Ertesi gün de siyah olacaktır. O zaman vefât ederim" buyurmuştur. Dedikleri aynen olmuştur.

Hanbelî mezhebi fıkıh ve hadîs âlimlerinin büyüklerinden Nasr bin Abdürrezzâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin künyesi Ebû Sâlih, lakabı İmâdüddîn?dir. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin torunudur. Hanbelî mezhebinde ilk Kâdı?l-kudâtdır. H.564 de doğdu. 633 de vefât etti.

İlim öğrenmekteki gayret ve istidâdının çok fazla olması sebebiyle, kısa zamanda çeşitli ilimlerde yetişen Nasr bin Abdürrezzâk, bilhassa fıkıh, hadîs, kelâm, münâzara, hılâf gibi ilimlerde çok yükseldi. Dedesi Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin medresesinde ders, vâz ve fetvâ vermeye başladı. Kendisi Hanbelî mezhebi âlimlerinden idi. Bununla berâber, diğer mezheblerin bilgilerinin inceliklerine de vâkıf idi. Dînî ibâreleri çözmekte pek mâhirdi. Hadîs ilmi tahsil edenler için, ayrıca bir meclis kurdu. Ezberinden hadîs-i şerîf okurdu. İnsanlar da ondan duyduklarını yazarlardı. Herkes tarafından sevilip, hürmet edilen, çok yüksek bir zât idi. Tanınmaktan, şöhret sâhibi, parmakla gösterilen birisi olmaktan çok uzak durur, çok sakınırdı. İbâdet ve tâatla meşgûldü. Ağırbaşlı, vakûr ve heybetliydi. Fakat kibirli değildi. Tevâzu sâhibiydi. Alçak gönüllüydü. Aklının ve zekâsının kuvveti fevkalâdeydi. Lütuf, iyilik, ikrâm sâhibiydi. Tatlı dilli ve güler yüzlüydü. İnsanlara muâmelesi çok güzeldi. Yanına gelen herkes, kendisinden memnun ayrılırdı.

Âile efrâdına karşı olan yumuşaklık ve ikrâmı daha fazla idi. Allahü teâlânın râzı olduğu istikâmetten ve dosdoğru olmaktan hiç ayrılmadı.

Büyük velîlerden Necîbüddîn-i Şîrâzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanlara, bilhassa ihtiyaç sâhiplerine merhametinden ve fakirleri çok sevdiğinden, babasının aldığı güzel ve kıymetli elbiseleri giymez, evlerinde pişen lezzetli yemekleri bunları giymem ve bu yemekleri yemem." derdi. Gâyet sâde elbiseler ve yiyecekler ile yetinir, gösterişten uzak dururdu.

Bir gece rüyâsında; Şeyh-i Kebîr adı verilen Abdülkâhir-i Sühreverdî hazretlerinin türbesinden nûr yüzlü bir ihtiyâr ve arkasından, yine onun gibi, nûr yüzlü altı zât çıktı. Öndeki zât, tebessüm ederek, Necîbüddîn Ali´nin elinden tuttu, arkasında bulunan zâtlardan birine teslim ederek; "Bu sana, Allahü teâlâ tarafından bir emânettir." dedi. Necîbüddîn Ali, bu rüyâsını babasına anlattı. O da, bu rüyânın tâbirini İbrâhim Hıyâl hazretlerinin yapabileceğini söyleyip, kendisine bir kimse ile haber gönderdi. Böyle bir rüyânın tâbirini kendisine bildirmesini ricâ etti. İbrâhim Hıyâl; "Bu rüyâ, Necîbüddîn Ali´den başkasının rüyâsı değildir." buyurup şöyle tâbir etti: "Önce gördüğü nûrlu ihtiyâr zât, Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretleridir. Diğer zâtlar ise onun halîfeleridir. Necîbüddîn Ali´nin kendisine teslim edildiği zât ise, henüz hayattadır ve Necîbüddîn ondan feyz alacaktır." dedi.

Necîbüddîn Ali bu tâbire çok sevinip, feyz alacağı zâtı merak etmeye başladı. Babasından izin alarak, o zâtı aramak üzere Hicaz´a doğru yola çıktı. Bağdât´a uğradı. Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretlerini tanıdı. Kendisinin emânet edildiği kimsenin bu zât olduğunu anladı. Şihâbüddîn hazretleri de gördüğü rüyâyı aynen anlattı ve onu talebelerinin arasına aldı. Necîbüddîn Ali hocasının feyz ve bereketleri ile birkaç sene içinde yetişip velîlik yolunda kemâl mertebesine ulaştı. Hocası tarafından mezun edilip, insanlara doğru yolu gösterip, onlara feyz ve bereket sunmak üzere memleketi olan Şîrâz´a gönderildi.

Evliyânın büyüklerinden ve fıkıh, tefsîr, hadîs âlimi Necmeddîn-i Kübrâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) evliyânın büyüklerinden ve fıkıh, tefsîr, hadîs âlimi. Tasavvufta Kübreviyye (Zehebiyye) diye bilinen yolun mürşidi, rehberidir. İsmi Ahmed, babasınınki Ömer´dir. Lakabları; Necmed- dîn, Şeyh-ül-imâm, Zâhid-ül-kebîr ve Şeyh-i Harezm´dir. Necmeddîn-i Kübrâ diye meşhûr oldu. Yaptığı bütün münâzaralarda gâlip geldiği için, kendisine et-Tâmmet-ül-kübrâ lakabı da verildi., H.539 da, Harezm? de doğdu. 618 de Harezm´de Cengiz askeri tarafından şehîd edildi.

Çocuk yaşta ilim tahsîline başlayan Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, biraz yetişince ilim öğrenmek aşkıyla çeşitli beldeleri dolaştı. Tasavvufta, amcası Ebû Necîb-i Sühreverdî hazretlerinden feyz alarak yetişti. İsmâil Kasrî ve Ammâr bin Yâsir´in sohbetlerinde bulundu. Fahreddîn-i Râzî hazretleri ile görüştü. Böylece birçok ilimde yetişip, tasavvufta yüksek derecelere kavuştu. Sonra memleketi olan Harezm´e gidip yerleşti. Orada insanları irşâd edip, doğru yolu göstermeye başladı. Kısa zamanda etrâfına yüzlerce talebe toplandı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî´nin babası Sultân-ül-ulemâ Behâeddîn Veled ile Feridüddîn-i Attâr´ın hocaları Mecdüddîn-i Bağdâdî ve Bâbâ Kemâl Cündî, Abdülazîz bin Hilâl, Nâsır bin Mensûr, Seyfüddîn-i Baherzî, Necmüddîn-i Râzî, Radıyyeddîn Ali Lâlâ talebelerinin büyüklerindendir. Talebelerinin çoğu, zamanlarında insanlara doğru yolu gösteren rehberler oldular.

H.618 yılında Harezm´e Cengiz askeri Tatarlar hücûm edince, talebelerine; "Memleketinize gidiniz! Şarkdan fitne ateşi geliyor. Her tarafı yakacaktır. İslâmiyette bu kadar fitne görülmemiştir." dedi. "Duâ buyursanız da, bu belâ müslüman memleketlerinden uzaklaşsa." dediler. "Bu, Kazâ-i mübremdir. Duâ bunu gideremez." buyurdu. Talebeleri Horasan´a gitti. Kâfirler şehre girince, o da cihâda çıktı. Şehîd oldu. Şehîd olduğunda bir kâfirin saçını tutmuş idi. Şehâdetinden sonra, kimse saçı elinden alamadı. Sonunda mecbur kalıp saçı kestiler.

Tasavvuf yolunun en tanınmışlarından ve büyüklerinden olan Nec- meddîn-i Kübrâ hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde derin bir âlim olup, İslâmın güzel ahlâkı ile ahlâklanmış yüksek bir zâttı. İlim öğretmek yolunda çok gayretliydi. Allahü teâlâya ibâdet etmekte ve O´nun dînine hizmet etmekte kat´iyyen gevşeklik göstermez, bu yolda kınayanların kınamalarına aldırmazdı. İstisnâsız bütün insanlara yardım etmeye, faydalı olmaya gayret ederdi. Onun dergâhı, fakirlerin sığınağı idi. Büyüklüğü, üstünlüğü herkes tarafından bilinir, kendisine hürmet edilirdi. Büyüklüğünü anlatan hâlleri ve kerâmetleri her tarafta anlatılıp, dilden dile dolaşmaktadır.

İmâm-ı Nevevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Şâfiî âlimlerinin büyüklerin- den Yahyâ bin Şeref, lakabı Muhyiddîn, künyesi Ebû Zekeriyyâ´dır.

Babası anlattı: "Oğlum yedi yaşına basmıştı. Ramazân-ı şerîfin yirmi yedinci gecesi yatağında uyuyordu. Biz bu geceyi ihyâ etmek için Kur´ân-ı kerîm okuyorduk. Oğlum gece yarısına doğru uyandı ve; "Babacığım! Evimizi dolduran bu nûr nedir?" diye sordu. Biz hiçbir şey göremiyorduk. O zaman anladım ki, bu gece Kadir gecesidir, oğlum ileride Allahü teâ- lânın sevdiği kullarından olacaktır."

Muhyiddîn Ebû Zekeriyyâ Yahyâ´yı, babası küçük yaşta Kur´ân-ı kerîm öğrenmesi için mektebe gönderdi. Kısa zamanda Kur´ân-ı kerîmi ezberledi.

Büyük âlimlerden Muhammed Zerkeşî anlatır: "Nevevî´ye Kur´ân-ı kerîm öğreten zâta gittim. Ona tavsiyelerde bulundum ve; "Bu çocuğun ileride zamânın en büyük âlimi ve dünyâya hiç gönül bağlamayan bir zâhid olacağını, bunun sebebiyle pekçok kimselerin hidâyete, doğru yola kavuşacağını ümid ediyorum." dedim. Bunun üzerine hocası bana; "Nereden biliyorsun, sen müneccim misin?" diye sordu. Ben de; "Hayır. Ancak Allahü teâlâ beni böyle konuşturuyor. Konuşana değil, konuşturana ve söylenilene bak." dedim. Bunu babasına da söyledim ki, iyi yetiştirsin."

Tasavvuf yolundaki hocası Yâsîn bin Yûsuf anlatır: "Yahyâ bin Şere- f´i, on yaşında iken Nevâ´da gördüm. Çocuklar onu, kendileriyle berâber oyun oynamaya zorluyordu. O ise çocuklardan kaçıyor ve ağlıyordu. Bu hâlde Kur´ân-ı kerîm okumaya devâm ediyordu. Onun bu hâlini görünce, kalbime sevgisi düştü, onu çok sevdim. Babasının bir dükkanı vardı. Nevevî de dükkanda dururdu. Alış-veriş onu Kur´ân-ı kerîm okumaktan hiçbir zaman alıkoymazdı."

İmâm-ı Nevevî hazretleri, geçinmede kanâat üzere olup, nefsî ve dünyevî arzu ve isteklerden vaz geçmişti. Allahü teâlâdan çok korkardı. Doğru konuşur, yerinde söyler, geceleri ibâdet ve tâat ile geçirirdi. İlim tahsîlinde gayretli olup, sâlih ameller yapmakta sabrı çoktu. Şam halkının yediği şeylerden yemez, memleketinden, anne babasının yanından getirdiği, tam helâl olduğunu bildiği şeyleri yemekle kanâat ederdi. Yirmi dört saatte bir defâ, yatsıdan sonra yemek yerdi. Yine günde bir defâ, sahur vaktinde su içerdi. O diyârın âdeti olan kar suyu içme âdetini yapmazdı. Bekârdı. Hiç evlenmedi. Geceleri uyumaz, ibâdet eder ve kitap yazardı. Devlet reislerine, vâlilere ve diğerlerine emr-i mârûf ve nehy-i münker ederdi. Allahü teâlânın emirlerini bildirir, yasaklarından sakınmak lâzım olduğunu anlatırdı. Bu işte hiç müdâhene etmez, gevşeklik göstermezdi. İki kere hacca gitti. 1266 senesinde, Dâr-i Hadîs-i Eşrefiyye´de ders verdi. Vefâtına kadar bu vazîfesinin karşılığında oradan hiç para almadı. Mübârek sakalında birkaç tâne beyaz kıl vardı. Üzerinde sekîne ve vakar hâli herkes tarafından görünürdü.

Aynı zamanda evliyâ-i kirâmın büyüklerindendir. Çok kerâmetleri görülmüştür.

Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hindistan´da yetişen evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden. İsmi Muhammed, babasınınki Ahmed Buhârî´dir. Lakabları; Mahbûb-i İlâhî (Allah´ın sevgilisi), Sul- tân-ül-Meşâyıh ve Nizâmeddîn Evliyâ´dır. H.636 da Bedâyun´da doğdu. 725 de Hakk´ın rahmetine kavuştu. Doğar doğmaz Kelime-i şehâdet söy- lediği bildirilen babası Seyyid Ahmed Buhârî, doğuştan velî idi. Aynı şe- kilde, annesi Bibi Züleyha Hâtun, dindar bir hanımdı. Zamânını dâimâ duâ ve ibâdetle geçirirdi. Hindistan´a Buhârâ´dan Sultan et-Tamîs zamâ- nında hicret etmişler, Lâhor´da kısa bir müddet eğleştikten sonra, dâimî olarak yerleştikleri Bedâyun´a gelmişlerdi. Birçok büyük ulemâ ve evliyâ, dâimî olarak bu şehre yerleşmişlerdi.

Nizâmeddîn Evliyâ´nın babası Hâce Ahmed Buhârî, mânevî ilimlerin yanında, derin bir kelâm ve fıkıh âlimiydi. Üstün hâlleri ve takvâsı ile meşhûrdur. Bu husûsiyetlerinden dolayı Dehli Sultânı Gıyâseddîn Bal- ban onu Bedâyun´a başkâdı tâyin etti. Hâce Ahmed Buhârî, bir süre son- ra bu görevinden istifâ ederek, kendini cenâb-ı Hakk´a ve O´nun dînini yaymağa adadı. Hâce Ahmed Buhârî, Nizâmeddîn Evliyâ daha beş yaşında iken, Bedâyun´da vefât etti ve oraya defnedildi.

Nizâmeddîn Evliyâ´nın babasının vefâtından sonra, onun eğitimi annesinin üzerine kaldı. Anne-oğul, uzun zaman hiçbir yiyecek bulamadan günlerini geçirmek zorunda kaldılar. Yiyecek bir şey olmadığı zaman, annesi ona ümid vermek için; "Muhammed, bugün Allahü teâlânın misâfiriyiz." derdi. Şiddetli açlık ve fakirliğin verdiği ızdırâbı hissedeceği yerde, Nizâmeddîn Evliyâ, böyle geçen günlerden zevk alır ve annesine; "Yeniden ne zaman Allahü teâlânın misâfiri olacağız." derdi.

Nizâmeddîn Evliyâ´nın annesi Bibi Züleyha Hâtun, dînine bağlı ve zekî bir hanımdı. O, oğlunun eğitimine özel bir gayret gösterdi. Annesi, Nizâmeddîn Evliyâ´yı Bedâyun´da, Mevlânâ Alâeddîn Usûlî´nin derslerine gönderdi. Nizâmeddîn Evliyâ, çok kısa zaman sonra, Celâleddîn-i Tebrî- zî´nin halîfesi Ali Molla Büzür (Büyük) Bedâyûnî´nin elinden "Fazîlet sarı- ğını" giydi. Molla Büzür ona, seçilmiş ulemâ ve evliyânın bulunduğu bir toplantıda hayır duâ etti.

Allahü teâlânın bir lütfu olarak, genç Nizâmeddîn´in o yaşta kalbinde mânevî bir ilerleme ve yüksek ilimler için ilâhî bir kıvılcım vardı. Genc-i Şeker´in her tarafa yayılan şöhretini, Ebû Bekr Kavvâl´dan duyar duymaz, Nizâmeddîn Evliyâ onunla görüşmeye karar verdi. Bir gün hiçbir yol hazırlığı yapmadan, Genc-i Şeker ile görüşmek ümîdiyle Bedâyun´u terk etti. İlk durağı Dehli oldu. O zamanlar Dehli, ilim ve irfânın beşiği idi. Ni- zâmeddîn Evliyâ, Dehli´ye annesi ve kızkardeşiyle vardığında yirmi yaşındaydı. Dehli Sultânı Sultan Balaban, zamânındaki âlimlerin ve evliyânın büyük bir koruyucusuydu. Dehli, âlimler ile aydınlanıyordu. Mevlânâ Şemseddîn, Dehli´nin büyük âlimlerindendi. Nizâmeddîn Evliyâ, Mevlânâ Şemseddîn´in derslerine devâm ederek, çok kısa zamanda yüksek derecelere kavuştu. Bu arada Mevlânâ Kemâleddîn Zâhid´den hadîs ilmini öğrendi.

Nizâmeddîn Evliyâ, Dehli´de iken, Hâce Necîbeddîn Mütevekkil´e çok yakın bir evde oturuyordu. Bu zât, evliyânın büyüklerinden olup, aynı zamanda Ferîdeddîn-i Genc-i Şeker´in kardeşiydi. Nizâmeddîn Evliyâ, bir süre bu zâtın derslerine devâm etti. Genc-i Şeker´in üstünlüklerini ondan dinledi. Daha sonra Nizâmeddîn Evliyâ, Genc-i Şeker ile görüşmek için Acuzan´a gitmeye karar verdi. O sırada kendisine, üstün vasıflarından dolayı kâdılık makâmı teklif edildi. O, Necîbeddîn Mütevekkil´e danıştı­ğında; "İnşâallahü teâlâ, siz kâdı olmayacaksınız, fakat başka bir şey olacaksınız, onu da ben bilmiyorum." dedi.

Nizâmeddîn Evliyâ hazretleri dâimî sûrette Allahü teâlâya bağlılığı yanında, insanlara karşı olan vazifesini de aslâ unutmadı. Bir gün Şeyh Bedreddîn Semerkândî´nin meclisinde, bir zât alay edercesine; "Nizâ- meddîn Evliyâ bu kadar zenginliğini sadaka olarak dağıtıyor. Zîrâ, âile ve çoluk-çocuk endişesi ve mesûliyeti yok." dedi. Bunu işiten Şeyh Şerî- feddîn, bu sözün açıklanmasını istemek düşüncesiyle Nizâmeddîn Evli- yâ´ya geldi. Fakat o daha birşey söylemeden, o büyük velî kendiliğinden şu açıklamayı yaptı: "Ey Şerîfeddîn! Benim çektiğim endişe ve ızdırâbı belki de hiç bir kimse çekmiyor. Birisi bana endişe ve ızdırâbını söylediği zaman, muhakkak sûrette, ondan daha fazla acı çekiyorum. Bu durumu anlatamam. Arkadaşlarının acılarını görüp de onların biçâre hâline bir âh bile etmeyenler taş kalbli insanlardır. Onların bu hâllerine çok şaşıyo- rum." Acı çeken insanların keder ve üzüntülerine böyle içten alâka gös- teren bu büyük velînin, diğer insanların ızdırapları karşısında nasıl bir kalb taşıdığı düşünülmelidir. Her gün tuttuğu orucunu açarken bile, hiçbir şey yemezdi. Sâdece getirilen yemeğin tadına bakardı. Hattâ sahurda hiçbir şey yemezdi. Bir gün, hizmetlerini gören talebesi; "Efendim! Bu kadar az yemeği bile yemezseniz, zâfiyet size galebe çalabilir" dediğin- de, Nizâmeddîn Evliyâ göz yaşlarını tutamadan; "Birçok fakir ve muhtaç insan, şu anda câmi köşelerinde veya mütevâzî evlerinin köşelerinde yiyecek bulamadan aç uyuyorlar. Bu lokma, kolaylıkla benim boğazımdan nasıl geçebilir?" dedi. Günümüzde torunlarının nezaretinde dergâhından her gün binlerce fakire yemek verilmektedir. Garip ve fakirlerin sığınağı olan dergâhın belli geliri yoktur. Cenâb-ı Hakk´ın ihsânı ile kazanlar kaynamaktadır.





Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş (rahmetullahi teâlâ aleyh) Buhârâ´da yetişen büyük velîlerden olup Hâce Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin talebesi ve Sa´düddîn Kaşgârî´nin hocasıdır.

Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri şöyle anlatır: "Mevlânâ Nizâmed- dîn-i Hâmûş, güzellik ve letâfette kemâl derecesindeydi. İnsanların hâlle- rinden, ahlâklarından çok müteessir olurdu. Sâde olmayı tercih eder, süslenmeden hoşlanmazdı. Kendini bir hiç kabûl ederdi. Kendisinden meydana gelen kerâmetlerin de, hocalarının ve diğer büyüklerimizin la- tîfe ve sıfatları olduğunu söylerdi. Çünkü bu büyüklerin âdetleri, gönüllerini benlik dâvâsından uzak tutmaktı."

Yine Ubeydullah-ı Ahrâr anlatır: "Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş, bizim memleketimiz olan Taşkend´e geldiği zaman, bizde misâfir olurdu. Bunu büyük nîmet bilir, hizmette kusûr etmemeye çalışırdık. Yine bir gün bizde misâfir iken bir ara; "Âh! Üzerime bir ağırlık çöktü. Gâliba filân kimse geliyor diyerek, Şâş vilâyetinden birinin ismini söyledi. Üzerine çöken ağırlık sebebiyle "Lâ havle..." okumaya başladı. Biraz sonra söylediği kimse çıkageldi. Nizâmeddîn Hâmûş, gelen kimseye; "Hoş geldiniz. Beri gelin, nisbetiniz sizden evvel geldi" buyurdu.

Müslümanlar, bir bedenin uzuvları gibidir. Bir bedenin uzuvlarından birinde bir ağrı, sızı olunca; nasıl ki, bütün beden bu ağrı ve sızıyı hisseder, onun tesirinde kalırsa, Nizâmeddîn hazretleri de böyleydi. Talebelerinden, Mevlânâ´yı sevenlerden birisi bir sıkıntıya düşmüş olsa, o sıkıntıyı fazlasıyla Mevlânâ hazretleri de çekerdi.

Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) evliyânın büyüklerinden olup, İnsanları Hakk´a dâvet eden, doğru yolu gösterip hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi altıncısıdır. Seyyid olup soyu Peygamber efendimize ulaşır. Hindistan´ın Bedâyûn şehrindendir. Doğum tarihi bilinmemektedir. H.1135 de Delhi´de vefât etti. Türbesi, Hindistan´ın Delhi şehrinin güney tarafında, Nizâmüddîn-i Evliyâ´nın türbesinin batısında olup ziyâret edilmektedir.

Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin bir teveccühü ile talebelerinin kalbleri zikretmeye başlardı. "Sokakta fâsıkla, günâha dalmış kimse ile karşılaşmak kalbde zulmet hâsıl eder." buyururdu ve talebelerinin hangi fıskı, günahı işleyenle karşılaştığını haber verirdi. Yetiştirdiği talebelerin en meşhûru ve halîfesi, "Mazhar-ı Cân-ı Cânân" hazretleri olup, evliyânın büyüklerindendir.

Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri, dînin emirlerine tam uyardı. Şüpheli şeylerden ve haramlardan sakınma husûsunda gayreti son dereceye ulaşmıştı. Yiyeceği ekmeğin ununu helâlden tedârik eder, hamurunu kendi yoğurup, pişirir ve açlık ağır bastıkca azar azar yerdi. İstiğrâk ve cezbe hâlleri yâni tasavvufda ilâhî aşk ile kendinden geçme hâli pek ziyâde idi. On beş sene bu hâl üzere yaşadı ve tasavvufî hâllere gark oldu. Ömrünün son zamanlarında bu hâlden ayıklık hâline dön­müştür. Sünnet-i seniyyeye uymakta, edeb ve âdetlerde de Peygamber efendimize tâbi olmakta büyük bir dikkat gösterirdi. Peygamber efendimizin hayâtını ve yüksek ahlâkını anlatan kitapları devamlı yanında bulundurur, bunları okuyup, hâllerinde ve işlerinde Resûlullah efendimize uymaya çalışırdı.

Bir defâsında helâya girerken, yanlışlıkla önce sağ ayağını içeri atmıştı. Bunun üzerine tasavvufdaki hâlleri bağlandı. Üç gün Allahü teâ- lâya yalvarıp, tazarrû ve niyâzda bulunduktan sonra hâlleri tekrar açıldı. Dünyâya düşkün olanlar ile görüşmekten tamâmen sakınırdı. Yiyecek- lerinin helâl olması husûsunda çok dikkatli davranırdı. Dâimâ murâka- bede bulunurdu. Böylece, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutup, Allahü teâlâya yönelerek o kadar çok ibâdet ve tâat yaptığından beli bükülmüş- tü. Buyurmuştur ki: "Otuz seneden beri kalbimden insanın tabiî gıdâsı olan şeyleri yemek geçmedi. Ne zaman yiyeceğe ihtiyaç duysam yanım- da bulduğumu yerdim." Günde yalnız bir defâ yemek yerdi. Kazançları ve yemekleri şüpheli olanların ikramlârına el uzatmazdı.

Bir gün birisi yiyecek bir şey hediye getirmişti. Kendisine takdim edilince, nâzik bir tavırla; "Bu yiyecekte bir zulmet gözüküyor, bir araştırınız!" buyurdu. Bu yiyecek helâldendir diye arzettiler. Fakat araştırınca, bu yiyeceğin gösteriş niyetiyle hazırlandığını anladılar. Dünyâya düşkün olan bir kimse, kendisinden emânet bir kitap istediğinde verirdi. Kitap geri getirilince o kitabı bir yere kor üç gün bekletirdi. Verdiği kimseden kitap üzerine sirâyet eden zulmet, sohbeti bereketiyle dağıldıktan sonra alıp okurdu.

Evliyânın büyüklerinden ve Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin en başta gelen talebesi olan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri ondan bahsederken, gözleri yaşla dolar ve talebelerine şöyle derdi; "Siz- ler Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerine yetişemediniz, onu görmediniz. Eğer görmüş olsaydınız, îmânınız tâzelenir ve Allahü teâlâ ne büyük kudret sâhibidir ki, böyle mübrek bir zât yaratmış derdiniz. O- nun keşfi son derece kuvvetli idi. Başkalarının baş gözüyle göremediklerini o, kalb gözüyle görür ve anlardı. Hayâtı baştan sona fazilet ve kerâmetler ile doludur."

Bir defâsında bir talebesi huzûruna giderken, yolda gözü yabancı bir kadına takılıp ona bakmıştı. Hocası Seyyid Nûr Muhammed Bedâyû- nî´nin huzûruna girince, sende zinâ zulmeti görüyoruz buyurarak yabancı kadına bakması sebebiyle günaha girdiğine işâret etmiştir.

Bir defâsında râfizî olup, Peygamber efendimizin arkadaşlarından bâzılarına düşmanlık besliyen iki kişi, Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin huzûruna gelmişlerdi. Râfizî olduklarını saklayıp, kendisine tâbi olmak istediklerini söylemişlerdi. Onların sapık îtikâdda olduklarını anlayıp; "Önce bozuk îtikâdınızdan vazgeçin sonra tâbi olma arzusunda bulunun" buyurdu. Bu iki râfizîden biri huzûrunda tövbe edip, sapık îtikâ­dından vazgeçti ve saâdete erdi. Diğeri ise sapıklığında ısrar edip, saâdetten mahrûm kaldı.

Evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden Osman el-Hattâb (rahmetullahi teâlâ aleyh) H.800 de Kudüs?te vefât etti.

Zamânında bulunan meşhûr âlimlerin sohbetleriyle yetişen Osman el-Hattâb, haram ve şüphelilerden sakınan, devamlı ibâdet ve tâatle meşgûl olan, güçlü, kuvvetli ve heybetli bir zât idi. Dünyâya kıymet ve ehemmiyet vermezdi. İnsanlardan ayrı, kendi hâlinde, sâde bir hayat yaşardı. Giyim, kuşam ve yemek husûsunda da böyle sâde hareket ederdi. Kendini beğenmek, övünmek, kibir gibi kötü düşüncelerin kalbine gel­memesi için, deve yününden yapılmış uzun bir hırka giyerdi. Allahü teâlânın mahlûkâtındaki hikmetleri, bunları yaratan Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünmek, buna karşı şükredici bir kul olmak maksadıyla, devamlı mahzûn, mahcûb, başı önüne eğik dururdu. Bir ihtiyaç olmadıkça ve birisi ile konuşmak îcâb etmedikçe başını yukarı kaldırmazdı. Bütün mahlûkâta ve bilhassa yetim çocuklara karşı çok merhametli idi. Kendisi daha çok küçük iken, babası vefât etmiş ve yetim büyümüş olduğundan, yetim çocukların hâlini iyi bilirdi. Dergâhında bulunan talebelerinin ihtiyaçlarını kendisi karşılardı. Onların ve hattâ dışarıda bulunan insanların dertlerine, sıkıntılarına çâre bulmaktan zevk alırdı. Tanıdıklarının en ufak ihtiyaçları ile yakından ilgilenir, bunu yaparken hiç üşenmez ve sıkılmazdı. Dağdan odun getirir ve yemek kazanının altını kendisi yakardı. Talebelerinden ve yetimlerden yüz kadar kimse devamlı yanında kalır, onların da ihtiyaçlarını kendisi görürdü. Dergâhın bir geliri veya bir vakfı yoktu. Bununla berâber, hem orada bulunanların barınmalarından, hem de orada barınanların maişetlerinden bir endişesi olmazdı. Günlük ne gelirse ona rızâ gösterirler, Allahü teâlâya şükrederlerdi. O beldede bulunup, durumu müsâid olanlar ve hattâ zamânın sultânı bile, zaman zaman, buğday, mercimek, fasulye, pirinç gibi şeyler gönderirlerdi.

Osman et-Tavilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin talebelerinden ve zamânındaki büyük velîlerden olup, ismi Osman Sirâceddîn´dir. Peygamber efendimizin torunu hazret-i Hüseyin´in neslinden olduğu için Hüseynî, Tavila köyünde yerleştiği için Tavilî nis- beleriyle de anıldı. H.1195 de Irak´ta doğdu. 1283 Tavila´da vefât etti. Kabri orada olup, ziyâret edilmektedir.

Asîl ve fazîlet sâhibi bir âileye mensûb olan Osman et-Tavilî, küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline başladı. Köyü Tavila´da Kur´ân-ı kerîmi ve bâzı kitapları okuyup bitirdi. Sonra Biyara´ya ve Hurmal´a giderek her memleketten gelen talebelerin ders gördüğü Hırpanî Medresesine girdi. Tahsil hayâtı sırasında çalışkanlığı, gayreti ve doğruluğuyla dikkatleri üzerine topladı. Fakir olduğu için okuyacağı kitapların hepsini eliyle yazdı. Talebelik hayâtı sırasında önemli şeyleri araştırıp üzerinde durmayı âdet edindi. Bir taraftan ilim öğrenmekle berâber, tasavvufa karşı da büyük bir alâka duyuyordu. Sonunda Süleymâniye yoluyla Bağdât´a giderek büyük âlimlerin yetiştiği Geylânî Medresesine devâm etti. Sonra Şeyh Abdullah Hırpanî´nin medresesine devâm ederek, orada müderris bulunan büyük âlim ve velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleriyle tanıştı. Onun ilim ve feyiz kaynağı ders ve sohbetlerine devâm ederek ilimde yüksek dereceye erişti. Mevlânâ Hâlid hazretleri ona Fakih Osman adını verdi. Tasavvuf yolunda ilerleyerek Nakşibendiyye yolu usûlüne göre yetişti. Mevlânâ Hâlid hazretleri önce ona zâhirî ilimlerde icâzet, diploma verdi. İki sene kadar sonra da tasavvuf yolunda yetiştiğine ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatabileceğine dâir halîfelik verdi. Mev- lânâ Hâlid hazretleri onun hakkında; "Ben gurbete ve meşakkate tahammül ettim. Bende makâmlar ve haller hâsıl oldu. Onları da benden Osman et-Tavilî aldı." buyurdu.

Osman et-Tavilî hazretlerinin dergâhı, fakirlerin yemekhânesi, yolcuların misâfirhânesi, tasavvuf erbâbının halvethânesi, ilim ve fıkıh talebeleri için bir medrese vazîfesi gördü. Bu dergâh, müminler için emsâli bulunmaz bir toplanma yeri oldu. Burası Türk, Âzerî, Arap, Afganlı, İranlı gibi değişik mıntıka ve iklimlerden gelen kimselerle dolup taştı. Osman et-Tavilî hazretlerinin talebeleri arasında halktan adamlar olduğu gibi, âlimler de çoktu. Hepsi ilmiyle amel eden fazîletli kimselerdi.

Osman et-Tavilî hazretleri Allahü teâlânın emirlerine tam uyup, yasaklarından şiddetle sakınırdı. Farz ibâdetlerden başka, diğer vakitlerini Allahü teâlânın ismini anarak, teheccüd namazı kılarak, oruç tutarak, Kur´ân-ı kerîm okuyup, hatm-i tehlil okuyarak geçirirdi. Allahü teâlânın verdiği az nîmetlere kanâat ve şükretti. Fakirlik, kanâat, sabır, temizlik onun ayrılmaz özelliklerinden oldu. İnsanların rûhî hastalıklarının tedâvisi için gayret ettiği gibi, yaşadığı çevredeki toprağın ıslah edilmesi, su ka­nallarının açılması, gelecek nesillerin faydalanması için meyve ağacı dikmek, yetiştirmek gibi hususlarda önderlik etti. Su kaynaklarının temizliğine ve genişletilmesine çalıştı. Koruların ve ormanların korunmasını temin etti, meyve veren ağaçların kesilmesini yasak etti. Bu bölgeye hâkim olan Osmanlı Devletinin büyükleri ve idârecileriyle anlaşmazlığa girmedi. Kabîleler arasında meydana gelen yol kesmek, hırsızlık, kabîle baskınları, aşîretler arasındaki kan dâvâları ve öç alma gibi davranışları önledi. İnsanların huzûr ve sükûn içinde yaşamaları için lüzumlu emniyet tedbirleri aldı. Âile fertleri arasında sevgi ve saygının çoğalmasını sağladı. Zamânın her türlü kötü âdetine karşı gelerek birbirine bağlı bir cemiyet meydana getirdi. Yetiştirip hilâfet verdiği altmış kadar talebesi de insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâ ve âhirette mutluluğa kavuşmaları için gayret ettiler.

Ömrünü İslâmiyeti öğrenmek, öğretmek, insanlara anlatmak yolunda sarf eden Osman et-Tavilî hazretleri, hayatta iken irşâd vazîfesini büyük oğlu Şeyh Muhammed Bahâeddîn ve Şeyh Abdurrahmân Ebü´l-Vefâ´ya verdi.

Büyük velîlerden Pîr İlyâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ismi Şücâeddîn İlyâs´tır. Gümüşlüzâde diye de bilinir. Amasya´da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. H.837 de Amasya´da vefât etti.

Pîr İlyâs, zamânındaki âlimlerden aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti. A- masya müftîliği vazifesini yürüttü. Tîmûr Han Amasya´yı aldığı zaman, onu Türkistan´da bulunan Şirvân ahâlisinin istifâdesi için gönderdi. Ona ihtiyâcını karşılayabilecek kadar bir maaş verilmesini emretti. Pîr İlyâs´ın Şirvân´a gitmesinden sonra, yeğeni Gümüşlüzâde Celâleddîn Abdur- rahmân Çelebi, Amasya müftîsi oldu. Pîr İlyâs, Şirvân´da kâdılık ve ilim öğretmekle meşgûl oldu. Sonra kâdılıktan ayrıldı ve Ârif-i billah Sadred- dîn Hayâvî´nin sohbetiyle şereflendi. Onun yanında kırk gün halvette kaldı. Halvet esnâsında; riyâzet, nefsin istediği şeyleri yapmamak, mücâ- hede, nefsin istemediği şeyleri yapmak ve ibâdetle meşgûl oldu. Lâkin hocası ümmî bir zât olduğundan, ilmine güvenip ona tam teslim olamadı. Bir müddet dergâhta kaldıktan sonra memleketi olan Amasya´ya döndü.

Bu durumu kendisi şöyle anlatır: "Amasya´ya döndüğümde nefsimle uğraşmaya başladım. Lâkin yalnız başına olacak gibi değildi. O sırada Horasan diyârında meşhûr bir zât olan Zeynüddîn-i Hâfî hazretlerine git- meye karar verdim. O gece Âlemlerin Efendisini rüyâmda gördüm. Pey- gamber efendimiz bana; "Ey İlyâs! Kalbinden, başka sevgileri çıkar. Şu anda zamânın en hayırlısı Sadreddîn Hayâvî´dir. Hizmetine koş." bu­yurdu. Uyandığımda yaptığım hatâyı anladım. Hemen tövbe dip, Sadred- dîn hazretlerinin huzûruna koştum."

Pîr İlyâs o beldeye yaklaştığı zaman, Sadreddîn Hayâvî hazretleri talebelerine; "Pîr İlyâs geliyor, onu karşılayın." buyurdu. Dergâha varıp, o mübârek zâtın önüne diz çöküp elini öptü. Bunun üzerine; "Ey Molla İlyâs! Resûlullah efendimizin yol göstermesi nîmetine herkes kavuşamaz." buyurdu ve onun gördüğü rüyâyı bildiğini işâret etti. Bundan sonra Pîr İlyâs, Şeyh Sadreddîn Şirvânî´nin hizmetinde uzun müddet kalıp, mü- câhede ve riyâzetle meşgûl oldu. İcâzet, diploma aldı.

Pîr İlyâs hocasının izniyle sıla-i rahm için memleketine döndü. Hocasının vefâtı haberini duyunca, Amasya´da Tâciyye diye meşhûr olan Gümüşlü Câmiinin yanında bulunan Gümüşlüoğlu Dergâhında talebe yetiştirip, Allahü teâlânın yüce dînini, Resûlullah efendimizin güzel ahlâkını anlatmakla ve yaymakla meşgûl oldu.

Pîrî Halîfe Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) Anadolu´yu aydınlatan büyük velîlerden, ismi Muhammed olup, seyyiddir. İran´ın Hoy şehrinde doğdu. Isparta´nın Eğridir kazâsında vefât etti. Rüyâsında Peygamber efendimizden aldığı bir işâret üzerine hocası Şeyhülislâm Berdeî ile Anadolu´ya hicret etmiştir. Şeyhülislâm Berdeî ve Şeyh Abdüllatîf Kudsî´- den feyz almıştır. Fatih Sultan Mehmed´in saltanatının ilk devirle­rinde vefât etmiştir. Kabri, Eğridir Yazla´da câmi yanındaki türbededir.

Anadolu´ya gelmesi şöyle vukû bulmuştur. Hoy şehrinde iken bir gece Peygamber efendimizi rüyâsında gördü. Peygamber efendimiz ona rüyâsında; "Benim yolumda ve benim evlâdımdan, şeyh-i kâmil ve mür- şid-i mükemmil, yetişmiş ve yetiştirebilen rehber Şeyhülislâm Berdeî gel- mek üzeredir. Gâfil olma. Rum diyârına, Anadolu´ya git!" diye emir buyurdu. Bu rüyâ üzerine işâret edilen zâtın gelmesini beklemeye baş­ladı.

Şeyhülislâm Berdeî hazretleri, on altı oğlu ve kırk talebesi ile Anadolu´ya göçmek üzere yola çıktı. İran´ın Hoy şehrine geldikleri sırada Muhammed Çelebi Sultanın babası Pîrî Halîfe Sultan da rüyâsında Peygamber efendimizi görmüş ve Şeyhülislâm Berdeî hazretleri ile Anadolu´ya gitmesi için işâret almış bulunuyordu. O da merakla beklemekte idi. Şeyhülislâm Berdeî hazretleri onun bulunduğu beldeye uğrayıp onunla görüşerek; "Oğlum Pîr Muhammed! Emre itâat eder misin?" demiş, geçip gitmiş ve şehir dışında bir yerde konaklamıştı. Pîrî Halîfe Sultan hemen gitmek üzere evinden ayrılmıştır. Şeyhülislâm Berdeî ile Anadolu´ya göçmek için şehir dışında konakladıkları yere gitmiştir. Ancak annesi, babası ve akrabâları gitmesine râzı olmayıp karşı çıkmışlar. Her ne yaptılarsa onu Şeyhülislâm Berdeî hazretlerinin yanında bulunca, bir eve hapsettiler. Boğazına zincir ve ayaklarına da bukağı bağladılar. Evin kapısını da kilitlediler. Fakat yine Şeyhülislâm Berdeî hazretlerinin yanına geldi. Tekrar alıp götürmek istediklerinde Şeyhülislâm Berdeî hazretleri onlara; "Onu diyâr-ı Rum´a, Anadolu´ya alıp götürmem ve terbiye ve irşâd etmem emrolundu!" dedi. Bu sözleri işitince gitmesine râzı olup bıraktılar. Âilesinden, yurdundan ayrılıp onlarla birlikte Anadolu´ya doğru yola çıktı. Takke dikme sanatında ustaydı.

O sırada Anadolu´da Ankara´da evliyânın meşhurlarından Hacı Bayrâm-ı Velî hazretleri insanlara rehberlik yapıyordu. Onlar Anadolu´ya doğru gelmekte iken bir gün Hacı Bayrâm-ı Velî´ye talebeleri; "Sultânım! Takkeniz eskimiş. Hediye gelen güzel bir keçe var. Müsâade ederseniz ince keçelerden bir taç diktirelim." dediklerinde; "Sabredin takkeci gelsin." buyurarak Pîrî Halîfe Muhammed´in hocası ile Anadolu´ya gelmekte olduğunu işâret etmişti. Ne zaman yenilemek isteseler; "Takkeci gelsin." diye cevap vermiştir.

Şeyhülislâm Berdeî, Pîrî Halîfe Muhammed ve yanlarında bulunanlarla birlikte altı ayda Ankara´ya geldiler. Yaklaştıkları sırada Hacı Bayrâm-ı Velî´ye mâlum olup; "Takkeci geliyor! Karşılayalım." diyerek talebeleri ile birlikte karşılamaya çıktılar. Şeyhülislâm Berdeî hazretleri, bir işâret üzerine en seçkin talebesi Pîrî Halîfe Muhammed´i yanına alıp altı ayda irşâd ve terbiye ederek tasavvufta kemâl derecelerine ulaştırmıştır. Hacı Bayrâm-ı Velî onları karşılayıp Şeyhülislâm Berdeî hazretleri ile buluştu. Hal hatır sorup, dergâhına götürdü. Birkaç gün misâfir edip, ziyâfetler verdi. Çok kıymetli sohbetler yaptılar. Bir gün Hacı Bayrâm-ı Velî talebelerinden, hediye gelen keçeleri getirmelerini istedi. Sonra bunları Pîrî Halîfe Muhammed´in önüne koyarak; "Oğlum Pîr Muhammed! Bunlardan bize bir takke dikiver." dedi. O da alıp güzel bir takke dikti. Getirip önlerine koydu. Hacı Bayrâm-ı Velî; "Oğlum Pîr Muhammed! Bu tâcı bana hocandan gördüğün gibi giydir." dedi. O da alıp telkin ve tekbir getirerek Hacı Bayrâm-ı Velî hazretlerine giydirdi. Bunun üzerine Hacı Bayrâm-ı Velî, Pîrî Halîfe Muhammed´in hocası Şeyhülislâm Berdeî hazretlerine; "Hoş Şeyhülislâmsın! Altı ayda terbiye ettiğin birine seksen yaşındaki bir ihtiyâra taç giydirirsin." buyurdu. Bu misâfirlikten sonra Hacı Bayrâm-ı Velî ile vedâlaşıp Ankara´dan ayrılıp Hamidiline (Isparta´ya) doğru yola çıktılar. Borlu´ya geldikleri sırada Şeyhülislâm, Eğridir Gölünün öte tarafına bakarak Yazla tarafına işâret etti ve; "Bizim toprağımız şu ma­kamdan alınmıştır." dedi. Kendilerini büyük bir şevk ve heyecanla bekleyen Vâli Hızır Bey, onları karşılaşıp, önceden yaptırdığı dergâha götürüp yerleştirdi. Böylece Anadolu, kıymetli bir mürşidi, yol göstericiyi büyük bir velîyi bağrına basıp feyzlerinden istifâde etmeye başladı. İnsanlar onların derslerinden, sohbetlerinden çok istifâde ettiler. Şeyhülislâm Berdeî hazretleri yanında getirdiği kıymetli talebesi Pîrî Halîfe Muhammed´i kendi kızıyla evlendirip, dâmât yapmakla şereflendirdi. Bu evlilikten bir oğlu oldu. Bu oğlu Muhammed Çelebi Sultan adıyla bilinen meşhur velîdir.

Râbia-i Adviyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerinden olup, babasının adı İsmâil´dir. H.135 de Kudüs civârında vefât etti.


Konu Başlığı: Ynt: Evliya Hayatından Sahifeler
Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Mart 2010, 03:02:24
Babası İsmâil´in üç kızı vardı. Bir tane daha doğunca adını Râbia (dördüncü) koydu. Babası İsmâil Efendi çok fakir olduğundan Râbia doğ- duğu gece evde ihtiyaç olan şeylerden hiçbiri yoktu. Bu duruma annesi çok ağlayıp mahzûn oldu. Efendisine; "Filân komşuya gidip, bir mikdar kandil yağı isteyebilir misin?" dedi. Hazret-i Râbia´nın babası, Allahü teâlâdan başka kimseden bir şey istememeğe söz vermişti. Bununla be- raber hanımını üzmemek için komşuya gitti. Kapıya elini sürdü ve geri gelip; "Kapı açılmadı" deyince hanımı ağladı. O da çok üzüldü. Babası, başını dizine dayadı ve öylece uyuya kaldı. Rüyâsında Peygamber e- fendimizi gördü. Peygamber efendimiz, kendisine buyurdu ki: "Hiç üzül- me! Bu kızın, öyle bir hanım olacak ki, ümmetimden yetmiş bin kişiye şe- fâat edecek. Yârın bir kâğıda şöyle yaz: "Sen her gece Pey­gamber efendimize yüz salevât-ı şerîfe, Cumâ geceleri de dört yüz salevât gönderirdin. Bu Cumâ gecesi unuttun. Bunun keffâreti olarak, bu yazıyı sana getiren zâta dört yüz altını helâl parandan ver." Sonra Basra vâlisi Îsâ Zâdân´a git. O yazıyı ver." Hazret-i Râbia´nın babası uyandığında, Peygamber efendimizi görmenin şevkiyle ağlıyordu. Hemen kalktı, denileni yaptı ve Îsâ Zâdân´ın yanına gitti. Vâli mektubu alınca, Resûlullah efendimizin kendisini hatırlamasının şükrü için, binlerce altını fakirlere sadaka verdi. Râbia-i Adviyye´nin babası İsmâil Efendiye de mektupta yazılanı ve ona ilâve olarak pekçok altını da sadaka verip, bir ihtiyâcı olursa tekrâr gelmesini tenbîh etti. Altınları aldıktan sonra lüzumlu ihtiyaçlarını temin etti. Böylece bolluğa kavuştular ve kızlarına rahatça bakıp güzel edeb ve terbiye ile büyüttüler.

Râbia-i Adviyye biraz büyümüştü. Annesi ve babası vefât etti. Üstelik, Basra´da kıtlık ve fevkalâde pahalılık vardı. Bu hengâmede Râbia´nın ablaları dağıldılar. Kimsesiz kalan Râbia´yı zâlim bir kimse yakaladı ve hizmetçi olarak iş gördürdü. Sonra da köle olarak altı gümüş karşılığı bir ihtiyara sattı. O ihtiyarın hizmetçisi olarak, gösterilen zor işleri sabırla yapmaya çalışıyordu. Çok sıkıntılı günler geçirdi. Çok zahmetler çekti, fakat isyân etmedi. Allahü teâlânın takdirine râzı oldu.

Sadreddîn-i Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Konya´nın büyük velîlerinden olup, ismi Muhammed bin İshâk, künyesi Ebü´l-Meâlî, lakabı Sadreddîn´dir. H.606 da Malatya´da doğdu. 673 Konya´da vefât etti.

Sadreddîn-i Konevî´nin babası İshâk Efendi, Anadolu Selçukluları nezdinde îtibârlı, yüksek mevkı sâhibi biriydi. Küçük yaşta babası İshâk Efendi vefât etti. Üvey babası Muhyiddîn-i Arabî, Sadreddîn-i Konevî´nin terbiyesi ve yetişmesiyle meşgûl oldu. Çok iyi bir tahsîl gördü. Kelâm ve tasavvuf ilimlerine âit birçok kıymetli eserler yazdı.

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Sadreddîn-i Konevî´nin terbiyesi ile çok yakından meşgûl oldu. Yetişmesine husûsî ihtimâm gösterdi. Muhyiddîn-i Arabî´den Konya´da ilim ve feyz alan ve çok istifâde eden Sadreddîn-i Konevî, hocası ile Halep ve Şam´a gitti.

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri Sadreddîn-i Konevî´ye nefsini terbiye yollarını öğretti. Sadreddîn Konevî günlerini riyâzet ve mücâhede ile nefsiyle uğraşmakla geçirdi. Nefsiyle uğraşması öyle bir dereceye ulaştı ki, uyumamak için Muhyiddîn-i Arabî hazretleri onu alır, yüksek bir yere çıkarır, o da düşme korkusuyla uyumaz tefekkürle meşgûl olurdu.

Sadreddîn-i Konevî hazretleri Konya´da binlerce talebeye ders verdi. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sa´îdeddîn-i Fergânî gibi birçok hikmet ve tasavvuf ehli kimseler yetiştirdi. Zamânının en büyük âlimlerindendi. Kelâm ilmindeki yeri eşsizdi. Bu ilimde birçok ince meseleleri açıklığa kavuşturdu. Muhyiddîn-i Arabî´nin "Vahdet-i vücûd" hakkında söylediklerini ve yazdıklarını dîne ve akla uygun olarak îzâh etti.

Nasîruddîn-i Tûsî ile hikmete âit bâzı meselelerde mektuplaşmaları oldu ve aralarındaki uzun süren münâzaralardan sonra, Nasîruddîn-i Tû- sî aczini îtirâf ederek, onun üstünlüğünü kabûl etti. Sadreddîn-i Konevî´- nin hayâtı, zühd ve takvâ içerisinde geçti. Haramlardan çok sakınır, şüp- heli korkusuyla mübahların fazlasından kaçardı. Hiç kimsenin kalbini kır- maz, dünyâ malına aslâ meyletmezdi.



MÂNEVÎ KUMANDAN  



Mevlânâ hazretleri, Sadreddîn Konevî´den,

Önce göç etmiş idi, bu dünyâ âleminden.

.

Cenâze namazını, vasiyet gereğince,

Sadreddîn-i Konevî, kıldırmak isteyince,



Birden bire ağlayıp, kendinden geçti, fakat,

Bu hâlinden hiçbir şey, anlamadı cemâat.



Kendine geldiğinde, kıldırdı namazını,

Sonra suâl ettiler, ona, ağlamasını.



Buyurdu: "Namaz için, geçtiğimde ileri,

Gördüm saf saf dizilen, binlerce melekleri.



Peygamber efendimiz, îmâm olmuş onlara,

Cenâze namazını, kılarlardı o ara."



Sadreddîn Konevî´ydi, ona hoca ve üstad,

Mevlânâ´dan sonra da, o etti Hakk´a vuslat.



Onu vesîle edip, duâ etse bir kişi,

Allah´ın izni ile, hâsıl olur her işi.



O zamanlar orduda, yüksek rütbeli bir zât,

Sadreddîn Konevî´nin, kabrine geldi bizzat.



Ziyâret eyliyerek, duâ etti bir nice,

Sonra da cemâate, hitab etti şöylece:



"Her ne kadar orduda, kumandan isek de biz,

Memleketin zâhirde, olan bekçileriyiz.



Ve lâkin Sadreddîn-i Konevî gibi zevât,

Bu devletin hakîkî, bekçileridir bizzât.



Biz böyle velîlerin, mânevî desteğiyle,

Kuvvetli oluyoruz, Allah´ın izni ile.



Bunun için ilk defâ, bir yere gelince biz,

Önce bu velîleri, ziyârete gideriz,



Her ne kadar kumandan, isek de günümüzde,

Mânevî kumandanlar, onlardır önümüzde."



Bir mümin de bu zâtın, kabrine sık giderdi,

Onun feyz ve nûrundan, istifâde ederdi.

Bir gün haksız olarak, bâzı müslümanları,

İncitip üzmüş idi, bir sebepten onları.



Gördü gece rüyâda, Sadreddîn Konevî´yi,

Buyurdu ki: "Evlâdım, incitme hiç kimseyi.



Bu, Kâbe´yi yıkmaktan, günahtır daha fazla,

Onun için kimsenin, kalbini kırma aslâ."



Öyle tesir etti ki, ona bu bir nasîhat,

İncitmedi kimseyi, ömrü boyunca bu zât.



İstanbul´dan Konya´ya, gitmiş idi biri de,

Lâkin bir sıkıntısı, var idi o günlerde.



Konya´daki dostuna, anlatınca derdini,

Dedi ki: "Ziyâret et,Konevî´nin kabrini.



Onun vesîlesiyle, duâ eyle Rabbine,

Hallolur bu sıkıntın, o zâtın hürmetine."



O da, bu mübâreğin, türbesine giderek,

Duâ etti bu zâtı, vesîle eyleyerek.



Sonra da İstanbul´a, Konya´dan çıktı yola,

Lâkin kısa bir müddet, Bursa´da verdi mola.



Henüz vâsıl olmadan, İstanbul´a bu kişi,

Bursa´dayken bir gece, hâlledildi o işi.



İşin çabukluğuna, kendi de hayret etti,

Dedi ki: "Hakîkaten, serî imiş himmeti."



O, Kur´ân-ı kerîmden, okusa her ne zaman,

Onun dahi rûhuna, gönderir muntazaman.



Sadreddîn-i Konevî, hürmetine İlâhî,

Cümle sıkıntılardan berî kıl bizi dahi.



ASLANDAN KORKMADI  



Saîd ibni Cübeyr ki, çok ilim sâhibiydi,

İlmiyle âmil olan, bir mübârek velîydi.



Günahını düşünüp, çok ağlardı, hüzünden,

Gözlerinin görmesi, azalmıştı bu yüzden.



Okurken rastlasaydı, bir azâb âyetine,

Tekrar edip ağlardı, tâ ki sabah vaktine.



Bir gece çok ağladı, şu âyet tesîrinden:

"Ey mücrimler, ayrılın, bu gün sevdiklerimden."



Kimsenin kusûrunu, söylemezdi yüzüne,

Hep ortaya ederdi, nasîhati o yine.



Derdi: "İslâmiyete, tam uyarsa bir kişi,

Hepsi zikir sayılır, işlediği her işi.



Ve şâyet yaşamazsa, İslâmın emri ile,

Zikretmiş sayılmaz hiç, çok tesbîh çekse bile."



O zamânın vâlisi, salıp memurlarını,

Huzûruna çağırttı, bu Allah adamını.



Onlar geldiklerinde, o namaz kılıyordu,

Bitirince, "Ne için, geldiniz?" diye sordu.



Dediler ki: "Vâlimiz, emir verdi ki bize,

Seni teslîm edelim, götürüp vâlimize."



Peki dedi onlara, îtirâz etmeksizin,

Çıktılar sonra yola, vâliye gitmek için.



Yolda bir kiliseye, rastladılar bir ara,

"İçeriye giriniz", dedi râhip onlara.



Girdiler o on kişi, kiliseden içeri,

Ve lâkin İbn-i Cübeyr, girmeyip kaldı geri.



Râhip dedi: "Ey Saîd, sen niçin girmiyorsun?

Yoksa geri kalıp da, kaçmak mı istiyorsun?



Buyurdu ki: "Ey râhip, hayır, sen bak işine,

Kâfir kilisesinde, müslümanın işi ne?"



Râhip dedi: "Dışarda, yırtıcı hayvanlar var,

İçeriye girmezsen, parçalar seni onlar."

Buyurdu: "Rabbim beni, onlardan korur elbet,

Onlar dahî Rabbimin, mahlûkudur nihâyet."



Râhip diğerlerine, dedi ki: "Siz giriniz,

Oklarınızı gerip, bu zâtı bekleyiniz."



Râhip böyle deyince, onlar girdi içeri,

Heyecanla gözlerken, gece, İbn-i Cübeyr´i.



Baktılar hakîkaten, bir çok vahşî hayvanlar,

Gelip İbn-i Cübeyr´in, yakınında durdular.



Sonra ona sürünüp, oturdular yanına,

Hiç bir şey yapmadılar, bu Allah adamına.



Râhip bunu görünce, dedi: "Aman yâ Rabbî,

Ömrümde bir hâdise, görmedim bunun gibi.



Demek ki yeryüzünde, varmış böyle büyük zât."

Şehâdeti getirip, îmân etti o sâat.



Vardılar ertesi gün, en nihâyet vâliye,

Hapsetti suçu yokken, onu hapishâneye.



Bir gece rüyâsında, denildi ki: "Ey Saîd,

Hazırlan, yârın sabah, olacaksın sen şehîd."



Çıkardılar o sabah, hücreden kendisini,

Getirdiler yanına, cellâtlardan birini.



Onlardan müsâade, istiyerek son defâ,

Ellerini kaldırıp, duâ etti Allah´a.



Dedi ki: "Yâ İlâhî, bu vâliyi, sen yine,

Musallat etme artık, benden başka birine."



Peşinden katlettiler, bu mübârek velîyi,

Söyledi kesik başı, kelime-i tevhîdi.



Senâullah-i Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tefsîr, hadîs ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi, tasavvuf mütehassısı büyük velî. İsmi, Muham- med Senâullah olup, Şeyh Celâl-i Kebîr-i Çeştî?nin on ikinci torunudur. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin en büyük talebelerinden olup, haz- ret-i Osmân bin Affân?ın soyundandır. H.1143 de Pâni-püt şehrinde doğ- du. 1225 de vefât etti. Senâullah-i Pâni-pütî, yedi yaşında Kur?ân-ı kerîmi ezberledi. Naklî ve aklî ilimlerde ihtisas kazandı. Delhi?ye giderek, Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî?den hadîs ilmini öğrenip, bu ilimde kemâle geldi. Önce Mevlânâ Muhammed Âbid-i Semâmî?nin, bunun vefâtından sonra, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin teveccühleriyle kemâle erdi. Sonra vatanına gidip, vefât edinceye kadar kâdılık yaptı.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin halefi ve Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin hocası olan Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, Makâmât-ı Mazhariyye adlı pek kıymetli eserinde buyurdu ki: ?Senâullah-i Pâni-pütî, Rabbânî âlimlerin örneği ve Hak teâlânın sevgili kullarından biriydi. Aklî ve naklî ilimlerde uçsuz deryâ idi. Fıkıh ve usûl ilimlerinde mezhebde ictihâd derecesine yükselmişti. Fıkıh ilmine dâir büyük bir eser yazmış, bu eserinde kaynak ve delilleriyle dört mezheb müctehidinin beyânlarını bildirmiştir. Kendi fetvâlarında kuvvetli olan husûsu ayrı bir risâle hâlinde telif etti. Usûl ilmine dâir olan kendi îzâhlarını da ayrıca yazdı. Tefsîrinde önceki müfessirlerin ifâde ve beyânlarını aldığı gibi, kendi tevilleri yanında, Ahrâriyye ve Müceddidiyye büyüklerinin îzâhlarına da genişce yer verdi. Tasavvufa ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mârifetlerine dâir açık- layıcı risâleler yazdı. Pırıl pırıl bir zihin, keskin görüş, güçlü fikir ve üstün akıl onun üstün vasıflarından bâzılarıydı.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin hizmet ve sohbetine kavuşunca, onların son derece üstün ilgi ve tavsiyeleri ile, Makâmât-ı Ahmediyye?ye mazhar oldu. Kısa zamanda seyr ve sülûku tamamlayıp, tasavvuf hâllerinde nihâyete ulaştı. Uzun yıllar boyunca ilim ve mârifet tâliblerine feyz saçtı. Bunun üzerine bizzat hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, kendilerine, ?Hidâyet sancağı? ünvânını verdiler. Bir defâsında Gavs-üs-sakaleyn hazret-i Abdülkâdir-i Geylânî?nin kabr-i şerîflerini ziyâret etti. Abdülkâdir-i Geylânî, kendisine kabirde tâze hurma ikrâm eyledi. Yine bir defâsında rüyâsında hazret-i Ali?yi gördü ve büyük müjdelere kavuştu. Bizzat hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri kendisi hakkında şöyle buyurmuştur: ?Senâullah-i Pâni-pütî´nin derecesi, yükseklikte benimki ile aynıdır. Bana gelen her feyze ortaktır. Zâhir ve bâtın kemâllerini toplamada mevcûdâtın en azîzidir. Dînin kuvvetlendiricisi, yolumuzun nûrlan- dırıcısıdır. Melekler ona tâzim ederler. Kıyâmet günü bana; ?Ne getirdin?? denilince; ?Senâullah-i Pâni-pütî´yi getirdim? diyeceğim. Onu görünce kalbimde heybet duygusu hâsıl oluyor. O, sâlih, takvâ ve diyânette âdetâ rûh-i mücessem gibidir. Melek huyludur. Melekler ona hürmet ederler.?

Senûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Cezâyir´de Tilmsân şehrinde yetişen tasavvuf büyüklerinden, hadîs, kelâm, mantık ve kırâat âlimi olup ismi Muhammed, babasınınki Yûsuf´dur. Es-Senûsî, et-Tilem- sânî, El-Hasenî nisbeleri olup, künyesi Ebû Abdullah ve Ebû Ya´kûb´dur. Şerîf olup, soyu hazret-i Hasan´a dolayısıyla Peygamber efendimize da- yanmaktadır. Bunun için Hasenî diye nisbet edilmiştir. Anne tarafından Senûs isimli şerefli bir kabîleye mensûb olup, buna nisbetle de Senûsî denilmiş ve bununla meşhûr olmuştur. H.832 de doğdu. 895 de Tilem- sân´da vefât etti.

Kendilerinden ilim öğrendiği hocalarını çok sever, hürmet ve hizmette kusûr etmezdi. İlim tahsîl etmekteki bu üstün gayret ve edebi sebebiyle, kısa zamanda yükselerek, zamânında bulunan âlimlerin önde gelenlerinden oldu. Kendisine Şeyh-ul-allâme denildi. Hakîkî İslâm âlimlerinin büyüklerinden, sâlih, âbid ve ârif bir zât oldu.

Şerîf Muhammed bin Yûsuf Senûsî, yaptığı bütün işlerin dînimizin hükümlerine uygun olmasına âzamî gayret gösterirdi. Zühd sâhibi olup, dünyâya düşkün değildi. Allahü teâlânın muhabbeti ile ve bu muhabbetin elden gitmesi korkusu ile doluydu. Firâseti kuvvetliydi. Yaptığı duâlar kabûl olunurdu.

İlimde, hidâyette, doğrulukta, güzel ahlâkta, zühd ve verâda haram ve çirkin işleri yapmaktan sakınmakta üstün derece sâhibiydi. Zâhirî ilimlerde olduğu gibi, bâtınî ilimlerde de çok yüksekti. Din ve dünyâ saâdetine sebep olan ilimleri okuturdu. Her ân Allahü teâlâyı tefekkür ederdi. Bu hâl kendisini öyle kaplardı ki, sanki âhireti görüyor gibi hareket ederdi. Devâmlı hüzünlüydü, fakat asık suratlı ve çatık kaşlı değildi.

Senûsî hazretleri sohbet edip bir şey anlattığı zaman, bütün fehm, anlayış kapıları açılır, dinleyen herkes konuşulanları rahatlıkla anlıyabi- lirdi. Hadîs-i şerîflerde Peygamberlerin vârisleri oldukları bildirilen hakîkî âlimlerdendi. Bütün sözleri, her isteyene doğruyu gösteren kuvvetli bir ölçü idi. Allah korkusunun şiddetiyle göğsünün (kalbinin) inlediği, yanın- da bulunanlar tarafından işitilirdi. Bâzan Allahü teâlâyı zikrederek ken- dinden geçer, böyle hâllerde yanında bulunanları bile tanıyamazdı.

Güzel ahlâk sâhibi, gâyet mütevâzî ve yumuşak kalbli idi. İnsanlara, hattâ her mahlûka karşı çok merhametliydi. Yanına gelenleri güler yüzle, karşılardı. Çocuklara çok iltifât edip kolaylık göstererek muâmele eder, yolda yürürken bile bu iltifâtı gösterirdi. Büyüklere saygı gösterir, küçüklerle birlikte oturmaktan sıkılmazdı. İyilik, ikrâm sâhibi olup, zayıfları gözetir, yardımda bulunurdu. Hiç kimseye îtirâzda bulunmazdı. Gücü yettiği nisbette ihtiyaç sâhiplerine yardımcı olurdu. Sevdiklerinden birinin sultâna bir işi düşse, bu işin kolayca halledilmesi için sultâna ricâda bulunur, bu hususta sıkıntılara sabrederdi. Onu tanıyan herkesin kalbinde, onun büyüklüğünü kabûl ve onun heybeti vardı. İnsanlar, bereketlenmek ve sohbetlerinden istifâde etmek niyetiyle, kalabalık gruplar halinde onun ziyâretine gelirlerdi. Onu çok sevenlerden birisi, tanıdıklarına şöyle söylemiştir: Zamânımızda Senûsî hazretleri gibi, zâhirî ve bâtınî ilimlerin tam bir şekilde kendisinde toplandığı ve bu ilimlerden birçok kimsenin faydalandığı çok yüksek bir âlimin bulunması, teaccüb olunacak, hayret edilecek bir hâldir. Böyle bir âlim ender bulunur. Her kim o büyük zâta kavuşursa, dünyâ ve âhiretine çok faydalı büyük bir hazîneye kavuşmuş gibidir. Henüz sağ iken kendisinden ilim öğrenmekte ve istifâde etmekte çok acele ediniz. Belki de yakın zaman sonra ondan mahrûm kalırsınız (o vefât eder) ve siz de bu zamanda, doğuda ve batıda onun gibi bir âlimi belki de bulmazsınız."

Dünyâya düşkün olanlarla görüşmediği gibi, onlardan bir hediye gelecek olsa, onu da kabûl etmezdi. Fevkalâde hayâ sâhibi idi. En fazla Allahü teâlâdan hayâ ederdi. Bunca nîmetleri ihsân eden Allahü teâlâya karşı, O´nun râzı olmadığı, hattâ yasak ettiği bir işi işlemekten çok korkardı. İnsanların uygunsuz hâllerini görünce, hiç dayanamaz; "Nasıl böyle yapabiliyorlar?" diye teaccüb ederdi. Bu sebeple talebelerinden birine birgün; "Ey evlâdım! Vallahi, şâyet mümkün olsaydı, ne kimse ile görüşürdüm, ne de kimsenin beni görmesine râzı olurdum. Hep kendi hâlimde, Rabbime ibâdet ve tâat ile meşgûl olurdum. Lâkin insanlar, dînî bakımdan kendilerine faydalı olabilmem için yanıma gelirler. Bu sebeble, ben de onları men edemem." buyurmuştur.

Birbirine hasım olanların aralarını bulur, onları barıştırır, muhtaçların ihtiyaçlarını giderirdi. Birisi kendisine bir iş havâle etse, onu geri çevirmez ve görmeye çalışırdı. Bir defâsında, bir günde, hiç ara vermeden otuz mektup yazdı. Bu kadar sıkıntıya girip, kedisini niçin yorduğu suâl edildiğinde; "Bir kimse benden bu işi yapmamı istedi. Ben de onu kıramadım." buyurdu.

Kul hakkına girmekten çok sakınırdı. Yanına bir kimse gelse, ayrılıncaya kadar onunla ilgilenir, ilgisiz kalmazdı. Kendisine bir iş havâle edilince, o işi yapma müddeti bitmeden evvel mutlaka o işi tamamlardı.

Hindistan´ın büyük velîlerinden Seyfeddîn-i Fârûkî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak, onların dün- yâda ve âhirette, saâdete, mutluluğa kavuşmalarına vesîle olan ve ken- dilerine "Silsile-i aliyye" adı verilen âlim ve velîlerin yirmi beşincisidir. İ- mâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu ve Urvetü´l-Vüskâ Muhammed Ma´- sûm-i Fârûkî hazretlerinin beşinci oğludur. İsmi, Muhammed Seyfeddîn, nisbesi Fârûkî´dir. H.1049 da Hindistan´ın Serhend şehrinde doğdu. 1096 da vefât etti.

Seyfeddîn-i Fârûkî küçük yaşından îtibâren ilme yönelip ders okuyabilecek yaşa geldiği zaman, Kur´ân-ı kerîmi ezberledi. Sonra amcası Muhammed Saîd´den aklî ve naklî ilimleri tahsîl edip kısa zamanda çok şeyler öğrendi. Zamânının bir tanesi ve mârifet deryâsı olan babası Mu- hammed Ma´sûm-i Fârûkî´nin teveccüh ve sohbetleriyle, Nakşibendiyye yolunun usûl ve âdâbı üzere tasavvuf yolunda ilerleyip, kısa müddet içinde Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye´ye kavuştu. Birçok hâller ve kerâ- metler sâhibi oldu. Önce ve sonra gelenlerin olgunluk ve üstünlükleri ile güzel ahlâkını üzerinde topladı. Mânevî derecelere kavuşup, ârifler se- mâsının ayı ve âlimlerin baştâcı oldu. Kendisine, İlâhî hazînelerin kapıla- rı aralanıp, birçok ihsânlara kavuştu.

Zâhiren ve bâtınen olgunlaştıktan sonra yüksek babasının emriyle insanlara, Allahü teâlânın dînini, sevgili Peygamberimizin sallallahü aley- hi ve sellem güzel ahlâkını anlatmak ve vaktin sultânı Evrengzîb Âlem- gîr Hanın dînî terbiyesi için vazifelendirilip Delhi´ye gitti.

Ömrünün her saatini, Emr-i bil-mârûf ve Nehy-i anil-münker yapmak- la geçiren Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri, Delhi´ye vardığı zaman, şehrin kapısında iki azgın fil ve bunları zabt etmeye çalışan iki heybetli pehlivanın resimlerinin asılı olduğunu gördü. Sultâna o resimleri indirtip yok edinceye kadar şehre girmeyeceğini bildirdi. Sultan resimleri indirtip yok ettirince şehre girdi. Sultan Âlemgîr Han, kendi isteğiyle ve samîmî olarak Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerine talebe oldu. Sohbetleriyle şereflendi. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen Kur´ân-ı kerîm okumayı öğrenip ezberledi. Sohbetlerinin bereketiyle Hindistan´da yayılmış birçok bid´at ve sapıklık, Sultan Âlemgîr Han tarafından ferman çıkartılarak ortadan kaldırıldı ve Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem unutulmuş ve kaybolmuş sünnetleri ortaya çıkarıldı. Diğer vezirler, vâliler ve devlet adamları da Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerinin sohbetleriyle şereflenip hidâyete kavuştular. Ona son derece saygı duyup huzûrunda ayakta dururlardı.

Muhammed Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerinin himmet ve bereketiyle, Hindistan´ın her tarafında İslâmiyet yayılıp müslümanlar kuvvetlendi. Bid´at sâhipleri ve kâfirler perişân olup, hiçbir yerde kabûl görmediler. Hindistan hiçbir zaman böyle bir devir görmemişti.

Muhammed Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri, Delhi´deki bu gelişmeleri ve Sultan Âlemgîr Hanın sevindirici hâlini babasına mektup yazarak bildirdiği zaman, babası çok sevinip duâ etti.

Sultan Âlemgîr Hân, bir gün Muhammed Seyfeddîn Fârûkî´yi husûsî bahçesine dâvet etti. Bu bahçenin ortasında gâyet süslü bir havuz, havu- zun içinde, gözleri elmastan, bedeni altından yapılmış balık şekilleri var- dı. Seyfeddîn Fârûkî buraya gelince; "Önce altından yapılmış bu balıkları kırın." buyurdu. Hepsini kırıp yok ettiler. Sultan; zekî, kâbiliyetli, tasavvuf ehline ve Allah adamlarına karşı muhabbet beslediği için, bu durumlara memnun oluyor, Allahü teâlâya şükredip; "Benim saltanatım zamânında böyle evliyâ yetiştiği için, Rabbime sayısız şükürler olsun." diyordu.

Delhi´de, onun sohbet meclisleri çok bereketli ve kalabalık olurdu. Kâfirler, fâcirler, fâsıklar da onun sohbet meclisine gelip, yüksek huzûruyla şereflenince, hidâyete kavuşup eski günahlarına tövbe edip, istigfâr ederek geri dönerlerdi. Onun sohbeti bereketiyle, binlerce kişi hidâyete ve kemâle kavuşup, yüksek derecelere ulaşmıştı. Dergâhına her gün binlerce kişi gelir feyz alırdı.

Bir gün Şehzâde Muhammed Âzam Şâh, teveccühüne kavuşmak ve sohbetiyle şereflenmek için Muhammed Seyfeddîn hazretlerinin dergâhına geldi. Dergâh kapısının önü çok kalabalık olduğundan buradan geçip huzura gelmekte güçlük çekti. Bu sırada başından sarığı düşüp, kaftanı kenara takıldı. Muhammed Seyfeddîn´in feyzli ve bereketli sohbetiyle şereflendikten sonra babasının yanına döndü. İnsanların, Muham- med Seyfeddîn hazretlerine karşı duyduğu iştiyâkı, arzuyu ve gösterdiği rağbeti anlatınca, Sultan çok sevinip; "Allahü teâlâya hamd olsun ki, benim zamânımda sultanların bile huzûruna zorlukla çıkabileceği evliyâ kullar yarattı." diye şükr etti.

Muhammed Seyfeddîn, insanların haklarına ve kardeşlerine karşı hürmet eder, haklarını gözetirdi. Bir gün Şehzâde Muhammed Azam Şah kendisini dâvet edince, kardeşlerinden, yaşca kendinden büyük olanını da berâberinde götürmüştü. Şehzâde, bu velî kardeşlerin ellerine su dökmek için leğen ve ibriği almış bekliyordu. Muhammed Seyfeddîn hazretleri şehzâdenin elinden ibriği ve leğeni alıp, ağabeyinin eline su döktü. Sonra ibriği şehzâdeye verdi. Şehzâde de onun eline su döktü.

Seyfeddîn-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine:



SULTAN HÜRMET EDERDİ



İmâm-ı Rabbânî?nin, torunu olan bu zât,

Serhend şehrinde doğup, orada etti vefât.



Beşinci oğlu idi, o, Muhammed Ma?sûm?un,

Çok kişi yola geldi, sohbetiyle sırf onun.



Uzun boylu ve esmer, iri gözlü, heybetli,

Zât olup, sakalının, iki yanı seyrekti.



O dünyâya gelince, gök yüzünden bir melek,

Müjdeledi doğumu, herkese görünerek.



Henüz küçük yaşında, ezberledi Kur?ânı,

Hep ilim öğrenmekle, geçiyordu her ânı.



Mübârek babasından, tahsîl görüp, sonunda,

Çıktı çok yükseklere, o tasavvuf yolunda.



Zamânın sultânını, dînî yönden terbiye,

Etmek için emîrle, gitti sonra Delhi?ye.



Lâkin şehre girmeden, yanlarından kapının,

Put?a benzer heykeller, görüp durdu ansızın



Buyurdu ki: Sultana, gidip haber veriniz.

Bu heykeller kalkmadan, bu şehre girmeyiz biz.?



Âlemgir Hân da bunu, emir telâkkî edip,

Kaldırttı o putları, aynı gün emir verip.

Talebesi oldu ve gösterdi saygı, hürmet.

Verdi dînî sahada, yetki ve selâhiyyet.



Hindistan?da yayılmış, her bid?at ve kötü hâl,

Onun bereketiyle ortadan kalktı derhâl



Unutulmuş sünnetler, çıkarıldı ortaya,

İslâmiyet bu yerde, yeniden oldu ihya.



Çok devlet adamları, kumandanlar, vezirler,

Onun sohbetleriyle, hidâyete erdiler.



Ona öyle saygılı, olurlardı ki hattâ,

O otur demedikçe, beklerlerdi ayakta.



Sohbetinde binlerce, fâsık, fâcir ve kâfir,

Hidâyete ererek, kalbleri oldu tenvîr.



Öyle çok kalabalık, idi ki sohbetleri,

İzdihamdan kolayca, girilmezdi içeri.



Hattâ bir gün sultanın, oğlu şehzâde A?zam,

Geldiğinde gördü ki, kapıda bir izdiham.



Kalabalık içinden, zor geçerek, o bile,

Güçlükle şereflendi, onun sohbeti ile.



Hattâ öyle oldu ki, sarık düştü başından,

Çıkacak gibi oldu, kaftanı arkasından.



Akşam avdet edince, babasının yanına,

Gördüğü izdihamı, anlattı aynen ona.



Sultan bunu duyunca, çok sevinip dedi ki:

?Allahü teâlâya, şükürler ederim ki,



Öyle büyük bir velî, nasîb etti ki bana,

Zor girebiliyoruz, bizler bile yanına.?



Ve lâkin o devirde, biri vardı mâlesef,

Hiç onun sohbetiyle, olmamıştı müşerref



Kendini bir şey sanan, o câhil ve bî-edeb,

Bu büyük evliyâyı, inkâr ediyordu hep.

Bir gece rüyâsında, bekçilerden bir grup,

Sopalarla bu zâtı, dövdüler hayli vurup.



Dediler ki: ?Allah´ın, bir sevgili kulunu,

Nasıl inkâr edip de, sevmezsin hem de onu??



Bu korkuyla uyanıp, nazar etti kalbine,

Gördü ki sevgi dolmuş, o düşmanlık yerine.



Seyyid Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyh) Anadolu´da yetişen kıy- metli velîlerden olup, H.1297 de vefât etti. Kabri, Yukarı Doğubâyezîd´- dedir. Babası Seyyid İbrâhim, dedesi ise Seyyid Abdurrahîm hazretle- ridir. Dedesi, Arvas Medresesinde ve babalarının sohbetinde yetişip ke- mâle ermiş, büyük bir âlim ve velî olmuştur. H.1199 senesinde İshâk Paşa tarafından Doğubâyezîd´e dâvet edildi. Bu dâveti kabûl edip oraya yerleşti. Böylece Arvas âilesinden bir kol da oradan yayıldı. Doğubâye- zîd ve havâlisinde Ehl-i sünnet îtikâdının ve doğru din bilgilerinin yayıl- masında, çok büyük hizmetleri olmuştur. Bu hizmetler sâyesinde sapık inanışlar o bölgede yayılmamıştır. Ayrıca tasavvufta da hizmet edip, pek- çok velî yetişmesine ve dolayısıyla insanların saâdetine vesîle olmuş- lardır.


Konu Başlığı: Ynt: Evliya Hayatından Sahifeler
Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Mart 2010, 03:03:46
Seyyid Abdülazîz hazretleri de babalarının dergâhında hizmet etmiştir. İlimde ve tasavvufta babalarının sâdık halefiydi. Çok hizmetleri olmuştur.

Seyyid Abdülazîz hazretleri hayvanlara çok merhamet gösterirdi. Vahşî hayvanlara acır, onları da doyururdu. Vahşî hayvanlar bunu bilip, belli günlerde kapısına gelip verilen yiyecekleri yer, sessizce dönüp giderlerdi. Bu hâli onun tasavvufta zamânın kutuplarından olduğunu gösterir. Onun bu âdeti âilede Birinci Dünyâ Savaşına kadar devâm etmiştir.

Seyyid Abdülazîz hazretleri, bir defasında gelininden çamaşır istemişti. Her nedense vermek istemedi. Bu davranışı üzerine gelinine; "Ka- sım´ın torunu, sandığına ateş düştü. Çabuk koş hiç olmazsa içindeki ta- bancayı kurtar yazık olmasın." dedi. Gelini koşup odasına gitti. Sandığının alevler içinde yandığını gördü. Kayın babasına vermekten sakındığı çamaşırların tamâmen yanıp kül olduğunu gördü.

Anadolu velîlerinden Seyyid Ahmed Çapakçurî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Bingöl´ün Kür köyünde H. 1246 da doğdu. Halk arasında Çapakçurlu Efendi olarak meşhur oldu. Çocukluğunda çobanlık yapıyordu. İlim öğrenmeye hevesli olmasına rağmen, bir medreseye gidemediğine çok üzülürdü. Bir gün dağda koyunları otlatırken tanımadığı bir zât ile karşılaştı. Biraz konuştuktan sonra Ahmed Çapakçurî derdini açtı. İlim öğ­renmeye hevesli olduğunu, fakat mektebe gidemediğini söyledikten sonra gözleri yaşlı bir halde; "Efendim, 12 yaşındayım. Sâdece Fâtiha sûresini biliyorum." dedi. O zât kendisini teselli edip; "Allahü teâlâ seni ilim erbâbı eylesin. Sana faydalı ilim nasîb eylesin." diye duâda bulundu. Bu duâ bereketiyle bütün sıkıntılarını unutan Ahmed Çapakçurî eve sevinç içinde döndü. Henüz bir şey söylemeden babası onu alıp Palu´da meşhur âlim Ali Septî hazretlerine götürdü ve okutup terbiye etmesi için teslim etti.

Ali Septî´nin derslerinde ilim öğrenen Ahmed Çapakçurî kısa zamanda mânevî derecelere kavuştu. Hocasının vefâtından sonra Palu´dan ayrılarak Harput´a yerleşti. On dört seneye yakın burada kalarak, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için çalıştı. Birçok talebe yetiştirdi. 1906 senesinde Urfa´nın Siverek ilçesine gitti. Sekiz se- ne burada, iki sene de Viranşehir ilçesinde kaldıktan sonra 1916´da Har- put´a döndü.

Ahmed Çapakçurî, Harput´ta olmadığı sırada yerine Hâfız Tevfik Efendi vekâlet etti. Bu sırada 93 Harbi devâm ediyordu. Rus orduları Bingöl´e yaklaşmıştı. Harput´un ileri gelenleri Hâfız Tevfik Efendiye gelerek; "Efendim düşman kapımıza dayandı. Ne yapalım; cepheye mi gidelim, yoksa bu diyârı terk mi edelim?" deyince, o; "Şimdi bir şey demek istemiyorum. Seyyid Ahmed Çapakçurî´ye bir mektupla bildireceğim. Ve­recekleri karar inşâallah hayrımıza olur!" buyurdu. Daha sonra şu mektubu yazdı: "Efendim! Rus askeri Bingöl´ü geçti. Buradaki ahâlinin bir kısmı göç etti. Bir kısmı cepheye gitti. Bir kısmı da bize gelip ne yapmaları gerektiğini soruyor. Bâzı kararsızlar da Harput´tan çıkalım mı? diye suâl ettiler. Allahü teâlânın selâmı üzerinize olsun. Vesselâm!.."

Seyyid Ahmed Çapakçurî bu mektubu alınca; "Mektubunuzu aldık. Allahü teâlâ cepheye gidenden de gitmeyenden de, göç edenden de göç etmeyenden de râzı olsun. Fakat Ruslar artık ilerleyemeyecek. İki gün sonra da çekilecekler. Harput´u terk etmeyin kardeşlerim." cevâbını yaz- dı. Bir süre sonra top sesleri Harput´ta duyulmaz oldu. Ahmed Çapakçu- rî´nin dediği gibi iki gün sonra da Bingöl´den çekildiler.

Seyyid Ahmed Hicâbî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kastamonu velîlerinin büyüklerinden olup, soyu Resûlullah efendimize uzanmaktadır. Büyük velî Seyyid Ahmed Siyâhî hazretlerinin oğludur. H.1242 de dünyâya geldi.

Üç-dört yaşlarında iken pederlerinin hatim toplantılarına katılmaya başladı. Bu sıralarda zaman zaman ilâhî bir aşkla kendinden geçtiği görülürdü.

Babası Ahmed Siyâhî hazretlerinin dergâhına giden yolda kışın zaman zaman Serçeoğlu yokuşunda kızağa binen çocukları seyre giderdi. Yine böyle bir günde yolun kuzeyinde bulunan Aziz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin büyük halîfelerinden Hacı Mustafa Efendi hazretlerinin medfûn bulunduğu türbeden çıkan bâzı kimseler kendisini türbe içine aldılar ve pekçok nîmetlerle gönlünü hoş ettiler. Sonra yine dışarı çıkardı­lar. Bu olay pekçok kere tekrarlandı. Hattâ bâzan her türlü nîmetin mev- cûd bulunduğu o mübârek zâtların yanından ayrılmak istemez, uzunca bir süre içeride kalırdı. Bir defâ uzun aramalardan sonra anne ve babası kendisini adı geçen türbeden çıkarken görüp çok şaşırmışlardı. Küçük Ahmed 12 yaşına gelinceye kadar oranın vefât etmiş bir zâtın türbesi ol- duğunu bilemedi. O nîmetlerle dolu olan bu yeri bir zâtın hânesi zan- nederdi. Öğrendikten sonra ise bir daha o haller meydana gelmedi. İrşâd, insanlara Allahü teâlânın emr ve yasaklarını bildirme makâmına geldiğinde bâzan neşeli sohbetler sırasında bu vakayı talebelerine naklederdi.

Tahsil yaşına geldiğinde önce meşhur kırâat âlimlerinden Hüseyin Hüsnü Efendiden Kur´ân-ı azîmüşşânı hatmetti. Babası Ahmed Siyâhî hazretlerinden sarf, nahiv, fıkıh, hadîs ve kelâm tahsilinden sonra Kes- kinzâde Ahmed Erîb Efendi hazretlerinin sohbetlerine devamla, tasavvuf dersleri aldı. Kara Kâdızâde Mustafa Efendiden ilm-i ferâiz ve Mesûdî Efendiden de ilm-i hadîs dersleri aldıktan sonra babası Ahmed Siyâhî hazretleri kendisine icâzet, diploma verdi. Ayrıca icâzetnâmede pekçok da nasihatler etti.

İcâzetnâmenin özü şu şekildedir:

"...Bu icâzeti kendi irâdemle vermeyip velîlerin kutbu büyük mürşid Şeyh Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinden îtibâren nebîlerin sultanı hazret-i Peygamber efendimize varıncaya kadar silsile-i Nakşibendiyye-i Hâlidiy- yede isimleri yazılı seyyidler ile hâcegân-ı izâm hazretlerinin mübârek ruhlarından izin ve muvâfakat aldıktan sonra takdim ettim.

Ahmed Hicâbî Efendi, 1851´ de Keskinzâde hazretlerinin vefâtı üzerine İstanbul´a geldi. Burada da tahsîline devamla meşhur âlimlerden Müneccimbaşı Tâhir Efendiden hikmet, astronomi, eski sadrâzam Meh- med Rüşdî Paşadan mantık, edebiyat ve Hâzım Efendiden usûl-i fıkıh dersleri aldı.

Bu tahsilleri sırasında Hocapaşa semtindeki Safvetî Paşa Dergâhında ikâmet ve talebeleri yetiştirme işi ile meşgul olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin daha sağken yerine tâyin ettiği, kendi yerine irşâd makâmına geçirdiği Abdülfettâh-ı Akrî hazretlerinin sohbetine koştu ve dört sene hizmetinde bulundu. Bu esnâda tasavvuf mertebelerinde ilerledi.

Ahmed Hicâbî Efendinin çalışmasından, gayretinden ve ihlâsından çok hoşnud olan Abdülfettâh Efendi, onun kavuştuğu ilim ve irfâna bakarak, pederleri Ahmed Siyâhî hazretlerinin verdiği icâzetnâme üzerine kendisi de bir icâzetnâme yazdı.

Böylece Ahmed Hicâbî Efendi, İstanbul´da bulunduğu altı sene içinde bir taraftan büyük âlimlerden ilim tahsîlinde bulunurken, diğer taraftan Abdülfettâh Efendi gibi mükemmel bir yetiştirici elinde tasavvuf yolunda ilerledi ve 1857 yılında Kastamonu´ya döndü. Bir müddet pederlerinin yanında talebelerin terbiyesi ve yetiştirilmesi işi ile meşgul oldu. Abdül- azîz Efendi hayatta olduğu halde irşâd işinin başına Ahmed Hicâbî haz- retleri geçti.

Husûsî halleri, huyları, hareketleri hep Peygamber efendimizin güzel ahlâkını andırırdı. Yalnız bulundukları veya insanlar arasında olduğu zamanlarda hep Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uyar, insanlara İslâm ahlâk ve yaşayışının nasıl yapıldığını gösterirdi.

Kış günlerini talebelerin terbiyesi, dersleri ve zikr-i ilâhî ile geçirirdi. Yaz günlerinde ise bâzan birkaç ay havası güzel, suyu tatlı köy ve kasabalara giderdi. Dağlarda ve kırlarda dolanır, uçsuz bucaksız semâya, yeryüzüne, bitkilere, çiçeklere, böceklere bakarak, Allahü teâlânın sınırsız kudret ve azametini düşünür, daha büyük bir aşkla cenâb-ı Hakk´ı zikrederdi. Onun her hareketi, her işi, her düşüncesi Allahü teâlânın rı­zâsı için olduğundan ve her ne murâd etse O´nun rızâsına uygun bulunduğundan bu seyr ve seyahatlerinde din ve dünyâsı için pekçok fayda hâsıl olurdu.

Bu seyahatleri esnâsında köy ve kasabalarda görüştüğü ahâliye hayırlı nasihatlarda bulunur, bilmediklerini öğretir, İslâmiyete uygun olmayan davranışlardan men ederdi. İlmin yayılması için mektep, medrese gibi hayır eserlerinin yapılmasını teşvik ederdi. Nitekim bu gayretleri neticesinde, İnebolu kazâsının Abana nâhiyesinde bir mekteb-i rüşdiye, bir hamam, Araç kazâsında bir büyük câmi-i şerîf, bir medrese ve bir mekteb-i rüşdiye ve Taşköprü´nün Ayvalı köyünde bir medrese inşâ edilmesine bizzat nezâret etmişlerdir. Ayvalı köyündeki medresenin başına kendi halîfelerinden İsmâil Efendiyi getirmiştir. Bâzan da dâmâdları Keskinzâde Molla Efendinin çiftliğinin bulunması hasebiyle Daday kazâsını teşrif ederlerdi. Burada da bir medrese, bir mekteb-i rüşdiye, misâfir odaları ve pazar mahallinde pekçok dükkanın binâ olunmasına ön ayak olduğu görülmüştür.

Ahmed Hicâbî hazretlerinin seyahatleri ekseriya rûhâniyetlerinden istifâde edilecek, feyz alınacak mübârek zâtların türbelerinin bulunduğu mahallere olurdu. Senede bir defâ Kastamonu´da Ilgaz Dağı eteğinde medfûn Muhyiddîn Beklî Sultan Bayramî, Kasaba köyünde medfun Dayı Sultan, Merkûse nâhiyesinde bulunan Sa´deddîn Horasânî, Sorkun´da Sekûtî Sultan ve Küre´de Mahmûd Şâbânî hazretlerinin türbelerini ziyâret eder ve temiz toprağını koklarlardı. Ne zaman bu mübârek makamları ziyârete gelseler etraftaki köy ve nâhiyelerden pekçok ziyâretçiler de toplanır, Allahü teâlânın rızâsı için kurbanlar kesilir, fakir fukaraya dağıtılırdı.

Yine bir defâsında Bekli Sultan hazretlerini ziyâret maksadıyla türbenin yanına gelmişti. Şeyhin geldiğini duyan pekçok kişi de oraya koştu. Bu sırada türbeye yakın bir köy ahâlisinden Ömer Ağa adında biri yanında bir koyunla geldi. Şeyh hazretlerinin elini öptükten sonra; "Efendim burada bir koyun keseceğimi nezretmiştim. Ancak uzun bir süre geçtiği halde sözümü yerine getiremedim. Dün gece rüyâmda Bekli Sultan hazretlerini gördüm. Bana, yarın türbesine gelecek muhterem misâfirleri için adağımı götürüp kesmemi emr buyurdular. Bu sözleri ağlayarak nakleden Ömer Ağa, orada bulunan herkesi de ağlattı. Ahmed Hicâbî hazretleri de Bekli Sultan hazretlerinin dergâh-ı şerîfleri kapısına:

"Ziyâretle murâd almak ümidiyle gelen insân" diye başlayan şiirini yazdı.

Seyyid Hicâbî hazretlerinin sözleri pek tatlı, ifâdesi çok açıktı. En ince bir ilmî meseleyi, en mühim bir fennî faydayı hiç hoca görmemiş bir ümmîye bile anlatmakta güçlük çekmezdi.

Seyyid Ahmed Hicâbî hazretleri 1889 senesinde hastalığının artması üzerine daha ziyâde inzivâyı, köşesine çekilip Allahü teâlâyı zikretmeyi arzu eder oldu. Geceleri uyumaz, namaz ve zikir ile meşgul olurdu. Kendilerinde yirmi senedir bulunan kalp hastalığına müptelâ oldukları halde, aslâ ve katiyyen hastalıklarından bahsetmez ve soranlara; "Rabbimizin keremine şükrolsun, âfiyetteyim." cevâbıyla mukâbele ederlerdi. Vücutlarında görülen aşırı halsizlik sebebiyle Ramazân-ı şerîfte oruç tutmasının hastalığı arttıracağı tabibler tarafından ihtar olunduğu halde; "Böyle bir mübârek aya ulaştık. Şimden sonra bizim için nasip, kısmet mukadder değildir. Borçlu gitmeyelim." cevâbını vererek orucunu tutmaya başladı ve Allahü teâlânın verdiği kuvvet ile tamamladı. Bir yere gitmek için kendisinden izin istemeye gelen dostlarına; "Geri dönersiniz. Amma beni bulamazsınız. Hakkınızı helal edin." derdi.

Seyyid Hicâbî hazretleri bir müddet sonra Tosya´da bulunan ulemâdan Mâhir Efendinin gelmesi için haber gönderdi. Haberi alan Mâhir Efendi on iki saatlik mesâfeyi sekiz saatte alarak huzur-ı saâdetlerine ulaştı. Seyyid hazretleri ona bakarak; "Molla Mâhir görüyorsun. Biz pazarlığı ilerlettik. Cenâb-ı Hakk´ın emrini bekliyorum. Vasiyetlerimin yerine getirilmesine dergâh ve medresenin memuriyetine ve talebelerin yetiştirilmesine gayret ve himmet et. Benim için müteessir olma. Aradığım bu gün idi. Hemen ölüm hâlimizin güzel ve kolay olması için duâ edin." buyurdu.

Sonra dâmâdı Keskinzâde´ye kütüphânedeki emânetler içerisinde bulunan ve muhterem pederlerine Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri tarafından ihsân edilen yeşil tâcın tabutları üzerine konulmasını, kabirlerinin pederlerinin kabrinden küçük yapılıp süslü olmamasını ve dergâha hizmeti terk etmemesini vasiyet ettiler.

Cumâ günü öğleden sonra yanlarına girmekte olan hanımlarına, kızlarına ve hizmetçilerine hitâben; "Bizim etrafımız artık mukaddes ruhlar ile doldu. Çok dikkatli hareket edin ve çok seyrek olarak girip çıkın." buyurdu. İkindiye yakın abdest alarak ağızlarına bundan böyle dünyâ nîmetlerinden bir şey almayacaklarını ve Rabbi teâlâ ile meşgûl bulunacaklarını beyân buyurdular. O gece beş-altı senedir dergâhın imâmlık vazîfesini gören Hâfız Emin Efendi ile Hâfız Sûzî Efendi iki taraftan nöbetle sabaha kadar Kur´ân-ı kerîm okudular. Ahmed Hicâbî hazretleri seher vakti âhirete irtihâl eyledi. Pederinin türbesine defnolundu.

Seyyid Ahmed Hicâbî hazretlerinin ahlâkı, tavırları halleri ve işleri hep İslâmiyete uygundu. Mübârek huzurlarına ne kadar gam ve keder ile varılmış olsa hikmet-i ilâhî nazarlarında görülen nûr sebebiyle gelenler kederlerini unutur, ferahlar ve rahatlardı. Fakir ve fukarânın yardımcısı idi. Kimsenin bilmediği ve duymadığı felâkete düşen nice kimselere elini uzatırdı. Kastamonu vilâyetinde ve çevresinde onun nîmetini görmemiş kimse yok gibiydi. Kahkaha ile güldükleri görülmemiş, konuşmalarında da ağzından kötü söz çıktığını kimse işitmemişti. Bir fincan kahve hakkını muhâfaza eyler ve nîmetini yedikleri zevâta pek ziyâde hürmet ederlerdi.

Evliyânın meşhûrlarından Seyyid Emîr Burhân (rahmetullahi teâlâ aleyh) Peygamber efendimizin soyundan olup, seyyiddir. Silsile-i aliyye büyüklerinden biri olan Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin büyük oğludur.

Emîr Burhân´ın hocası, Behâeddîn Buhârî hazretleridir. Babası Sey- yid Emîr Külâl onun hakkında; "Bu çocuk bizim burhânımız, delîlimizdir." buyurmuştur. Onun yetiştirilmesi için, talebesi Behâeddîn Buhârî hazret- lerini vazifelendirmiştir. Seyyid Emîr Külâl hazretleri, Behâeddîn Buhârî hazretlerine şöyle buyurmuştur: "Bir üstâd, çırağını yetiştirerek kemâl de- recesine ulaştırsa, ister ki, kendi eserini çırağında görsün ve çalışmala- rının neticesinde onun yetişmiş olduğuna şâhid olsun. Şâyet bir yanlışlık görürse, düzeltsin. İşte oğlum Burhân, şimdiye kadar tasavvufda eğitil- medi. Onun yetiştirilmesi işini üzerinize alın da, eserinizi görüp, itminân elde ettiğinize dâir bana güven gelsin."

Behâeddîn Buhârî hocasının bu emri üzerine Emîr Burhân´ın bâtınına teveccüh edip, murâkabeye daldı. Fakat hocasının huzûrunda edebe riâyet ederek, tasarrufunu kesik kesik devâm ettirerek, arada bir durakladı. Seyyid Emîr Külâl hazretleri; "Ara vermeden tasarruf etmeye devâm et" buyurdu. Bunun üzerine aralıksız tasarrufa devâm etti. Emir Burhân, birden bire değişip, tasavvuf hallerine daldı. Bundan sonra yolu açılıp, tasavvufta yükseldi.

Emîr Burhân, şiddetli bir cezbe ve sekr sâhibi idi. Mizacında insanlardan uzak ve yalnız kalma hâli hâkimdi. İç âlemini ve husûsî tavırlarını, kimse görüp bilmezdi. Mânevî kuvveti çok tesirliydi. Şeyh Nikrûz Buhârî şöyle demiştir: "Emîr Burhân´a ne zaman rastlasak, onun hâlinden ve bize tesirinden bâtınımız (iç âlemimiz) altüst olur, bomboş kalıp, perişanlığa düşerdik."

Evliyânın büyüklerinden Seyyid Emîr Hamza (rahmetullahi teâlâ aleyh) Peygamberimizin soyundan olup, seyyiddir. Silsile-i aliyye denilen evliyânın meşhûrlarından Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin ikinci oğludur. Babası ona, kendi babasının ismi olan "Hamza" ismini koydu. Ona "Baba" diye hitâb ederdi.

Seyyid Emîr Hamza, küçük yaşta babasının sohbetlerinde bulundu. Sonra babası onu, yetişmesi için, talebelerinin meşhûrlarından olan Mevlânâ Ârif Dikgerânî´ye havâle eyledi. O da onu yıllarca çalıştırarak, ilimde ve tasavvuf hâllerinde zamânın bir tânesi olacak şekilde yetiştirdi. Babasının vefâtından sonra, onun yerine geçip, yıllarca insanlara doğru yolu gösterdi. Ehl-i sünnet îtikâdını anlattı.

Emîr Hamza hazretlerinin iki oğlu ve bir kızı vardı. Hepsi de babalarından feyz alarak, ilimde, ahlâkta yetişmiş, yüksek derecelere kavuşmuşlardı. Kızı Hâtûn-ı Külân için, "Herkes oğlu ile iftihâr eder, biz de kızımızla iftihâr ederiz. Allahü teâlâ bize ne verdiyse, biz de kızımıza verdik." buyurmuştur. Bu kızı, her zaman Kur´ân-ı kerîm okurdu. Odaya girip bir işle meşgûl olunca, odası nûrdan, kandile ihtiyaç göstermeyecek derecede aydınlanırdı. Kilim dokusa, iplikler kendiliğinden düğümlenirdi. Bu işle uğraşırken namaza kalksa, onun çıkrığı kendiliğinden dönerdi. Gündüz olsa, demetleri kendiliğinden iplik olurdu. Bu hâlini, ancak sırdaşları bilirdi.

Emîr Hamza hazretlerinin bu kızının, Şehâbeddîn adında bir oğlu vardı. Emîr Hamza bu torununun yetiştirilmesi vazifesini Mevlânâ Hüsâ- meddîn´e verdi. Üç sene Mevlânâ Hüsâmeddîn´in huzûrunda kaldı. Bu müddet zarfında Hak teâlâ, ona çok ilim ihsân etti. Hocası Mevlânâ Hüsâmeddîn ona dedi ki: "Ey Mevlânâ Şehâbeddîn! Eğer bundan sonra sen bize ders okutacaksan burada kal, yoksa bende sana ders verecek güç kalmadı." Sonra Mevlânâ Hüsâmeddîn´in izni ile Sûhârî´ye döndü. İnsanlara nasîhatle meşgûl oldu. Bütün vakti ilim ve âlimlerle geçerdi.

Irak velîlerinden Seyyid Hüseyin Burhâneddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) dinden kıl ucu kadar ayrılmazdı. Farzlara ve sünnetlere, şeriata uymayı tatlı dil ve güleryüzle teşvik ederdi. Dâimâ Allahü teâlâyı zikrederdi. Allah için kızar, Allah için konuşurdu. Talebelerini, Kur´ân-ı kerîmi çok okumaya, Resûlullah efendimizin sünneti seniyyesine ve Selef-i sâlihînin yoluna yapışmaya ve Peygamber efendimize çok salât okumaya teşvik ederdi.

Anadolu´da yetişen evliyânın en büyüklerinden, kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin otuz ikincisi olan Seyyid Sâlih (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaşta Kur´ân-ı kerîm okumayı öğrendi. Çok zekîydi. Kısa zamanda Kur´ân-ı kerîmi ezberledi. Medreseye giderek tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimlerle, zamânın fen ve edebiyât bilgilerini öğrenerek büyük bir âlim oldu. Tasavvufta da yetişerek, kalb ilimle­rinde mârifet sâhibi olmak için, ağabeyi Seyyid Tâhâ-i Hakkârî´nin sohbetiyle şereflendi. Senelerce ona hizmet etti. Mübârek teveccühlerine kavuştu. Vilâyet derecelerinde çok yükseldi. Hocası, ona icâzet vererek, talebe yetiştirmek üzere Berdersûr´a gönderdi. Seyyid Sâlih hazretleri orada talebe yetiştirmeye başladı. Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretleri vefât edeceği zaman ona kendisinden sonra makamlarına kimin oturacağı sorulunca; "Birâderim Sâlih, kâmil ve olgundur. Herkesin başı onun eteği altındadır." buyurarak Seyyid Sâlih´i yerine bıraktı. Hasta kalplere şifâ olan sohbetleri ile, âşıklarının kemâle gelmesine, Hakk´a yaklaşarak velî birer zât olmalarına vesîle oldu.

Seyyid Sâlih hazretleri, muhabbet ve edep sâhibiydi. Verâsı ve takvâsı çoktu. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübâhların fazlasını terk ederdi. Ekserî günleri oruçlu geçerdi. Gecelerini ibâdetle ihyâ eder, uykusunu öğleye yakın kaylûle yaparak alır, hem de sünnet-i şerîfe uyardı. Çok merhâmetli olup, hiç kimseyi incitmezdi. İnsanların Cehennem´de yanmamaları için elinden gelen gayreti gösterir, Allahü teâlânın emirlerini bildirir, yasaklarından kaçınmalarını sağlardı. Gayr-i müslimlere dahi iyilik yapardı. Bu sebeple herkes tarafından sevilirdi.

Seyyid Sâlih hazretlerinin mübârek alınlarında nûr parlardı. Onu gören, Allahü teâlânın sevgili bir kulu olduğunu hemen anlar, hürmette ku- sur etmemeye çalışırdı.

Seyyidet Nefîse (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) hazretlerinin dünyâya düşkün olmaması, haramlardan çok sakınması, kerem ve cömertliği ile meşhûr hanım velîlerdendir. Seyyidet Nefîse hazretleri, zevci ve evlâdı ile berâber, Mısır´a yerleşmek için Medîne-i münevvereden ayrıldılar. Gelmekte olduğunu haber alan halk yollara dökülüp, kendilerine çok hürmet gösterdi. Herkes onları, kendi evlerinde misâfir etmek istiyordu. Abdullah-ı Cessâs adında velî bir zâtın kullanılmayan boş bir evi vardı. Oraya yerleştiler. Herkes, bereketlenmek ve kıymetli sözlerinden istifâde etmek için Mısır´ın her tarafından ziyâretine gelirlerdi. Ziyâretine gelenlerin sayısı haddi aşınca, onlarla meşgûl olmanın, her an Allahü teâlâya ibâdet etmesine mâni olabileceğini düşündü. Tekrar memleketi olan Hicaz´a dönmeye karar verdi. Herkes çok üzülüp yalvardılar ise de kabûl etmedi. Nihâyet bu durumu, Mısır emîri Sırrı bin Hakem´e arzettiler. Mısır emîri bu haber üzerine, doğruca Seyyidet Nefîse´nin yanına gelip, Mısır´dan ayrılmak istemesinin hikmetini sordu. Seyyidet Nefîse cevâbında "Mısır´da ikâmet etmek istiyorum. Lâkin ziyâretçilerim çok fazladır. Ben zaîf bir kimseyim. Evimiz de dardır. Ayrıca gelen ziyâretçilerle meşgûl olmak mecbûriyetinde kalmam, her an Allahü teâlâya ibâdet yapmama mâni oluyor." diye cevap verdi. Bunları dinleyen Mısır emîri; "Falan yerde, şahsıma âit geniş bir evim vardır. Onu size hediye ettim. Lütfen kabûl ediniz." dedi. Seyyidet Nefîse bunu kabûl edince, Mısır emîri çok sevindi. Seyyidet Nefîse; "Haftada sâdece Çarşamba ve Cumartesi günleri ziyâretime gelsinler. O iki gün onlarla meşgûl olurum. Diğer günlerde hep ibâdet yapmak istiyorum." buyurdu.

Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Osmanlı âlim ve velîlerinden olup, büyük âlim ve evliyâ Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin talebelerindendir. İsmi Sıbgatullah olup "Gavsü´l-Âzam", "Gavsu Hizânî" veya "Gavs" lakablarıyla meşhûr olmuştur. "Arvâsî" nisbesiyle bilinir.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin "Abdurrahmân Nîgûnam= Abdurrahmân iyi isimli, yüce şanlıdır", yâhut "Kutb-ı Arvâsî" buyurarak medhettiği Abdur- rahmân Kutub´un torunu olan Sıbgatullah Arvâsî küçük yaştan îtibâren i- lim tahsîline başladı. Babası Seyyid Lütfullah Efendi onun yetişmesi için husûsî gayret sarf etti. Çok zekî olan Seyyid Sıbgatullah Arvâsî, kısa zamanda kelâm, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri tahsil etti. Zamânı- nın fen bilgilerinde de mütehassıs oldu. Bid´atten uzak olup, Peygamber efendimizin sünnetine uygun bir hayat yaşamaya çalıştı. Tasavvufa karşı büyük alâka duydu. Birçok âlim ve velî zâtın ilim meclislerinde ve sohbe- tinde bulundu. Van´a giderek Seyyid Muhyiddîn Efendinin hizmetine girdi. Seyyid Sıbgatullah, hocasının verdiği vazîfeleri yapmak için canla başla çalıştı. Ağır riyâzetler ve mücâhedeler çekti. Yâni nefsinin istedik- lerini yapmayıp, istemediklerini yaparak nefsini terbiye etti. Uzun yıllar hocasının hizmet ve sohbetiyle şereflendi. Nihâyet bir gün hocası ona; "Vefât etmiş velîlerden istifâde edecek, faydalanacak makâma geldin." buyurdu. Seyyid Muhyiddîn vefât edince, Şeyh Hâlid-i Cezrî´ye gitti. Bu mübârek zâtın vefâtına kadar sohbetleriyle şereflendi. Sonra Seyyid Tâhâ´nın, Molla Murâd Hurûsî´yle gönderdiği; "Kendi yuvana dön!" habe- riyle, Tâhâ-i Hakkârî´nin şerefli hizmetine koşup, hakîkî ve esas yuvaya kavuştu. Onun paha biçilmez sohbetlerini, çölde susuz kalmış kimseler gibi ruhuna hayât verici buldu. Seyyid Tâhâ hazretleri, Resûlullah efen- dimizden mürşidleri vâsıtası ile gelen feyz ve bereketleri onun kalbine akıttı. Kalb gözü açılıp yüksek makamlara kavuştu. Öyle ki, Hızır aleyhis- selâm ile görüşür, sohbet ederdi. Mürşidi Seyyid Tâhâ hazretleri vefât edince, onun yerine geçen Seyyid Sâlih hazretlerinin sohbetine devâm etti. Seyyid Tâhâ´nın huzûrunda kemâl ve ikmâl mertebelerine ulaşan Seyyid Sıbgatullah, Hizân ve Gayda´da halkı irşad eyledi ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Sohbetinde bulunup bir teveccü- hüne mazhar olanın kalbinde, Allahü teâlânın muhabbeti yerle­şirdi. Dî- nin emirlerine son derece uyar, yasaklarından sakınırdı.

Seyyid Sıbgatullah´ın talebelerine teveccühü, sohbetinden daha ziyâde ve faydalı idi. Onun için sohbet süresi çok az olurdu. Talebeleriyle sessiz otururken talebelerinden pek çoğu cezbeye kapılır, kendinden geçerdi. Bir defâsında oğlu Behâeddîn, babasından izin alarak vâza başladı. İki saat kadar kalpleri aydınlatan güzel sözler söyledi. Fakat hiç kimsede muhabbet ve cezbe eseri yoktu. Sohbet bittikten sonra, Seyyid Sıbgatullah; "Haydi kalkınız, ikâmet getiriniz de namazımızı kılalım." der demez, cemâat cereyâna kapılmış gibi cezbeye tutuldu.

Seyyid Sıbgatullah hazretleri, Allahü teâlânın bütün mahlûkâtı üzerine çok merhâmetliydi. Sıla-i rahm yapardı. Dostları vefât ettiğinde onların çocuklarını arar, gözetir ve tâziyede bulunurdu. Sohbetlerinde kendisine karşı çıkanlara çok şefkatli ve nâzik davranırdı. Kendisine kötülük yapanlara iyilik yapardı. Yemekte kendisinden evvel kimsenin sofradan kalkmamasını emrederdi. Kalkan olursa onu men ederdi. Allahü teâlânın emirlerine ve sevgili Peygamberimizin sünnetine tam olarak uyardı. Hattâ bir gün çoraplarını giyerken unutarak önce sol ayağından başlayan bir talebesini şiddetle azarlamıştı. İslâmiyetin emirlerini okumadın veya duymadın mı da böyle yaparsın. Bir şey giyerken önce sağ taraftan başlanılacağını ve çıkarırken de sol taraftan başlanılacağını bilmez misin? buyurdu. Teheccüd ve Evvâbin namazlarına devâm ederdi.

Büyük ve meşhûr velîlerden Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Ma´rûf-i Kerhî hazretlerinden feyz aldı. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin dayısı ve hocasıdır. Tasavvufta, verâ ve takvâda asrının bir tânesi idi. Hâris-i Muhâsibî ve Bişr-i Hafî´nin akrânıdır.

Zühd ve edepte pek çok harikulâde hâl ve hareketleri, tasavvufa dâir sözleri meşhûrdur. Bir yere gittiğinde, yolda olan şeyler ve havada uçan kuşlar, açık bir lisân ile kendisine selâm verirlerdi. Kırk defa yürüyerek hacca gidip geldi. Üzüntü ve dert deryâsı, hilm ve sebat dağı, mürüvvet ve şefkat hazinesiydi.

Ticâret yapardı. Bağdât´ta bir dükkânı vardı. Ticârette yüzde beşten fazla bir kâr almazdı. Bir defasında altmış altına bâdem aldı. Bâdem birden pahalılaştı. Dellâl, bâdemleri doksan altına satmak istedi. Sırrî-yi Se- katî hazretleri, "Ben âdetimi bozmam, ancak 63 altına satarım" dedi. Del- lâl ise bunu kabûl etmeyip malları satmadı.

Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri anlatır: "Sırrî-yi Sekatî hazretlerinden ziyâde ibâdet ehli kimse görmedim. Dâimâ edepli bir hâlde otururdu. Al- lahü teâlâdan hiçbir zaman gâfil olmadı. Yetmiş yıl, hiç kimse onun ayak- larını uzatıp yattığını, edebe uymayan bir hareketini görmedi. Gece-gün- düz Allahü teâlânın huzûrunda olduğunu düşünür ve her zaman edepli bir şekilde otururdu. Ancak ölüm hastalığında yatağa uzanabildi."

Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında Anadolu´da yetişen âlim ve velîlerin büyüklerinden Somuncu Baba (rahmetullahi teâlâ aleyh) İlk tahsîlini babasından aldı. Babasının vefâtından sonra Şam´a giderek, Han- kâh-ı Bâyezîdiyye´de ilim öğrendi. Tasavvuf yoluna girdi. Orada pekçok velînin sohbetlerine katıldı. Burada Üveysî olarak, mânevî yol ile Bâye- zîd-i Bistâmî´den feyz aldı. Şam´da bir müddet ilim tahsîlinde bulunduk- tan sonra, Tebrîz yakınlarında Hoy kasabasında bulunan Hâce Alâed- dîn-i Erdebîlî hazretlerinin huzûruna gitti. Var gücüyle hocasına hizmet ederek, ilim öğrendi. Tasavvuf yolunda üstün derecelere kavuştu. Alâed- dîn-i Erdebîlî, bir gün Hâmid-i Velî´ye; "Artık bizden öğrendiğin ilmi, Alla- hü teâlânın dînini, insanlara öğretmek üzere Anadolu´ya git!" buyurdu. Ona böylece, insanları yetiştirmek için icâzet verdi. Hocasının bu sözleri, bâzı anlayışı kıt, hasetçi kimselerin, içlerinden Hâmid-i Velîye buğz etmelerine sebeb oldu. Hâce Alâeddîn, Hâmid-i Velî´yi bütün talebeleriyle birlikte, "Şemseddîn-i Tebrîzî Makâmı." denilen yere kadar uğurladı. Vedâ edip yanlarından ayrılınca, hased edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek; "Hamîdüddîn´in arkasından, gözden kayboluncaya kadar bakınız. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu´da onun ilminden istifâde ederler. Şâyet bakmazsa, onun ilminden hiçkimse istifâde edemez." buyurdu. Orada bulunanlar merakla Hamîdüddîn´in arkasından bakmaya başladılar. Bu hâli cenâb-ı Hakkın izniyle anlayan Hâmid-i Velî, gözden kaybolmadan önce iki defâ arkasına baktı. Böylece onların hasedlerini giderdi. Büyük bir âlim ve veliyy-i kâmil olarak Kayseri´ye döndü.

Hamîdüddîn hazretleri, Kayseri´de insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretmeye başladı. Talebeleri, ondan feyz almağa, hasta kalblerine şifâ olan nasîhatleriyle, sohbetleriyle şereflenmeğe başladılar. Hamîdüddîn, bir gün çok sevdiği talebelerinden Şücâ-i Karamânî´yi huzûruna çağırarak; "Ankara´da Nûmân isminde bir müderris vardır. Onu bulup buraya dâvet ediniz!" buyurdu. Şücâ-i Karamânî de hocasının emrini yerine getirmek için Ankara´ya gidip, durumu bildirdi. Müderris Nû- mân; "Bu dâvete icâbet lâzımdır." diyerek, berâberce Kayseri´ye geldiler. Kurban bayramı günü buluştukları için, hocası ona "Bayram" lakabını verdi. Müderris Nûmân, Hamîdüddîn hazretlerini görüp sohbetlerini din- leyince, onun büyük bir âlim ve velî olduğunu anladı. Kısa zamanda pek- çok kerâmetlerini de görünce, daha çok bağlandı. Onun teveccühleri al- tında yetişmeye başladı. Hocasından zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrenerek kısa zamanda büyük mesâfeler aldı. Bir gün hocası; "Hâcı Bayram! Zâhirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve derecelerini gördün. Bâtınî ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş velîleri ve derecelerini de gördün. Hangisini murâd edersen onu seç!" buyurdu. Hâcı Bayram da, velîlerin yüksek hâllerini görerek, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Zamânının büyük velîlerinden oldu.

Hamîdüddîn hazretleri, mânevî bir emir üzerine Tebrîz´e gitti. Tebrîz´den de Anadolu´ya gelip, Bursa´ya yerleşti. Hâcı Bayram-ı Velî, sık sık Bursa´ya gelip hocasını ziyâret ederdi. Hamîdüddîn hazretleri, Bursa´da bir ümmî gibi hareket edip, ilminin varlığını kimseye söylemedi.

Hamîdüddîn, Bursa´da bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pişirirdi. Ekmek küfesini sırtına alarak; "Somun! Müminler somun!" diye söyler, geçimini bu yolla sağlardı. Halk, bu fırıncıya "Somuncu Baba" der ve pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazlardı. Somuncu Baba ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırlardı. Somuncu Baba´nın fırını, Molla Fenârî Mahallesinde, Ali Paşa Çınarı civârında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde de, nefsini terbiye etmek için kullandığı bir Çilehânesi mevcûd idi. Hamîdüddîn hazretleri durumunu Bursa´da kimseye bildirmedi. Hep, halk içinde Hak ile olmağa gayret etti.

Yıldırım Bâyezîd Hân, Niğbolu zaferinden sonra Bursa´da Ulu Câmiyi yaptırmaya başladı. Câminin inşâsı sırasında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba temin etti. Câminin yapılması bittikten sonra, bir Cumâ günü açılış merâsimi yapılacağı ilân edildi. O gün başta Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân, dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî hazretleri, ulemâdan pekçok kimse ve Bursalılar Ulu Câmiyi doldurdular. Yıldırım Bâyezîd Hân, câminin açılış hutbesini okumak üzere Emîr Sultan´a vazîfe verdiğinde, Emîr Sultan; "Sultânım! Zamânın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık zât şu kimsedir." diyerek, Somuncu Baba´yı gösterdi. "Şöhret âfettir." hadîs-i şerîfini bildiği için, bundan titizlikle kaçınan Somuncu Baba, Pâdişâhın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emîr Sultan´ın yanına gelince; "Ey Emîr´im, niçin böyle yapıp beni ele verdiniz?" dedi. O da; "Senden ileride bir kimse göremediğim için öyle yaptım." cevâbını verdi. Cemâat hayret ederek bu konuşmaları dinliyor, Somuncu Baba´nın hutbesini merakla bekliyordu. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd etti ki, o zamâna kadar Bursalılar öyle bir hutbeyi hiç işitmemişlerdi. Bursalılar, bundan sonra Somuncu Baba´nın büyüklüğünü anladılar. Somuncu Baba, hutbede; "Bâzı âlimlerin, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı, anlayamadığı kısımlar vardır. Onun için bu sûrenin tefsîrini yapalım." buyurarak, Fâtiha sûresinin, yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsîrini yaptı. Nice hikmetli sözler beyân eyledi. Herkes hayretinden şaşırıp kaldı. Başta Molla Fenârî hazretleri; "Somuncu Baba, önce bizim Fâtiha sûresinin tefsîrindeki müşkilimizi kerâmet göstererek halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsîr, âdil bir şâhiddir. Fâtiha´nın ilk tefsîrini cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlayanlar içimizde yok idi." demekten kendini alamadı. Cumâ namazından sonra bütün cemâat, Somuncu Baba´nın elini öpmek, duâsını almak istedi. Cemâatin bu arzusunu kıramayan Somuncu Baba hazretleri, kapıda durdu. Ulu Câminin üç kapısından çıkan herkes; "Ben Somuncu Baba´nın elini öpmekle şereflendim." diyordu. Somuncu Baba, yine kerâmet göstererek, Allahü teâlânın izniyle her üç kapıda da aynı ânda bulunarak cemâate elini öptürmüştü.

Namazdan sonra evine giden Hâmid-i Velî´ye, Molla Fenârî; "Efendim! Bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat bâzı anlıyamadığım yerler vardı. Bu hutbenizle, bilemediğimiz yerleri îzâh etmiş oldunuz. Medresede hizmetimiz karşılığında kazandığımız beş bin akçe paramız vardır. Şüphesiz helâldir. Kabûl buyurursanız bunları size hediye etmek istiyorum." dedi. O, kabûl etmedi. Bunun üze­rine Molla Fenârî, Somuncu Baba´ya; "Talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum." deyince, Somuncu Baba ona teveccüh ederek duâlarda bulundu. Molla Fenârî´nin, Somuncu Baba´dan aldığı feyz ile yazdığı tefsîrini bütün âlimler çok beğenmiş, asırlarca mûteber bir tefsîr olduğunu söylemişlerdir.

Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; "Sırrımız fâş olup, herkes tarafından anlaşıldı." diyerek, Bursa´dan gitmek istedi. Bir sabah erkenden, Gavas Paşa Medresesinden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baba´nın Bursa´yı terketmekte olduğunu işiten Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip Bursa´da kalması için çok yalvardı, ricâlarda bulundu. Fakat kabûl ettiremedi. Sonunda, Bursalılara duâ etmesini istedi. Somuncu Baba, bu çınarın yanında Bursa´ya yönünü dönerek, feyizli, bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti ve vedâlaşarak ayrıldılar. Bursa´da bu çınarın bulunduğu bölgeye "Duâ çınarı" denildi.

Bursa´dan ayrılan Somuncu Baba, Aksaray´a geldi. Burada ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için uğraştı. Hem zâhirî, hem de bâtınî ilmi ile Aksaraylıların gönüllerinde erişilmesi güç olan mümtâz bir mevkiye erişti. Artık ona Hâmid-i Aksarâyî denilmeye başlandı. Hâcı Bayram´ı Velî ile hacca gittiler. Dönüşlerinde, Hâcı Bayram´ı kendisine halîfe, vekîl tâyin etti. İnsanları irşâd etmekle vazifelendirdi.

Büyük velîlerden Sultan Dîvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası Abapûş-i Velî de büyük velîlerdendidr... Abapûş-i Velî´ye bir gün en çok sevdiği küçük oğlu Mehmed Çelebi´nin vefât haberi geldi. O zaman, Abapûş-i Velî; "Hakk´ın rahmetine mi kavuştu? Hayır yanlışınız var, uyuyor o. Bu sefer yanıldınız." dedikten sonra, hemen küçük oğlunun yattığı odaya sessizce girdi. Üzerindeki örtüyü kaldırarak; "Uyuyor musun Mehmed´im? Bu ne uykusu? Senin bu dünyâda hizmetin var. Uyan Mehmed´im uyan!" dedi. Mehmed Çelebi, uykudan uyanırcasına, tatlı bir mahmurlukla gözlerini açtı ve babasına uzun uzun baktı.

Abapûş-i Velî hemen oğlunu dergâha götürerek, kırk günlük riyâzet ve uzlete soktu. Bu müddet içinde Sultan Dîvânî tasavvufta büyük dereceler elde etti. Babasının sağlığında, yerine geçerek talebe yetiştirmeye başladı.

Sultan Dîvânî, babasının yerine geçtikten sonra, Konya´ya Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî´nin kabrini ziyâret için yola çıktığında şehrin ileri gelenleri tarafından uğurlandı. Yolun yarısında Beşâre denilen yere geldiğinde Konya´dan karşılamaya gelenler oldu. Sultan Dîvânî burada nice tesirli sohbetler yaptıktan sonra yoluna devâm etti. Konya´da Celâleddîn-i Rûmî´nin kabr-i şerîflerini ziyâreti esnâsında, Sultan Dîvânî´yi bir hal kapladı. Bu durumu garipsiyenlerin halleri Sultan Dîvânî´ye mâlûm olunca, dergâh hamamının yanmakta olan ocağına girdi. Allahü teâlânın izni ile ocaktaki ateş ona hiç tesir etmedi. Bu durumu gören sû-i zan sâhiplerinin kalplerindeki bozuk düşünceler kayboldu ve o büyük zâta samîmî olarak bağlandı.

Tîmûr Han zamânında, devlet hazînesinin süsü olmak üzere bir fermanla Celâleddîn-i Rûmî´nin Dîvân-ı Kebîr´i türbeden alınarak Mâverâ- ünnehr´e götürüldü. Daha sonra bölgede çıkan karışıklıklar sırasında Dîvân-ı Kebîr bozuk bâtınî fırkasından olan Şah İsmâil´in eline geçti. Bu yüzden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sultan Dîvânî´ye mânevî işâretle Dîvân-ı Kebîr´i o bid´at ehlinin elinden kurtarması, eski yerine koyması emredildi. Bu sebeple Afyon´dan yola çıkan Sultan Dîvânî, önce Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî´nin kabrini ziyâret etti. Sonra İran´a doğru yola çıkan Dîvânî, her uğradığı yerde insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. İran sınırında Şah İsmâil´in muhâfızları ile karşılaştı. Onlar, gelip geçenlere nereden gelip, nereye gittiklerini sorarlardı. Bu sorgulamada muhâfızların başındaki çavuş, Sultan Dîvânî´ye edepsizlik etti. Bu yüz- den dili tutulup, bu halde reislerinin yanına gittiğinde, oradakiler, çavuşun hâlini görünce, içlerinden biri Sultan Dîvânî´nin üzerine doğru yürürken eli felç oldu. Onlardan Sultan Dîvânî´ye zarar vermek isteyenlerden herbirinin başına bir iş geldi.

Böylece Sultan Dîvânî´ye zarar veremeyeceklerini anlayıp, ona iyi muâmelede bulunmak zorunda kaldılar. Sultan Dîvânî rahat bir şekilde Şah İsmâil´in başkentine vardı. Şah İsmâil, Sultan Dîvânî´nin geldiğini duyunca, görünüşte, gelişini tebrik etmek hakikâtte ise, onun ahvâlini araştırmak maksadıyla adamlarını yanına gönderdi. Adamlarından herbirisi kendilerine göre Şah İsmâil´e rapor verdi. Şah İsmâil adamları ile görüştükten sonra ikrâm görünüşünde, onun için bir dergâh yaptırıp, her bakımdan onu kayıt altına almak ve onun tekrar memleketine dönmesine mâni olmak istedi. Bunun üzerine Sultan Dîvânî; "Dervişlere ikrâm, Dîvân-ı Kebîr´in teslimi iledir." buyurarak, maksadını ifâde etti. Şah ve vezîri aralarında anlaşarak bir ziyâfet esnâsında Sultan Dîvânî´nin zehirlenmesine karar verildi. Bu durum Allahü teâlânın izni ile Sultan Dîvânî´ye mâlûm oldu. Yemek sırasında verilen zehirli şerbet kâsesini alıp, Şah İsmâil´e hitâben; "Bu can eriten kâseyi Şah mı yoksa, vezir ile mi içeyim?" dedikten sonra vezire yüzünü çevirdi. Bir yudumda içti. Allahü teâlânın ihsânı olarak, zehrin tesiri kalmadı. Şâh İsmâil onun bu kerâmeti karşısında istemeyerek de olsa, Dîvân-ı Kebîr´in kendisine verilmesini emretti. Sultan Dîvânî´nin bu kerâmetini gören devlet ricâli arasında onu sevip, Eshâb-ı kirâm düşmanlığı inancından vazgeçerek Ehl-i sünnet îtikâdına dönenler oldu.

Sultan Dîvânî, Dîvân-ı Kebîr´i teslim alacağı yere talebeleri ile birlikte büyük bir şevk ve heyecanla vardı. Halk onları büyük bir merakla tâkib ediyordu. Sultan Dîvânî orada insanlara nasîhat dolu güzel bir vâz verdi.Teslim işleri bitip ayrılacakları sırada, birçok kimse Ehl-i sünnet îtikâdına dönerek, Sultan Dîvânî´nin elini öpmek için sıraya girdiler. Bunlar arasında Şah İsmâil´in oğlu da vardı. Şah İsmâil bunu duyunca çok kızdı ve Sultan Dîvânî´nin arkasından askerler gönderdi. Askerler Sultan Dîvânî´nin bulunduğu kervana yaklaşınca, başındaki külahı kılıç gibi onlara doğru tuttuğunda, askerler perişan oldu. Kurtulanlardan bâzısı kaçtı, bâzısı da tövbe ederek Ehl-i sünnet îtikâdına girdi.

Sultan Dîvânî dönüşünde Bağdât, Halep üzerinden Konya´ya geldi. Dîvân-ı Kebîr´i yerine koydu. Bu sırada kırk kişi ona halîfe olmakla şereflendi.

Sultan Veled hazretleri, Konya´da yetişen velîlerin büyüklerinden olup, Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin ortanca oğludur. H.623 de Karaman´da dünyâya geldi.

Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî hazretlerinin, bu oğluna şefkati ve merhameti çok fazla idi. Geceleri teheccüd namazına kalktıklarında, çocuk olan Sultan Veled ağladığı zaman, annesini uyandırmaz, oğlunu kucağına alırdı. Çocuk, hikmet-i ilâhî kucağa alınır alınmaz ağlamayı keser, teskin olurdu. Sultan Veled, çocukluk yıllarında bile babasını çok sever, onun yanında kalmayı annesine tercih ederdi. Mevlânâ da onu çok sever ve dîn-i İslâma hizmet eden büyük âlimlerden olması için çok duâ ederdi.

Mevlânâ, bir gün oğullarından Sultan Veled´i sağ tarafına, Alâeddîn Muhammed´i sol tarafına almış oturuyordu. Bu sırada yeşil elbiseli nûr yüzlü iki kişi gelip, selâm verdiler. Mevlânâ´dan izin alarak, Sultan Veled´i alıp götürdüler. Bir saatten sonra, tekrar gelip Sultan Veled´i teslim ettiler ve; "Yâ hazreti Mevlânâ! Bu güzel yavrunuz, neslinizi devâm ettirecektir. Dünyâda pekçok kimselerin hidâyete gelmesine, doğru yola kavuşmasına sebeb olacak, dîn-i İslâma uzun yıllar hizmet edecektir." deyip, ay­rıldılar.

Mevlânâ, Sultan Veled´e küçük yaşından îtibâren ilim öğretmeye başladı. Onu zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetiştirdi. Tasavvuf yolunda mârifet, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarına âit bilgiler sâhibi eyledi. Sultan Veled gençliğinde, her ilimde pek yüksek derecelere kavuştu. Bununla ilgili olarak Mevlânâ, oğluna buyurdu ki: "Ey oğlum Sultan Veled! Benim dünyâya gelmemin sebebi, senin dünyâya gelmen içindir. Kalbim mârifetler, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarıyla ilgili bilgilerle doludur. Bu bilgilerin cümlesini sana öğretmekle vazifeliyim." Bir defâ da; "Oğlum Sultan Veled, çok tâlihli ve bahtiyâr biridir. Ömrünün, hep rahat ve huzûr içinde geçeceğini ümîd ediyorum." buyurdu.

Büyük velîlerden Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânındaki büyük âlimlerden ilim ve edeb öğrendi. Hadîs ve fıkıh ilminde müc- tehîd oldu. Meşhûr âlim ve velîlerden Cüneyd-i Bağdâdî, Hamdun Kas- sâr bunun mezhebinde idiler. Mezhebi zamanla unutuldu.

Süfyân-ı Sevrî hazretleri Mekke-i mükerremeye gittiği zaman halk başına toplanır, bilmedikleri ve anlayamadıkları hususları sorarlardı. Hepsine teker teker cevap verir, müşkillerini hallederdi. Hâfızası çok kuv- vetli ve fevkalâde idi. "Hâfızam, kendisine tevdi ettiğim hiçbir şeyde bana ihânet etmedi." buyurdu. Yâni öğrendiğim hiçbir şeyi unutmadım demek istedi. Yirmi yıl geceleri uyumadı ve hiç abdestsiz gezmedi. Ölümü hatır- ladığında kendinden geçerdi. Kime rastlasa; "Ölüm gelmeden önce ona hazırlan!" derdi.

Güzel halleri ve kerâmetleri pek çoktur. Süfyân-ı Sevrî´nin annesi ona hâmile iken bir gün dama çıkıp komşudan habersiz bir turşu ağzına koydu. Bunun üzerine henüz ana rahminde bulunan Süfyân, kafasını şiddetle annesinin karnına vurdu. O anda annesi, yediği turşuyu izinsiz aldığını hatırlayıp, komşuya koştu. Onunla helallaştı. Süfyân-ı Sevrî ana karnında bile haram lokmayı kabûl etmeyip, hep helâl lokma ile büyüdü.

Süleymân Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) İyi bir tahsîl gördükten sonra Bursa´daki Ulu Câminin baş imâmlığına getirildi. Bu câmideki i- mâmlığı sırasında, birgün İranlı bir vâiz, vâz ve nasîhat ederken, Bekara sûresinin iki yüz seksen beşinci âyet-i kerîmesinin; "Biz Allahü teâlânın peygamberlerinden hiç birinin arasını ayırd etmeyiz (hepsine inanırız). Duyduk ve itâat ettik." meâl-i şerîfini tefsîr ederken de; "Hazret-i Muham- med ile hazret-i Îsâ arasında hiçbir farklılık, üstünlük yoktur." diye, kendi kafasına, bozuk inanışına göre tefsîr etti. Cemâat arasında bulunan bir kimse dayanamayıp, ayağa kalktı ve; "Ey câhil! Kendi kafana göre nasıl tefsîr edebilirsin? Sen bu ilimde çok gerilerdesin. Hiç peygamberler (aleyhimüsselâm) arasında üstünlük farkı olmaz olur mu? Elbette pey- gamberimiz Muhammed (aleyhisselâm), bütün peygamberlerden daha üstündür. Burada fark yoktur demek, nübüvvet ve risâlet yö­nünden fark yoktur demektir. Üstünlükler, mertebeler yönünden değildir. Burada; "Bi- rinin peygamberliğini kabûl edip, diğerini kabûl etmiyerek aralarında bir ayrılık gütmeyiz. Herbirini kendi derecelerine göre peygamber olarak ka- bûl ederiz" buyurulmaktadır. Bundan, derece ve fazîletleri aynıdır anlamı çıkmaz. Bunun isbâtı ise, yine Bekara sûresinin iki yüz elli üçüncü âyet-i kerîmesidir. Burada meâlen; "Bu (sûrede sözü geçen) peygamberlerin bir kısmını, kendilerine verilen özelliklerle diğerle­rinden üstün kıldık." buyurulmaktadır. Görüldüğü gibi, bu iki âyet-i kerîme, bizim âlimlerimizin tefsîr ettiği gibi birbirlerini doğrulamaktadır. Hâlbuki, senin bozuk düşün- cene göre birbirlerini tekzib etmektedir ki, hâşâ bu olamaz!" gibi pekçok sözler söyledi, pekçok delîller getirdi. Neticede İranlı vâiz, yanlış düşün- düğünü kabûl etti. Bütün bunlara şâhid olan Ulu Câmi baş imâmı Süley- mân Çelebi, bu hâdiseden dolayı çok duygulanmış ve meşhûr Mevlid-i Şerîfini yazmıştır. Mevlid-i Şerîf´inde, hep Ehl-i sünnet îtikâdını anlatmış- tır. Bu bozuk îtikâdlı vâizin sözüne cevap olarak:



"Ölmeyüb Îsâ göğe bulduğu yol,

Ümmetinden olmak için idi ol."



beytini söyledikten sonra, Resûlullah efendimizin fazîletlerini şöyle îzâh etmiştir:

"Dahî hem Mûsâ elindeki asâ,

Oldu O´nun izzetine ejderhâ.



Çok temennî kıldılar Hak´dan bunlar,

Kim Muhammed ümmetinden olalar.



Gerçi kim bunlar dahî mürsel durur.

Lâkin Ahmed efdâl-ü-ekmel durur.



Zîrâ efdalliğe ol elyak durur,

Ânı öyle bilmeyen ahmak durur."



Süleymân Çelebi, Mevlid´inde; Allahü teâlânın mutlak irâdesini, yoktan var ettiğini ve Muhammed aleyhisselâmın hiçbir mahlûkda bulunmayan üstün, yüksek ve emsâlsiz vasıflarını anlatır. Her kelimesinde, gönlü Resûlullah aşkı ile yanan bir müminin engin aşk ve muhabbet kokuları vardır. Hazret-i Muhammed´in diğer peygamberlere olan bütün üstünlükleri, en güzel kelimeler ve en vecîz ifâdelerle anlatılmıştır.

Mevlid; münâcaat (Allahü teâlâya yalvarma), velâdet (Peygamberimizin doğumu), risâlet (Peygamberliğin bildirilişi), mîrâc (Göklere çıkışı, Cennet´i ve Cehennem´i görmesi), rıhlet (Peygamberimizin vefâtı) ve duâ bölümlerinden ibârettir.

Söze Allahü teâlânın ism-i şerîfi ile başlayan Süleymân Çelebi, Âdem aleyhisselâmdan Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma kadar bütün dedeleri olan Peygamberlerin alınlarında nûr parladığını ve bu nûrun Muhammed aleyhisselâma intikâl ettiğini anlatır. Peygamber efendimizin doğuşuna geniş bir yer ayırarak, O doğarken annesinin neler duyup, neler gördüğünü, bu ânda bütün varlıkların engin bir neşe içinde kaldıklarını, bütün zerrelerin O´nu büyük neşe içinde karşıladığını söyler. Mevlid´de bundan sonra, Muhammed aleyhisselâma peygamberliğinin nasıl bildirildiğini ve mi´râc hâdisesinin nasıl olduğunu anlatır. Derin üzüntü içinde yazdığı rıhlet ve daha sonra duâ ile Mevlid´ini bitirir. Peygamber efendimizin her varlığın yaratılışı sebebi, bütün yaratılmışların en şereflisi ve O´nu bütün peygamberlere üstün kılan Allahü teâlâya şükürler etmektedir.

Eserde çok olgun fikirler ve kompozisyon bütünlüğü vardır. Mevlid, mesnevî şeklinden ziyâde, kasîde şeklinde tertiblenmiştir. Bâzı yerlere gazel parçaları da ilâve edilmiştir. Arûz vezni ile yazılmış, (fâilâtün, fâilâ- tün, fâilün) kalıbı kullanılmıştır. Yalnız bir yerde (Mef´ûlü, fâilâtü, mefâîlü, fâilün) kalıbına yer verilmiştir.

Kâfiyeler güzel ve sağlamdır. Süleymân Çelebi, Mevlid´in mısralarının mükemmel olması için çok titizlik göstermiş, bu sebeple Mevlid, üstün sanat sâhibi dîvan şâirlerince dahî sevilip beğenilmiştir.

Mevlid´de hem olayların, hem de düşüncelerin anlatıldığı yerlerde, en kısa, en uygun ve mümkün olan en sâde anlatım şekli kullanılmıştır. Mevlid´de, hemen her türlü söz ve ifâde sanatına rastlanır. En çok cinâs, teşbîh ve tekrîr gibi sanatlara önem verilmiştir. Bölümlerin ve kitabın bütünlüğüne titizlik gösterildiği kadar, her mısra´ın ayrı ayrı güzelliği de gözden kaçmamaktadır. Mevlid, lirizm (içlilik) ve öğreticiliği (didaktizmi) iyice kaynaştırmış bir şiir kitabıdır. Kuruluktan uzak olduğu gibi, sırf coş­kunluktan da ibâret değildir. Görünüşte kolay, fakat denendiğinde benzerinin yazılmasının çok zor olduğu görülür.

Son devir din âlim ve velîlerinden Süleymân Hilmi Tunahan (rah- metullahi teâlâ aleyh) ilim ehli ve fazîlet sâhibi bir âileden dünyâya gelen Süleymân Hilmi Tunahan, ilk tahsîlini Silistre Rüşdiyesinde ve Silistre Satırlı Medresesinde yaptı. Bilâhare tahsîlini tamamlamak için İstanbul´a gelerek Sahn-ı Semân (Fâtih) Medresesine kaydoldu. Fâtih dersiâm- larından ve o devrin meşhûr âlimlerinden Bafralı Ahmed Hamdi Efendi (Büyük Hamdi Efendi)nin ders halkasına devâm etti. Zamânın usûlüne göre aklî ve naklî ilimleri tahsîl ettikten sonra 1916 senesinde Ahmed Hamdi Efendiden birincilikle icâzet, diploma aldı. Daha sonra o zamanki tâbiri ile dersiâm (profesör) olarak yetişmek üzere Süleymâniye Câmii medreselerinden Medresetü´l-Mütehassısînin tefsîr ve hadîs kısmına de- vâm etti. Son derece parlak bir zekâya sâhib olan Süleymân Hilmi Tuna- han, 1919 senesinde Medresetü´l-Mütehassısîn´den birincilikle mezûn oldu. Aynı yıllarda Medresetü´l-Kuzâtı (Hukuk Fakültesini) da üstün bir derece ile bitirdi. Böylece bir taraftan dersiâm diğer taraftan da kâdılık rütbelerine ulaşarak devrinin zâhirî ilimlerini tamamladı. Mezûniyetini müteâkip İstanbul´da dersiâm olarak vazîfeye başlayan Süleymân Hilmi Tunahan bir müddet sonra medreselerin kapatılması üzerine vâizliğe tâyin edildi. Uzun müddet İstanbul´un Sultanahmet, Süleymâniye, Yeni Câmi, Şehzâdebaşı ve Piyâle Paşa gibi büyük câmilerinde halka vâz ederek insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı.

Büyük velîlerden Süveyd Sincârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü teâlânın, kulları arasından seçtiği ve dilinde hikmetli sözler söylettiği ve hârikulâde hallere kavuşturduğu velî bir kuluydu. Herkes tarafından sevilip saygı ve hürmet gördü. İlim, amel, ihlâs, zühd sâhibi olup, dünyâ ve dünyâlık olan şeylerden uzak durmakta emsalsizdi. Ömrünün çoğunu Sincar ve civârında geçirdi. Çok talebe yetiştirdi. Şeyh Hasan Telaiferî, Osman bin Âşûr Sincârî ve başka âlimler ona severek talebe olmuşlar ve sohbeti ile şereflenmişlerdir.

Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretleri de sık sık Süveyd Sincârî?yi anıp, medhederdi.

Süveyd Sincârî hazretleri hikmetli sözleriyle güzel hal ve kerâmetleriyle tanınıp meşhur oldu.

Tâbiînin büyüklerinden, meşhûr bir âlim ve velî Şa´bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) büyük bir fakih (fıkıh âlimi, İslâm Hukuku âlimi) ve muhaddis (hadîs âlimi)dir. Hattâ İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe gibi, Ehl-i sünnet vel-cemâatın reîsi olan büyük bir müctehidin en büyük hocalarındandı. Saîd bin Müseyyib Medîne´de, Mekhûl Şam´da, Hasan-ı Basrî Basra´da, Şa´bî Kûfe´de o asırda dînin dört direği gibi idiler.

Şa´bî hazretleri tefsîr hususunda, çok ihtiyatlı ve tedbirli davranırdı. Tefsîr ile ilgili açıklamaları, Resûlullah´tan ve Eshâb-ı kirâmdan gelen rivâyetlere dayanırdı.

O kırâat ilmini Abdurrahmân es-Selemî ve Alkame´den, Muhammed bin Ebî Leylâ da ondan rivâyet etmiştir. Şa´bî hazretleri, Hâris el-A´ver´- den de hesap öğrenmiştir. Hârikulâde (çok üstün) bir zekâsı vardı. Onun kuvvetli ezber kâbiliyeti, darb-ı mesel hâline gelmiştir. Eline kalem alıp, hiçbir şey yazmamıştı. Bununla berâber, kendisine rivâyet edilen hadîs-i şerîfi hemen ezberler, hiçbirinin tekrâr edilmesine lüzum hisset­mezdi. Derdi ki: "En az rivâyet ettiğim şey şiirdir. Bununla birlikte, istersem size tekrâr etmeksizin, bir ay devamlı şiir söyliyebilirim."

Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) henüz beşikte iken babası vefât etti. Annesi onu iki yaşındayken asıl memleketleri olan Mekke´ye getirdi. Çocukluğu orada geçen Şâfiî, zekâ ve olgunluğuyla kendini gösterdi. Altı yaşında iken mektebe gitmeye başladı. Zâhide bir annesi vardı. İnsanlar emânetlerini ona bırakırlardı.

Yedi yaşına gelince Kur´ân-ı kerîmi ezberledi. Bundan sonra ilim öğrenmeye başladı. Mekke´de bulunan zamanın meşhûr âlimlerinin derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Kendisi, ilim öğrenmeye başladığı bu ilk günleri için şöyle demiştir: "Kur´ân-ı kerîmi ezberledikten sonra devamlı Mescid-i harâma gidip, fıkıh ve hadîs âlimlerinden pekçok istifâde ettim. Fakat çok fakir idik, bir yaprak kâğıt almaya bile gücümüz yoktu. Derslerimi ve öğrendiğim meseleleri, kemik parçaları üzerine yazardım."

İmâm-ı Şâfiî, Mekke´deki bu ilk tahsilinden sonra Arapçanın inceliklerini ve edebiyatını öğrenmek için, çölde yaşayan Huzeyl kabîlesinin arasına gitti. Orada da bilgisini ilerletip, ok atmayı öğrendi. Bu hususta da şöyle demiştir: "Ben Mekke´den çıktım. Çölde Huzeyl kabîlesinin yaşayışını ve dilini öğrendim. Bu kabîle, Arapların dil bakımından en fasîhi idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım, ok atmayı öğrendim. Mekke´ye döndüğüm zaman, bir çok rivâyet ve edebiyat bilgilerine sâhip olmuştum."


Konu Başlığı: Ynt: Evliya Hayatından Sahifeler
Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Mart 2010, 03:04:31
İmâm-ı Şafiî daha on yaşında iken, o zamanın en meşhûr âlimi İmâm-ı Mâlik´in Muvattâ adlı hadîs kitabını, dokuz gecede ezberlemiştir. Gençliğinin ilk yıllarında kendini tamamen ilme verip, Mekke´deki Süfyân bin Uyeyne, Müslim bin Hâlid ez-Zencî gibi fakîh ve muhaddislerden ilim tahsil etti. Hadîs, fıkıh, lügat ve edebiyatta çok yükseldi. Mekkeli gençler arasında, ilimde parmakla gösterilen bir dereceye ulaştı.

Şâfiî´nin tahsil hayâtındaki en önemli safha İmâm-ı Mâlik´e talebe olmasıyla başlamıştır. Mekke´den Medîne´ye gidip, İmâm-ı Malik´den ders almasını şöyle anlatmıştır: "İlk zamanlar Mekke´de, Müslim bin Hâlid´den fıkıh öğrendim. O sırada Medîne´de bulunan Mâlik bin Enes´in büyüklüğünü ve müslümanların imâmı olduğunu işittim. Kalbime geldi ki onun yanına gideyim, talebesi olayım. Sonra onun meşhûr eseri olan Muvat- tâ´nın bir nüshasını, Mekke´de birinden tekrar geri vermek üzere alıp ezberledim. Mekke vâlisine gidip, birini Medîne vâlisine birisini de Mâlik bin Enes´e vermek üzere iki mektup alıp Medîne´ye gittim. Medîne´ye varınca, Medîne vâlisine gidip ona âit olan mektubu verdim ve Medîne vâlisi ile birlikte İmâm-ı Mâlik´in yanına gittik. İmâm-ı Mâlik dışarı çıktı. Uzun boylu ve gâyet heybetli bir görünüşü vardı. Medîne vâlisi, Mekke vâlisinin gönderdiği mektubu İmâm´a takdim etti. Mektupta; "Muhammed bin İdrîs, annesi tarafından şerefli bir kimsedir. Ve hali şöyle şöyledir..." diye yazılı olan kısmı okuyunca; "Sübhânallah! Resûlullah´ın sallallahü aleyhi ve sellem ilmi şöyle mi oldu ki, mektup ile yazılıp, sorulup, talep olunur." dedi. Ben de durumumu ve ilim öğrenmek istediğimi anlattım. Sözlerimi dinledikten sonra bana baktı. Adın nedir, dedi. Muhammed´dir dedim. Ey Muhammed! İleride büyük bir şânın olacak, Allahü teâlâ senin kalbine bir nur vermiştir. Onu mâsiyyetle söndürme! Yarın birisi ile gel, sana Muvattâ´yı okusun buyurdu. Ben de; "Onu ezberledim, ezberden okurum" dedim. Ertesi gün İmâm-ı Mâlik´e gelip okumağa başladım. Her ne zaman, İmâmı üzme korkusundan okumağı bırakmak istesem, benim güzel okumam onu hayretler içerisinde bırakır, ey genç daha oku derdi. Kısa zamanda Muvattâ´yı bitir­dim."

İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik´in yanına geldiği zaman, yirmi yaşlarında bulunuyordu. İmâm-ı Mâlik onu himâyesine alıp, dokuz yıl müddetle ilim öğretti. İlimde yüksek bir dereceye ulaşan Şâfiî hazretleri, Mekke´ye dönünce, oraya gelen Yemen vâlisi, onu Yemen´e götürüp kâdılık vazifesi verdi. Beş yıl kadar bu görevi yaptıktan sonra, Bağdat´a giderek, ilmini ilerletmek için, İmâm-ı A´zamın talebesi İmâm-ı Muhammed´den ders almaya başladı. İmâm-ı Muhammed onu kendi himâyesine alıp, yazmış olduğu kitaplarını okutmak sûretiyle, Irak´ta tedvîn edilen fıkıh ilmini ve Irak´ta meşhûr olan rivâyetleri öğretti. İmâm-ı Muhammed ayrıca İmâm-ı Şâfiî´nin annesi ile evlenerek onun üvey babası oldu. İmâm-ı Şâfiî onun ilminden ve kitablarından çok istifâde etmiştir. Şafiî hazretleri bu hususta şöyle demiştir: "İlimde ve diğer dünyâ işlerinde, İmâm-ı Muhammed kadar bana kimse faydalı olmamıştır." Ebû Ubeyd şöyle demiştir: Şâfiî´den duydum, buyurdu ki: "İmâm-ı Muhammed´den öğrendiğim meselelerle ve ilimle, bir deve yükü kitap yazdım. Eğer o olmasaydı ilim kapısının eşi­ğinde kalmıştım. Bütün insanlar ilimde, Irak âlimlerinin, Irak âlimleri de Kûfe âlimlerinin çocuklarıdır. Onlar da Ebû Hanîfe´nin çocuklarıdır." Yâni bir babanın çocukları için lâzım olan nafakayı kazanıp, çocuklarını beslemesi gibi, Ebû Hanîfe de kendinden sonrakileri böylece ilimle beslemiş ve doyurmuştur. Şâfiî ayrıca Selim-i Râî´nin sohbetine kavuşup, vilâyet (evliyâlık) makamlarına da kavuştu.

Şâfiî hazretleri ilim, zühd, mârifet, zekâ, hâfıza ve neseb bakımlarından zamânındaki âlimlerin en üstünü idi. On üç yaşında iken, Harem-i şerîfde; "Bana istediğinizi sorunuz?" derdi. On beş yaşında iken fetvâ verirdi. Zamânının en büyük âlimi olan ve üç yüz bin hadîs-i şerîfi ezbere bilen İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, ondan ders almağa gelirdi. Çok kimse, İmâm-ı Ahmed´e; "Böyle büyük bir âlim iken, kendi çocuğun gibi bir genç karşısında nasıl oturuyorsun?" dediklerinde; "Bizim ezberlediklerimizin mânâlarını o biliyor. Eğer onu görmeseydim, ilmin kapısında kalacaktım. O, dünyâyı aydınlatan bir güneştir, ruhlara gıdâdır." derdi. Bir kere de; "Fıkıh kapısı kapanmıştı. Allahü teâlâ, bu kapıyı, kullarına İmâm-ı Şafiî ile tekrar açtı." dedi. Bir kerre de; "İslâmiyete, şimdi Şâfiî´den daha çok hizmet eden birini bilmiyorum." dedi. İmâm-ı Ahmed, yine buyurdu ki: "Allahü teâlâ her yüzyılda bir âlim yaratır, benim dînimi, herkese onun ile öğretir." hadîs-i şerîfinde bildirilen âlim, İmâm-ı Şâfiî´dir. Hadîs-i şerîfte; "Kureyş´e sövmeyiniz. Zîrâ Kureyşli bir âlim, yeryüzünü ilimle doldurur." buyuruldu. İslâm âlimleri bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Şâfiî´nin geleceğini bildirmiştir, demişlerdir.

İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik´in ve İmâm-ı A´zamın talebesi İmâm-ı Muhammed´in derslerine devam ederek, İmâm-ı A´zamın ve İmâm-ı Mâlik´in ictihad yollarını öğrenip, bu iki yolu birleştirdi ve ayrı bir ictihad yolu kurdu. Kendisi çok beliğ, edîb olduğundan, âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin ifâde tarzına bakıp, kuvvetli bulduğu tarafa göre hüküm verirdi. İki tarafta da kendi usûlüne göre kuvvet bulamazsa, o zaman kıyas yolu ile ictihad ederdi. Böylece müslümanların ibâdetlerinde ve işlerinde uyacakları bir yol göstermiştir. Onun kendi usûlüne göre şer´î delillerden çıkardığı hükümlere, yâni gösterdiği bu yola "Şâfiî Mezhebi" denildi. Ehl-i sünnet îtikâdında olan müslümanlardan, amellerini yâni ibâdet ve işlerini, bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara "Şâfiî" denir.

Şâfiî mezhebinin reisi olan İmâm-ı Şâfiî, usûl-i fıkıh ilmindeki meseleleri ilk defâ tasnif edip, kitaba yazan kimsedir. Bu ilimdeki eserinin adı Er-Risâle fil- Usûl´dür.

Şâfiî mezhebi, Hanefî mezhebinden sonra en çok yayılan bir mezhebdir. Mısır, Mekke, Medîne´de, Endonezya´da, Aden´de, Filistin´de, Âzerbaycan´da ve Semerkant´ta, Doğu ve Güneydoğu Anadolu´da ve diğer yerlerde yayılmıştır.

Hindistan?ın büyük velîlerinden, tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin çocukluğu bile diğer çocuklardan farklıydı. Oynamasında, gülmesinde, yiyip içmesinde bir başkalık vardı. Zekâ ve hâfızası, edeb ve hayâsı fevkalâde idi. Bir gün bahçede akranı çocuklarla oynayıp eve dönmüştü. Babası yanına çağırıp; ?Evlâdım! Bu günden îtibâren öyle şeylerle meşgûl ol ki, bu meşgûliyetten eline geçen şey yanında kalsın. Bunlar da, okumak, yazmak, ibâdet gibi şeylerdir.? dedi.

Babasının sözlerini dikkatle ve can kulağıyla dinleyen Şâh Veliyyul- lah; o zamâna kadar geçen vakitlerine eyvâhlar edip, o günden sonra bir daha oyun oynamadı. Daha beş yaşındayken babasından Kur?ân-ı kerîmi okumayı öğrenip, temel din bilgilerini de tâlim eyledi. Yedi yaşında ana dili olan Fârisîyi okuyup yazdı. On yaşında Arabî lisânının gramer bilgilerinde Molla Câmî?nin eserini okuyacak seviyeye geldi. Ba­basının nezâretinde, hadîs ilminde; Mişkât, Sahîh-i Buhârî, Şemâil-i Şerîf kitap- larını okudu. Tefsîr ilminde; Şerh-i Vikâye?yi, usûl-i fıkıh ilminde; Hüsâmî, Tevdîh ve Telvîh kitaplarını okudu. Kelâm ilminde; Şerh-i Akâid, Şerh-i Hayâlî ve Şerh-i Mevâkıf ve diğer eserleri, mantık ilminde; Şerh-i Şem- siyye, tasavvuf ilminde; Avârif-ül-Meârif ve Resâil-i Nakşibendiyye?yi okudu. Nahiv ilminde, Molla Câmî?yi ve meânî ilminde, Mutavvel ve Muh- tasar-ül-Me?ânî adlı eserleri okudu. İlm-i hey?et (astronomi), hesab (arit- metik) ilimlerine âit çeşitli kitapları ve tıb ilminde El-Mu?cez fit-Tıb adlı kitabı okudu. İlmin her dalında geniş araştırmalar ve incelemeler yaptı. Dört hak mezhebin fıkıh kitaplarını tâlim edip, inceliklerine vâkıf oldu. On beş yaşına geldiğinde, zamânında okutulan zâhirî ilimlerdeki tahsîlini tamamlayıp kemâle gelmişti. Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yolunda mübârek bir kimse olan babasından feyz alarak, bâtınî hazînelere de kavuştu. Son olarak okuduğu Beydâvî Tefsîri´ni tamamlayınca babası, ulemâ ve sâlihlerin, fakir ve zenginlerin iştirâk ettiği bir yemekte, Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerine icâzet verip, başına da âlimlere mahsus sarığı giydirdi.

Bundan sonra üç sene daha babasının nezâretinde nefsini terbiye edip, velîlik yolunda ilerlemeye gayret etti. On sekiz yaşında iken babası Şeyh Abdürrahîm hastalandı. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde kemâle gelen oğlu Şâh Veliyyullah?ı kendi yerine geçirip, talebelere ilim öğretmek ve hak yolu bildirmek ile vazifelendirdi.

Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî, hem hac farîzasını îfâ etmek, hem de Haremeyn ulemâsının ilminden istifâde etmek maksadıyla, 1730 senesinde Mekke-i mükerremeye gitti. 1732 senesinde Hindistan?a döndü. Bu sırada Hindistan?da her şey karmakarışıktı. Siyâsî iktidar düzensiz ve kudretsizdi. İnsanlardan bir kısmı câhilliklerinden hindû ve diğer kâfirleri taklid eder olmuş, bir kısım müslümanlar da bid´at ehli kimselerin hâl ve hareketlerine kapılmışlardı. İlmin yerini cehâlet, fazîletin yerini ise denâ- et, alçaklık almıştı. Kötü din adamları ortalığı fitneye boğmuş, sâlih müs- lümanlar kıyıda köşede kalmışlardı. İşte böyle bir zamanda Hindistan?a dönen Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri, Eski Delhi?de kına satıcılarının bulunduğu Mehendiyen Çarşısı civârında babasından kalan eve yerleşti. O mütevâzî evinde ders vermeye başladı. İlme susayanlar, akın akın gelip onun gönüllere ferahlık veren derslerinden, ilim deryâsından istifâde ettiler. Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerinin ilim ve feyzinin üstünlüğü bütün beldeye yayıldı. O mütevâzî ev, talebeye kâfi gelmez oldu. Zamânın Gürgâniyye Devleti hükümdârı Sultan Muhammed, Şâh Veliyyullah hazretleri için bir medrese yaptırdı. 1857 senesinde İngilizlerin işgâline kadar bu medresede ilim öğretildi. İnsanlığın ve İslâmiyetin en büyük düşmanı olan İngilizler, yıllarca insanlara ilim ve feyz saçan bu mümtaz mekânı yakıp yıktılar, böylece târihe geçen zulümlerine bir yenisini daha eklediler.

Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî istikbâlin en büyük ilim merkezlerinden biri olacak olan bu medresede ilim ve feyz saçmaya başladı. Çok kimse kendisinden istifâde etti. Talebesinin adedi bilinmemektedir. Talebelerinin hepsine temel bilgileri öğrettikten sonra, herbirini kâbiliyetli olduğu ilimde yetiştirdi. Yetişen talebelerini memleketin çeşitli yerlerine gönderdi. Medresesindeki talebelerini kendi yetiştirdiği mütehassıs âlimlerin ellerine tevdî etti. Kendisi daha çok, kitap yazmak, ibâdet etmek, müşkil meseleleri halletmekle meşgûl oldu. Kendisini ilme öyle verirdi ki, sabah namazını müteâkip çalışmaya başlar, uzun zaman devâm eder, yemek yemek bile hatırına gelmezdi. Namaz hâricinde bütün dikkatini çalışmaya verirdi. Allahü teâlânın kelâmı olan Kur?ân-ı kerîmi tilâvet ederken, tam bir edeb ve dikkat üzere bulunur, Resûlullah efendimizin mübârek hadîs-i şerîflerini mütâlaa ederken bambaşka bir şekil alırdı. Bilmeyen biri görse onun hâline acırdı. Allahü teâlâ, onun Kur?ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere gösterdiği edeb ve hürmetin bereketine, kendisine yüksek dereceler ihsân etti. Fârisî olarak kısa ve özlü bir tefsîr yazdı. İlim sâhibi olup, tefsîr okuyabilecek seviyeye gelen talebelerine tâlim ettirdi. Tefsîr okuyabilecek seviyeye gelmeyenlerin bu pek kıymetli eserden fayda yerine zarar görebileceklerini anlatırdı. Bilhassa hadîs-i şerîf ilminde çok ilerleyen Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri, kendisi de tasavvufta yüksek derecelere erişmiş olmasına rağmen; ?Allahü teâlâ, bize sahîh keşfler ihsân eyledi. Bu zamanda, hiçbir yerde Mazhâr-ı Cân-ı Cânân?ın benzeri yoktur. Makamlarda ilerlemek isteyen onun hizmetine gelsin!? buyururlar ve talebelerden istidât ve istekli olanları Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine gönderirlerdi. Ayrıca Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine yazdıkları mektuplarında; ?Allahü teâlâ fazîletlerin tecellî yeri olan sizlere uzun zaman selâmet versin ve bütün müslümanları bereketlerinize kavuştursun!? diye yazardı. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri de; ?Şâh Veliyyullah derin hadîs âlimidir. Mârifet esrârının tahkîkinde ve ilmin inceliklerini bildirmekte, yeni bir çığır açmıştır. Bütün bu bilgileri ve üstünlükleri ile birlikte doğru yolun âlimlerindendir.? buyurur, talebelerinden istidâtlı ve istekli olanları Şâh Veliyyullah?a gönderirlerdi.

Bütün ilimlerde söz sâhibi olan, fakat bâzı ilimlerde daha fazla mütehassıs olan Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî, Kur?ân-ı kerîmin kırâatı ve nüzûlü, tefsîr, hadîs, fıkıh, siyer, tasavvuf bilgileri gibi ilim dallarında pek kıymetli olan iki yüz civârında eser yazdı. Otuz yedi-otuz sekiz senelik bir zaman zarfında yazılan bu kıymetli eserlerden bir kısmı kütüphânelerde mevcud olup, bir kısmının ise sâdece isimleri eserlerde zikredilmektedir. Hindistan?ı İngilizlerin yağmalaması esnâsında yok olduğu tahmin edilen bu kıymetli eserlerden mevcud olanların çoğu defâlarca basılmış, insanlar bunlardan istifâde etmişlerdir....?

Konya´ya gelen büyük velîlerden Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Tebriz´de ilim öğrendi ve edeb üzere yetişti. Daha küçük yaştayken mânevî hallere, üstün derecelere kavuştu. Kendisi şöyle anlatır: "Henüz ilk mektepteydim. Daha bülûğ çağına girmemiştim. Peygamber efendimizin sevgisi bende öyle yer etmişti ki, kırk gün geçtiği halde, O´nun muhabbetinden aklıma yemek ve içmek gelmedi. Bâzan yemeği hatırlattıklarında, onları elimle yâhut başımla reddederdim. Göklerdeki melekleri ve yerde gayb âlemini, kabirdekilerin hallerini müşâhede edebilirdim. Hocam Ebû Bekr, hallerimi başkalarına haber vermekten beni men ederdi. Bir gün babam bu hallerimden ürktü ve beni karşısına alıp; "Yavrucuğum! Ben senin acâyip işlerinden bir şey anlamıyorum. Bunun sonu nereye varacak? Korkarım ki sana bir zarar erişir?" dedi. Ben de ona; "Babacığım! Bir tavuğun altına konan bir ördek yumurtasından çıkan ördek yavrusunun dereye dalıp yüzdüğü gibi ben de mânevî deryâya dalmış bir haldeyim." diye cevap verdim."

Şems-i Tebrîzî hazretleri dünyâya hiç kıymet vermez, haram ve şüphelilerden son derece sakınır, mübâhların fazlasını terk ederdi. Bir yerde durmaz, talebelerin bulundukları yerlere giderek onları yetiştirirdi. Bu şekilde bıkmadan, yorulmadan pekçok yerler dolaştı. Bunun için kendisine "Uçan güneş" dediler. Şems-i Tebrîzî hazretleri seyâhat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulunması için duâ ederdi.

Şâfiî mezhebi âlimlerinden ve büyük velîlerden Şemseddîn İbn-i Münîr (rahmetullahi teâlâ aleyh) Nafakasını temin için, üstübeç, zercâr (bakır sülfat) gibi maddeler ve ıtriyât (güzel kokular) yapıp satardı. Her gün Baalbek çarşısında hazırladığı bu şeyleri satar, kazandığı altın, gümüş ve bakır paraları bir kâğıdın içine koyardı. Böylece her satıştan kazandığı para, cebinde ayrı kâğıtlara sarılmış hâlde dururdu. Huzûruna fakir bir kimse gelip bir yardım talebinde bulunsa, elini cebine atar, içinde para bulunan dürülü kâğıtlardan ne kadar gelirse, hepsini o fakire verirdi. Bunu yaparken, verdiği kâğıtların içinde ne kadar para bulunduğunu, fakire ne kadar verdiğini bilmezdi. İyilik, ihsân ve ikrâmları pekçok olup, çok sadaka verirdi. Bilhassa takvâ sâhiplerine, haramdan sakınan iyi kimselere çok yardımda bulunurdu. Mescidleri îmar eder, dünyâlık bir malı bulunmayarak vefât eden, garîb ve fakir kimselerin kefenleme mas­raflarını karşılardı.

İbn-i Münîr hazretleri de nefsin arzularına uymayıp, ona zor gelen ibâdetleri çok yapmakta pek ileriydi. Çok ibâdet eder ve devâmlı Allahü teâlâyı zikrederdi.

Her sene hacca giderdi. Bu gidişinin çoğu yaya olurdu. Omuzunda sâdece bir su kabı bulunur, ondan insanlara su dağıtırdı. Vefâtından evvel altmış yedi defâ hacca gittiğini söylemiştir. Her sene hac vazifesini îfâ ettikten sonra memleketine dönmez, Mescid-i Aksâ´yı da ziyâret ederdi. Orada bir ay kadar kaldıktan sonra memleketine dönerdi.

Hacca gidip gelirken, yolda ve orada kaldığı müddetçe birkaç hurmadan başka bir şey yiyip içtiği görülmezdi. Bâzı senelerde de hacca giderken, hayvanına zâhire, şeker, iğne, iplik, sürme gibi ihtiyaç eşyâlarını yükler, götürüp oradaki insanlara dağıtırdı. İnsanlar onu, şehrin dışına kadar çıkarak karşılarlardı.

Mâlikî mezhebi büyük âlimlerinden, velî Şerîf Tlemsânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) fıkıh, kelâm ve usûl ilimlerinde ihtisâsını tamamladı. İctihâd derecesine kavuştu. Tasavvuf ilminde, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarına âit mârifet bilgilerinde âdetâ bir deryâ gibi oldu. Akılları hayrete düşürecek derecede ilimlere sâhib bir âlim olarak memleketine döndü.

Âlim olunca, Magrib´de dîn-i İslâmı ihyâ edip, bid´atleri ortadan kaldırmak için bütün gücüyle çalıştı. Resûlullah efendimizin sünnet-i seniy- yesini yaymakta çok gayret gösterdi. Zamânındaki sultanlara emr-i mârûf ve nehy-i münker yapar, Allahü teâlânın emirlerini bildirerek, yasakla- rından da kaçınmalarını sağlardı. Tlemsân´da ders okutmağa başlayın- ca, etraftaki şehirlerden pekçok talebe geldi. Ehl-i sünnet îtikâdını her tarafa yaymağa başladı. Herkes onun talebelerine çok kıymet verip, saygı gösterirlerdi.

Ebû Yahyâ el-Matgânî anlatır: "Âlimler, Sultan İnân´ın huzûrunda toplanmışlardı. Sultan, Fakîh el-Makkârî´nin tefsîr okutmasını isteyince, o; "Şerîf Ebû Abdullah varken, benim tefsîr okutmam uygun olmaz. Bu işe benden çok o lâyıktır" dedi. Sultan; "Sen Kur´ân-ı kerîmin tefsîrini iyi bilirsin" dediyse de, Fakîh el-Makkârî, Ebû Abdullah´ı çok övdü. Oradaki âlimler, el-Makkârî´nin insâfına şaştılar. Neticede Ebû Abdullah, sultânın sarayında tefsîr dersi vermeye başladı. Hattâ bir defâsında sultan, oturduğu kürsüden inip, diz üstü çöktü. Bu hâl, orada bulunanları hayrete düşürdü. Ders bitince sultan; "İlmin, Şerîf Ebû Abdullah´ın saçlarının dibinden fışkırdığını görüyorum." dedi. Sonra Kâdı Festâlî, Ebû Abdullah´ın yanına gelip, anlattıklarını yazmasını istedi. O da; Bu anlattıklarım filân kitaplarda vardır." diyerek, kitapların isimlerini saydı. Kâdı Festâlî bu bilgilerin çalışarak kazanılan bilgilerden olmadığını, Allahü teâlânın kalbe ihsân ettiği bilgilerden olduğunu belirtti. Ebû Abdullah hazretleri, böyle yıllarca sultanların huzûrunda tefsîr okuttu.

Ebû Abdullah Muhammed bin Amed Şerîf et-Tlemsânî hazretleri, gâyet yakışıklı, ağırbaşlı, cömert ve nâzik bir zât idi. Gösterişe kaçmadan ve İslâmın şerefini, vekarını korumak için, güzel ve kıymetli elbiseler giyerdi. Çok halîm selîm bir zât olup, işlerinde hep orta yolu gözetirdi. Söz- lerinin karşıdaki kimseye tesir etmesi gâyet fazla idi. Mürüvvet, iyilik, ik- râm ve ihsân sâhibi, şefkatli ve merhametli bir zât idi. İnsanlara doğru yolu göstermek, onların ebedî saâdete kavuşmalarına vesîle olmak için çok gayret ederdi. Bu çalışmalarında karşılaştığı sıkıntılara sabreder, hiç kızmazdı. Sinirlenecek olsa, hemen kalkıp abdest alırdı. İnsanlarla çok iyi geçinirdi. Devamlı tatlı dilli, güler yüzlüydü. İnsanların ihtiyâçlarını giderirdi. Âile efrâdının nafakalarını gâyet geniş tutar, onlardan bir şeyi kıs- mazdı. Misâfirlerine de çok ikrâmda bulunurdu. Talebelerine de güzel yemekler yedirirdi. Evi, âlimlerin ve sâlihlerin toplandığı bir yerdi. Kendilerinden ilim öğrendiği hocaları bile, onun yüksekliğini, üstünlüğünü ko­nuşurlardı.

Onu tanımayan bir kimse dahî görse, sevgisini hemen hisseder, kalbi onun muhabbetiyle dolardı. Sultanlar, devlet idârecileri, ilmine hürmet gösterir ve üstün tutarlardı. Hattâ Tlemsân´a sultan olan Ebû Hamîs bin Abdürrahmân, ona kerîmesini (kızını) nikâh ederek verdi ve bir medrese yaptırıp, Ebû Abdullah Tlemsânî´ye teslim etti.

Ebû Abdullah, mazlûmların ve muhtaçların sığınağı idi. Onlara çok yardımlarda bulunurdu. Bir defâsında zamanın sultânı, fıkıh âlimi bir zâtın dövülmesini emretmişti. Bunu haber alan Şerîf Tlemsanî, sultânın yanına giderek; "Bu zât, her ne kadar senin nazarında küçük ve hatâlı gibi görünse bile, Allahü teâlânın ve insanların nazarında büyük bir kimsedir. Sen ona böyle bir cezâ vermekle hiç de iyi etmiyorsun" dedi. Bunun üzerine sultan, o kimseyi cezâlandırmaktan vazgeçti ve o zât serbest bırakıldı.

Gündüzleri hiç boş durmayan Ebû Abdullah hazretleri, gecelerini de boşa harcamazdı. Gecenin üçte birlik bölümünde uyuyarak, üçte birinde Kur´ân-ı kerîm okuyarak, Allahü teâlâyı zikrederek ve kalan üçte birini de namaz kılarak geçirirdi. Gece namazlarında Kur´ân-ı kerîmden sekiz hizb okurdu. (Bir hizb, bir cüz´ün dörtte biridir.) Aynı şekilde, sabah namazlarında da sekiz hizb okurdu. Kur´ân-ı kerîmi bu şekilde okuyarak, namazda hatmederdi. Talebelerine de tefsîrden bir hizbi inceliyerek öğretirdi. Devamlı olarak ilimle meşgûl olurdu. Bir defâsında, altı ay müddetle çocuklarını hiç görmedi. Çünkü, sabah erkenden çıkıyordu. Çocuklar bu sırada uyuyorlardı. Akşam da çok geç geliyordu. Çocuklar da yine uyumuş oluyorlardı.

Yemeye, içmeye düşkün olmayıp, rızık endişesi hiç aklına gelmezdi. Ramazân-ı şerîfte, iftarda ikrâm edilen yemekten birkaç lokma alır, vakit kaybetmemek için ilim tedrisâtına devâm ederdi. Bu şekilde çalışmalarını sahura kadar sürdürür, yine bir-iki lokma ile sahur yemeğini de yemiş olurdu

Irak´ta yetişen evliyâdan Şeyh Celâlüddîn Hürmâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) günlerini talebelerine ilim ve edep öğretmekle geçirdi. Dîne hizmetten bir an geri durmadı. Müslümanların müşkillerini giderdi. Zamânındaki en meşhûr âlimlerden Şeyh Abdullah ve Molla İbrâhim ile görüştü. Bu üçü o bölgede din hizmetinin üç temeli sayıldı. Etraflarında her yerden talebeler çoğaldı. İlim, amel ve ihlâs ile güzel ahlâkla, hikmetle, güzel nasîhatlerle insanları Allahü teâlânın râzı olduğu yola çağırdılar. Fakirlerin, muhtaçların koruyucusu oldular. Seyyid Molla Celâlüddîn, Bi- yâre´de zaman zaman talebeleriyle birlikte bahçelere temiz hava almak için çıkar, meyvelenmiş ağaçlar altında sohbetler yapar, bu sohbetlerinde Cennet´ten ve bahçelerinden anlatır, onları teşvik ederdi.

Yemen´de yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden, velî Şeyh Hubeyşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında bulunan İslâm âlimlerinin önde gelenlerinden, yüksek bir zât idi. Devamlı olarak ibâdet ve tâat ile meşgûl olurdu. Hep oruç tutardı. Kur´ân-ı kerîmi çok okurdu. Talebe yetiştirirdi. Birçok kimse ondan istifâde edip, ilim öğrendi. Bir ara kâdı oldu. Doğruluk ve takvâ üzere hareket ederdi. Verdiği kararlarda çok isâbet etmekle tanınmıştır. Ahâli, onun gibi hâli, yaşayışı güzel olan bir kâdıları olduğu için Allahü teâlâya hamd ederlerdi. Şeyh Hubeyşî, hiçbir şeyden ve hiçbir kimseden çekinmeden, hakkı, hakîkatı söyleyen ve söylediğiyle amel eden, iyiliğin emredilmesi ve kötülüğün yasak edilmesi için çalışan, bunları yaparken kınayan olursa, onların kınamalarına aldırmadan vazîfesine devâm eden çok yüksek bir zât idi.

Evliyânın büyüklerinden ve fıkıh âlimi Şeyh İbrâhim Ca´berî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) Şâfiî mezhebi fıkıh bilgilerini öğrendi. Şam´da Ebü´l-Hasan Sehâvî´den hadîs ilimleri tahsîl etti. Kâhire´ye gitti. İlim öğretip ders verdi. Ebü´l-Hasan Şâzilî hazretleriyle görüştü. Onun ölü kalbleri dirilten feyzlerinden istifâde etti. Kalbi aşkla dolup, Allahü teâlânın nîmetlerinden ve onlar için nasıl şükredeceğinden başka bir şey düşünmez oldu. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet ettiği gibi, Resûlullah efendimizin ve Selef-i sâlihînin hâllerine aynen uymağa çalışırdı. Allahü teâlânın rızası olmayan hiçbir sözü söylemez, hiçbir işe kalkışmazdı. Vakitlerini ilim öğrenmek ve öğretmek, Allahü teâlâya ibâdet edip zikretmekle geçirirdi. Tatlı dilli, güler yüzlü ve çok cömert idi. İnsanlara merhameti çok fazlaydı. Onun işi gücü, insanlara iyilik etmekti. Haram ve şüphelileri terk eder, mübahları zarûret mikdârı kullanırdı. İnsanlar tarafından çok sevilirdi. Kâhire´de vâz ettiği zaman, mahşerî bir kalabalık olur, herkes dersine koşardı. Onun vâzını dinleyenler çok istifâde ederlerdi. Talebeleri arasında Ebû Hayyân Muhammed bin Yûsuf Nahvî ve Kemâleddîn Abdüzzâhir gibi âlimler de hazır bulunurdu. Yeri geldiğinde hakkı söylemekten çekinmezdi. Kalbi bozuk olanlar, onun celâllenmesinden çok korkarlardı. Allahü teâlânın râzı olmadığı bir işi yapanı, O´nun emrine muhâlefet edeni gördüğü zaman, hemen emr-i mârûf yapardı. Allahü teâlânın yasak ettiğini yapmaktan men eder, emrettiğinin yapılmasını nasîhat ederdi. Allahü teâlâya ve O´nun sevdiklerine olan muhabbetini dile getiren şiirleri ihtivâ eden bir Dîvân´ı vardır.

Kâdiriyye yolu büyüklerinden Şeyh İsmâil Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilk tahsilini Tosya?da gören İsmâil Rûmî, aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Tasavvuf yoluna yönelip Halvetiyye yolu mensublarından Şeyh Ahmed Efendiden feyz aldı. Bu yolda ilerledikten sonra Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin mânevî dâveti üzerine Bağdat?a gitti. O zaman Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin dergâhında şeyhlik yapan Feyzullah Efendi hazretlerinin sohbetlerinde ve hizmetinde bulundu. Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlık derecesine ulaştı. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin mânevî âlemde; ?Yâ Rûmî, Rûm?a (Anadolu?ya) git, tarîkımı neşret!? emri ve işâreti üzerine, Anadolu?ya gelmek üzere Bağdat´tan ayrıldı. ?Pîr-i Sânî? künyesiyle Anadolu ve Rumeli taraflarını gezerek, gittiği yerlerde insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Böylece onların dünyâ ve âhirette seâdete, mutluluğa kavuşmaları için gayret etti. Tosya, Kastamonu, Edirne, Tekirdağ, Bursa, Mısır, Siroz gibi kırk yere gitti. Gittiği yerlerde Kâdiriyye yolu dergâhlarını inşâ ve ihyâ ettirdi. 1611 senesinde İstanbul?a geldi. İstanbul?da Tophane?de Boğazkesen mahallesindeki Kâdiriyye yolu dergâhını inşâ ve imar edip, bu beldede Kâdiriyye yolunun esaslarını yaydı. Pekçok kimse onun sohbetlerinin bereketiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuştu. Sultanahmed Câmi-i Şerîfinin açılış merâsiminde Aziz Mahmûd Hüdâyî hazretleri hutbe okuduğu, Abdülehad Nûrî hazretleri vâz u nasihatte bulunduğu gibi, Şeyh İsmâil Rûmî hazretleri de Kâdiriyye yolu usûlüne göre zikir meclisini idâre etti.

Riyâzet (nefsin isteklerini yapmamak) ve mücâhede (nefsin istemediklerini yapmak) husûsunda son derece dikkatli hareket eden Şeyh İsmâil Rûmî hazretlerinden sonra da birçok velî yetişti. Şeyh İsmâil Rûmî´nin erkek evlâdı olmamıştır. Kızını, İstanbul?a gelip misâfir olan Bağdat´taki Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin dergâhının şeyhi Seyyid Feyzullah Efendinin oğlu Şerif Şeyh Halil Efendiyle evlendirdi. Şerif Şeyh Halil Efendi İstanbul?da kalarak kayınpederinin ihtiyarlığı sırasında vekili oldu. Vefâtından sonra da makâmına geçerek vazifesini devam ettirdi. Kâdiriy- ye yolunun İsmâiliyye kolu olarak devam eden onun yolu son devire kadar devam etti.

Irak´ta yetişen büyük velîlerinden Şeyh Mustafa bin Ebû Bekr (rah- metullahi teâlâ aleyh) sıkıntı, musîbet ve hastalıklara karşı çok sabırlıydı. Allahü teâlâya güvenmesi, hüsn-i zannı, gayreti pek fazlaydı. İşlerini ge- ciktirmeden yapardı. İşlerin neticesine tam bir rızâ gösterirdi. Yumuşak huylu ve affediciydi. Kendisine kötülük edenler, daha sonra muhtaç du- ruma düştüklerinde yardım ederdi. Erbil´de ticâretle uğraşan bir kimse vardı. Başkalarının teşviki ile hep Mustafa Efendinin aleyhinde konuşur, hakkında asılsız şeyler söylerdi. O şahıs ömrünün sonlarına doğru iş ya- pamaz hâle geldi. Sıkıntıya düştü. Mustafa Efendinin yanına gelerek yardım istedi. Mustafa Efendi ona yardım ederek, ölünceye kadar ihti- yaçlarını giderdi.

Mustafa Efendinin birkaç evi vardı. Bunları sâlih kimselere ücretsiz oturmaları için verirdi. Bir evini fakir bir âileye oturması için vermişti. Bu âile uzun süre oturduktan sonra, kendisine bir ev yaptırıp çıkmak istedi. Bunu bildirmek için Mustafa Efendinin huzûruna gitti. Taşınmak istediğini bildirdikten sonra, evin yanına yaptırdığı odadan da bahsetti. Mustafa Efendi; "Öyleyse o odayı satın alayım. Bir bilirkişi ile gidip fiyatını takdir edin." buyurdu. O şahıs denileni yaptı. Mustafa Efendi takdir edilen fiyata odayı satın aldı.

Son asır Anadolu velîlerinden Şeyh Seydâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazreleri, kaba ve sert darvanışlardan şiddetle sakınarak yumuşak davranırdı. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatma yolunda çeşitli sıkıntılara ve hakâretlere mârûz kaldığı halde, onlara tatlı bir dille ve yumuşak bir edâyla muâmele ederdi. Nitekim kendisini tutuklamağa gelen askerleri hoş davranışıyla yola getirmiş ve nicelerinin de kendisine talebe olmasını sağlamıştı. Allahü teâlâ ona olgunluk ve cemâl yâni yüz güzelliği ihsân etmişti. Sohbetinde bulunan herkes onun cemâline bakmaktan sohbetinden ayrılmak istemezdi. Onun üstünlüğünü duyan herkes kâfile kâfile ziyâretine gelir, Şeyh Seydâ onları şefkat ve merhametle karşılar, bağrına basardı.

Şeyh Seydâ hazretleri fakirlere karşı gayet merhametli ve şefkatli davranırdı. Onlara dâimâ yardım ederdi. Birgün bir köyün ileri gelenlerinden biri gelerek; "Şu işim olursa, falanca arâziyi sana hibe edeceğim." dedi. Şeyh Seydâ hazretlerinin duâsı bereketiyle işi oldu. O kimse, vâdettiği arâziyi Seydâ´ya bağışladı. Şeyh Seydâ hazretleri de arâziyi Cizre´nin fakirlerine paylaştırdı.

Şeyh Seydâ´nın asıl gâyesi talebe toplamak olmayıp insanlara yol göstermek ve onları ıslâh etmeye çalışmaktı. Onun için önemli olan insanların ıslâh olmalarıydı. Bu hususta şöyle buyururdu: "Zamânımızın bâzı şeyhleri, köy ağalarının etbâ (tâbi olan kimseler) toplamaya çalıştığı gibi, talebe toplamaya çalışıyorlar. Halbuki gâye, mürîd (talebe) toplamak değil insanları ıslâh etmek, onların nefsin ve şeytanın kötülüklerin­den kurtulmalarına yardımcı olmaktır."

Şeyh Tâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) yani Tâcüddîn-i Nakşibendî çok büyük bir velî idi. Üstâdının Hâce Muhammed Bâkî-billah olması buna en güzel delîldir. Gâyet vakûr ve heybetli bir zât idi. Talebeleri yetiştirmesi, mânevî olarak terbiye etmesi, Allahü teâlâya kavuşmak arzusunda bulunanlara yol göstermesi pek güzel idi. Çok talebe yetiştirdi. Çok kerâmetleri görüldü.

Tâcüddîn-i Nakşibendî çok kitap okumuştu. "Tasavvuf ehlinin, zâhirî ilimlerden, fenden haberi olmaz. Onlar zikr ve tefekkürden başka bir şey bilmez" diyenlere karşı onun hâli çok güzel bir delil, kuvvetli bir sened idi. Bütün velîler gibi o da zâhirî ve bâtınî ilimlerde âlim idi. Bâzı fenlere âit öyle sözleri vardı ki, bu sözler o fende mütehassıs olan ilim sâhiplerini dahî hayrette bırakırdı. Birçok ilimde ve tıb husûsunda çok kıymetli eserler telif etmiştir.

Bir defâsında yanına tıb konusunda mütehassıs bir kimse gelmişti. O kimseye, tıb ilmine âid öyle ince meseleler anlattı ki, o kimse bu ilimde ihtisas yapmış olduğu hâlde bu yüksek bilgileri hiç duymamıştı. Bu sözler karşısında çok hayrette kaldı. Tâcüddîn´e olan muhabbeti arttı.

Evliyânın büyüklerinden ve fıkıh âlimi Şihâbüddîn-i Sühreverdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilim öğrenmek için Bağdât´a gitti. Amcası büyük âlim Ebü´n-Necîb Abdülkâhir´in sohbetlerinde bulundu. Ondan tasavvuf ilimlerini öğrendi. Aynı zamanda Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin sohbetlerinde de bulundu. Basra´da da Ebû Muhammed bin Abdullah´ın sohbetlerine devâm etti. Ebû Hafs Sühreverdî; amcasından, Ebû Muhammed Hibetullah bin Şiblî, Ebü´l-Feth bin Battî, Ma´mer bin Tâhir, Ebû Zür´a Makdisî, Ebü´l-Fütûh Tâî ve birçok âlimden hadîs-i şerîf dinleyip, rivâyette bulundu.

Ebû Hafs Sühreverdî, fakih, fâzıl, sûfî, verâ sâhibi, zâhid, ârif, ilm-i hakîkatte zamânın şeyhi idi. Şâfiî mezhebinde idi. Çok ibâdet ederdi. Eline geçen malı mülkü fakir ve muhtaçlara dağıtırdı. Fıkıh ilmini, amcasından ve Ebü´l-Kâsım ibni Fadlân´dan öğrendi.

İbn-i Neccâr onun hakkında; "Ebû Hafs Ömer Sühreverdî, ilm-i hakîkatte zamânının şeyhi idi. Riyâzet ve mücâhede yolunu tuttu. Fıkıh, mukâyeseli hukuk ve Arab dili ve edebiyâtını okudu. Birçok âlimden hadîs-i şerîf dinledi. Sonra tasavvuf yolunu tuttu. Önceleri zikir ve ibâdetle meşgûl oldu. Sonra insanlara vâz vermeye başladı. Amcasının Dicle kenarındaki medresesinde ders verdi. İslâm beldelerinin her tarafından onun sohbet ve derslerini dinlemeye birçok âlim ve halk gelirdi. Onun sözlerinin bereketi ile günahkârlar derhâl tövbe ederdi. Talebeleri, o zamanda yıldızlar misâli, etrâfa ilim yayarlardı. Onun sultanlar katında sâhib olduğu mevkiye ve hürmete, başka kimse nâil olmadı. Ömrünün sonunda rahatsızlandı. Bununla berâber, zikirleri azalmadı. Allahü teâlâyı zikre devâm etti. Cemâatte yine hazır bulundu. 110 yaşına doğru hacca gitti. Vefât ettiğinde, geride kefen parası bile bırakmamıştı."

İran´da yetişen büyük velîlerden Şirvânî es-Sagîr (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilim öğrenmek için çok yerleri dolaştı. Mısır´da yerleşti. Sonra Mekke-i mükerremeye gitti. Vefâtına kadar orada ikâmet etti. Ömrünün sonlarına doğru felç oldu. Eli ayağı tutmaz, ayağa kalkamazdı. Fakat, müezzinin namaz için ikâmet okumaya başladığı andan, namazını bitirdiği âna kadar olan zamanda ve sohbet esnâsında çok sağlam olur, hiçbir şeyi kalmazdı. Bu zamanlar hâricinde, yine felçli hâle dönerdi.

Vefât ettiğinde 124 yaşlarındaydı. Şirvânî-i Kebîr, Muâz-ı Mısrî, Cüneyd-i Bağdâdî, Şiblî, Ebû Bekr Kettânî ve başka bir çok büyük zâtlarla görüşüp sohbet etti. Kendilerinden ilim öğrendi. Kendisinden de birçok kimse ilim öğrenip istifâde etmiştir. Zamanında bulunan evliyânın önde gelenlerinden olup, Mekke-i mükerremede, Harem-i şerîfin imâmı idi. Üstâd-ı Ammû ile pek çok zâtlar kendisiyle görüşüp, sohbetlerinde bulunurlar ve bununla iftihâr ederlerdi.

Tâbiînin büyüklerinden, âlim ve velî Şumeyt bin Aclân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yaşayışı, hâli, hikmetli sözleri ile birçok kimsenin haramları terk edip, Allahü teâlânın râzı olduğu hâle gelmesine sebeb oldu. Onun bu husûsiyeti, söylediği ve tavsiye ettiği şeyleri, önce kendisinin yaşamasıydı. Hâli, ilmine ve söylediğine uygundu. Dünyâya zerre kadar muhabbet ve meyli olmadan ibâdet, tefekkür, korku ve ümid arasında yaşardı.

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Vefâ ve sadâkatte hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk´ı, şecâatte ve adâlette hazret-i Ömer´i, hayâ ve hilmde hazret-i Osman´ı, vilâyet-i kübrâda hazret-i İmâm Ali´yi (r.anhüm) temsil ederdi. Tıpkı Resûlullah´a yakın Eshâb-ı kirâmdan birisi gibiydi.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin, murâkabe etmesinin çokluğundan, boynundaki kemik, dışarıya doğru eğilmiş gibi görünürdü. Vekâr ve heybetinden mübârek yüzüne bakılmazdı. Yüzündeki heybet ışığı, on dördüncü gecedeki ay gibi gözleri kamaştırırdı.

Seyyid Tâhâ hazretleri, teheccüd namazını ekseriyâ bereketli evinde, bâzan kendi mescidlerinde edâ ederlerdi. Kuşluk namazını dâimâ câmide kılardı. Her gün medreseleri kontrol eder, müderris ve talebelerin tahsîllerini tedkik buyururdu. Müderrislerin müşkil meselelerini hâllederdi.

Nehrî´de misâfirlerden, farazâ sadrâzam olsa dahî, akşamla yatsı arasında yemek fâsılası yoktu. Bu müddet zikr, fikr ve ibâdetle geçirilirdi. Akşam yemeği, akşam namazından önce yenirdi. Kendisini sevenlerden ve talebelerinden kimseyi unutmazlar, herkesin hâlini genişce suâl buyururlardı. Kimin bir sıkıntısı olursa, hemen gidermeğe çalışırlardı. Sıla-i rahme, akrabâ ziyâretine ehemmiyet verir, muhtaç olanların ihtiyaçlarını karşılardı. Hocasının tavsiyelerine uyarak devlet adamlarıyla temas buyurmazlar, ancak bâzı müslümanların zararını önlemek üzere mektup yazarlardı. Hâlbuki başta Sultan Abdülmecîd Hân olmak üzere, bütün devlet adamları her emirlerine âmâde ve hazırdı.

Seyyid Tâhâ hazretleri, bütün cihâna hükmeden bir hükümdâr olsa, dünyâyı en güzel şekilde idâre edebilirdi. Aklı, idrâki, idâre ve intizâmı akıllara hayret verirdi. Dünyâ ve âhirete âit ilimlerdeki mahâret ve ihtisâsı herkesten üstündü. Hülâsa, madden ve mânen, İslâm âlemine bahşedilen ilâhî lütuflardan bir büyük nîmetti.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin kayınpederi, Nehrî kâdısı idi. Bu mübârek dâmâdını o kadar çok severdi ki, kabrini, onun kabrinin bulunduğu bahçe duvarının kapısının girişinde yapılmasını ve; "Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabrini ziyâret etmek isteyen Hak âşıkları, benim mezârıma uğrayıp da geçsinler. Belki o mübârek zâtı ziyâret edenlerin hürmetine Allahü teâlâ beni affeder. Yâhut onu ziyârete gelenlerin ayaklarına mezârımın toprağı değmekle teberrük ederim." buyurdu. (Gerçekten o mezâr, Seyyid Tâhâ hazretlerinin mübârek kabirlerinin tam girişindedir.)

Haram Çeşmesi denilen ağaçlık bir mevkide talebeleri ile sohbet ediyordu. Sohbet ânında kendisine iki mektup arzedildi. Bunları kıymetli dâmâdı Abdülehad Efendiye okuttuktan sonra; "Abdülehad! Şöhret âfettir. Artık bizim dünyâdan gitmemizin zamânı geldi." buyurdu. Abdülehad da; "Aman Efendim, Şam´dan gelen bu iki mektup nedir ki?" dedi. O gün sohbetten sonra hâne-i saâdetlerine gitti ve orada hastalandı. On bir gün hasta yattı. Hastalığının ağır olmasına rağmen namazlarını mümkün olduğu kadar ayakta kılmaya çalıştı. Hastalığının on ikinci, Cumartesi günü talebeleri ve yakınları ile helâllaştı, vedâlaştı, vasiyetini bildirdi. Kardeşi Seyyid Sâlih hazretlerini çağırttı. Onun için; "Biraderim Sâlih, kâmil, olgun bir velîdir. Herkesin başı onun eteği altındadır." buyurdu. Yerine kardeşi Sâlih hazretlerini halîfe bıraktı. İkindi vaktinde, talebelerinin Yâsîn-i şerîf tilâvetleri arasında, mübârek rûhunu Kelime-i tevhîd ge­tirerek teslim eyledi.

Hindistan´ın büyük velîlerinden Tâhir-i Lâhorî (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaşta memleketindeki âlimlerden zâhirî ilimleri tahsîl etmeğe başladı. Hocalarının verdiği dersleri kısa zamanda eksiksiz olarak yapardı. Çok zekî idi. Derslerini dinleyenler onun ileride büyük bir âlim olacağını söylerlerdi. Genç yaşta, tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerinde âlim oldu. Büyük âlim Mevlânâ Tâhir-i Lâhorî´nin kalbine, tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlıkdan pay almak ve yüksek dereceler sâhibi olmak arzusu, ateşi düştü. Allahü teâlânın nihâyetsiz ihsânı, kalbinde bu yolun zevkini hâsıl edince, kendini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kapısına attı. Senelerce bu kapıda canla-başla çalıştı, hizmet etti. Kendini, dergâhta bulunan talebe arkadaşlarının en aşağısı olarak görürdü. Çok defâ helâların temizliği işinin kendine verilmesini ricâ ederdi. Nefsini terbiye etmek için çok zor riyâzetler ve şiddetli mücâhedeler çekerek, nefsinin istediklerini yapmayıp istemediklerini yapardı. Öyle ki, bir deri bir kemik kalmıştı.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Tâhir´i çok sever ona husûsî muâmelede bulunarak ilgi gösterirdi. Oğullarının zâhirî ilimlerde yetişmesi için, Tâhir-i Lâhorî´ye vazife verdi. O da hocasının yüksek oğullarını yetiştirmekte, onlara ilim öğretmekte çok uğraştı. Hattâ hazret-i İmâm´ın oğulları; "Şeyh Tâhir´in bizim üzerimizde o kadar hakkı var ki, ne kadar şükretsek yine azdır. Allahü teâlâ ona bizim tarafımızdan en iyi karşılıklar, hayırlar ihsân etsin!" buyurdular.

Bir gün hazret-i İmâm, Mevlânâ Tâhir´e imâm olmasını buyurdu. Mevlânâ´nın yüzünün rengi sarardı. Vücûdu titremeye başladı. Kur´ân-ı kerîmi ezbere bildiği ve derin ilme sâhib olduğu hâlde, hazret-i İmâm´ın heybet ve korkusundan zaman zaman kırâatı boğazında düğümlendi. Bu tâzimi, hürmeti, edebi sâyesinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bakırı altın yapan nazarları ve teveccühleri bereketiyle kemâl ve tekmîl mertebesine ulaştı. Nakşibendiyye yolunda kendisine icâzet verildiği gibi, Kâdiriyye ve Çeştî yolunda da talebe yetiştirmesine izin verildi. Hazret-i İmâm, kendisine icâzetnâme yazıp, tâliblerin terbiyesi, yetiştirilmesi için Lâhor´a gönderdi.

Mevlânâ Tâhir hazretleri, Lâhor´da talebeye faydalı olmakla meşgûl oldu. Lâkin inzivâ ve yalnızlığı seviyordu. Kapıyı herkese açmazdı. Hele zenginlere ve devlet adamlarına hiç açmaz, onlarla görüşmek istemezdi. Ömrünün uzun zamânını bekâr olarak geçirdi. Sonunda, Resûlullah´ın sünnetini yerine getirmek için evlendi. Senede bir yâhut iki senede bir bâzan da senede birkaç defâ hazret-i İmâm´ın huzûruna gider, sohbet ve teveccühlerinin bereketlerinden nasîbini alır, sonra hocalarının izni ile yurduna dönerdi. Bedenen ayrı olduğu zamanlar, hallerini, makamlarını bâzı mektuplarla hazret-i İmâm´a arzederdi.

Bir gün hazret-i İmâm, mel´ûn İblisi görüp; "Benim eshâbımdan kime hükmedemezsin." buyurdukta; "Şeyh Tâhir´e, aç olduğu zaman hükmedemem." dedi. Bunun için Şeyh çok çetin riyâzet ve şiddetli mücâhedeler çekti. Riyâzetin çokluğundan bedeni kurumuş, bir deri bir kemik kalmıştı. Açık keşf ve kerâmetler sâhibiydi.

Kırım´da yetişmiş olan âlim ve velîlerden Takıyyüddîn Ebû Bekr Kefevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaştan îtibâren ilim öğrenmeye başlayan Kefevî, memleketinin âlimlerinden dînî ilimleri tahsîl etti.

İlk zamanlar ticâretle meşgûl olup, Allahü teâlânın fazlından rızkını aradı. İnâyet-i İlâhî ona saâdet yolunu açtı. Bir ara elinde bulunan sermâyesini Edirne´de bırakıp, İran, Arabistan, Mısır, Bağdat ve Şam gibi önemli ticâret ve ilim merkezlerini dolaştı. Ticâret için gittiği yerlerde karşılaştığı âlim ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Onlardan Rabbânî ilimler aldı. Tasavvuf yoluna yöneldi. Mısır´a gittiği zaman Kâdiriyye yolu mensuplarından Şeyh Şâhîn-i Mısrî´nin sohbetlerinde bulundu. Tasavvuf yolunda ilerleyebilmek için riyâzet, nefsin istediklerini yapmamak ve mücâhede, nefsin istemediklerini yapmakla uğraştı. Daha sonra Bağdat´a giderek Seyyid Ebü´l-Vefâ Muhammed Kâdirî hazretlerinin sohbet ve hizmetinde bulundu. Onun huzûrunda halvete, yalnızlığa çekildi. Halvette kaldığı kırk gün içerisinde ancak bir veya iki çörek yemek sûretiyle nefsini tezkiye etmeye çalıştı. Tasavvuf yolculu­ğunun devâm ettiği bu günlerde, Bağdat çevresindeki yırtıcı hayvanlarla ve kuşlarla dostluk kurdu. Görünüşte vahşî olan bu hayvanlar onun etrâfında toplanıp ona yakınlık gösterdiler. Zâhirî ilimlerde âlim bir zât olan Takıy- yüddîn Ebû Bekr Kefevî hazretleri, tasavvuf yolunda yüksek bir velî oldu. Pekçok kerâmetleri görüldü.

Evli ve çoluk çocuk sâhibi olan Takıyyüddîn Ebû Bekr Kefevî, memleketinden ayrılalı senelerce olduğu halde dönmemişti. Onunla ticâret için sefere giden arkadaşlarına nerede olduğu sorulunca, onlar da; "Haberimiz yok. Yalnız, bir gün Gelibolu´da bulunduğumuz sırada mühim bir işim var oraya gideceğim. İki haftaya inşâallah dönerim. Siz benim eşyâlarımı koruyun, dedi ve hepsini bırakıp gitti. Sonra dediği vakitte dönmedi. Biz onun emânetlerini koruduk. Zannediyoruz ki, yolda onun başına bir iş geldi. Yoksa dönerdi." dediler. Bu haber üzerine halk şüpheye düştü. Öldü zannettiler. Beş sene sonra kim olduğu bilinmeyen bir kimse Takıyyüddîn Ebû Bekr Kefevî´nin Mısır´da görüldüğünü söyledi. Babası Hayreddîn Efendi bu haber üzerine onu aramak için kardeşini gönderdi. O da köy köy, şehir şehir dolaşarak kaybolan ağabeyini iki sene müddetle aradı. Mısır, Hicaz, Bağdat, Medîne, Şam ve Filistin gibi yerlerde Takıyyüddîn Ebû Bekr Kefevî´ye âit bir haber alamadı. Tekrar geri dön- dü. Artık Kefe halkı onun Gelibolu taraflarına giderken bir sebeple öldüğüne hükmettiler. Kefe´den ayrılalı dokuz sene geçtiği halde hiçbir haber alınamadı. Hanımı uzun müddet kayınbabasının yanında kaldı. Takıyyüddîn Ebû Bekr Kefevî´nin babası Hayreddîn Efendi, oğlunun öldüğüne dâir iki şâhid bulup gelinini başkasıyla evlendirmek istedi. Evlilik için gerekli hazırlıklar yapıldı. Düğünden bir gün önce, Kefevî hazretleri hanımının rüyâsına girip kendisinin sağ olduğunu ve başkası ile evlenmemesi gerektiğini bildirdi. Gördüğü rüyâyı hayra yoran hanımı, düğün husûsunda acele edilmemesini söyleyip, beklemeye başladı. Gerek evlenecek kimse, gerekse diğer insanlar düğüne devâm ettiler. Velîme yâni düğün yemeği yeniliyordu. O sırada denizde Kefe limanına doğru yaklaşan bir gemi göründü. Gemi sanki karşısından esen rüzgâra rağmen Kefe´ye doğru akıp geliyordu. Düğün yemeğinde misâfir bulunan Mağripli bir adama, gelen gemiyi sordular. O kimse; "Ben o gemide, ilmiyle amel eden mürşid-i kâmil bir zât tanırım. Bu tarafa geliyor. O zâta Şeyh Ebû Bekr Kefevî derler. O zâtı karşılayın." dedi. O zâtın sözlerine bir mânâ veremeyen insanlar, şaşkın bir halde gemiye doğru yürüdüler. Gemiden inenler arasında gerçekten Takıyyüddîn Ebû Bekr Kefevî de vardı. Bu hâlin Ebû Bekr Kefevî´nin bir kerâmeti olduğunu kabûl eden insanlar, düğünden vaz geçtiler. Allahü teâlâ onun izzet ve şerefini korudu. Hanımıyla başkasının evlenmesine izin vermedi.

Kefe´ye yerleşen Takıyyüddîn Ebû Bekr Kefevî hazretleri, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya, onların dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmaları için çalışmaya başladı. Onun ilim ve fazîletteki yüksek derecesi kısa bir müddet içinde etrafta duyuldu. Talebeleri ve sevenleri çoğaldı. Tatar Hâkan ve sultanları onun sohbetinde bulunup istifâde ettiler. Talebeleri çoğalıp, dostları ve muhtaç kimseler kalabalık olunca, şehirden çıkıp, uzlete çekilmeyi isteyen Ebû Bekr Kefevî, Kefe şehrinin doğu tarafındaki dağın arkasındaki harâbe kiliseyi tâmir ettirdi. Kiliseyi câmi ve dergâh hâline çevirip, etrâfına odalar yaptırdı. Bu odalara Ebû Bekr Kefevî´nin ev halkı, talebeleri ve fakir kimseler yerleştirildi. Kefe halkı ve ileri gelenleri o yerin îmâr edilmesine öyle önem verdiler ki, beldenin ileri gelenleri, müftüsü, medrese müderrisleri sırtlarında taş çektiler. Fakat bâzı kimseler onun büyüklüğünü ve halk tarafından üstün kabûl edilmesini çekemedikleri için ona karşı çıktılar. Fakat sonra, hased ve inadlarından vaz geçip üstünlüğünü kabûl ettiler.

Meşhûr velîlerden, fıkıh, tefsîr, hadîs, kırâat, lügat ve nahiv âlimi Takıyyüddîn Sübkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) dînin emir ve yasaklarına uyan, tevâzu sâhibi, seçkin bir zât idi. İlim ve vekâr sâhibiydi. Fıkıh ve hadîs ilimlerini çok iyi bilir ve ders olarak okuturdu. Usûl ve Arabî ilimlerde derin âlimdi. Şam?da kâdılık yaptı. Verdiği hükümlerden herkes memnun olurdu. Dört mezhep içinde huccet, hepsinin müftîsi, hadîs âlimlerinin rehberi, kıymetli eserler sâhibi bir âlim idi.

Takıyyüddîn Sübkî, çok cömertti. Eğer Hâtem-i Tâî onunla aynı asırda yaşasaydı, Takıyyüddîn Sübkî?nin cömertliği yanında, onun cömertliği anılmazdı. O vekar sâhibi ve heybetli idi. Her şeyi ile kendisinden önce gelmiş olan büyük âlimlerin yolunda gitti. Dımeşk onun ilim ve irfânıyla mâmûr hâle geldi. Takıyyüddîn Sübkî?nin verâı çok idi. Az yer, az içerdi. Çok namaz kılar, belâ ve musîbetlere karşı sabrı hiç elden bı­rakmazdı. Allahü teâlâyı çok anardı. Sabah akşam zikirle meşgûl olurdu. Dâimâ murâkabe üzere idi. Doğru yolda bulunup, bu yola yardımcı olmakta ecdâdı olan Ensârın izinde bulunuyordu. Gece-gündüz Kur?ân-ı kerîm okurdu. Âlimlerden, haberleri doğru olarak naklederdi. Seher vaktinde çok istigfârda bulunur, Allahü teâlâdan af ve magfiret dilerdi. Allah korkusundan çok göz yaşı dökerdi. Dünyânın parlaklığına ve malına îtibâr etmezdi. Elde ettiği makam ve mevkilerden ve herkesin kendisine gösterdiği teveccüh ve iltifattan dolayı, kibir, gurûr ve ucba kapılmazdı. Her taraftan âlimler, halledemedikleri meseleleri arz etmek için ona mürâcaat ederlerdi. Sâlih ameller ve müstecâb duâlar sâhibiydi.

Takıyyüddîn Sübkî, kimde olursa olsun, faydalı bir şeyi görünce onu beğenirdi. Faydalı ve güzel birşeyi, kendisinden küçük birisinden bile duysa, onu dinlemekten uzak durmaz, yüz çevirmezdi. O çok hayâ sâhibiydi. Kimseyi utandırmak istemezdi. Talebeleri bâzan kendisine, bilinmeyen ve duyulmamış bir şey gibi herhangi bir konuyu anlattıkları zaman, onlara bir şey demez, onları hoş karşılardı. Hattâ onlara garip bir şey imiş gibi anlattıkları o konuyu, çeşitli kitaplardan naklederdi. Bu sebeple talebeler, ona hayret ederdi. Zîrâ onlar, ilk önce onun bu meseleden haberi yok sanırlardı. Fakat Takıyyüddîn Sübkî, yine de onların heveslerini kırmazdı. O, âlimlere karşı çok edebliydi. Onun Peygamber efendimize olan muhabbeti, sevgisi ve hürmeti, anlatılamıyacak derecedeydi.

Takıyyüddîn Sübkî, her ilimde mütehassıs idi. Selef-i sâlihînin yolunda, sünnet-i seniyye üzere bulunuyordu. Hakkı söylemekten çekinmezdi. Ayakta, otururken, binekte ve yürürken bile Kur?ân-ı kerîm okurdu. Hocaları ona çok kıymet verirdi. Mütehassıs olduğu bütün ilim dallarında, zamânında onun gibisi görülmedi. Bütün âlimler, onun bütün zamânını ilme adadığına inanırlardı.

Anadolu´da yetişen velîlerden Taşkesenli İbrâhim Efendi (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerini sevenlerden Agıt Bey şöyle anlatır: ?Bir akşam bâzı sürgün arkadaşlarla birlikte İbrâhim Efendiyi ziyârete gittik. Hepimiz sıkıntılı ve geleceğimizin ne olacağı merâkı ve endişesi içinde sohbeti dinliyorduk. Bir süre sonra bizlere; ?Hiç üzülmeyin, yakında hepi- niz evlerinize gideceksiniz. Çoluk çocuğunuzla refah içinde yaşıyacak- sınız. Ben de geleceğim, ancak ne zaman ve nasıl geleceğimi söyleye- mem? dedi. Birkaç gün sonra vefât etti ve Demirci´de defnedildi. "Ben de gelirim." deyip burada kalışına, hepimiz hayret ettik. Bir süre sonra biz evlerimize gönderildik. "Ben de gelirim." sözünün mânâsını ancak yirmi yedi sene sonra naaşının nakli sırasında anladık.?

İbrâhim Efendi (H.1346) senesinde Demirci?de vefât etti ve buraya defnedildi. Sevenleri tarafından üzerine bir türbe yaptırıldı. 1954 senesinde türbenin bulunduğu yerden yol geçeceği için, kabrin nakli gerekti. Durum oğlu Abdülkuddüs Efendiye bildirildi ve izin istendi. Abdülkuddüs Efendi, babasının naaşını Erzurum?a nakledeceğini bildirerek, yola çıktı. Kalabalık bir cemâat ile kabir açıldı. 27 sene toprak altında kalan İbrâhim Efendinin kefeninde en ufak bir leke yoktu. Durum Erzurum ve Demirci´de büyük yankı uyandırdı. Taşkesenli Şeyh Ahmed Efendinin oğlu Şeyh Mehmed Sırrı Efendinin nezâretinde ve büyük bir cemâatle Taşke- sen köyüne defnedildi. Kabri ziyâretgâh mahallidir.

Tâbiînden, meşhûr hadîs âlimi ve velî Hazret-i Tâvûs bin Keysân (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü teâlâya yalvarmaktan zevk alan bir zâttı. İbâdet, bedenleri için gıdâ, kalbleri için hayattı. Uzun zaman ayakta ibâdet etmekten yorulmazdı. Çok namaz kıldığı için, alnında secde yeri iz olmuştu. Bir kimse bir şey sorarsa bütün teferruatıyla anlatır, başka bir kimseye sormaya lüzum bırakmazdı. Hazret-i Tâvûs bin Keysân, yatağına yattığı zaman, sağa sola döner rahat edemez, bunun üzerine kalkar sabaha kadar namaz kılar ve; ?Âbidlerin uykusu, Cehennem´i hatırlamaktır.? derdi. Böyle kırk sene yatsı namazının abdestiyle sabah namazını kılmıştır. Kırk defa hacca gitti.

Duâsı kabûl olan zâtlardandı. O derece cesur ve kuvvetli kalbe sâhipti ki, öldürüleceğini bilse bile gayrimeşrû bir işi aslâ yapmaz ve dalkavukluğa kaçacak bir sözü hiç kullanmazdı. Hazret-i Tâvûs ateşten çok korkar, gördüğü yerde aklını kaybedecek gibi olurdu. Çünkü ateşi görünce Cehennem´i hatırlardı. Bir defâsında, ocaktan çıkan alevi görünce bayıldı.

Doğruyu söylemekten hiç çekinmezdi. Zamânının devlet adamlarına gider, onlara nasîhat verirdi. Sultânın açtırdığı kuyudan hayvanını sulamazdı. Yaptığı doğru olan işler için ayıplanmaktan korkmaz, ayıplanma ile, hak bildiği yoldan ayrılmazdı.

Endülüs´te yetişen İslâm âlimlerinden ve büyük velîlerden Tâzî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hadîs, fıkıh, kırâat gibi ilimlerle birlikte, Arab dili ve edebiyâtına da vâkıftı. Ebû Sâlim Tâzî hazretleri, âlimlerin imâmı, söz ve şiir söyleyenlerin en belîğ olanıydı. Dünyâya düşkün olmayanların, ha- ram ve şüphelilerden çok sakınanların önde geleni olup, velî, sâlih, ârif ve âbid bir zâttı. Şâirliği de çok kuvvetli idi. Resûlullah efendimizi medhe- den çok güzel kasîdeler yazmıştır. Allahü teâlânın sâlih kullarından idi. Kur´ân-ı kerîm ilimlerinde imâm derecesinde yüksekti. Lenguistik (dil) il- minde öncü, hadîs ilminde hâfız, fıkıh ilminin usûl ve fürû´unda söz sâhibi idi. Akâid ilminde derin âlimdi. Müslümanların imâmıydı. Âlimlerin yüksek ilimlerini, evliyânın üstün hâllerini kendisinde toplamıştı.

Aklının kemâlinde, hilminin ve yumuşaklığının yüksekliğinde, ilminin çokluğunda, güzel ahlâkı ile ulaştığı derecelerin üstünlüğünde, herkesle iyi geçinmekte, akrân ve emsâlinin hepsinden üstündü. Allahü teâlânın izni ile kerâmet olarak, insanların hâllerine vâkıf olurdu. İnsanların haklarına çok riâyet ederdi. Sâdece akıl ve hilmdeki üstünlüğünün darb-ı mesel hâline gelmiş olması, onun büyüklük ve üstünlüğünü göstermesi bakımından kâfidir.

İbrâhim Tâzî hazretleri, insanlara hiç sıkıntı vermediği gibi, onlardan gelen sıkıntı ve eziyetlere de çok sabreder, hiç karşılık vermezdi. Başkaları onun bu hâllerini gördükçe; "Biz olsak bu hâle hiç sabredemeyiz." diyerek, onun hâline imrenirlerdi.

İbrâhim Tâzî, Allahü teâlânın rızâsı için insanlara iyilik eder, onlara iyilik etmelerini, başkalarına faydalı olmalarını tavsiye ederdi.

İnsanları idâre etmekte, yüzlerine gülmekte, onlara iyi muâmelede bulunmakta çok yüksekti. Herkese açılmış, yayılmış olan iyilikleri ve güzel hâlleri ile insanların gönlünde taht kurmuştu.

Basîret gözü ile insanların hâllerini anlar, herkese kâbiliyet ve istidâdına göre konuşurdu. Onları Allahü teâlânın yoluna dâvet eder, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleri şekilde îtikâdlarını düzeltmeleri, Allahü teâlâya çok ibâdet ve tâat etmeleri ve O´nu çok zikretmeleri için nasîhat ederdi.

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin doğumundan itibaren üstün halleri görülmüş olup, annesi nifastan (lohu- salık hâli) temizlendikten sonra emmeye başlamıştır. Yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, görenler hayrân kalıp, ona duâ ederlerdi. Dilinden Allahü teâlânın ismi hiç düşmez, devamlı zikr ile meşgûl olurdu. Dedesi Hâce Şihâbüddîn, âlim ve velî bir zât idi. Vefât edeceği sırada, torunlarını son olarak görüp vedâlaşmak istedi ve onlarla tek tek vedâlaştı. Torunu Ubeydullah-ı Ahrâr´ı da görmek isteyip, babasına onu getirmesini söyle- di. Yanına getirdiklerinde o zaman çok küçüktü. Getirilince, beni yata- ğımdan kaldırın deyip, yatağı üzerinde oturarak, Ubeydullah-ı Ahrâr´ı ku- cağına aldı. Sarılarak ağladı ve şöyle dedi: "Benim istediğim çocuk bu- dur. Ben, bunun büyük bir zât olduğu zaman hayatta olmam. Bunun â- lemdeki tasarrufunu ve yaptığı hizmetleri göremem. Bu çocuğun şânı â- lemi tutacak, İslâmiyete hizmet edecektir. Cihân pâdişâhları bunun emrine itâat edecekler. Bundan zuhûr edecek işler, önceki âlimlerden zuhûr etmemiştir." Daha birçok müjdeler verdikten sonra, tekrar bağrına basıp sarılarak, Ubeydullah-ı Ahrâr´ın babası Mahmûd Şâşî´ye; "Benim bu oğlumu iyi gözet, gerektiği gibi yetiştirip terbiye et." vasiyetinde bulundu.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri çocukluğundaki hâlini şöyle anlattı: "Küçüklüğümde, bende kuvvetli bir vâhime, hayâlgücü vardı. Şöyle ki; yalnızbaşıma evden dışarı çıkamazdım. Bir gece bana öyle bir hâl oldu ki, kalbim Ebû Bekr Şâşî´nin kabrini ziyâret etme şevki ile doldu. Hemen evden çıktım, kabri başına varıp, kabre karşı oturdum. Kalbime hiçbir korku gelmedi. Bir saat kadar böyle kaldım. Oradan Şeyh Hâvend Tâ- hûr´un kabrine gittim. Yine içimde bir vehm ve korku yoktu. Oradan Şeyh İbrâhim Kimyager´in kabrine, Şeyh Zeynüddîn Kûy-i Ârifan´ın kabrine git- tim. İçimde hiçbir korku yoktu. Bundan sonra artık bende, kabirlerde ve korkulu yerlerde, büyüklerin rûhâniyyetinin bereketiyle hiçbir korku hâli kalmadı. Bundan sonra hiç korkmadım. Taşkent´in bütün mezarlarını do- laşmayı âdet edindim. Mezarlar birbirinden uzak yerlerde idi. Bir gecede hepsini dolaştığım oluyordu. Bu sıralarda yeni kendime gelmiştim. Ev halkı benim geceleri böyle dolaşmamdan telâşa düşmüş ola­caklar ki, peşimden süt kardeşimi göndermişler. Benim ne yaptığımı öğrenmek is- temişler. Bir gece Şeyh Hâvend Tâhûr´un kabri şerîfinin yanında idim. Süt kardeşim çıkageldi. Yanıma gelir gelmez, elini üzerime koyup tit- remeye başladı. "Sana ne oldu?" dedim. "Gözüme garip şeyler görünü- yor, az kaldı helâk olacaktım." dedi. Onu alıp, eve götürüp bıraktım. Ev halkına demiş ki: "Artık ondan şüphelenmeyiniz. Ondan dolayı hoşnud olunuz. Biliniz ki o, bizden bambaşka bir hâle düşmüş. Karanlık gecede, on kişinin bir grup hâlinde sokulamayacağı mezarlar başında kimsesiz, sabaha kadar kalmaktadır." Ev halkı bunu öğrendikten sonra, benim bambaşka bir hâle tutulduğumu anlayıp, hakkımda başka ihtimâller düşünmediler."

Mevlânâ Fethullah Tebrîzî şöyle anlatmıştır: "Seyyid Kâsım´ın sohbetine çok devâm ederdim. Tasavvufa öyle merak salmıştım ki, tasavvufa dâir ince meselelerin konuşulduğu bu mecliste sabahlardım. Gözüme uyku girmezdi. Bir defâsında Seyyid Kâsım´ın sohbetindeyken, içeriye Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr girdi. Seyyid Kâsım, onu büyük bir alâka ile karşıladıktan sonra, garîb, meârif ve acâib hikmetler konuşmaya başladılar. Dikkat ettim, Ubeydullah-ı Ahrâr´ın her ziyârete gelişinde, Seyyid Kâsım gayr-i ihtiyârî en ince meseleleri ve sır bahislerini açardı. O zaman öyle hâller olurdu ki, başka zaman o şekilde olmazdı. Bir gün Ubey- dullah-ı Ahrâr, Seyyid Kâsım´ın meclisinden kalkıp gittikten sonra, Seyyid Kâsım bana; "Mevlânâ Fethullah! Bu kâfilenin dili, sözleri gâyet tatlıdır. Ama yalnız dinlemekle iş bitmez. Eğer himmet sâhiplerinin temenni ettiği saâdete kavuşmak istersen, bu Türkistanlı gencin eteğini bırakma! O, zamânın bir hârikası, devrânının bir tânesidir. Ondan çok büyük işler, te- cellîler zuhûr edecek ve dünyâ onun velâyet nûruyla dolacaktır." Seyyid Kâsım´ın bu sözlerinden, içime Ubeydullah-ı Ahrâr´ın kemâl ve olgunluk zamânına ulaşma arzusu düştü. Sultan Ebû Saîd zamânında, Ubeydul- lah-ı Ahrâr Taşkent´ten Semerkand´a geldi. Hizmetine girdim. Kısa za- manda Seyyid Kâsım´ın işâret ettiği üstünlükleri onda görüp anladım."


Konu Başlığı: Ynt: Evliya Hayatından Sahifeler
Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Mart 2010, 03:05:41
Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: "Bu fakîr, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin gece-gündüz hizmetinde iken, hiç esnediklerini görmedim. Öksürük veya benzeri sebeblerle ağızlarından bir şey çıkardığına şâhid olmadım. Sümkürdüklerini de görmedim. İnsanlar arasında veya yalnızken, bir defâ bile bağdaş kurarak oturduklarını görmedim."

Otuz beş yıl hizmetinde bulunan Mevlânâ Ebû Saîd de şöyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin üzüm, elma, ayva ve benzeri meyveleri yerken kabuklarını ağzından çıkardığını hiç görmedim. Sümkürdüklerine ve tükürdüklerine de şâhid olmadım. Bâzan nezle ve grip olurdu. Bu hâllerinde bile tiksinti verecek bir davranışta bulunmazdı. Hiçbir uzvunda uygunsuz bir hâl, görenlere tiksinti ve rahatsızlık verecek bir davranışı görülmemiştir. Yalnız iken de, başkaları ile bir arada iken de, dâimâ edeb ve güzel muâmele ile hareket ederdi."

Ömrünü İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek, vâz ve nasîhatlarıyla insanların kurtuluşuna vesîle olmakla geçiren Ubeydul- lah-ı Ahrâr hazretleri H.895 senesi Muharrem ayının başında hastalandı. Hastalığı seksen dokuz gün sürdü. Vefâtından on iki gün önce; "Eğer sağ kalırsak, beş ay sonra seksen dokuz yaşım tamam olup, doksana girerim. Bâzı büyükler, ömrünün yıl sayısı ile hasta yattığı gün sayısı arasındaki uygunluğu; "Bir günlük hastalık (humma), bir senenin keffâ- retidir." hadîs-i şerîfinde buyrulan husûsa ugun olduğunu söylemişlerdir." buyurdu.

Konya´nın büyük velîlerinden Ulu Ârif Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaştan îtibâren Kur´ân-ı kerîm, hadîs, tefsîr, fıkıh ilimlerini öğrenmeye, tasavvufda yükselmeye başladı. Kısa zamanda zâhirî ve bâtınî ilimlerde söz sâhibi olacak şekilde yetişti. Çok zekî, pek edebli idi. Her hâliyle Mevlânâ´ya benzerdi. Geceleri sabahlara kadar ibâdet eder, boş yere hiç vakit geçirmezdi. Devamlı ilim öğrenmeye ve insanlara faydalı olmağa gayret ederdi. Çok heybetli idi. Görenlerde, korku ile karışık bir saygı hâsıl olurdu. Yanına beyler, emîrler, makâmı yüksek kimseler, âlimler, velîler gelir, sükût ederek onu dinlerlerdi. Herkesin mertebelerine göre konuşur, sözlerinin herkes tarafından anlaşılmasını sağlardı. Kimsenin kabahatini yüzüne vurmaz, sohbetlerinde ortaya konuşurdu. Mânevî derecesine göre herkes hissesini alırdı. Başkalarının kalblerindeki gizli bilgileri, sormak istedikleri suâlleri anladığını belli etmez, dolaylı yollardan suâllerin cevaplarını verirdi. İslâmiyeti yaymak, Ehl-i sünnet îtikâdını her tarafa duyurmak için çeşitli memleketlere gitti. Doğu Anadolu´yu, İran´ı, Âzerbaycan´ı gezdi. Her gittiği yerde İslâmiyetin güzelliğini, büyüklüğünü anlatıp, doğru ibâdet etmenin, ihlâslı olmanın, her işi Allah rızâsı için yapmanın ehemmiyetini îzâh ederdi. Geçtiği şehirlerdeki âlimler, onun sohbetlerine hayran kalırlar, ayrılırken şehir dışına kadar çıkarak, onu teşyî ederlerdi.

Bursa´da yaşayan büyük velîlerden Muhammed Üftâde (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası Mehmed Efendi, daha küçük yaşta bulunan oğlu Muhammed Üftâde´yi, ipek satan bir tüccarın yanına çalışmaya verdi. Muhammed Üftâde, orada çalışmaya başladı. Fakat bir hafta içinde, ustası ve babası vefât edince, çocuk yaşta âilesinin geçim yükünü omuzuna aldı. Hem çalışıyor, annesinin ve kardeşlerinin kimseye muhtâc olmadan geçinmelerini sağlıyor, hem de boş zamanlarında Bursa´daki medreselere gidip gelerek, zâhirî ilimleri öğrenmeye gayret ediyordu. Seneler sonra, zâhirî ilimleri öğrenerek, Bursa Ulu Câmiinde müezzinlik yapmaya başladı. Sonra Doğan Bey Câmiine imâm oldu. Senelerce bu vazifeyi yaparak, insanların ibâdetlerini doğru yapmasına vesîle oldu.

Bir gün rüyâda Seyyid Emîr Buhârî hazretlerini gördü. "Bizim câmide vâz ve nasîhat eyle!" emri üzerine, sabahleyin Emîr Buhârî Câmiinde vâz ve nasîhate başladı.

Muhammed Üftâde, uzun boylu, müşfik bakışlı, devamlı tebessüm hâlinde olan bir zâttı. Görünüşü ile etrâfındakilere güven ve îtimâd telkin eder, herkesin takdîrine mazhâr olurdu. Kur´ân-ı kerîm okurken, güzel sesinde sanki ağlıyormuş hâli müşâhede edilirdi. Kimsenin kalbini kırmaz, kalb kırarım korkusuyla kendine hakâret edenlere bile hiç karşılık vermezdi. Câmiye sabah herkesten önce gider, yatsı namazından sonra orada gece geç vakitlere kadar ibâdet ederdi. Bâzı geceler evine giderken, ıssız sokaklarda bir sarhoşa rastlasa, ona yardım ederek evine kadar götürürdü. Herkese yardım ettiği için, Bursalılar onu çok severdi.

Vakitlerini hep ibâdet yaparak geçiren Muhammed Üftâde, tasavvuf büyüklerinin yolunda bulunmayı arzu ettiğinden, bir velînin yanında yetişmeyi çok isterdi. Bu sebeple, böyle bir velîyi hep arar dururdu. Bir gün Karacabeyli Hızır Dede isminde bir velînin Bursa´ya geldiğini ve Ulu Câminin yanında ikâmet ettiğini öğrendi. Huzûruna varıp, talebesi olmak istediğini bildirdi. O da kabûl ederek, Muhammed Üftâde´yi yetiştirmeye başladı. Muhammed Üftâde, hocasının verdiği her vazifeyi en güzel şek­liyle yaparak hizmet ediyordu. Nefsini terbiye etmek için, nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapıyordu. Haramlardan şiddetle kaçıyor, şüpheli korkusuyla mübahların bile fazlasını terkediyordu. Bu şekilde hocası Hızır Dede´nin terbiyesinde sekiz yıl canla başla çalıştı. Onun vefâtından sonra da Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde ederek kalb gözü açıldı, kemâle gelip olgunlaştı. Her nefes alıp vermesinde Allahü teâlâya hamd eder, cenâb-ı Hakk´ı bir an olsun hatırından çıkarmazdı. Lüzumsuz hiç konuşmazdı. Konuştuğu zaman da hikmetler saçar, dinleyenlerin herbiri, kâbiliyeti kadar istifâde ederdi. Onun bu konuşmalarını talebesi Azîz Mahmûd Hüdâyî Vâkı´ât adlı eserinde topladı.

Rumeli velîlerinin büyüklerinden Üryânî Mehmed Dede (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) küçük yaşta ilim tahsîli ile meşgûl oldu. Çeşitli dallarda ilim sâhibi olduktan sonra, aşk-ı ilâhî´nin cezbesine kapılıp kendinden geçti. Dizkapağı ile göbeği arası hâriç, diğer taraflarına bir şey giymez oldu. O şekilde etrafta dolaşmaya başladı. Mısır´a kadar gitti. Birkaç se- ne Kâhire çevresinde kalıp, sıkıntı ve riyâzetler çekti. Vahşîlerle birlikte nice yıllar geçirdi. Yıllar sonra Kâhire´ye girdi. Gülşenî dergâhına vardı. O sırada İbrâhim Gülşenî hazretleri vefât etmiş, oğlu Emîr Ahmed Hayâlî yerine kalmıştı. Emîr Ahmed Hayâlî, Üryânî Dede´yi görünce; "Hüner, in- san olmaktır, hayvan gibi ot otlamak değildir." deyip, nasîhatte bulundu. O da orada kalıp, Hayâlî´nin feyz ve himmetinden istifâde etti. Zâhir ve bâtın ilimlerinde kemâle geldi. Ahlâkı güzelleşti. İbâdet ve hâlleri düzeldi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, Resûl-i ekremin yolunu yaymak vazi- fesi ile memleketine geri gönderildi.Yergöğü´nde ikâmet edip, İbrâhim Gülşenî hazretlerinin mesnevî tarzında yazdığı Mânevî adlı eserini oku- yup açıkladı. İnsanlara nasîhatlerde bulundu. H.999 senesinde Yergö- ğü´nde vefât edip annesinin yanına defnedildi. "Yergöğü´nün kutbu vefât eyledi." şeklinde vefâtına târih düşürüldü. Her ikisinin kabri de ziyâretgâh olup, onları vesîle ederek yapılan duâların kabul olduğu çok kere görül- müştür.

Üryânî Dede, Yergöğü´nde birçok talebe yetiştirip, güzel nasîhatleri, tatlı dil ve güler yüzü, güzel ahlâkı, faydalı ilmi ile insanlara doğru yolu gösterdi. Kendisinde görülen hal ve kerâmetler, Allahü teâlânın izniyle birçok kimsenin sâlih müslüman olmakla şereflenmesine sebeb oldu.

Hünkâr şeyhi denmekle meşhur velî Vânî Mehmed Efendi (rahme- tullahi teâlâ aleyh) bilgisi ve hitâbetiyle, herkesin hayranlığına mazhar oldu. Erzurum beylerbeyi Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa ile sohbet e- dip, nasîhatlerde bulundu. Fâzıl Ahmed Paşanın babasının vefâtı üzeri- ne sadrâzam tâyin olunarak İstanbul´a çağrılmasından sonra, Mehmed Efendinin nâmı İstanbul´da da duyulmaya başladı. Pâdişâh Dördüncü Mehmed Hanın emriyle İstanbul´a çağrıldı. Pâdişâh hocası (Hünkâr şeyhi) ve Yeni Câmide ilk kürsü vâizi oldu. Şehzâde Mustafa´nın da hocalığını yaptı. Pâdişâh vâizi olunca, şehzâde Mustafa´nın terbiyesini, talebesi ve dâmâdı Feyzullah Efendiye bıraktı. Pâdişâh hocası olmasından dolayı "Şeyh Mehmed" nâmıyla anılmaya başlanan Mehmed Efendinin Yeni Câmi kürsüsünden ettiği vâzlar, büyük îtibâr gördü. Zühd ve takvâsı, dünyâya ehemmiyet vermeyip, Allahü teâlâdan çok korkması, îtibârını yükseltti. Vâz ve nasîhatleri pek tesirli oldu. 1665 senesinde bâzı sahte tarîkatçıların çığırdan çıkan, zaman zaman İslâmiyetin dışına taşan hâl ve hareketlerinin durdurulması için ferman çıkarttı. Zamânında Sabatay Sevi adında bir haham kendisinin Mesih olduğuna dâir bir takım sapık fikirler ileri sürmüştü. Bir ihbâr üzerine yakalanıp Edirne´ye getirildi. Edirne sarayında Şeyhülislâm Minkarizâde Yahyâ Efendi ve Sultanın imâmı Vânî Mehmed Efendiden müteşekkil bir dîvân kuruldu. Pâdişâhın bitişik odadan tâkib ettiği görüşmeler sonunda Sabatay kendisinin müslüman olduğunu söyledi ve dönme olduğunu îlân etti. Onun müslüman olmuş görünmesiyle ilgili olarak Vânî Mehmed Efendi; "Bu adamın müslümanlığı kalbî hisler ve ihlâs ile kabûl ettiğine kâni değilim. Fakat dînimiz şüpheyi reddeder ve kişinin îmânı üzerinde hüküm ancak cenâb-ı Hakk´ındır. Bu îtibârla ihlâs ile müslüman olmasını niyâzdan başka bir şey yapamam." diyerek İslâmiyetin hükümlerine bağlı olduğunu gösterdi.

İstanbul´daki meşhûr velîlerden Vefâ Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir ara hacca gitmişti. Hacdan deniz yolu ile dönerken, yolda hıris- tiyan korsanları tarafından gemisi yağma edilip, kendisi de esir edildi. Rodos Adasına götürülüp hapsedildi. Zamânının gözüpek kahraman- larından Kahramanoğlu İbrâhim Bey tarafından, esir alanlara para verilmek sûretiyle esâretten kurtarıldı. Hürriyetine kavuştu. İstanbul´a dönüşlerinde, şimdi kendi ismi ile anılan "Vefâ" semtine yerleşti. Vefâtına kadar burada yaşadı. İnsanlara doğru yolu göstermek, dînimizin emir ve yasaklarını bildirmek ile meşgûl oldu.

Evliyâdan ve büyük İslâm âlimlerinden Vekî´ bin Cerrâh (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) vaktinin çoğunu ilim meclislerinde geçirirdi. Gece sahura kalkıp, sabah namazından öğle vakti öncesine kadar ilim meclisinde, muhaddislerin yanında bulunurdu. Öğle namazına kadar kaylûle yapıp, uyurdu. Öğle namazını cemâatle kıldıktan sonra tekrar ilim meclisine gidip, ikindiye kadar fıkıh ile meşgûl olurdu. İkindiden akşam namazı vaktine kadar Kur´ân-ı kerîmin tedrisi ve ibâdet ile meşgûl olurdu. İftar için evine gidip, hazırlanan yiyeceklerden akrabâlarına da ikrâm ederdi. Geceleri nâfile namaz kılıp, Kur´ân-ı kerîm okur, tövbe ve istigfâr ederdi. Bütün günlerini böyle geçirirdi. Bayramlar ve yevm-i şek hâriç, senenin diğer günlerini oruçla geçirirdi. Oruçlu olduğunu saklamaya çalışırdı. Yahyâ bin Eksem, onun günlük hayâtını şöyle anlatır: "Vekî´ ile hazar ve seferde beraber arkadaşlıkta bulundum. Bütün günlerini oruçlu geçirip, her gece Kur´ân-ı kerîmi hatmederdi."

Büyük velîlerden Abdülkâdir Dücânî Yâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) babasının terbiye ve himâyesinde yetişti. Küçük yaşta Kur?ân-ı kerîmi ezberledi. Tecvîd ilmini öğrendi. Sonra amcası Mevlânâ Seyyid Şeyh Selim Dücânî?den ilim tahsîl etti, duâsına kavuştu. Amcası vefât edince zamânının büyük âlimlerinden ders alıp, sohbetlerinde bulundu. Aklî ve naklî ilimlerde üstün bir dereceye yükseldi. Amcasının oğlu Mevlânâ Şeyh Hüseyin ve büyük âlim Şeyh Muhammed Trablûsî, Şeyh Mahmûd Râfî ve başkalarıyla görüştü. Onlarla ilmî müzâkerelerde bulundu.

Abdülkâdir Yâfiî, Allahü teâlânın sevgili bir kulu idi. Bütün ilimlerde, özellikle hadîs ve tasavvufta emsâlsiz idi. Tasavvufta Kâdirî yolunu, Mevlânâ Ali Geylânî´den öğrenip, icâzet, diploma aldı. Ayrıca Rufâî, Ahmedî, Düsûkî, Kâdirî, Halvetî yolunu amcasının oğlu ve hocası Şeyh Hüseyin Selim Dücânî?den aldı. Şâziliyyeyi de, Şeyh Muhammed Cisr?- den aldı. Çok cömertti. Yafa?daki evi, misâfirlerin ve yolcuların barına- ğıydı. Misâfiri çok sever, tanıdık, tanımadık herkesi, yedirir, içirir, barındırırdı. Allahü teâlâ onun evine öyle bir bereket vermişti ki, pek az bir nafaka, evine ve misâfirlerine yeterdi. Büyük himmet sâhibiydi. Senenin kış ve bahar aylarına rastlayan altı ayında Yafa´daki evinde kalır, diğer altı ayda da köyleri şehirleri dolaşır, insanlara nasîhat ederdi.

Abdülkâdir Yâfiî, nereye gitse doğru yolun âşıkları hemen kendisine talebe olurdu. Allahü teâlâ ona çok büyük mânevî üstünlükler ihsân etmişti. İnsanlara hizmet için çırpınır, bu sebeple şehirleri, köyleri dolaşır, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretirdi. Aralarındaki anlaşmazlıkları hallederdi. Verdiği hükümlerden herkes râzı olur, kimse îtirâzda bulunmazdı. Herkesin sevgi ve îtimâdını kazanmıştı. Halk onun gelmesine çok sevinir, büyük-küçük, herkes, onu karşılardı. Allahü teâlâ onun sevgisini herkesin kalbine koymuştu. Gittiği yerlere talebelerini de götürürdü. Sözünü işiten, onun Allahü teâlânın velî bir kulu olduğunu anlardı. Muhammed aleyhisselâmın ahlâkı üzere idi. Büyük-küçük herkese karşı alçak gönüllüydü.

İstanbul?da yetişen büyük velîlerden Yahyâ Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası Şamlı Ömer Efendi uzun müddet Trabzon?da kâdılık yaptı. Yahyâ Efendi orada dünyâya geldi. Kânûnî Sultan Süleymân da Trabzon?da aynı sene aynı haftada doğdu. Kânûnî ile süt kardeşi oldular. Kânûnî dünyâya geldiğinde, annesi Âişe Hafsa Sultanın sütü kesilmişti. Bunun üzerine Kânûnî?yi Yahyâ Efendinin annesi emzirdi.

Kânûnî Sultan Süleymân, sultan olunca, ona çok yakın alâka gösterdi. Çok yardım edip, İstanbul?daki meşhûr yerine yerleştirdi.

Kânûnî Sultan Süleymân Han bir gün Yahyâ Efendiye hatt-ı şerîf gönderip; ?Birâderim Yahyâ Efendi! Şaşılacak şeydir ki, bizi terkettin. Hayli zamandır görüşemedik. Buna sebep nedir? Eğer bizden size karşı bir kusur meydana geldi ise kerem edip af buyurunuz. Teşrif edip bizi sevindiriniz. Böylece kırık gönlümüz neşelensin.? dedi. Hatt-ı şerîf, Yah- yâ Efendiye ulaşınca, kâğıt kalem istedi ve Kânûnî?ye cevap yazıp onun görüşme isteğini kabûl etti. Dergâhına dâvet etti. Sohbette bulundular.

Askerî ve mülkî erkân, ahâlinin ileri gelenleri, çevredeki ve uzak yerlerdeki insanlar, tüccârlar ve bilhassa gemiciler, Yahyâ Efendiyi ziyâret ederler, hediye ve adak gönderirler, hâcetleri için duâ isterlerdi. Yahyâ Efendi, yanına gelen ziyâretçilere çeşit çeşit yemekler, şerbetler ve meyveler ikrâm eder, geleni boş çevirmezdi. İyilik, ikrâm ve ihsânları pekçok- tu. Bâzan şehrin ileri gelen zâtları ile ilim sâhiplerini dâvet eder, çeşit çe- şit ikrâmlarda bulunurdu. Bâzan da fakir ve yoksullara ziyâfet çeker, gö- nüllerini alırdı. Her sene Resûlullah efendimizin, dünyâya teşriflerinin se- ne-i devriyyesi olan mevlid kandilinde, daha çok iyilik ve ikrâmlarda bulunur, daha geniş ziyâfetler verirdi. İlim talebelerinden, fakirlerden ve zayıflardan ziyâretine gelenlere çok sadakalar verir, en aşağı hediyesi kayık ücreti olurdu. Bahçesinde bulunan meyvelerden Kânûnî Sultan Süleymân Hâna takdîm ve hediye eder, Sultân da ona, maddî yardımda bulunurdu.

Yahyâ Efendi, çeşitli ilimlerde söz sâhibi olup, naklî ilimlerden başka; tıb, hikmet, hendese ve fizik gibi aklî ilimlerde de mahâret ve ihtisas sâhibi idi. Duâsı Allahü teâlânın izniyle hastalara şifâ olurdu. Kendisi, hem zâhirî, hem de bâtınî kemâlâta sâhipti. Üveysî idi. Dil ve gönül ehli, şâir, tabîb, hakîm, cömert, kerîm (iyilik edici), şefkatli, yumuşak huylu, zekî, iyi huylu, takvâ ve güzel ahlâk sâhibi bir zâttı. Ziyâretine gelenler, onun kereminden, kerâmetinden, hikmetli sözlerinden, tıbba dâir bilgilerinden, ilim ve fazîletinden istifâde ederler, feyz almış olarak dönerlerdi. Sohbe­tinde bulunanların herbirine ?Âşık? diye hitâb ederdi. Sohbetlerinde din büyüklerinden bahseder, onların menkıbelerini, güzel hâllerini anlatırdı.

Yahyâ Efendinin iyilik, ikrâm ve ihsânları pekçok olmakla birlikte, kendisi gâyet sâde bir hayat yaşar, her türlü lüzumsuz âdetten kaçınır, resmiyetten uzak dururdu. Tekellüf ve fazla masraftan uzak olup, elbisesi ve sarığı sâdeydi.

Çeşitli yerlerden adak ve hediye olarak gelen malların çoğunu, binâ yapmakta ve bahçelerinin bakımında harcardı. Her tarafta binâlar yapardı. Yaptığı inşâatın biri tamam olmadan diğerine başlardı. Mescid, medrese, tıb mektebi, hânekâh, hamam gibi binâlar inşâ ederdi. İnşâat işinde çok mâhir idi. Dağları kazdırır, toprakları indirip, deniz sâhillerini doldurur, oralara yeni binâlar yapardı. Böyle çok binâ yapmasının hik­meti suâl edildiğinde; ?Bekara sûresi 36. ve A?râf sûresi 24. âyet-i kerîmelerinde meâlen; ?...Yeryüzünde sizin için bir vakte (ömrünüzün, ecelinizin sonuna) kadar, yerleşmek, geçinmek ve menfaatlenmek vardır.? buyruldu. Bizim ve bizden sonra gelip yolumuzda olanlar için, en güzel kalma yerleri, en münâsip ve lâzım olan yerler böyle binâlardır. Bunun için bu tip binâların inşâsına bu kadar gayret ediyoruz.? buyururdu.

Büyük velîlerden Seyyid Yahyâ Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçüklüğünde bile fevkalâde edep ve ahlâk sâhibi bir çocuktu. Bir gün arkadaşları ile oyun oynarken, evliyânın büyüklerinden İzzeddîn Halvetî?nin oğlu ile Sadreddîn Halvetî?nin dâmâdı olan Pîrzâde hazretleri onu gördüler. Çocuğu bir müddet seyrettikten sonra, birbirlerine; ?Allahü teâlâ bu çocuğa, dedelerinin edebini, olgunluğunu ve güzel huyunu ihsân etmiş. Duâ edelim de, Halvetî yolunun feyz ve mârifetlerine de ka­vuşsun.? dediler. El açıp cenâb-ı Hakk?a yalvarıp, uzun uzun duâlar ettiler. O gece Seyyid Yahyâ, rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Sevgili Peygamberimiz; ?Evlâdım Yahyâ! Halvetî yolunun büyüklerinden olan Sadreddîn?e git. Onun sohbeti ve hizmetiyle şereflen!? buyurdu. Sabah olunca, yaşının küçüklüğüne bakmadan, Sadreddîn Halvetî?nin huzûruna koştu. Onun terbiyesi altında ilim öğrenmeye başladı. Kısa zamanda hocasının feyz ve bereketleri ile, ilimde ve tasavvuf yolunda pek yüksek derecelere kavuştu.

Büyük velîlerden Ya?kûb Germiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun îtikâd ve amel etmekte, fakirleri korumakta, ihtiyaç sâhiplerinin yardımlarına koşmaktaydı. Allahü teâlâ- nın muhabbeti ile yanardı. Zühd sâhibi olup, dünyâlık şeylere ilgi ve alâ- ka göstermezdi. Dünyâlık bir iş için herhangi bir kimseye yalvardığı, boyun büktüğü hiç vâki olmadı. Dâvet edilmediği yere gitmez, lüzumsuz dünyâ kelâmı söylemezdi. Herkese; âhirete yarar işler yapmayı teşvik edici, dünyâya düşkün olmaktan men edici sözler söylerdi. Her hâli, hareketi ve tavrı makbûldü. Herkesin yanında yüksek îtibârı vardı. Yüzünde, İslâm dînine uygun yaşamanın verdiği nûr parlardı. Etrafına feyz ve nûr yayardı. Uzun seneler Kocamustafapaşa zâviyesinde gönül ve irfân sâhibi talebelere ders verdi. Herkes, kâbiliyeti kadar o nûr çeşmesinden feyz ve bereket alarak yükseldi.

Hindistan´ın büyük velîlerinden Yâr Muhammed Kadîm Talkânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İmâm-ı Rabbânî hazretlerine çok hizmet ederek teveccühlerine kavuştu. Gecelerini Kur?ân-ı kerîm okuyarak, namaz kılarak, cenâb-ı Hakk´ın ismini anarak hep ibâdetle geçirirdi. Gündüzleri de oruç tutardı. Çok murâkabe eder, Allahü teâlânın mahlûkları hakkında tefekküre dalardı. Haramlardan ve Peygamber efendimiz zamanında olmayıp dine sonradan ibâdet olarak sokulan şeylerden aslandan kaçar gibi sakınır, şüpheli korkusuyla mübahların dahî fazlasını terkederdi. Yüzü çok güzel olup, görenler hayrân kalırdı. Bir gün arkadaşı Hâşim-i Keşmî hazretlerine; ?Yüzümün güzelliği ve sakalımın düzgünlüğü için şükrediyorum. Sahralarda gezdiğim zamanlar, halktan kim beni görürse hemen salevât-ı şerîfe okur.? dedi.

Yâr Muhammed Kadîm, hocasından izin alarak tam bir fakîrlik ve garîblik içerisinde Haremeyn-i şerîfeyni ziyârete gitti. Bu bereketli seferden dönüşte Hâşim-i Keşmî?ye şöyle anlattı: ?Kâbe-i muazzamanın Rükn-i Yemânî tarafında Resûlullah efendimizin mübârek nûrunu gördüm. O?nun lezzet ve tatlılığından kendimden geçtim. Kendime geldiğimde tuhaf bir hâldeydim. İnsanlar etrâfıma toplanmışlar hayretle bana bakıyorlar, bir taraftan da; ?Bu kimse herhâlde mecnûndur.? diyorlardı. Benim lisân-ı hâlim, senin şu beytine uygundu:



?Bu Leylâ çadırdan çıkarsa eğer,

Dağ ve sahrâlar mecnûn olsa, değer.?



Tasavvuf ehli ve halk şâiri Yûnus Emre (rahmetullahi teâlâ aleyh) şiirlerini arûzla ve daha çok hece vezniyle yazmıştır. Şiirleri açık, derin mânâlı, samîmî ve heyecanlıdır. İlâhî aşk, varlık, yokluk, hayat, ölüm meseleleri ve bunlara bağlı olarak, dünyânın fânîliği gibi meseleleri en iyi şekilde şiirle anlatmıştır.

Yûnus Emre?yi aynı yolda tâkib eden birkaç şâir daha görülmüştür. Bunlardan bilinenlerden ikisi; ?Âşık Yûnus? ve ?Derviş Yûnus?tur. Yunus Emre?nin en önemli tâkipçisi olan Âşık Yûnus Bursa?lı olup, H.843 yılında vefât etmiştir. Her iki şâirin şiirlerini birbirlerinden ayırmak zordur. Yûnus Emre, Celâleddîn-i Rûmî´nin sohbetlerinde bulunmuştur. Bu sohbetlerin, yetişmesinde büyük rolü olmuştur.

Yûnus Emre?de günü birlik konulara rastlanmaz; geçim endişesi, âile sıkıntısı, evlât acısı, yakınlarının şahsî ve âilevî meselelerine hemen hemen hiç yer vermez. O, insanlığın umûmî kader çizgisi üzerinde durmuştur. Bunlar; kabir, ömrün geçişi, ölüm, Allahü teâlâya îmân ve yalvarma, dînî esaslar, insanın yalnızlığı, aşk, nasîhatler ve hayâtın gâyesi gibi insanlığa has meselelerdir.

Her yerde, her seste, her renkte, her zaman Allahın varlığını idrâk eden Yûnus Emre, bu dilsiz varlıkların büyük tanıtışındaki gizli dilin hayrânıdır.

Yûnus Emre, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ile bütün yakınlarının, dört halîfenin, hazret-i Peygamberin soyundan gelenlerin, bütün İslâm âlimlerinin ezelî âşığıdır. Hiçbir bâtıl cereyana kapılmadığı gibi, onlar karşısında ahlâkî nizâmı, din sevgisini ve gerçek tasavvufu koruyan kültür ve sanat seddi olmuştur. İhlâs ile, her şeyi Allah rızâsı için yapmayı her zaman söylemiştir. Yûnus Emre için "Dervişlik", herkese faydalı olmak ülküsüdür. Şiirlerinde tembelliği, tufeyli ve faydasız olmayı kınamıştır.

Şerîat, tarîkat yoldur varana,

Hakîkat, mârifet andan içerü.



diye, hakîkî tasavvufu da o târif etmişitir.

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden, hadîs, fıkıh ve kırâat âlimi, velî Yûsuf bin Esbât (rahmetullahi teâlâ aleyh) haram ve şüphelilerden çok sakınır, çok ibâdet ederdi. Kendi hâlinde yaşar, hâlini belli etmezdi. Kalbinde dünyâ sevgisine yer yoktu. Nefsinin isteklerine hiç uymaz, her an Allahü teâlâyı hatırlardı. Helâlden lokma bulabilirse yer, bulamazsa sabrederdi. ?Allahü teâlânın rızâsının onda dokuzu helâl rızıktadır.? buyururdu. Dokumacılık yaparak nafakasını temin etmeye çalışırdı. Dünyâ malına ve lezzetlerine hiç iltifat etmezdi. Kırk sene müddetle iki gömlekle idâre etti. Birini yıkar, diğerini giyerdi. Âhiretteki sonsuz nîmetleri terk edip de, dünyânın geçici, yalancı ve aldatıcı zevklerini tercih edenlerin zavallılıklarını, gafletlerini ve yakalandıkları bu hastalığın tehlikesini bildirmek için, hazret-i Ali?nin; ?Dünyâ çöplük gibidir. Kim ona tâlib olursa sıkıntılarına katlanmaya hazır olsun.? sözünü sık sık tekrâr ederdi. Hastalandığında ken- disinin haberi olmadan, sultanın doktorlarından birini çağırdılar. Doktor muâyene edip gideceği zaman, Yûsuf bin Esbât oradakilere sordu: ?Dok- tor muâyene ettiği hastalardan, âdet olarak ne alır?? Onlar da; ?Altın alır.? dediler. Bir kese çıkardı ve; ?Bunu ona veriniz.? diyerek yanındakilere uzattı. Baktılar, kesenin içinde on beş altın var. ?Bu çok fazladır.? dediler. Bunun üzerine, ?Olsun, ona verin. Böyle yapmaktaki maksadım, fakir- lerin, sultandan daha mürüvvetli olduğunu bildirmektir? buyurdu.

Büyük velîlerden Ahî Yûsuf Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) gençlik zamânında güzel bir kıza tutulmuştu. Bir gün kızla sözleşti. Onu dergâhın bir köşesinde beklemeye başladı. Lâkin kızın bir mânisi çıkıp kararlaştırdıkları yere gelmedi. Yûsuf Halvetî sabaha kadar orada sevdiği kızı ağlayarak bekledi. Sabahleyin dergâh şeyhi Zâhid hazretleri talebelerinden birisine hitâben; ?Evlâdım! Dergâhımızın şu köşesinde bir genç durur. Misâfirimizdir. Çağır gelsin.? buyurdu. Bunun üzerine talebe târif edilen yerde Yûsuf Halvetî?yi buldu ve onu dergâha çağırdı. O da reddetmeyip içeriye girdi. Zâhid hazretlerinin huzûruna çıktı. Zâhid hazretleri, Yûsuf Halvetî?ye hitâben; ?Oğlum! Biz Hakk?ı arayanı böyle avlarız. Artık üzülmene, alğamana gerek yok.? buyurdu. O an Yûsuf Halvetî?nin kalbi Zâhid hazretlerine bağlandı ve talebesi oldu.

Yûsuf Halvetî hocasının bereketli sohbetleriyle yetişip, velî bir zât olunca, Rum diyârındaki insanları irşâd için oraya gitmeye memur edildi. Niğde şehrine gelip, insanlar arasında Tepeviran denilmekle meşhur olan yere yerleşti. Orada bir dergâh ve bir câmi inşâ etti. İnsanlara hak yolun bilgilerini, edebini öğretmekle meşgûl oldu. Çok kerâmetleri görüldü.

Evliyânın büyüklerinden Yûsuf-ı Hemedânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) on sekiz yaşında Bağdat?a gelip, fıkıh ilmini Ebû İshâk-i Şîrâzî?den öğrendi. Yaşı küçük olmasına rağmen, Ebû İshâk kendisine husûsî ihtimâm gösterirdi. Bunun ve diğer fıkıh âlimlerinin derslerine devâm etmekle, Hanefî mezhebinde fıkıh ve münâzara âlimi oldu. İsfehan ve Semerkand?da, zamanın meşhûr hadîs âlimlerinden hadîs ilmini öğrendi. Tasavvufu Ebû Ali Fârmedî hazretlerinden öğrenip, onun sohbetinde yetişerek kemâle ulaştı. Abdullah-i Cüveynî, Hasan Simnânî ve birçok büyük zât ile görüşüp, sohbet etti. Kendilerinden ilim öğrendi. Yaya olarak otuz yedi hac yaptı. Kur?ân-ı kerîmi sayısız hatmetti. Gece namazlarında her rekatte bir cüz okurdu. Tefsir, hadîs, kelâm ve fıkıh ilminden yedi yüz cüz ezberindeydi. İki yüz on üç mürşîd-i kâmilden istifâde etti. Yedi bin kâfirin îmâna gelmesine sebeb oldu. Hızır aleyhisselâm ile çok sohbet etti.

Altmış yıldan fazla, insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl oldu. Yüzlerce talebe ondan ders aldı. Abdullah-i Berkî, Hasan-ı Endâkî, Ah- med Yesevî ve Abdülhâlık-ı Goncdüvânî gibi büyük velîler yetiştirdi. Bun- lardan Ahmed Yesevî, Türkistan tarafına göç edip, insanları irşâd ederek büyük hizmetler yaptı. Yûsuf-i Hemedânî, bütün dostlarına, talebesi Ab- dülhâlık-ı Goncdüvânî?ye tâbi olmalarını söyledi. Kendisinden sonra, bu talebesi insanlara doğru yolu gösterdi.

Yûsuf-i Hemedânî, önce Merv şehrinde bir müddet kalıp Herat?a gitti ve uzun zaman kaldı. Sonra, tekrar Merv?e gelip bir müddet daha kaldıktan sonra Herat?a döndü. Herat?tan Merv?e yolculuğu sırasında vefât etti. Kabri Merv şehrinde olup, ziyâret edilmektedir.

Yûsuf-i Hemedânî, İmâm-ı A´zama pekçok bağlıydı. Irak, Horasan, Mâverâünnehr bölgelerinin muhtelif şehirlerinde bulunarak, halka saâdet yolunu anlatmak ile meşgûl olmuştur. İlmi, fazîleti ve kerâmetleriyle İslâm dünyâsında tanınıp, çok sevilmiştir.

Hakîkî İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden olan Yûsuf-i Hemedânî orta boylu, buğday benizli, kumral sakallı, zayıf bir zât idi. Eline ne geçerse muhtaçlara verir, kimseden bir şey istemezdi. Herkese karşı çok iltifât eder, yumuşak ve merhametli davranırdı. Yolda yürürken bile Kur?ân-ı kerîm okumakla meşgûldü. Hoş-dû denilen yerden, câmiye gelinceye kadar bir hatim okur, mescid kapısından, Hasan Endâkî ve Ahmed-i Yesevî hânesine varıncaya kadar Bekara sûresini okurdu. Geri dönerken Âl-i İmrân sûresini bitirirdi. Arada bir yüzünü Hemedân?a çevirir ve çok ağlardı. Selmân-ı Fârisî hazretlerinin âsâsı ile sarığı kendisindeydi. Her ay başında, Semerkand âlimlerini çağırarak onlarla sohbet ederdi. Bir taraftan köylülere ve yanına gelen herkese doğru din bilgilerini öğretmeye çalışır, insanlarla uğraşmaktan, onları yetiştirmek için çalışmaktan hiç sıkılmazdı. Diğer taraftan, ağrılara ve yaralara ilâç yaparak herkesin derdine devâ bulmaya çalışırdı. Böylece, maddî ve mânevî hastalıkların tabîbi, mütehassısı olduğunu isbât ederdi.

Talebelerine ve kendisini sevenlere dâimâ Peygamber efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda gitmelerini tavsiye ederdi. Kalbi, bütün mah- lûkât için derin bir sevgi ile doluydu. Gayr-i müslimlerin evlerine giderek, onlara İslâmiyeti anlatırdı. Her şeye sabır ve tahammül eder, herkese karşı muhabbet gösterirdi. Altın ve gümüş eşyâ kullanılmasına müsâde etmez, fakirlere zenginlerden daha fazla îtibâr ederdi. Zühd sâ­hibi idi. Dünyâya ehemmiyet ve kıymet vermezdi. Odasında hasır, keçe, ibrik, iki yastık ve bir tencereden başka bir şey bulunmazdı. Talebelerine, dört büyük halîfenin menkıbe ve fazîletlerinden bahseder, onlar gibi ahlâk- lanmalarını nasîhat ederdi.

Osmanlı velî ve âlimlerinden Muhammed Zâhidü?l-Kevserî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası aslen Kafkasyalı olup, memleket- leri Ruslar tarafından işgâl edilince, hicret ederek Anadolu?ya geldi. Bo- lu?nun Düzce ilçesi yakınındaki bugünkü adı Çalıcumâ olan o zamanki adıyla Hacı Hasan Efendi köyüne yerleşti. Muhammed Zâhidü?l-Kevserî bu köyde dünyâya geldi. İlk tahsîlini babasından gördü ve Düzce âlim- lerinden ilim öğrendi. Sonra İstanbul?a gelerek Kazasker Hasan Efendi- nin Dârülhadîs Medresesinde yerleşti. Fâtih dersiâmlarından Eğinli İbrâ- him Hakkı Efendi ile Alasonyalı Ali Zeynelâbidîn Efendiden dînî ve Arabî ilimleri okuyarak, icâzet, diploma aldı. 1907 senesinde yapılan rüûs imti- hânını kazanarak ders vekîli oldu. Ahmed Âsım Efendinin başkanlığın- daki Ahıskalı Ahmed Esad Efendi, Dağıstanlı Mustafa bin Azm Efendi ve Tosyalı İsmâil Zühdü Efendilerden meydana gelen heyet huzûrunda der- siâmlık imtihânını kazandı. Bir müddet Fâtih Câmiinde müderrislik yapan Muhammed Zâhidü?l-Kevserî, 1913 senesinde İstanbul Müderrisliği rüt- besine ulaştı. Fâtih Câmiinde müderrislik yaptığı sırada ayrıca Dârüşşa- faka?da Arapça dersleri okuttu.

Zâhidü?l-Kevserî, Dârülfünûnda (İstanbul Üniversitesi) fıkıh ve fıkıh târihi derslerini okutmak için açılan imtihânı birincilikle kazanmış ise de bu vazîfeye, mevcut öğretim üyelerinden birisi vekâleten getirildiğinden, tâyini gerçekleşemedi. Ürgüplü Mehmed Hayri Efendinin şeyhülislâmlığı sırasında ıslâh edilen medreselerde belâgât, aruz ve ilm-i vâd´ derslerini okuttu. Bu sırada Kastamonu?da açılan yeni bir medreseyi faâliyete geçirmekle vazîfelendirildi. Üç yıl kadar bu vazîfeyi liyâkatle yürüten Zâhi- dü?l-Kevserî, istifâ ederek İstanbul?a döndü. İstanbul?a dönüşü kış mev- simine rastlıyordu. Her taraf karlarla kaplı olduğu için Karayolundan git- meyi tercih etmeyip deniz yolundan gitmeye karar verdi. İnebolu Limanından bindiği eski bir gemi kâh durup kâh dolanarak Ereğli?ye yaklaştı. Zâhidü?l-Kevserî yola böyle devâm etmektense inmeye ve Akteş- şehir?e geçmeye karar verdi. Orası Düzce?ye yakındı. Sefere ara verip Düzce?ye gitmeyi ve şartlar yolculuğa müsâit oluncaya kadar orada kal- mayı düşünüyordu. Gemiden inip bir kayıkla Akteşşehir?e gitmek üzere yola koyuldu. İkindi vaktine doğru deniz hırçınlaştı. Ard arda vuran dal- galar, Zâhidü?l-Kevserî ve Akteşşehir yolcularının bulunduğu kayığı de- virdi. Fakat yolcular devrilen kayıktan ayrılmayıp kayığın kenarlarına tu- tundular. Dalgalarla uğraşmadan dolayı bir müddet sonra Zâhidü?l-Kev- serî de diğer yolcular gibi kendini kaybetti. Denizden çıkarıldığında tek hissettiği şey kulağındaki çınlamaydı. Diğer yolcular da güçlükle fa­kat sağ olarak sâhile çıkarıldılar. Zâhidü?l-Kevserî?nin Kastamonu?ya götürüp de, orada bırakmayıp İstanbul?a geri getirmek için yanına aldığı çok sa- yıda eşyâları ve nefis yazma kitapları sulara gömüldü. Aralarında asır- larca önce yazılmış ünlü âlimlere âit fıkıh, hadîs ve akâid ilimlerine dâir kitaplar da bulunuyordu.

Kazâdan sağ sâlim kurtulan Zâhidü?l-Kevserî hazretleri birkaç gün kalmak üzere Düzce?ye gitti. Bu esnâda İstanbul?dan Dârüşşafaka Medresesine tâyin edildiğini bildiren telgraf geldi. Bu emir üzerine İstanbul?a gelen Zâhidü?l-Kevserî, Dârüşşafaka?daki vazîfesine başladı. Bir ay sonra da Medresetü?l-Mütehassısîne müderris tâyin edildi. Ders vekâleti meclisine üye seçildi. Bir müddet sonra yetmiş beş Osmanlı lirası aylıkla ders vekilliğine tâyin edildi.

Sultan İkinci Bâyezîd Han bir medrese yaptırmış ve bu medresede Şeyhülislâmın bizzat ders vermesini emretmişti. Fakat zamanla Şeyhülislâmlar meşgûliyetlerinin çoğalması sebebiyle kendilerinin yerine ders vermek üzere bir vekil görevlendirmişlerdi. Şeyhülislâmın yerine ders veren bu müderrislere ders vekîli denirdi. Ders vekîlinin yetkisi El-Ezher Üniversitesi rektörünün yetkisine eşitti. Sultan Vahîdeddîn Han zamânında Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin ders vekîli olan Zâhidü?l-Kevserî bu şerefli vazîfeyi liyâkat ve üstün başarıyla yürüttü. Sonra Ba­yındırlık Kurulunun, Sultan İkinci Mustafa Hanın yaptırmış olduğu Lâleli Medresesini yıkmasına karşı çıktığı için bu vazîfesinden alındı.

İslâm dînini doğru olarak anlatan Ehl-i sünnet âlimlerinin yolunda giden, her türlü sapık ve bozuk cereyânlara karşı olan Zâhidü?l-Kevserî, Osmanlı Devletini batıran İttihâd ve Terakkîye ve onlara âlet olan, din âlimi ve şeyh geçinen fakat İslâmiyetten haberi olmayan kimselere şiddetle karşı çıktı. İstanbul?da kaldığı zamanlar yüzlerce talebe yetiştirdi. Bu talebelere tahsillerinin sonunda ehliyetli olduklarına dâir icâzetnâme, diploma verdi. Fakat Ehl-i sünnet yoluna ve Ehl-i sünnet âlimlerine olan hücûmlar karşısında kale gibi direnmesini sürdürdüğü için ittihâdçılar ve onların maşaları durumunda olanların haksız ithâm ve hücumlarına uğradı. Ders Vekâleti Meclisi üyeliğini ve müderrislik vazîfesini devâm ettirdiyse de, bâzı ihlâslı kimselerin kendisine, tutuklanması için türlü oyunların tezgâhlandığını haber vermeleri üzerine durum yatışıncaya kadar geçici olarak İstanbul?dan ayrılmaya karar verdi. 3 Kasım 1922 târihinde Mısır?a gitmek üzere İstanbul?dan ayrıldı. Deniz yoluyla İskenderiyye?ye oradan da Kâhire?ye gitti. Birkaç ay Kâhire?de kaldıktan sonra Şam?a gelip bir yıl burada kaldı. Sonra tekrar Kâhire?ye dönerek Câmiü?l-Ezher?de (Ezher Medresesinde) okuyan Türk talebelerin kaldığı Ebü?z-Zeheb Muhammed Bey Dergâhına yerleşti. Orada kaldığı müddet içinde ders okutup talebe yetiştirmekle ve ilmî eserler yazmakla meşgûl oldu. 1928 senesinde tekrar Şam?a gelip bir yıl kaldıktan sonra Kâhire?ye döndü. Dârü?l-Mahfûzâti?l-Mısriyye (Mısır Devlet Arşivi) de bulunan bir kısım Türkçe belgeleri Arapça?ya tercüme etme gibi mütevâzî bir işte çalışarak geçimini sağladı. Bir müddet sonra eşini ve çocuklarını da İstanbul?dan yanına getirtti. Bir oğlu ve üç kızı olan Zâhidü?l-Kevserî, son senelerini ilmî eserler yazmakla geçirdi. Son yıllarda şeker hastalığı ve yüksek tansiyon rahatsızlığına tutuldu.

Bir oğlu ve üç kızı onun sağlığında Kâhire?de vefât ettiler. Zâhidü?l-Kevserî hazretleri de H.1371 senesinde Kâhire?de vefât etti. Câmiü?l-Ezher?de kılınan cenâze namazından sonra Karâfe Kabristanında İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin kabri civârında, dostu İbrâhim Selîm?e âit bölümde defnedildi. Vefâtından sonra ayağına sıcak su dökülüp rahatsızlanan hanımı Türkiye?ye dönmüş ve 1957 senesinde Düzce?de vefât etmiştir.

Büyük velîlerden ve Mısır?da yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Zekeriyyâ Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaştayken babası vefât etti.

Doğum yeri olan Senîke?ye Rebî bin Abdullah isminde bir âlim gelmişti. Rebî bin Abdullah, kendisine yardım edilmesini isteyen bir kadın gördü. Kadının kocası ölmüş, çocuğu yetim kalmıştı. Şehrin vâlisi çocuğu saka kuşu avlamaya gönderiyordu. Rebî bin Abdullah çocuğu ve kadını yanına çağırıp, kadına; ?Eğer oğlunun böyle durumlara düşmekten kurtulmasını istiyorsan, oğlunu bırak Câmi-ül-Ezher?de okusun, ilimle meşgûl olsun.? dedi. Oğlunun bu durumdan kurtulması için can atan kadın, onu Rebî bin Abdullah?a teslim etti. Rebî bin Abdullah küçük yaşta olan Zekeriyyâ Ensârî?yi alıp Câmi-ül-Ezher?e götürdü. Kısa zamanda Kur?ân-ı kerîmin tamâmını ezberleyen Zekeriyyâ Ensârî, zamanının büyük âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsil etti.

Zekeriyyâ Ensârî hazretleri; Gençlik yıllarını anlatırken şöyle buyurdu: ?Ben uzak yerden Câmi-ül-Ezher?e bir zât tarafından getirilmiştim. Daha çok gençtim. Burada dünyâ işlerinden uzak ve kalbimi mahlûkâttan hiç birine bağlamadan, sâdece ilim ile meşgûl oluyordum. Çok defâ acık- tığım zaman, bulduğum karpuz, kavun artıklarını yıkayarak yerdim. Se- nelerce böyle devâm ettim. Sonra Allahü teâlâ bana velî kullarından biri- sini gönderdi. O, benim, yiyecek, içecek ve kitap gibi bütün ihtiyaçla­rımı karşılıyordu. Bana; ?Ey Zekeriyyâ! Benden hiçbir şeyini gizleme!? derdi. Birkaç sene böyle devâm etti. Bir gece herkes uyurken beni uyandırıp; ?Kalk ve benimle gel!? dedi. Beni, Câmi-ül-Ezher?deki vikâde merdiveni- ne götürdü. Oraya vardığımız zaman bana; ?Kürsüye çık!? dedi. Son merdivene kadar çıkıp inmemi istedi. Ben onun isteğini yaptıktan sonra; ?Senin akranların vefât edecek, fakat sen yaşıyacaksın. Kadrin ve kıy- metin çok yüksek olacak. Kâdı?l-kudât?lık yapacaksın. Daha sen ha­yatta iken talebelerin şeyhülislâm olacak. Sonunda gözlerin görmeyecek.? dedi. Ben ona; ?Gözlerim mutlakâ görmeyecek mi?? diye sorunca; ?Evet görmeyecek.? diyerek ortadan kayboldu. Bir daha o zâtı görmedim.?

Zekeriyyâ Ensârî, ilimde akranları arasında yüksek mertebeye ulaştı. Behce üzerine yaptığı şerhi, hocasının yanında elli yedi defâ okudu. Vaktini ders okutmak, kitap mütâlaa etmek, fetvâ vermek, eser yazmak, kâdılık ve mühim vazifelerle meşgûl olmak sûretiyle geçirdi. Faydasız işlerle hiç meşgûl olmazdı. Vakar sâhibiydi.

Hadîs, fıkıh, tefsîr gibi naklî ilimlerde ve aklî ilimlerde derin âlim olan Zekeriyyâ Ensârî, tasavvuf yolunda yüksek bir velî oldu. İlmi ve güzel ah- lâkıyla insanlara faydalı olmaya başladı. Bu yüzden her beldeden ilim tâ- lipleri, ders almak için onun yanına geldiler. Allahü teâlâ onun ömrünü u- zun eyledi. Zekeriyyâ Ensârî?ye, talebelerinin ve onların talebelerinin şeyhülislâm olduğunu görmek nasîb oldu. Zekeriyyâ Ensârî?den ilim öğrenmiş olan büyük âlimlerden bâzıları şunlardır: Cemâlüddîn Abdullah Sûfî, Nûreddîn Mahallî, İmâm Meclî, Fakih Ümeyre Berlisî, Kemâlüddîn ibni Hamza Dımeşkî, Behâuddîn Fâsî, Haleb bölgesi müftîsi Bedrüddîn ibni Süyûfî, Şihâbüddîn Hımsî, Bedreddîn Alâî el-Hanefî, Şemsüddîn Şiblî, Abdülvehhâb-ı Şa?rânî, Şihâbüddîn Remlî, Şemsüddîn Remlî, Şi- hâbüddîn ibni Hacer Heytemî, Sâlih Cemâlüddîn Yûsuf, Şemsüddîn Ha- tîb Şirbînî el-Mısrî, Allâme Nûreddîn Nesefî el-Mısrî ve başka birçok âlim. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp onların dünyâda ve âhirette saâdete, kurtuluşa kavuşmaları için çalışan Zekeriyyâ Ensârî hazretleri, herkesle iyi geçinip hizmet etti.

Kâdı?l-kudât olmadan önce günlük kazancı üç bin dirhemdi. Çok kıymetli kitaplar topladı. Sohbetlerinden ve sözlerinden çok istifâde edildi. Gece-gündüz ilim ve amelle meşgûl oldu. Yaşı çok ilerlemiş olmasına rağmen Sahîh-i Buhârî?yi şerh edip, daha önce yapılmış olan on şerhi de, kendi yazdığı şerhde topladı. Beydâvî Tefsîri?ne hâşiye yazdı. Okudukları kitaplardan güzel ve mühim mevzûları yazıp getirenlere mükâfât verirdi. Zekeriyyâ Ensârî çok hayır yapardı. Kendisinden yaşça ve ilimce küçük birisi ona emr-i mârûfta bulunsa hemen kabûl ederdi. Ömrünü aslâ zâyi etmedi. Her fazîlet sâhibi kimseyi hased eden olduğu gibi, onu da hased edenler vardı. Zekeriyyâ Ensârî?nin, sâlih ve velî bir zât olarak şöhret bulması, Sultan Hoşkadem zamânında olmuştur. Bir gün Sultan, Zekeriyyâ Ensârî´yi ziyâret etti. Bundan sonra herkes Zekeriyyâ Ensârî?yi ziyârete koştu ve onun şöhreti her tarafa yayıldı.

Sultan Kayıtbay, Zekeriyyâ Ensârî?yi Kâdı?l-kudât yapmak istedi. O, bu görevi kabûl etmedi. Lâkin fazla ısrarlara dayanamayarak, istemeye istemeye kabûl etti. Bir süre sonra sultânın yaptığı bir haksızlığı, açıkça söylediği ve bundan menettiği için bu vazifeden alındı. Zekeriyyâ Ensârî, Kâdı´l-kudât olduğu için çok üzülürdü. Abdülvehhâb-ı Şa?rânî bu durumu şöyle anlattı: Bir gün bana, Zekeriyyâ Ensârî; ?Hatâ ettim.? dedi. Ben nede hatâ ettiğini sorunca; ?Kâdılığı kabûl etmekde. Çünkü ben daha önce herkesin gözünden uzak, kendi hâlimde yaşıyordum." dedi. Bunun üzerine ben; ?Efendi! Evliyâdan olan bir zâttan işittim, şöyle buyurmuştu: ?Velî bir zâtın kâdılık vazîfesine tâyin edilmesi, insanlar arasında iyiliği, zühdü, verâsı, keşf ve kerâmetleri yayılınca onun hâlini setreder, onu perdeler.? dedim. Bunun üzerine Zekeriyyâ Ensârî; ?Evlâdım! Elhamdülillah benim bu husustaki üzüntümü hafiflettin.? buyurdu.

Anadolu´da yetişen evliyâ hanımlardan Zemzem-i Hâssa (rahme- tullahi teâlâ aleyhâ) anne ve babasının terbiyesinde yetişip kemâle geldi. Vakitlerini Allahü teâlânın rızâsı için ibâdet ve tâatle geçirirdi. On altı ya- şında büyük velî Gavs-ul-Memdûh ile evlendi. Bir gün Gavs-ul-Memdûh ile oturmuş sohbet ediyorlardı. Zemzem-i Hâssa bir anda hazret-i Mer- yem?i yanıbaşında gördü. Gavs-ül-Memdûh?a, hazret-i Meryem?i görüp görmediğini sordu. O da; ?Hayır göremiyorum.? diye karşılık verince üze- rine düşüp bayıldı.

Zemzem-i Hâssa?yı cezbe kaplayıp Allahü teâlâyı zikrederken, sesi biraz fazla çıkınca, insanlar çekemeyip, kardeşi Molla Hamid?e şikâyette bulundular. Molla Hamid de, Gavs-ül-Memdûh?a haber göndererek onu bu hareketinden alıkoymasını istedi. Gavs-ül-Memdûh da hanımına; ?Yâ mecnûne! Zikir yapınca sesini yükseltme! Dedikodu olmasın.? deyince, hanımı; ?Şâyet mecnun isem yüce Mevlâmdan dilerim ki aynı durum sana da gelsin ve o lezzetin tadını tadasın. Müfsidlerin sözlerine aldırma. İnşâallah parlak sonumuzu görecekler.? dedi. Gerçekten bir ay sonra Gavs-ül-Memdûh Efendide de aynı şeyler oldu.

Zemzem-i Hâssa bir gece evinin damında Allahü teâlâyı düşünürken Kâbe?nin pervâne gibi etrâfında döndüğünü gördü. Bu arada gaybdan Tuvayle denilen tepede küçük bir mescid inşâ ettirip içinde ibâdet etmesine işâret edildi. Bunun üzerine denilen yerde Mescid-i Harâma benzeyen bir mescid yaptırdı. Zamânını burada ibâdetle geçirdi. Mescidini Beytullah?a benzetmiş diye Siirt ve Şirvan âlimlerinden bir kısmı Siirt?in meşhur âlimi Molla Halil?e gelerek yıktırılmasını istediler. Büyük âlim on­lara şu karşılığı verdi: ?Bizim vazîfemiz kendilerine bu mescidi hangi amaçla inşâ ettirdiğini sormaktır. Şâyet bize, bu mescid Kâbe?nin tâ kendisidir. Onu ziyâret eden hac farîzasını yerine getirmiş olur, diye cevap verirse, dînen kendilerini bu gayr-i meşrû hareketten alıkoyabiliriz.? Bunun üzerine Siirt kâdısı Hacı Ömer?i, Gavs-ül-Memdûh?a gönderdiler. O da; ?Amcamın kızı Zemzem halvetindedir, var git mescidi yaptırmasından gâyesinin ne olduğunu bizzat kendin sor.? dedi. Kâdı varıp mescidin kapısında durdu. Onun geldiğini farkeden Zemzem-i Hâssa gayrete geldi ve kâdı bir şey söylemeden gür sesiyle şunları söyledi: ?Hacı Ömer, bu mescidi yaptırdım ve ismini Alem-ül-Hüdâ (Hidâyetin nişânesi) koydum. Onu yıkmaya azmetmiş olduğunuzu da biliyorum. Kuvvet yönünde ben sizden daha kuvvetliyim. Yıkabilirseniz yıkın. Fakat onun benden de daha kuvvetli bir yüce sâhibi vardır. Çünkü Allahü teâlânın mescididir.? Kâdı Hacı Ömer Siirt?e geri dönerek durumu îtirâzcı âlimlere anlattı. Onlar da o büyük velî hakkında su-i zânda bulunmaktan ve mescidi yıktırmaktan vazgeçti.

Osmanlı âlim ve velîlerinin meşhûrlarından Zenbilli Ali Efendi (rah- metullahi teâlâ aleyh) ilim tahsîline memleketinde başlayıp, Alâeddîn Ali bin Hamza Karamânî´den ders aldı. Kudûrî Muhtasarı´nı ve Nesefî Man- zûmesi´ni ezberledi. Bu ilk tahsîlinden sonra İstanbul?a gitti. Orada, za-mânın meşhûr âlimlerinden olan Molla Hüsrev?in derslerine devâm edip, ilim öğrendi. Sonra Molla Hüsrev, onu Bursa?ya gönderip, Sultan Med- resesi müderrisi Hüsâmzâde Mevlânâ Muslihuddîn?den ders almasını tavsiye etti. Bu zâtın derslerine devâm edip, ondan aklî ve naklî ilimleri öğrendi. İlimde yetiştikten sonra hocası Mevlânâ Muslihuddîn, onu ken- disine mu?îd (yardımcı müderris) seçti. Mevlânâ Muslihuddîn?in kızı ile evlenip dâmâdı oldu. Çeşitli medreselerde müderrislik yaptı.

Fâtih Sultan Mehmed Hân devrinde, Edirne?de Taşlık Ali Bey Medresesine müderris tâyin edildi. Fakir olduğu öğrenilince, pâdişâh tarafından kendisine, bir mikdâr kıymetli elbise ile beş bin akçe ihsân olundu. H.882 de, Edirne?de Beylerbeyi Medresesine, sonra Sirâciyye Medresesine geçti. Bu sırada kendisini çekemeyenlerin tutumları karşısında, müderrislikten istifâ edip, bir rivâyete göre Şeyh Muslihuddîn Ebü?l-Vefâ?ya, diğer bir rivâyete göre de, Halvetiyye büyüklerinden Şeyh Mes?ûdî Edir- nevî?ye talebe olup tasavvufta kemâle geldi.

Anadolu?da yetişen büyük velîlerden Seyyid Zeynelâbidîn Kayserâ- nî (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaşta babasından ve Medîne-i mü- nevverenin meşhûr âlimlerinden ilim öğrendi. Evliyâdan feyz alıp, olgun- laştı. Allahü teâlânın sevgili kullarının sohbetlerinde, Resûl-i ekremin gü- zel ahlâkı ile ahlâklanıp âzâlarını Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymakla süsledi. Çok ibâdet eder, haram ve şüphelilerden pek sakınırdı. Mübârek pederinin vefâtından sonra Anadolu?ya doğru yola çıktı. 1397 senesinde Kayseri?ye geldi. O sıralarda Sivas ve Kayseri dolaylarının be- yi olan Kâdı Burhâneddîn Ahmed Bey yeni vefât etmiş, Kayseri şehri de Osmanlı Türklerinin âdil idâresi ile şereflenmişti. Kayseri halkı ve idâreci- leri, şehirlerine yeni gelen, Resûl-i ekremin bu mübârek torununa izzet ve ikrâmda bulundular. Zeynelâbidîn hazretleri için bir dergâh ve ev inşâ ettiler. Yine Basra?dan gelip Kayseri?de yerleşen Seyyid Burhâneddîn Ahmed Efendinin mübârek kerîmesi Fâtıma Hanım ile evlendirdiler. Resûl-i ekremin iki kıymetli torununun ilim ve feyzinden istifâde için elle- rinden geleni yaptılar.

Büyük velîlerden Ziyâeddîn Gümüşhânevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası Mustafa Efendi, diğer oğlunun askerde olması sebebiyle yardımına muhtac olduğu Ziyâeddîn Efendiyi bir gün yanına çağırıp; ?Oğlum! İlmin, mâsivâdan yâni Allahü teâlâdan başka her şeyden daha üstün ve alış verişten daha lüzumlu olduğunu bilirim. Fakat, senin yaşın küçük. Bu zamâna kadar öğrendiklerin sana şimdilik ye- ter. Ben seni ilim öğrenme yolundan alıkoymak istemem. Ancak askere giden ağabeyin dönünceye kadar sabret. O zaman seni ilim ve irfân mer- kezi olan İstanbul?a gönderirim. Hiç olmazsa şimdilik bana işlerimde yar- dımcı ol.? dedi. Onun ilim ve ticâret yükü altında ezilmesinden korkmuş- tu. Ziyâeddîn Efendi babasının sözüne ?Peki? dedi. Bir taraftan ticâretle meşgûl olurken, ilimle uğraşmaktan da geri durmadı. Ağabeyinin asker- den dönmesini sabırsızlıkla beklerken kendi ördüğü para keselerini satarak helâl lokma ile ilim tahsîli için para biriktirmeye başladı. On beş yaşlarındayken amcası ile birlikte ticâret için İstanbul?a gitti.

Ziyâeddîn Efendi İstanbul´dayken ağabeyinin askerden döndüğünü haber aldı. Bunun üzerine İstanbul?da kalmaya niyet etti. Babası için lüzumlu şeyleri satın aldı ve onları amcasına teslim etti. Sonra da amcasına Trabzon?a dönmek istemeyip İstanbul?da ilim ve irfân yoluna girmek istediğini şöyle ifâde etti: ?Muhterem amcacığım! Ben şu anda ilim ve irfân beldesi İstanbul?dayım. Bu sebeple târifi imkânsız bir sevinç içinde­yim. Artık memleketime dönmek istemiyorum. Ağabeyim askerden dönmüş. Artık babam yalnızlıktan kurtuldu ve kendisine yardımcı buldu. Ben burada kalıp ilmimi tamamlamak istiyorum. Mâzeretimi kabûl edeceğinizi umarım. Sakın bana incinip gücenmeyiniz. İleride lâzım olur düşüncesiyle kendi ellerimle örerek sattığım para keselerinden birkaç kuruş biriktirmiştim. Bunlardan kendime bir şey ayırmadan size vererek babama gönderiyorum. Yardımcı ve dost olarak bana Allahü teâlâ yeter. Üze­rimde hakkı olan yakınlarımın haklarını helâl edip, duâlarında unutmamaları en büyük arzumdur. Ben de kapanacağım odamda sizleri duâ ve hayırla yâd edeceğim.?

Ziyâeddîn Efendi bu vedâlaşmadan sonra hiçbir tanıdığı olmadığı ve yanında bir harçlığı bile kalmadığı halde Allahü teâlâya tam bir tevekkül ve teslimiyet içinde İstanbul?da kaldı.

Ahmed Ziyâeddîn Efendi, İstanbul?a gelişinin ilk günlerinde bir rüyâ gördü. Büyük bir câminin içinde cemâat arasında otururken binânın çevresinde yangın çıkıp, ateş her tarafı sardı. Cemâatin canhıraş feryatlarla sağa sola koşuşarak çıkış yolu aradığı bir sırada, belki bir kurtuluş yolu bulurum ümidiyle gözlerini kubbeye doğru kaldırınca, tam kubbenin ortasında aşağıya sarkıtılmış bir zincir gözüne ilişti. Hemen zincire yapışıp göğe doğru yükselerek bu bâdireden kurtuldu. Bu rüyâdan kısa bir müddet sonra ders almak için gittiği Süleymâniye Câmiine girince, rüyâda gördüğü mâbedin burası olduğunu ve kendisinin mânevî bir işâretle îkâz edildiğini anladı.

Ziyâeddîn Efendi sonra Bâyezîd Medresesine gidip talebe oldu. Burada ilim, hikmet, fen ve ahlâk bilgilerini tahsîl etti. Sonra Mahmûd Paşa Medresesine giderek orada sol sıradaki en son odaya yerleşip kendisini ilim ve ibâdete verdi. Medresedeki üstün başarısı üzerine zaman zaman hocalarına vekâleten onların izniyle arkadaşlarına dersler verdi.

Ziyâeddîn Efendi, Mahmûd Paşa Medresesinden icâzet aldıktan son- ra Bâyezîd Medresesinde müderrisliğe başladı. Bir taraftan günden güne genişleyen ders halkasında ilim öğretirken, diğer yandan ilmî eserler telif ve neşretmeye başladı. Yirmi beş sene geceleri sabahlara kadar kitap yazmakla meşgûl oldu. Zâhirî ilimlerde icâzet, diploma verme derecesine ulaşmasına rağmen devamlı tasavvufî yönden mânevî ilimlerde irşâd edilme ihtiyâcını hissetti. Bu yüzden yetişmiş ve yetiştirebilen bir mürşid-i kâmil aramaya başladı. Bu sıralarda Üsküdar?da Alaca Minâre Dergâ- hında ilim ve irfân neşrine başlayan evliyânın büyüklerinden Abdülfettâh-ı Akrî hazretleriyle bir sohbet meclisinde tanıştı. Bu mübârek zât, büyük velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin talebesiydi. İstanbul?un üzeri- ne güneş gibi doğan bu mübârek zât, saçtığı feyzlerle gönülleri fethedi- yordu. Herkese açık olan bu ilim ve irfân meclisine Ahmed Ziyâeddîn E- fendi de devâm etmeye başladı. Bir gün Ziyâeddîn Efendi, Abdülfettâh-ı Akrî hazretlerine talebe olmak arzusunu açıklayınca, Abdülfettâh hazret- leri tebessüm edip; ?İleride gelecek olan zât buna izinlidir. Binâenaleyh onun gelmesini beklemek münâsiptir.? buyurdu. Kâmil, olgun bir zât için aradığı bütün özelliklerin Abdülfettâh hazretlerinde bulunduğuna iyice kâni olan Ziyâeddîn Efendi ona mutlaka talebe olmak, mânevî terbiyesi- ne girmek arzusu ile bir gün dergâhına gitti. Orada hiç görmediği fakat yıllarca berâber bulunmuş gibi yakınlık duyduğu bir zâtla karşılaştı. Bu zât tebessüm edip kendisine; ?Ey Ahmed Ziyâeddîn! Sizin mânevî ter- biyeniz ezelde bize verilmiştir. Sırf sizin için tâ Şam?dan Anadolu?ya gel- dim.? dedi. Ziyâeddîn Efendi şaşırıp tanımadığı bu zâtın kendisine is- miyle hitâb etmesinden hayretler içinde kaldı. Bu zât, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin önde gelen talebelerinden Trablusşam Müftüsü, meşhûr Ahmed bin Süleymân el-Ervâdî hazretleriydi. Ervâdî hazretleri, hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin yıllar öncesi kendisine; ?Ey dost, nûrları ile Afrika, Buhârâ, Mısır, Mekke, Medîne, Hindistan ve U- zakdoğu?nun aydınlanacağı zât için İstanbul?a git, onu ara bul. O henüz açılmamış bir vilâyet goncasıdır. Her ne kadar İstanbul?a birçok talebe- miz gönderilmişse de, onun nasîbi ezelde sana tevdî ve tensîb edilmiştir. Onun irşâdı ile meşgûl ol. Adın onunla daha çok duyulacak ve sen onun- la daha çok bilineceksin. Zîrâ o, bizden sonra yolumuzun büyüğü ve ya- yıcısı olacaktır.? buyurarak verdiği işâretle İstanbul?a gelmişti.

Ziyâeddîn Efendi ile Ervâdî hazretleri el ele tutuşup Abdülfettâh hazretlerinin huzûruna girdiler. O zaman Abdülfettâh Efendi; ?Ziyâeddîn, işte senin hocan budur. Derhal ona intisâb et, bağlan. Bizim aramızda ayrılık gayrılık yoktur. Biz aynı kaynaktan feyz alıyoruz. Aynı fidanın iki gülü gibiyiz.? buyurdu ve hemen huzûrunda yapılan duâ ile Ziyâeddîn Efendi, Ervâdî hazretlerinin mânevî terbiyesine girdi.

Ziyâeddîn Efendi, hocası Ervâdî hazretlerini, Mahmûd Paşa Medresesindeki odasında misâfir etti. Burada kırk gün halvette, yalnız ibâdetle meşgûl oldu. Teveccüh ve bereketleri görülmeye başlandı. Ervâdî hazretleri, Gümüşhânevî?nin Mahmûd Paşa Medresesindeki derslerini de tâkib etti. Ervâdî hazretleri bir gün âniden ortadan kayboldu. Onun ayrılığı Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerini dalından kopmuş bir gül gibi soldurdu. Teselliyi Abdülfettâh Efendinin sohbetlerine devâm etmek- te buldu. Tam bir sene süren bu ayrılıktan sonra, Ervâdî hazretleri tekrar İstanbul?a geldi. İki seneye yakın bir zaman Ayasofya Câmiinde hadîs-i şerîf ilmi öğretti. Bu arada Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerine, Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye, Çeştiyye, Hâlidiy- ye, Halvetiyye, Bedeviyye, Rıfâiyye ve Şâziliyye yolunda icâzet, diploma verdi. Abdülfettâh Efendiyi de Gümüşhânevî?ye sohbet şeyhi olarak tav-ı siye edip memleketi olan Trablusşam?a geri döndü.

Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri, Abdülfettâh Efendiyi vefâtına kadar sohbet şeyhi kabûl etti. Karşılıklı ziyâretlerde bulundular. Abdülfettâh-ı Akrî hazretlerinin 1864 yılında vefâtından sonra Ahmed Ziyâeddîn Efendi, İstanbul?da hak yolun bilgilerini anlatmaya başladı. Haftalık sohbetlerinde Râmûzü?l-Ehâdîs?i şerh edip açıkladı. Levâmiü?l-Ukûl adlı eseri, bu şerhlerin bir araya toplanması ile meydana geldi.

Ahmed Ziyâeddîn Efendi hazretleri, Mahmûd Paşa Medresesindeki odasında ilmî eserler telif ve tertîbi ile vakit geçirdi. Kendisine gelenlere ilim ve edeb neşrine başladı. Talebeleri gitgide çoğalıp medrese odaları almaz olunca, zamânın hükûmet binası olan Bâb-ı Âlî?nin tam karşısındaki Fatma Sultan Câmiini metrûk halden kurtararak tâmir ettirip, sohbetler için dergâh hâline getirdi. Bilâhare câmi civarlarına hücreler inşâ edilerek tam bir dergâh hüviyeti kazandırıldı. Fatma Sultan Câmii bu tâ­rihten sonra Gümüşhâneli Dergâh-ı Şerîfi adıyla anılmaya başladı.

Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri on altı yıl talebelerine mânevî ilimleri öğretip onları yetiştirdi. Talebelerini ve sevdiklerini haram olan alış verişten korumak için Osmanlı Devletinin iktisâdî ve içtimâî târihinde mevcûd olan ?avârız sandıklarına? benzer dergâh içi bir yardımlaşma ve ödünç alma müessesesi kurdu. Talebelerine ev ve iş yerlerinde işe yaramaz ve beklemekte olan menkul servetlerini dergâhta toplamalarını emretti. Muhtaç talebelerinin burada biriken paradan ihtiyaçları kadar mâlî güçlerine göre ve daha sonra ödemeleri üzere karz-ı hasen usûlü üzere borç almalarını sağladı. Neticede sonraları bir araya gelen sermâye ile bir matbaa bile kuruldu. Neşredilen ilmî eserler bedelsiz dağıtıldı. Böylece ilme hizmet edildi. İstanbul, Rize, Bayburt ve Of?ta on sekiz bin cilt eser, dört ayrı kütüphâne kurularak Anadolu?da kültür merkezlerinin meydana getirilmesine çalışıldı.

Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri güzel ahlâk ve güzel halleriyle meşhûr oldu. Dünyâ malına kıymet vermezdi. Allahü teâlâdan korkusu pekçoktu. Az yemek, az uyumak ve az konuşmak âdet-i şerîfesiydi. Peygamber efendimizin sünnetine çok bağlıydı. Talebesi Mustafa Fevzi Efendi anlatır: ?Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri yemekten evvel ve sonra tuza banar, misâfirsiz sofraya oturmak istemezdi.?

Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri lüzumsuz sözlerden hoşlanmaz ve boş vakit geçirmezdi. Çoğu geceleri ilimle meşgûl olur, sabah namazından işrak vaktine kadar ve yatsı namazından sonra mecbûr kalmadıkça dünyâ kelâmı konuşmamaya dikkat ederdi. Yetmiş bin Kelîme-i tevhîd okumayı âdet hâline getirmişti. Yatacağı zaman mutlakâ Yâsîn sûresini okurdu. Kendisi okuyamayacak derecede ise, birisine okuturdu. Yatarken ayak uzatarak uyumayı edebe aykırı sayardı. Bir defâsında hasta yatağında baygın bir şekilde ayakları toplu olarak yatarken, tedâvîsi için gelen doktor tarafından ayakları uzatıldığında, utancından kıpkırmızı kesilmiş ve gözlerini hafifçe açarak; ?Bir de beni Rabbimin huzûrunda ayak uzatma suçu ile başbaşa bırakmayın!? demiş ve ayaklarını toplamıştır.

Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerinin sohbetleri çok tatlı olurdu. Zaman zaman sohbet ve derslerine Sultan Abdülmecîd, Sultan Abdülazîz ve Sultan Abdülhamîd Han devâm etti. Bilhassa Sultan Abdülhamîd Han ile aralarında husûsî sohbet ve istişâreler olmuştur. Talebeleri arasında birçok devlet adamı yetişmiştir.

Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerinin ticâretle uğraşan bir talebesi bir gece başka bir beldeye gitmek için yola çıktı. Yalnızlık, karanlık ve gideceği yerin uzaklığı onun için büyük tehlikeydi. Bir müddet yol aldıktan sonra kendisini bir korku kapladı. Bu korku gittikçe arttı. Neredeyse korkudan aklı gidecek oldu. O an aklına hocası Ziyâeddîn hazretleri geldi. Gelmesiyle birlikte onu önünde beyaz bir at üzerinde görüverdi. Hemen süratlenip ona yetişti. Ziyâeddîn hazretleri talebeye tebessüm edip; ?Korkma oğlum! Bize tâbi ol. Allahü teâlânın izniyle biz darda kalanlara yardım ederiz. Biz sana yoldaş olduk. Bizi tâkib et, maksadına ulaşırsın.? buyurdular. O talebe atından indi, lâkin Ziyâeddîn hazretlerini göremedi. Tekrar korkusu çoğaldı. Hemen atına bindiğinde Ziyâeddîn hazretlerini gördü. Bu hal üç defâ tekrar etti. Sonra onu tâkib etti. Bir hayli mesâfe gittiler. Sabah olmuştu. Talebenin korkusu gitmiş, gideceği yere de hocasının rehberliğinde varmıştı.

Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri kalpten geçenleri bilirdi. Dergâhta hizmet edenlerden biri bir gün kalbinden; ?Evlenseydim mutlaka birkaç evlâdım olurdu.? diye geçirdi. Ziyâeddîn hazretleri onu görünce tebessüm ederek; ?Çocukların büyüdüler mi?? diye sordu. O hizmetçi mahcub oldu ve bunun üzerine af diledi ve sonra kalbinden geçenlere dikkat etmeye başladı.

Âlim ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Züfer bin Hüzeyl (rahme- tullahi teâlâ aleyhâ) Aslen İsfahanlı olmasına rağmen Basra?da ilim tahsîl etti. Önce zamânının âlimlerinden hadîs ilmini öğrendi. Sonra Kûfe?ye gidip İmâm-ı A?zam Ebû Hanîfe hazretlerinin derslerine devâm etti. On- dan fıkıh ilmini tahsîl ederek zamânının meşhûr fakîhlerinden oldu. İ- mâm-ı A?zam; ?Talebelerimin en mükemmelidir.? buyurarak, onu medhet- ti. İctihâd derecesine yükselip İmâm-ı A?zam Ebû Hanîfe hazretlerinin koyduğu usûl ve kâidelere göre ictihâdda bulundu. Hanefî mezhebinde fukahânın ikinci tabakasından yâni mezhepte müctehidlerden oldu. İlim- deki yüksek derecesi yanında, güzel ahlâk ve fazîlette de örnek insan oldu. Ömrünü ilme ve ibâdete verip dünyâya ve dünyâ malına hiç mey- letmedi.

İmâm-ı Züfer, ilimde o derece iyi yetişmişti ki, kendisine bir suâl sorulduğu zaman, geniş cevap verir, anlaşılır bir şekilde îzâh ederdi. İsbâtı gereken meseleleri kat´î delillerle isbât ederdi. İmâm-ı A´zamın usûlü üzerine ictihâd ederdi. Çok ibâdet eden, doğru sözlü ve ilimde sağlam bir âlimdi. Evlendiğinde hocası İmâm-ı A´zamı düğününe dâvet etmişti. İmâm-ı A´zam, düğün sırasında yaptığı bir konuşmasında; ?Züfer, müslü- manların imâmlarındandır. Şeref, haseb, neseb bakımından en tanın- mışlardandır.? buyurmuştur.

İmâm-ı Züfer bir defâsında bir mirâs meselesi sebebiyle Basra?ya gitmişti. Basra halkı ondaki üstün hâlleri görerek, olgun ve müstesnâ bir insan oluşuna hayran kalmışlardı. Bu sebeple Basra?da kalmasını ısrârla istediler. O da bu arzu üzerine bir müddet Basra?da kaldı. Basra kâdılığı vazîfesini yürüttü. İlmiyle ve üstün hâlleriyle insanlara çok faydalı oldu. Her nerede olursa olsun hiç boş konuşmazdı. Dâimâ ilmî meseleler üzerinde söz söyler, hep bu hususta konuşurdu. Bulunduğu yerde boş konuşulmaya başlansa hemen o meclisi terkederdi.

Bir müddet Basra kâdılığı yaptı. Ömrü boyunca ilim öğretmek ve ders vermekle meşgûl oldu. Meşhûr âlimlerden Muhammed bin Abdullah En- sâr, Halef bin Eyyûb, Âsım bin Yûsuf, Hilâl-er-Rey gibi büyük âlimler İ- mâm-ı Züfer?in ders halkasında yetiştiler.

Basra?daki bâzı ilim çevreleri İmâm-ı A´zam?ın büyüklüğünü anlayamamış olmaları sebebiyle muhâlefet göstermişlerdi. Bir kısmı da hased- leri sebebiyle karşı çıkmıştı. İmâm-ı Züfer Basra?ya gidince ilim erbâbı onun yanında toplanıp, ilmî münâzaralar ve müzâkereler yapmaya başladılar. İmâm-ı Züfer?in meseleleri ele alış tarzına, yaptığı izahlara ve getirdiği delilleri işiterek hayran kaldılar. Onun anlattığı şeyleri ve yaptığı izahları beğenip, bunları nereden öğrendin dediler. O da Hocası İmâm-ı A´zamdan öğrendiğini söyledi. Bu şekilde kurulan her ilim meclisinde yaptığı izahlarla Basra?daki ilim ehli arasında kendisine ve hocası İmâm-ı A´zam´a karşı bir sevgi uyandı. İmâm-ı A´zam´ın büyüklüğünü anlayıp, düşmanlık edenler dost oldu, onu sevmeye ve methetmeye, istifâde etmeye başladılar.

O asrın âlimlerinden biri olan Müzenî?ye, bir zât, Irak?daki fıkıh âlimlerini sormuştur. Ebû Hanîfe hakkında ne dersin deyince; ?O, fıkıh âlimlerinin efendisi ve en büyüğüdür.? cevâbını vermiştir. Ya Ebû Yûsuf deyince; ?Hadîs-i şerîfe en çok tâbi olandır.? ya Muhammed bin Hasan deyince; ?Fürû meselelerini en iyi açıklayandır.? demiştir. Ya Züfer deyince; ?Kıyasta en keskin olandır.? demiştir.

Tâbiîn devrinin meşhûr âlim ve velîlerinden Zührî (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) bir zekâ ve fazîlet hârikasıydı. Üstün bir zekâsı vardı. Kur?ân-ı kerîmi seksen gecede ezberlemişti. Medîne-i münevveredeki Fukahâ-i Seb´a, yâni yedi meşhûr âlimin bildirdikleri fıkıh bilgilerinin hepsini öğrenmişti. Zührî, Resûlullah efendimizin mübârek hadîsi şerîflerinin sağ- lam şekilde zaptedilmesi için, ilk çalışmayı başlatan büyük bir âlimdir.

Hadîs-i şerîfi önce o tedvin etmiştir. Hadîslerin toplanması işine, Emevî halîfelerinden Ömer bin Abdülazîz zamanında başlanmıştır.

Hadîsleri toplama teşebbüsünün sebebi, Ömer bin Abdülazîz´in, Me- dîne vâlisi Ebû Bekir bin Muhammed bin Hazm?a gönderdiği mektupta şöyle belirtilir: ?Resûlullah efendimizin hadîslerini, sünnetlerini, Amre?nin rivâyetlerini araştır ve yaz. Çünkü ben, ehlinin azalıp, yok olarak, ilmin kaybolmasından korkuyorum.? Mektupta geçen Amre, Amre binti Abdur- rahmân el-Ensârî (Abdurrahmân?ın kızı Amre) olup, hazret-i Âişe vâli- demizin, Resûlullah efendimizden rivâyet ettiği hadîs-i şerîfleri en iyi bi- len sâliha bir kadındı. Ömer bin Abdülazîz, Medîne vâlisi İbn-i Hazm?a verdiği bu emri bütün vâlilere göndererek, memleketin her tarafına du- yurmuştu. Bu emri ilk yerine getiren Muhammed bin Müslim bin Şihâb ez-Zührî´dir. Bu çalışmalar sırasında Zührî hazretleri, bir gün oturmuş, ki- taplarını da etrafına koymuştu. Kendisini o kadar kitaplara vermişti ki, dünyâ işleri ile uğraşmaya hiç zamanı yoktu. Bunun üzerine hanımı ona; ?Vallahi üzerime üç tane kuma (hanım) getirsen, bana bu kadar ağır gelmezdi. Senin bu kitapların hepsini geçti? dedi. Zührî, daha hayatta i- ken bulduğu hadîs-i şerîfleri bir kitapta topladı. Halîfe bu kitabı çoğalta- rak her tarafa gönderdi. Böylece Zührî, hadîs-i şerîflerin toplanarak koru- nması husûsunda hayırlı bir çığır açtı.