> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > İslam Kültürü > İslam Kültürü A-İ > Evliya Hayatından Sahifeler
Sayfa: 1 [2] 3 4   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Evliya Hayatından Sahifeler  (Okunma Sayısı 5499 defa)
29 Mart 2010, 02:50:09
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #5 : 29 Mart 2010, 02:50:09 »



ve bu câminin hücrelerinde kaldılar. Muhammed Hilmi Efendinin ilmî kıymetini takdir eden Maraşlılar bu sırada kendisine her türlü yardımı gösterdiler.

Muhammed Hilmi Efendi Duraklı Câmi yeniden ibâdete açılırken, şu şiirinin bulunduğu tâmir kitâbesini de kapısına astırdı:



Hamdülillah avn-i Hakla buldu bu mescid tamâm

Ehl-i hayrât sarf-ı himmet eyledi oldu tamâm

Hak teâlâ rahmet etsin kim buna bir taş kodu

Cennet-i âlâda versin onlara âlî makâm

Hem dahi bulsun selâmet beş vakit namaz

Kıl namazı bul rızâyı gel niyâz et subh u şâm

?Bâ-husus bu âcize kılsın terahhum lutfile

Çün delâlet ettiği için vüs´i mikdârı müdâm

Yazdı Hilmi şevk-ıla umrânını târih hitâm

Bârekallah-ül-kadîr tâ-ilâyevmi´l-kıyâm.



(Bu mescid Allahü teâlânın yardımı ile ve hayır sâhiplerinin himmetlerini harcamaları neticesinde tamamlandı. Buna bir taş koyana Hak teâlâ rahmet etsin ve Cennet´te yüce makam versin, ayrıca her beş vakit namazda selâmet bulup kurtuluşa ersin. Gel sen de namaz kıl akşam sabah niyaz edip yalvar ve rızâya kavuş. Ayrıca hususiyle bu âcize; böyle bir hayra önderlik ettiği için lutf ile acısın. Hilmi arzu ederek, bu yapının bitiş târihini yazdı. Allahü teâlâ Kıyâmet´e kadar bunu ayakta tutsun.)

Bundan sonra Antep´e giden Muhammed Hilmi Efendi, orada on yıl kadar kaldı. Bu zamanda pekçok talebe yetiştirip halkın karşılaştığı güçlükleri çözdü ve herkese nasîhatta bulundu. Muhammed Hilmi Efendi on yıl sonra tekrâr Maraş´a döndü. Ancak bu sırada Antepliler ısrarla kendisini tekrar geri götürmeye çalıştılar. Maraşlılar da aynı ısrar içinde bu büyük velîyi bir türlü bırakmak istemiyorlardı. Hilmi Efendi hazretleri büyük bir sıkıntı içinde kaldı ve ne yapması gerektiğini Sivas´ta bulunan hocası Nalçacızâde Hacı Ahmed Efendiye sordu. Ahmed Efendi: "Şu anda nerede bulunuyorsan orada kal!" dedi. Muhammed Hilmi Efendi hocasının bu sözü üzerine vâz ü nasîhat işlerine, bundan sonra, Maraş´ta devâm etti

Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Sekizinci yüzyılda Horasan ve Irak taraflarında yetişen evliyânın büyüklerinden olup, Künyesi Ebû Süleymân, lakabı Sirâcüddîn´dir. Tayy kabîlesine mensûb oldu- ğu için Tâî ve Kûfe´de doğduğu için Kûfî nisbeleriyle meşhurdur. Genç- liğinde ilim tahsîliyle meşgûl olan Dâvûd-i Tâî´nin kalbinde dünyâya karşı sevgi de vardı. Bir gün ölen bir kimsenin arkasından mersiye, ağıt söyle- yen bir şarkıcının söylediği;

Hangi güzel yüz ki toprak olmadı,

Hangi tatlı göz ki yere akmadı.



beytini işitince, dünyâya karşı sevgisi azaldı. Gençliğinde yaptığı bâzı hareketlere pişman oldu. Kalbine bir ateş düştü. Şaşkına döndü. Derdine çâre bulmak için de dolaştı. Bağdat´ta bulunan zamânının en büyük âlimi İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretlerinin huzûruna geldi. İmâm-ı A´zam bunun yüzünün renginin değiştiğini görünce sebebini sordu. Dâvûd-i Tâî; "Dünyâdan soğudum. Bende meydana gelen bu hâli, anlatamayacak hâldeyim. Bu hâlin ne olduğunu okuduğum kitaplarda bulamıyorum. Ne yapmamı tavsiye edersiniz?" dedi. İmâm-ı A´zam hazretleri ona, ilme ve az konuşmaya devâm etmesini tavsiye etti. Dâvûd-i Tâî, İmâm´ın gös- terdiği yolda, dünyâya düşkünlüğü tamâmen terk edip, dînin emir ve ya- saklarına uymada, haram ve şüphelilerden kaçmada örnek olacak şe- kilde ilerledi. Evine çekildi. İnsanların arasına karışmadı. İbâdetlerini hep evinde yaptı. Aradan bir müddet geçtikten sonra, İmâm-ı A´zam hazret- leri evine gelip; "Evde oturup, insanlar arasına karışmamak uygun değil- dir. Talebe arkadaşlarının arasına gir. Onları iyi dinle, fakat hiç ko- nuşma, meseleleri çok iyi öğren." buyurdu. Dâvûd-i Tâî; "Peki efendim." diyerek İmâm-ı Muhammed, İmâm-ı Ebû Yûsuf, İmâm-ı Züfer gibi arka- daşlarının arasında bir sene daha derslerine devâm etti.

Dâvûd-i Tâî hazretleri hem İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretlerinin derslerine devâm etti, hem de zamânındaki tasavvuf ehli velî zâtların sohbetlerinde bulundu. Ayrıca, "Silsile-i aliyye" adı verilen ve insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatıp onların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermelerine vesîle olan büyük velîler zincirinin dördüncüsü olan Câfer-i Sâdık hazretlerinin sohbetinde de bulundu. Dâvûd-i Tâî hazretleri, İbrâhim Edhem hazretleriyle de görüşüp sohbetinde bulundu.

Yirmi sene müddetle İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretlerinin derslerine devâm edip başta fıkıh olmak üzere bütün aklî ve naklî ilimleri tahsîl eden Dâvûd-i Tâî, yüksek bir âlim oldu. Fıkıhta ictihâd derecesine ulaştı. Ondan İsmâil bin Aliyye, İshak es-Selûlî, Ebû Nuaym el-Fazl bin Dükeyn, Mis´ar bin Kedâm ve pekçok kimse ilim öğrenip hadîs-i şerîf rivâyet etti.

İlimde yüksek dereceye ulaşmış olan Dâvûd-i Tâî, bir gün İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretlerinin huzûrunda bulunuyordu. İmâm-ı A´zam ona; "Yâ Dâvûd! Bir âleti, yâni ilmi sağlamlaştırdık. Geriye onunla amel etmek kaldı." buyurdu. Bu söz üzerine kendi nefsiyle mücâdele etmeye başlayan Dâvûd-ı Tâî nefsine; "Hiç bir meselede konuşmamak şartıyla Ebû Hanîfe´nin meclislerine devâm etmedikçe seni uzlete çekmem" dedi. Kimseyle konuşmamak şartıyla bu meclislere devâm etti.

Dâvûd-i Tâî tasavvufta Habîb-i Acemî hazretlerinin sohbetlerine devâm edip, ondan feyz aldı. Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlıkta yüksek derecelere ulaştı. Bir taraftan Habîb-i Acemî´nin sohbetlerine devâm etti. Diğer yandan da İmâm-ı A´zam´ın derslerine devâm etti. Birara uzlete çekildi. Dünyâyı tamâmen terk edip, insanlardan uzaklaştı. Uzlete çekildiğinde kalbi nûrlarla doldu. Kalbinde mârifetullah hâsıl olunca, İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretleri Dâvûd-i Tâî´nin ziyâretlerine gelmeye başladı. Zaman zaman ziyâret ederek ona iltifâtta bulundu. Dâvûd-i Tâî´nin feyz aldığı zâtın Habîb-i Râî olduğunu bildiren kaynaklar da vardır.

Dâvûd-i Tâî halktan tamamiyle ümidini, alâkasını kesti. Kendisinin küçük bir arâzisi vardı. Hazret-i Ömer, İranlılarla yapılan savaşlarda alınan arâzilerden bir kısmını da onun dedesine vermişti. Bu arâzinin üçte ikisini dört yüz dirheme satarak, ömrünün sonuna kadar bu parayla yaşadı. Hattâ kefenini de bu para ile aldı. Arâziyi sattığı sıralarda; "Bizim yolumuz parayı saklama yolu değildir, ihtiyaç sâhiplerine dağıtma yoludur" diyen arkadaşlarına; "Ben bu parayı, dünyâlık kazanma sıkıntılarına karşı, başkalarına yük olmadan, ölünceye kadar âhiret için hazırlık yapayım diye saklıyorum." dedi. Evinde hiç durmadan, biraz sonra ölecekmiş gibi ibâdet ederdi. Boş şeylerle meşgûl olmazdı. Lüzumsuz bir tek kelime konuşmaz, ibretsiz bir yere bakmazdı.



NE İÇİN ŞEREFLİYDİ?



"Hangi güzel yüz ki, toprak olmadı?

Hangi tatlı göz ki, yere akmadı."



Bir şarkıcı kadından, duyunca bu sözleri,

Hidâyete gelerek, yaşla doldu gözleri.



Ve İmâm-ı A´zam´ın, hânesine giderek,

Anlattı bu hâlini, çok taaccüp ederek.



Dedi ki: "Ey efendim, bir söz duydum birazdan,

Şuûrum alt üst oldu, soğudum bu dünyâdan.



Hidâyete gelmeme, sebep oldu bu şiir,

Bu fakire, şu anda, nasîhatiniz nedir?"



İmâm´ın emri ile, öğrendi din ilmini,

Ve ilmine göre de, düzeltti her hâlini.



Sonra da, öyle kavî, sarıldı ki İslâma,

Örnek oldu hayatı, bilcümle müslümâna.



Geldi bir gün Câfer-i Sâdık´ın huzûruna,

Dedi ki: "Bir nasîhat, eyleyin lütfen bana."

Buyurdu ki: "Ey Dâvûd, zâhidisin zamânın,

Benim nasîhatime, var mı ki ihtiyâcın?"



Dedi ki: "Sen Resûl´ün, torunusun bir kere,

Ve mübârek kanından, taşıyorsun bir zerre,



Senin nasîhatine, muhtaçtır herkes bu gün."

Bu yüzden var elbette, bizlere üstünlüğün,



Buyurdu: "Korkum şu ki, mahşer günü, Peygamber,

Bana şöyle bir bakıp, buyurursa "Ey Câfer!



Sen, evlâdım olarak, böyle mi olacaktın?

Ve benim sünnetime, böyle mi uyacaktın?"



Dâvûd bunu duyunca, başladı ağlamaya,

Uğraştı sırf kalbini, Allah´a bağlamaya.



İnzivâya çekilir, sever idi uzleti,

Buna rağmen cihâna, yayılmıştı şöhreti.



Sordular sebebini, devrin âlimlerinden:

"Dâvûd, uzlette iken, bu şöhreti nereden?"



Dediler ki: "Kalbinde, sırf Allah vardır onun,

Yâni Allah´tan başka, kimsesi yok Dâvûd´un.



Mahlûktan yüz çevirip, kul, dönerse Rabbine,

Öyle şeref bulur ki, akıl ermez hâline."



Bir gece otururken hânesinin damında,

Allah´ın kudretini, tefekkürü ânında,



Başladı ağlamağa, Rabbini düşünerek

Düştü komşu damına, kendisinden geçerek.



O zât sesi duyunca bacaya çıktı birden,

Onu görüp dedi ki: "Sen mi düştün deminden?"



Buyurdu ki: "Tefekkür, ediyordum Rabbimi,

Bayılmışım ve sonra, burda buldum kendimi."



Su içine doğrayıp, yerdi hep yavan ekmek,

Nefsi azmasın diye, yemezdi yağlı yemek.

Bir gün bâzı dostları dediler: "Zaîfsiniz,

Size yağlı bir yemek, getirsek yer misiniz?"



"Evet" dediği için, getirdiler önüne,

Lâkin biraz düşünüp, yemedi ondan yine.



Dedi: "Filân kimsenin, nasıldır yetimleri?

Alıp ona götürün, bu nefis yemekleri."



Yaşadığını diyen ve söylediğini yaşayan, bu sebeple Dediği veya Didiği Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) adları ile anılan büyük Hak dos- tu velî...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Evliya Hayatından Sahifeler
« Posted on: 27 Nisan 2024, 03:38:50 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Evliya Hayatından Sahifeler rüya tabiri,Evliya Hayatından Sahifeler mekke canlı, Evliya Hayatından Sahifeler kabe canlı yayın, Evliya Hayatından Sahifeler Üç boyutlu kuran oku Evliya Hayatından Sahifeler kuran ı kerim, Evliya Hayatından Sahifeler peygamber kıssaları,Evliya Hayatından Sahifeler ilitam ders soruları, Evliya Hayatından Sahifelerönlisans arapça,
Logged
29 Mart 2010, 02:52:16
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #6 : 29 Mart 2010, 02:52:16 »

"Hemen içeri gir! Ey doğru sözlü insan,

Olalım birbirimize yakîn, tek nefes.

Eğer câhil bir insan, hem de ahmak isen,

Hiç durma! Geldiğin yoldan hemen geri dön."



Hizmetçi gidip Hüsrev´e rubâîyi okudu. Arzu ettiği cevâba fazlasıyla kavuşan Hüsrev, gâyet neşelendi. Derhâl içeri girip, Hâce´ye talebe oldu. Oğlunun geri kalmasındaki inceliği daha sonra anlayan Seyfeddîn Mahmûd, bu hâdiseden sonra onu daha çok sevmeye başladı.

Bir süre sonra babasını kaybeden Emir Hüsrev´i, annesinin babası olan dedesi İmâdülmülk himâyesi altına aldı. Dedesinin yanında devrin ileri gelen âlim, edîb ve şâirleri ile tanıştı. On iki yaşlarında iken, anlayanlar tarafından şiirleri takdir ediliyordu. H.692´de dedesinin vefâtı üzerine Dehli sarayındaki Türk sultan ve kumandanlarının himâyesine girdi. Tam yedi sultandan sevgi ve alâka gördü. Sultan Mübârek Şâh Hallâcî, H.720´de vefât edince, Nizâmüddîn-i Evliyâ´nın hizmet ve sohbetine koştu; hakîkî devlete saâdete kavuştu. Nizâmüddîn-i Evliyâ´nın işâretiyle Hızır aleyhisselâmın sohbetiyle de şereflendi.

Hocasına olan muhabbet ve bağlılığı pekçok idi. Tam bir teslimiyet ile hocasının sohbetlerinde bulunur ve ziyâdesiyle istifâde ederdi. Hocası kendisini çok sever ve ona ayrıca husûsen teveccüh eder, yakınında bulundururdu. Diğer talebeler içinde, hocalarına en yakın olan bu idi. Her gece yatsı namazından sonra hocasının odasına girer, orada husûsî sohbette bulunurdu. Talebe arkadaşlarından birinin bir arzusu olursa; arzederdi...

Kendi zamânındaki birkaç Dehli sultanının sarayında en çok ihsâna mazhar olup, baş şâir olarak en yüksek mevkide bulunduğu gibi, hocasının en kıymetli talebesi olarak kalmayı da başaran bir dehâya sâhipti.

Emîr Hüsrev hazretleri, hocasından kendisine gelen husûsî iltifatları yazıp toplamıştır. Sultân-ül-meşâyıh Hâce Nizâmüddîn hazretleri, bir de- fasında Emîr Hüsrev´e hitâben; "Seni o kadar çok seviyorum ki, başka herkesten daralabilirim, fakat senden daralmam." buyurdu. Başka bir de- fâ da buyurdu ki: "Herkesten daralabilirim, hattâ kendimden bile. Fakat senden daralmam."

Hâce Nizâmüddîn bir gün, Emîr Hüsrev´e; "Bana duâ et! Seni benim yan tarafıma defnederler." buyurdu. Bu söz, daha sonra bir çok defâ kendisine hatırlatılmış, o da; "İnşâallah öyle olacaktır." buyurmuştur. Bir defâsında Emîr Hüsrev buyurdu ki: "Hocam bu talebesi ile (yâni benimle) ahd etti, sözleşme yaptı ve Cennet´e giderse, beni de berâberinde götüreceğini söyledi."

Hazret-i Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ Cennet yolcusu olduğu zaman, Emîr Hüsrev orada yoktu. Tuğluk Şâh ile Luknov taraflarına gitmişti. O yolculuktan dönüp acı haberi öğrenince, şaşkına döndü. Üzerine yıldırım düşmüş gibi oldu. Yanıyor, yanıyordu. Ayakta duramıyordu. "Sübhânal- lah! Güneş batmış. Hüsrev hayatta!" diye haykırdı. Mal mülk nâmına ne- si varsa, sevâbı hocasının rûhuna olmak üzere hepsini fakirlere sadaka olarak verdi. Çok ağlıyordu. Bir defâsında; "Ben kendim için ağlıyorum. Hocamdan sonra çok yaşayamam." dedi. Hâce hazretleri, H.725 senesi Rebîulâhir ayının 18. günü vefât etmişti. Emîr Hüsrev de, altı ay sonra H.725 senesi Şevval ayının 18. günü vefât edip sevdiklerine kavuştu. Çok derin bir aşkla sevdiği hocasının ayak ucu tarafına defnedildi.

Emîr Hüsrev Dehlevî, şâirlerin sultânı, fazîlet sâhiplerinin önderi, söz- leri kuvvetli olan yüksek bir zat idi. Konuşma sanat ve tavırlarındaki mâ- nâ ve işâretlerde, önceki ve sonraki şâirlerden çoğu ona yetişememiştir. Konuşma tarzında, hocasının kendisine buyurduğu; "İsfehanlılar gibi ko- nuş!" emrine uyardı. Gâyet fasîh ve belîğ olarak, açık, anlaşılır ve net konuşurdu. Bu edebî yönü yanında, tasavvufî hâli de pek yüksek idi. Ev- liyâlık yolunda üstün derece sâhibiydi. Pâdişâhlarla, âmirlerle görüşmesi, kalbinin dünyâ işlerine meyletmesine sebep olmazdı. Bu güzel hâli, e- serlerinden daha iyi anlaşılmaktadır. Çünkü günah işleyenlerin kalble- rinde bereket pek az bulunur. Belki de hiç bulunmaz. Bunun için, yazdık- ları eserlerde bereket olmaz. Yâni böylelerinin yazdığı eserler, gönüller- de kabûl görmez ve kalblere tesir etmez.

Anadolu´da yaşamış büyük velîlerden Eşrefoğlu Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin İsmi Abdullah olup, babasınınki Eşref´dir. Babasının ismi ile şöhret buldu. Babası, Mısır´dan İznik´e göç etti Babasının terbiyesi altında büyüyen Eşrefoğlu Rûmî, önce İznik´te bulunan medreselerde çeşitli âlimlerden ders aldı. Zamânın zâhirî ilimlerinde üstün başarılar elde etti. Sonra Bursa´ya giderek Pâdişâh Çelebi Mehmed´in medresesine girdi. Burada tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimleri üzerinde söz sâhibi olan âlimler derecesine yükseldi. Buradan mezun olunca, Bursa´da müderrislik yapan hocası büyük âlim Alâeddîn Ali hazretlerinin yardımcısı oldu. Çelebi Mehmed Han Medresesinde bir müddet ders veren Eşref- oğlu Rûmî bir sabah vakti medrese civârında dolaşırken, zamânın velîle- rinden olan Ebdal Mehmed´e rastladı. Kalbinden; "Tasavvuf yolundan bana nasîb var ise bâzı alâmetler görünsün." diye geçirerek ona yaklaştı. Ebdal Mehmed kendisine bakarak; "Ey medreseli! Bize köfteli çorba getir." dedi. Bu söz üzerine çarşıya gidip, köfteli çorba aradı. Fakat bulamadı ve eli boş dönmemek için köftesiz çorba aldı. Ebdal Mehmed´e gelirken yoldaki çamurdan bir parça alarak, birkaç yuvarlak köfte hâline getirip, çorbanın içine attı. Ebdal Mehmed çorbayı karıştırıp köfte bulamayınca Eşrefzâde´ye; "Hani bunun köftesi?" diye sordu. Daha sonra çorbayı iyice karıştırdı ve Eşrefoğlu´na uzatarak; "Ye bunu!" dedi. Eşref- oğlu büyük bir teslimiyet ile tereddüd etmeden çorbayı yedi. Çorbanın içine atılan çamur parçaları köfteye dönmüştü. Bunun üzerine o zât; "Ya sen olmayıp da kim olsa gerek." şeklinde bir söz söyleyip oradan uzaklaştı. Eşrefoğlu bu sözlerden bir mânâ çıkaramamasına rağmen, tasavvuf yoluna girmesi hususunda bir işâret olduğuna inandı.

Nefsini terbiye etmek, kalp aynasını cilâlamak için kendi kendine uğraşmaya başladı. Bu yolda bir hoca bulmanın şart olduğunu düşünerek, kitaplarını dağıttı ve Bursa´da bulunan Emîr Sultan´ın huzûruna gitti. Talebesi olup, hizmetiyle şereflenmek istediğini bildirdi. Emîr Sultan, Abdullah´ın tasavvuf yolunun aşkıyla yandığını görünce, onu evliyânın büyüğü Ankara´daki Hacı Bayrâm-ı Velî´ye gönderdi. Sonra, Ankara´ya gidip, yeni hocasına tam teslim oldu.

Hacı Bayrâm-ı Velî hazretleri, Abdullah´daki kâbiliyeti keşfederek ona nefsini terbiye edecek vazîfeler verdi. Yaşı kırkın üzerinde ve büyük bir âlim olduğu halde, hocasının emîrlerine "Bâşüstüne" diyerek sarıldı. Kendisine verilen helâ temizleme vazîfesini, bütün gayretiyle yapmaya başladı. Nefsinin isteklerini terkedip, istemediklerini yapmak için büyük çaba sarfetti. Bu şekilde riyâzet ve mücâhedeye devâm etti. Hocası Hacı Bayrâm-ı Velî´ye on bir sene hizmet etmekle şereflendi. Bu kadar zaman zarfında hocasının; "Üstâdın huzûrunda lüzumsuz konuşmak edebe aykırıdır." sözü üzerine, yanında bir kelime bile konuşmadı. Sadece sorulan suâllere kısa ve öz olarak cevap verir, edebe, ziyâde dikkat ederdi. Eşrefoğlu Abdullah, on bir sene içinde pekçok imtihandan geçti. Yaptığı güç işlerden hiç şikâyette bulunmadı. Bu sabrı ve hocasına karşı muhabbeti ve hürmeti üzerine, Hacı Bayrâm-ı Velî kızı Hayrünnisâ´yı ona nikâh ederek zevceliğe verdi. Bir müddet daha hizmete devâm eden Eşrefoğlu Abdullah, hocasından izin alarak Allahü teâlânın emîr ve yasaklarını bildirmek üzere İznik´e gitti. Orada kendi iç âlemiyle başbaşa kaldı. Hocasından ayrılığı onu yaktı, hasretine fazla dayanamadı ve tekrar Ankara´ya döndü. Hacı Bayrâm-ı Velî, dâmâdını, tasavvuf yolunda derecelerinin ilerlemesi için tekrar İznik´e gönderdi. Orada kırk gün nefsini terbiye etmesi için halvete girmesini, sonra Ankara´ya gelmesini emretti. İznik´e gidip geldikten sonra, hocasının; "Hama şehrinde Abdülkâ- dir-i Geylânî hazretlerinin torunlarından Şeyh Hüseyin Hamevî´nin huzû- runa gidip, Kâdirî yolunu öğreniniz." buyurdu. Bu emri yerine getirmek üzere hazırlığa başladı. Hanımını ve biricik kızı Züleyhâ´yı bir merkebe bindirerek, Hacı Bayrâm-ı Velî ile vedâlaştı. Günlerce zahmetli ve yorucu yolculuktan sonra, Hama´ya yeni hocasının huzûruna vardı.

O gün hacdan dönen Hüseyin Hamevî, ilâhî bir ilhâm ile Eşrefzâ- de´nin gelmekte olduğunu anlayarak, talebelerine; "Bugün Anadolu´dan bir er geliyor. Gidip karşılayınız." buyurdu. Karşılamaya çıkan talebeler zahmetli ve zorlu yolculuktan dolayı elbiseleri eskimiş olduğu için Eşref- oğlu Rûmî yanlarından geçtiği halde, hocalarının söylediği zâtın o oldu- ğunu anlayamadılar. Dergâhın kapısına varan Eşrefzâde Rûmî, Hüseyin Hamevî tarafından îtibârla içeri alındı. Hanımı ve çocuğu ise Hüseyin Hamevî´nin hanımı tarafından kendilerine ayrılan odaya götürüldü.

Hüseyin Hamevî, bu yeni talebesinin önce nefsini terbiye etmek üze- re kırk gün halvet için bir hücreye koydu. Eşrefoğlu Abdullah, Hama´da da sıkı bir riyâzet ve mücâhedeye tâbi tutuldu. Kırk gün içinde Hüseyin Hamevî, Abdullah´a ziyâde teveccühlerde bulundu. Bir gün bir hizmetçi hücresine yemek götürdü. Eşrefoğlu´nu hareketsiz görünce, öldü zan- nedip, telaşlandı ve durumu hocasına bildirdi. Fakat kırk gün dolmadığı için Hüseyin Hamevî bu duruma aldırış etmedi. Abdullah kırkıncı günü hücreden çıkartıldığında, büyük bir vecd hâli içinde kendinden geçmiş, gözleri kapalı ve hareketsiz bir halde görüldü. Kendisini melekler âlemini seyretmenin lezzetinden ayırdıklarında; "Sultanım bize kıydınız." diyerek gözlerini açtı. Bu kırk günlük imtihânı başarıyla veren Abdullah, tasavvuf- ta pek yüce mertebelere çıkmış olarak icâzetnâme aldı. Hüseyin Hame- vî´nin halîfesi olarak Anadolu´da Kâdirî yolunu yaymak üzere vazîfelen- dirildi.

"Halk senin zâhirine de bakar. Onun için kıyâfetini biraz düzeltmen lâzımdır. Şu hırkayı ve pabuçları al, giy." buyurunca, Eşrefoğlu hırkayı giydi, pabuçları da başına geçirerek; "Hocamın verd...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

29 Mart 2010, 02:53:09
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #7 : 29 Mart 2010, 02:53:09 »

Yedi yaşımda ve H.1227 târihinde mektebe başladım. Bir sene zarfında Kur´ân-ı kerîmi hatmettim ve ikişer defâ tecvid ve ilmihâl ve Birgivî kitaplarını okuyup yazdım. On sekiz yaşıma kadar sarf, nahiv, Farsça ve fıkh-ı şerîften çok kitap okudum. Bundan sonra her hâlim Allah korkusu, düşüncem dâimâ namaz, oruç, ibâdet ve tâat, Resûlullah sallallahü aley- hi ve sellem efendimizin sünnet-i seniyyesine uymaktı. İçimizde Allahü teâlânın sevgisi ve hakîkat yolunun sevdâsı parıldamakta olup, her za- man âlimlerin tasavvuf ehli zâtların meclislerine ve sohbetlerine devâmla vakitlerimi geçirirdim.

Doğum yerim, Silistre eyâletine bağlı Hezârgrad kasabasına üç saat mesâfede bulunan Sazlı köyüdür. H.1224 târihinde o havâliyi Rusya´nın istilâsı, halkını esirlik pençesine düşürmüş. Babam, Kulzâde diye bilinen tanınmış bir âileden Ali bin Hasan´dır. Babam bütün âile efrâdı ve akrabâsıyla Vidin´e hicret edip, orada üç sene kaldı. Ruslarla sulh yapılmasından sonra Vidin vâlisi Molla İdris Paşa isyân etti. Vidin´den ayrılmayıp yerine tâyin edilen Ali Paşayı şehre sokmadı. Şehrin kale kapılarını kapattı. Bunun üzerine Ali Paşa ile aralarında çarpışma çıktı. Şehir topa tutuldu. Bu yüzden uzun müddet yer altında sığınakta yaşadık. Sonunda İdris Paşa devlet kuvveti karşısında dayanamayıp bir gece firar etti. Şehrin kapıları açılıp yeni vâli şehre geldi. Üç ay sonra şehirde büyük bir veba salgını oldu. Sonra Silistre´ye döndük. İki buçuk sene kadar kaldıktan sonra, H.1232 senesinde tekrar Vidin´e göçüp yerleştik. Babam ve iki birâderimle kale neferliğine kaydolduk. Gündüz mektebe gidiyordum. O sırada Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ordusunun kurulması sebebiyle askerî eğitimlere katıldım."

Evliyânın büyüklerinden ve İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) H.450 de İran´ın Tûs şehrinde doğdu. H.505 de Tûs´ta vefât etti. Gazâlî hazretlerinin babası fakir ve sâ- lih bir zâttı. Âlimlerin sohbetlerinden hiç ayrılmazdı. Elinden geldiği ka- dar, onlara yardım ve iyilik eder, hizmetlerinde bulunurdu. Âlimlerin nasî- hatını dinleyince ağlar ve Allahü teâlâdan kendisine âlim bir evlât verme- sini yalvararak isterdi. Allahü teâlâ onun duâsını kabûl edip, Muhammed ve Ahmed isminde iki oğul ihsân etti. Yün eğirip Tûs şehrindeki dükka- nında satan bu sâlih zât, vefâtının yaklaştığını anlayınca, oğlu Muham- med Gazâlî´yi ve diğer oğlu Ahmed Gazâlî´yi hayır sâhibi ve zamânın sâlihlerinden bir arkadaşına bıraktı. Bir mikdâr mal vererek vasiyet etti ve ona dedi ki: "Ben kendim, âlim olamadım. Bu yolla kemâle gelemedim. Maksadım, benim kaçırdığım kemâl mertebelerinin, bu oğullarımda hâsıl olması için yardımcı olmanızdır. Bıraktığım bütün para ve erzâkı, onların tahsîline sarf edersin!"

Arkadaşı vasiyeti aynen yerine getirdi. Babalarının bıraktığı para ve mal bitinceye kadar, yetişip olgunlaşmaları için çalıştı. Sonra onlara; "Babanızın, sizin için bıraktığı parayı tahsil ve terbiyenize harcadım. Ben fakirim, param yoktur. Size yardım edemeyeceğim. Sizin için en iyi çâreyi diğer ilim talebeleri gibi medreseye devâm etmenizde görüyorum." dedi. Bunun üzerine iki kardeş doğru söze uyup, medreseye gittiler.

"Hüccet-ül-İslâm" adıyla meşhûr olan İmâm-ı Gazâlî, üç yüz binden fazla hadîs-i şerîfi râvîleriyle birlikte ezbere biliyordu. İslâmın yirmi temel ilmi ile, bunların yardımcıları olan müsbet ilimlerde de söz sâhibiydi. Tasavvuf ilminde de yüksek derece sâhibi olup güzel ahlâk ve hâl sâhibi velîydi. Hadîs ve Usûl-i hadîs ilimlerinde ilim deryâsı olan bu büyük âlimin kitaplarında mevdû hadîs var diyerek, İmâm-ı Gazâlî´de eksiklik ara- mak, ilmin hakîkatını, İslâm âliminin derecesini bilmemektir. Zamânında yaşayan ve sonra gelen âlimler, onun kitaplarını senet kabûl etmişler ve netice olarak İmâm-ı Gazâlî´nin kitaplarını ancak mezhepleri kabûl etme- yenlerin dinde reform yapmak için uğraşanların beğenmediklerini bildir- mişlerdir.

İmâm-ı Gazâlî hazretleri asrının müceddididir. Vazifesi; din bilgilerinden unutulmuş olanlarını meydana çıkarmak, açıklamak ve herkese öğretmektir.

Hocası İmâm-ül-Harameyn el-Cüveynî şöyle der: "Gazâlî, ilimde büyük bir denizdir." Talebesi, Muhammed bin Yahyâ da; "İmâm-ı Gazâlî, ikinci İmâm-ı Şâfiî´dir." demiştir.

Es´ad Mîhenî de şöyle der "Gazâlî´nin ilmi ve üstünlüğü, kolay kolay anlaşılmaz. Bunu ancak, onun derecesinde olanlar veya onun aklının kemâline yaklaşabilenler anlar."

Ebû Zeyd Endülüsî yine şöyle anlatmıştır: Bir defâsında rüyâmda gördüm ki, İmâm-ı Gazâlî, bir hınzırın (domuzun) boynuna zincir takmış çekip götürüyordu.

"Bunu neden böyle gezdiriyorsun?" dedim.

"Bu öyle betbaht bir kimsedir ki, zulmete dalmıştır. Bize dil uzatanların hâli ve cezâsı budur." buyurdu.

Anadolu velîlerinden Geredeli Abdullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvufta yüksek derecelere ulaşmış idi. Bu derecede iken hocası Hacı Halil Efendi vefât edince, istiğrâk hâlinde kendinden geçmiş bir vaziyette kaldı. Daha sonra Bolu´ya gidip, Hacı Mustafa Sâfî Efendiye hâlini anlatıp, onun talebesi oldu. Onu talebeliğe kabûl edip, tasavvufta erbeîn denilen ve kırk gün bir yerde kalmak olan çile yaptırmak için onu bir odaya koydu. Abdullah Efendi erbeîne girince, önceki halleri tamâmen kayboldu. Tasavvufa yeni başlamış talebe gibi oldu. Bu hâline şaşıp, üzülerek gece gündüz ağlamaya başladı. Böylece otuz beş gün geçti. Bu çileye girmesi sebebiyle hallerini kaybettiği kanâatine vararak çıkıp kaçmak istedi. Dergâhtaki talebelerden bâzıları farkına varıp onu bu kararından vazgeçirmek için; "Erbeîni tamamla ondan sonra gidersin" diyerek kalmaya râzı ettiler. Otuz dokuzuncu günü tasavvuf yolunda yeni ilerlemeye başlayan bir talebede hâsıl olan haller gibi önce tecellî-i ef´al, sonra tecellî-i sıfât ve daha sonra da tecellî-i hâl zuhur edip, parlamaya başladı. Hemen Sâfî Efendinin huzûruna koşup, hâlini ve hâsıl olan durumu anlattı. Bunun üzerine Sâfî Efendi; "Oğlum biz adamı hem soyar, hem de giydiririz." dedi. Önceki hâlinde kalsaydın, rehberlik etmekte zah-

met çekerdin, dervişlere vâkıf olamazdın. Şimdi elhamdülillah tertib üze- re zuhûr etti." diyerek onu tesellî etti. Sonra birkaç halvet daha yaptırdı. Tasavvufta yetiştirip kemâle erdirdikten sonra, ona hilâfet verdi. İnsanlara rehberlik etmesi için vazîfelendirdi.

Abdullah Efendi, hâlini o derece gizler ve tevâzu ile hareket ederdi. Görenler sanki sıradan biri, tasavvuftan hiç yol kat etmemiştir zannederdi. Kendi bu hususta hiç bir şey söylemezdi. Halbuki keşf ve kerâmet sâhibi olup, çok talebe yetiştirdi. Dünyâya ve dünyâ malına karşı hiçbir meyli yoktu. Fakat talebelerinin hallerini görüp, anlamak ve onları yetiştirmek için onlarla yakından alâkadâr olurdu. Abdullah adında bir çocuk, daha küçük yaşta Mustafa Sâfî Efendiye talebe olmuştu. Onun vefâtından sonra da Abdullah Efendiye talebe oldu ve on sekiz yaşında tasavvufta hallere kavuştu. Keşfi açıldı. Hangi kabrin yanına varsa, o kabirde yatanın hâlini görürdü. Hattâ çok defâ vefât eden evliyâ ile görüşüp konuşurdu. Bir müşkülü veya soracağı bir husus olursa, ya Peygamber efendimizi görüp O´ndan sorar, yâhut da Sâfî Efendiyi görüp müşkülünü hallederdi. Hattâ Peygamber efendimiz ona, hocası Sâfî Efendinin çok büyük bir velî olduğunu beyân buyurmuşlardır.

Evliyanın büyüklerinden Hâce Hasan Attâr (rahmetullahi teâlâ a- leyh) Silsile-i aliyye büyüklerinden Alâeddîn-i Attâr hazretlerinin oğludur. Anne tarafından dedesi, Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî hazret- leridir.

Dedesi Şâh-ı Nakşibend hazretleri küçük Hasan´ı çok severdi. Ona husûsî bir sevgisi vardı. Bir gün Hasan Attâr, mezarlık yanında diğer çocuklarla birlikte oynarken, dedesi Behâeddîn-i Buhârî oradan geçiyordu. Hasan Attâr bir buzağıya binmiş, diğer çocuklar da onun etrâfında koşup, böylece eğlenmekteydiler. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri durup küçük Hasan´a teveccüh etti ve; "Yakın bir zamanda, bu çocuk bir bineğe biner, şevketli hükümdarlar, atının üzengisini tutarak yanında yaya yürür." buyurdu.

Aradan zaman geçti. Hace Hasan Attâr, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yükselerek, âlimlerin ve evliyânın büyüklerinden oldu. Herkes tarafından sevilir, hürmet edilirdi.

Bir zaman Bağ-ı zâgân taraflarına gitmişti. Orada Mirzâ Şâhruh´u ziyâret etti. Mirzâ, Hâce hazretlerine olan muhabbet ve bağlılığının çokluğu sebebiyle kendisine çok ikrâmlarda bulundu ve bir at hediye etti. Koluna bizzat kendisi girip, ata bineceği yere kadar getirdi. Ata bindirdi. Sonra üzengisinden tutarak biraz yürüdü ve uğurladı.

Bu halde giderken, Hâce Hasan Attâr durup, Buhârâ taraflarına dönerek dedesinin rûhâniyetine duâ etti ve Allahü teâlâya şükretti. Sonra Sultana, dedesi Hâce Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin senelerce önce söylediği sözü anlattı. Onun kerâmetinin gerçekleştiğini bildirdi. Bu hâli işiten Sultan ve yanındakilerin Muhammed Behâeddîn-i Buhârî, Hâce Hasan Attâr ve diğer evliyâya olan muhabbet ve bağlılıkları daha da arttı.

Hâce Hasan Attâr hazretleri, zamânındaki evliyânın en büyüklerindendi. Her kim ihlâs ile Allahü teâlânın rızâsı için ona talebe olmak niyetiyle gelse, müsâfeha ettiği anda tesirini görürdü. Talebe o anda kendinden geçer, aşka ve dünyâdan soğuma hâline kavuşurdu.

Güzel ahlâkın bütün kemâlâtını kendisinde toplamış olan Hâce Hasan Attâr, herkese hüsn-i muâmelede bulunur, hiç kimseyi gücendirmezdi. Talebelerinin mânevî terbiye ve yetişmeleri yükünü aldığı gibi, onların maddî ihtiyaçlarını da kendisi karşılardı. Başkalarının, hele talebe ve sevdiklerinin sıkıntıda olmaları, ona daha çok sıkıntı verirdi. Bu sebeple talebelerinden birisi rahatsızlanıp hasta olduğunda, onun sıhhate kavuşması, ondaki hastalığın kendisine geçmesi için duâ eder ve sıkıntıyı çekmeye râzı olurdu.

Bir defâsında, hacca giderken Şîrâz´a uğramıştı. Şîrâz´ın ileri gelenlerinden bir zât da Hâce Hasan´ın ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

29 Mart 2010, 02:53:56
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #8 : 29 Mart 2010, 02:53:56 »

Naklederler ki, Hallâc-ı Mansûr hapishânedeyken üç yüz kişiydiler. Bir gece diğerlerine; "Ey mahpuslar! Gelin sizi kurtarayım." dedi. "Peki sen kendini niçin kurtarmıyorsun. Gücün olsa kendini kurtarırsın." dediklerinde; "Biz himâye ve selâmet içindeyiz. Eğer dilersek bir işâretle bütün kelepçeleri açarız!" dedi. Sonra parmağıyla işâret edince, bütün kelepçeler yere döküldü. Bunun üzerine; "İyi ama hapishânenin kapısı kilitli, şimdi biz nereye gidelim?" dediler. Bunun üzerine bir daha işâret etti. Duvarlarda bir takım gedikler ortaya çıktı. Bu hali gören mahpuslar, hemen Hallâc´ın ayaklarına kapanarak kendileriyle gelmesi için yalvarmaya başladılar. Fakat o reddetti. Neden diye sorduklarında; "Bizim O´nunla öyle bir sırrımız vardır ve sır sâhibinden başkasına söylenmez." buyurdu.

Bu haberler halîfeye ulaşınca; "Fitne çıkarmak istiyor, onu katlediniz veya Enel-Hak sözünden dönene kadar sopalayınız." emrini verdi. Bunun üzerine Hallâc-ı Mansûr hazretlerini Bağdât´ta Tâkkapısına götürdüler. Evvelâ yüz kırbaç vurdular. Kendisinden en küçük bir ses çıkmadı. Ölmediğini görünce, ellerini ve ayaklarını kestiler.

Hallâc-ı Mansûr´un rahmetullahi aleyh elleri ve ayakları kesildiğinde; "Sakın korkudan sarardığımı zannetmeyin. Kan kaybetmekten sararıyorum." buyurdu.

Hallâc-ı Mansûr hazretleri; Ellerinden, bacaklarından sonra dilini de kesmek istediler. İzin isteyip; "Allah´ım, bana senin için bu işkenceyi revâ görenlere rahmet et! Senin rızân için beni elimden, ayağımdan, gözlerimden, başımdan, canımdan ayıran bu kullarını affet!" diye yalvardı.

Daha sonra dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle´ye atıldı. Atılan küller dökülür dökülmez, nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran Dicle´nin suları Bağdât´ı basmak üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle´ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski normal hâlini aldı. Hallâc-ı Mansûr hazretleri bu kimseye, şehid edilmeden önce: "Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle´ye atacaklar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdât´ı basacak. O zaman hırkamı nehrin kenarına götürüp, sulara at." buyurmuştu.

Hallâc-ı Mansûr, zamânındaki bâzı zâhir âlimlerinin anlayamadığı sâdık, Allahü teâlânın aşkı ile yanan bir Hak âşığıdır. Şiddetli mücâhe- deler ve çetin riyâzetler çekmiş, himmeti yüksek, kerâmetler sâhibi bir velîdir. Sözleri güzel, konuşması fasîh ve belîğ, firâseti üstün, hakîkat, esrâr, mânâ ve mârifetler sâhibi olup, yaşadığı müddetçe, dâimâ ibâdet ve riyâzetle meşgûl olurdu. Günde bin rekat namaz kılardı. Şehîd edildiği günün gecesinde de 500 rekat kılmış olup, her gece en az dört yüz rekat namaz kılmaya kendisini mecbur tutardı.

Hallâc-ı Mansûr hazretlerinin idâmına sebeb olan "Enel-Hak" sözü, onun tasavvuf yolunda sâhib olduğu kendi hal ve derecesine uygun ve kendi aşk sarhoşluğu içinde söylediği doğru bir sözdür. Zâhiren kelime mânâsı; "Ben Hak´ım" demek olan bu sözün hakîki mânâsı: "Ben yokum. Hak vardır." demektir. Nitekim İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabının 2. cild 44. mektûbunda bu husûsu şöyle açıklamaktadır: "O bü­yüklerin "Her şey O´dur" demeleri, hiçbir şey yoktur. Yalnız O vardır demektir. Meselâ, Hallâc-ı Mansûr Enel-Hak (Ben Hak´ım) dedi. Böylece, ben Hak´ım, Hak teâlâ ile birleştim, demek istemedi. Böyle diyen kâfir olur ve öldürülmesi lâzım olur. Onun sözünün mânâsı "Ben yokum, Hak teâlâ vardır." demektir. İşte sofiyye (evliyâ) her şeyi Hak teâlânın isimlerinin ve sıfatlarının görünüşü, onların aynası bilir. Zâtın (kendisinin) bunlarla birleştiğini, zâtında değişiklik olduğunu söylemez. Meselâ, bir insanın gölgesi, kendinden hâsıl oluyor. Gölge, o kimse ile birleşmiş, onun aynıdır veya o kimse o gölge şekline girmiştir, gibi şeyler söylenemez. O kimse, kendi kendinedir. Gölge, onun bir görünüşüdür. Bu kimseyi aşırı seven, gölgeyi filân görmez. Ondan başka bir şey görmez. Gölge, o kimsenin aynıdır, diyebilir. Yâni gölge yoktur, yalnız o insan vardır, der. Bundan anlaşıldı ki, sofiyye, eşyâya, Hak teâlâdan meydana gelmiştir. Hak teâlâ değildir, diyor. O halde, sofiyyenin; "Her şey O´dur." sözleri; "Her şey O´ndandır." demektir ki, âlimler de böyle söylemektedir. İki taraf arasında bir fark yoktur. Yalnız şu fark vardır ki, sofiyye, eşyâya, Hakk´ın görünüşü diyor. Âlimler bunu söylemekten çekiniyor. Eşyâ ile birleşmek, eşyânın içinde bulunmak anlaşılmasın diye, bu sözü söylemiyor."

Hallâc-ı Mansûr hazretleri halleri doğru, zamânındakilerin, kadrini ve derecesini anlamayacak derecede yüksek bir velî idi. O, hiçbir zaman Allahlık iddiâ etmedi. Tam tersine Allah aşkının sarhoşu bir kul olarak yaşadı, gündüz ve gecelerini ibâdetle geçirdi. Elli yaşındayken; "Bu güne kadar bin senelik namaz kıldım." buyurdu. İslâmiyetin bütün emir ve yasaklarına en ince hususlara kadar titizlikle uyar, mübahları zarûret mikdârı kullanırdı. Ömrünün temeli sıkıntı üzerine kurulmuştu. Bu da, Allah aşkına tutulanlarda çeşitli şekil ve derecelerde görülen bir husustur.

Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası Basralıydı. Müslüman olmadan önce Fîrûz ve Yesâr isimleriyle anılıyordu. Müslüman olunca Câfer ismini aldı. İslâm ordularının gittiği Meysân fethi sırasında esir düştü. Eshâb-ı kirâmdan Zeyd bin Sâbit el-Ensârî´nin kölesi oldu. Annesi Hayre Hâtun ise Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarından Ümmü Seleme´nin (radıyallahü anhâ) câriyesi, hizmetçisiydi. Bu ikisi müslüman olmadan evlendiler. Hazret-i Ömer´in halîfeliği sırasında H.21 senesinde bu evlilikten Hasan-ı Basrî dünyâya geldi. Doğduğunda teberrüken ad koymak üzere hazret-i Ömer´e götürdüler. Hazret-i Ömer onun güzel yüzünü görünce; "Adı Hasan (güzel) olsun." buyurdu. Böylece Hasan adı verildi.

Hâlen müslüman olmamış olan bu âile, Medîne´de Vâdi´l-Kurâ denilen yerde oturuyordu. Annesi Hayre, Ümmü Seleme´nin (radıyallahü anhâ) evine gidip geliyor, onun hizmetini görüyordu. Küçük Hasan-ı Basrî´yi de berâberinde götürüyordu. Annesi Ümmü Seleme´nin bir ihtiyâcını görmek için dışarı çıktığında henüz bebek olan Hasan-ı Basrî ağlıyor, hazret-i Ümmü Seleme de onu şefkat dolu kollarına alarak bağrına basıyor ve hattâ onu emzirdiği oluyordu. Hazret-i Ümmü Seleme; "Yâ Rabbî! Sen bu çocuğu âleme imâm ve Âdemoğullarına uyulacak kimse kıl. Halk ona uysun, onun gittiği hak yolunu tutsun." diye duâ buyurdu. Hazret-i Ümmü Seleme ihtiyar olduğu halde bu mübârek çocuk sebebiyle Allahü teâlâ onu emzirmesi için süt ihsân etmişti. Hasan-ı Basrî´nin bütün hayâtı boyunca, fikrî yapısına ve yaşayışına tesir ederek mutluluğunu hazırlayacak olayların başta geleni belki de budur. Ondaki hikmet ve fesâhatin sırrını bu hâdiseye bağlayanlar vardır.

Zamanla anne ve babası müslüman oldular ve kölelikten âzâd edildiler. Böylece huzurlu ve mutlu bir âilenin çocuğu olan Hasan-ı Basrî´nin çocukluğu Medîne-i münevverede geçti. Bu sebeple Arapçayı en iyi şekilde öğrendi. Hazret-i Ümmü Seleme´nin evine annesiyle birlikte gidip gelen Hasan-ı Basrî, İslâm ahlâkıyla yetişti. Çocuk yaşta Kur´ân-ı kerîmi ezberledi. İlk gençlik yılları Hazret-i Osman´ın halîfeliği sırasında Halîfenin Mescid-i Nebîde irâd ettiği bir hutbeyi dinledi. Hazret-i Osman´ın sohbetlerinde bulunup istifâde etti. Bu yüce halîfenin âsiler tarafından şehîd edilmesine şâhid oldu. Hasan-ı Basrî bu sırada on dört-on beş yaşlarındaydı. Medîne-i münevverede bulunduğu sırada Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerini görüp onların sohbetlerinde bulundu. Yetmiş tânesi Bedir Harbine katılmış olan yüz otuz civârında Sahâbe-i kirâmdan (radıyallahü anhüm) ilim ve feyz alıp, hadîs-i şerîf dinledi. Zâhirî ilimlerde yüksek derecelere yükseldi.

İlim ve fazîletlerinden istifâde ettiği Eshâb-ı kirâm ile kendi içinde bulunduğu nesli kıyas ederek:

"Siz onları görseydiniz mecnûn (deli) zannederdiniz. Onlar sizin iyilerinizi görseler; "Bunlar iyilik ve hayırdan nasipsiz kimselerdir.", kötülerinizi görseler; "Bunlar da müslüman mı?" derlerdi." buyurdu.

Allahü teâlânın rızâsına kavuşmanın yanında, dünyâ ve dünyâdakilerin tamâmen boş olduğunu anlayan Hasan-ı Basrî hazretleri, elinde bulunanları fakir ve ihtiyaç sâhiplerine tasadduk etti. Tamâmen ilim ve ibâdetle meşgûl oldu. Dünyâdan yüz çevirip zâhid bir hayat yaşamaya devâm etti.

Evliyânın büyüklerinden ve Uşâkîlik tarîkatının kurucusu Hasan Hüsâmeddîn Uşâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) H.880 de Buhârâ´da doğdu. Soyu hazret-i Hüseyin´e ulaşır. Hacı Teberrük isminde bir tüccarın oğludur. Anadolu´ya gelip, Uşak´ta yerleştiği için "Uşâkî" denildi.

Hüsâmeddîn Uşâkî, ilk tahsîlini babasının nezâret ve himâyesinde tamamladı. Babasının vefâtı üzerine ticâretle meşgûl olmaya başladı. Üzüntü içinde uyuduğu bir gece, rüyâsında ona; "Boş yere ticâretin zahmetini çekmek, hakîkat ehli için zarar ve ziyândır. Arzun âhiret ticâreti, yâni Allahü teâlâya kavuşmak olsun. Gâyen sonsuz sermâyeyi elde etmek ise, dünyâ mallarından yüz çevirip, Anadolu´nun güzel şehirlerinden Uşak´ta oturan Seyyid Ahmed-i Semerkandî hazretlerine varıp teslim ol. Uzlet köşesine çekilip, dâimâ Rabbin ile bulun!" denildi. İşte bu mânevî işâretten ve almış olduğu emirden sonra kendinde bir başkalık hisseden Hüsâmeddîn Uşâkî hazretleri, bir an önce bu zâta kavuşmak arzusu ile yanıp tutuşmaya başladı. Babasından mîrâs kalan bütün mallarını, servetini ve kurulu ticâret düzenini kardeşi Mahmûd Çelebi´ye bağışlayıp, kalbinden dünyâ sevgisini uzaklaştırdı. Durmadan içini yakan aşk ateşinin tesiri ile, yaya olarak Buhârâ´dan ayrılıp yola çıktı. Aylarca süren zahmetli ve meşâkkatli yolculuklardan sonra, Erzincan vilâyetine geldi. O sırada Erzincan´da bulunan Seyyid Ahmed-i Semerkandî hazretleri ile karşılaşıp ona bağlanarak, sâdık bir talebesi oldu. Sonra hocası ile birlikte Uşak´a giderek oraya yerleşti. Hakîkî rehber olan bu büyük âli- me bağlılığının kuvveti sâyesinde kemâle kavuşup,...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

29 Mart 2010, 02:55:04
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #9 : 29 Mart 2010, 02:55:04 »

Fıkıh ilmine nasıl başladığını talebesi Ebû Yûsuf ve diğer talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: "Bu, Allahü teâlânın tevfik ve inâyeti iledir. O´na dâimâ hamdolsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Her birini kısım kısım okudum. Neticesini ve faydalarını düşündüm. Sonra fıkıh ilmine baktım. Onda âlimler ve fakihler ile bir arada bulunmak, onlar gibi ahlâklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dînin emirlerini yerine getirmek, ibâdet etmek de fıkıhı bilmekle oluyor. Dünyâ ve âhiret onunla kâim... İbâdet etmek isteyen onsuz yapamaz. Fıkıh, ilimle ameldir." İmâm-ı A´zam, fıkıh ilmini Hammâd bin Ebî Süleymân´dan öğrendi. Onun derslerini tâkib ederken huzûrunda gâyet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzâkere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ez- berlediğini görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Nu´mân´- dan başka kimse oturmayacak buyururdu.

İmâm-ı A´zam, kelâm, münâzara ve diğer ilimleri öğrenip fıkıh ilmini tahsile başladıktan sonra, îtikâdî meselelerde insanları doğru yoldan ayıran sapık fırkalarla mücâdele etti. Hattâ, bu maksatla Hint, İran ve Arap yarımadasının ticâret yollarının birleştiği Basra´ya da defâlarca gidip, dehrî denilen inkârcılarla, Şîa, Kaderiye ve diğer bozuk fırkalara mensup kimselerle uzun münâzaralar yaparak Ehl-i sünnet îtikâdını yaydı.

İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretleri, Hammâd bin Ebî Süleymân´ın derslerine yirmi sekiz yıl devâm edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sıralarda fıkıhta tanınıp meşhûr oldu. Bu hususta şöyle demiştir: "Ben ilim ve fıkıh ocağında yetiştim. İlim erbâbıyla berâber bulun- dum. Fıkıhta en değerli bir hocaya devâm ettim." Hocası Hammâd´ın dersine devâm ettiği sırada sık sık Hicaz´a gidip Mekke ve Medîne´de çoğuTâbiînden olan âlimler ile görüşür, onlardan hadîs rivâyeti dinler ve fıkıh müzâkereleri yapardı. İmâm-ı A´zam´ın hocalarından en meşhûru, fıkıh ilminde hocası olan Hammâd bin Ebî Süleymân´dır.

İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretlerinin Kûfe´de tahsîl ettiği hocalarından bâzıları şunlardır:

Âmir bin Şerâhil eş-Şa´bî, Süleymân bin Mihrân el-A´meş, Ebû İshak es-Sebîî, Hâkim bin Uteybe, Mansûr bin Mu´temir et-Teymî

Kûfe dışında diğer ilim merkezlerine de giden İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretleri bâzan bir sene süren seyâhatlerinde Mekke ve Medîne´ye gitti. Bu beldelerin meşhûr âlimleriyle görüşüp onlardan ilim öğrendi. Elli beş defâ hac yaptı.

İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretlerinin Kûfe dışındaki diğer şehirlerde ilim öğrendiği hocalarından bâzıları da şu zâtlardır:

Tâbiîn büyüklerinden Amr bin Dînâr el-Cümahî, Ebû Zübeyr Muham- med, İbn-i Şihâb ez-Zührî, hazret-i Ebû Bekr´in torunu Kâsım bin Mu- hammed, Medîne´nin meşhûr âlimlerinden Hişâm bin Urve ve Yahyâ bin Saîd el-Ensârî, Basra´daki en meşhûr âlimlerden Eyyûb bin Keysân es-Sahtiyânî, Katâde bin Diâme, Bekr bin Abdullah Müzenî.

Ayrıca Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem torunlarından Zeyd bin Ali´den ve Muhammed Bâkır´dan da ilim ve mârifet öğrenen İmâm-ı A´zam´a, Muhammed Bâkır hazretleri buyurdu ki: "Ceddimin şerîatini bozanlar çoğaldığı zaman sen onu canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola çevireceksin. Allahü teâlâ yardımcın olacak."

Eshâb-ı kirâmdan İbn-i Abbâs´ın ilmini Mekke fakîhi Atâ bin Ebî Rebâh ve İkrime´den, hazret-i Ömer ve onun oğlu Abdullah´tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer´in âzâdlısı Nâfî´den öğrendi. Böylece, Es- hâb-ı kirâmdan İbn-i Mes´ûd ve hazret-i Ali´den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü Tâbiînden öğrendi. İlimde hiç kimseye nasîb olmayan yüksek bir dereceye ulaştı.

Tasavvuf ilmini de Silsile-i aliyye denilen evliyânın büyüklerinden olan Câfer-i Sâdık´tan öğrendi. Onunla sohbet edip feyiz alarak tasavvufta yüksek makâma ulaştı.

Zâhirî ve mânevî ilimlerde zamânının en büyük âlimi olan İmâm-ı A´zam bir gün Halîfe Mansûr´un yanına girdi. Orada bulunan Îsâ bin Mûsâ, Mansûr´a; "Bugün dünyânın en büyük âlimi bu zâttır." dedi. Halîfe Mansûr; "Ey Nûmân, bu ilmi kimden aldın?" diye sorunca; "Hazret-i Ömer´den ilim alanlar vâsıtasıyla hazret-i Ömer´den, hazret-i Ali´den ilim alanlar vâsıtasıyla hazret-i Ali´den, Abdullah bin Mes´ûd´dan ilim alanlar vâsıtasıyla da Abdullah bin Mes´ûd´dan aldım." cevâbını verdi. Bunun üzerine Halîfe Mansûr; "Sen işini gâyet sağlam tutmuşsun, ilmi asıl menbaından almışsın." dedi. İmâm-ı A´zam başta Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin ilim silsilesinden olmak üzere, dört bin kişiden ilim öğrenip, bütün ilimlerde ve üstünlüklerde en yüksek dereceye ulaşmıştır. Şöhreti her yere yayılıp, zamânında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler, âlimler, üstün kimseler hattâ hıristiyanlar bile onu hep medhetmiş, öv­müştür.

İmâm-ı A´zam´ın hocası Hammâd bin Ebî Süleymân vefât edince, hocasının talebeleri, arkadaşları ve halkın ileri gelenleri, onun yerini dolduracak âlimin, ancak İmâm-ı A´zam´ın olduğunu görerek, ısrârla hocasının yerine geçmesini istediler. "İlmin ölmesini istemem." buyurup, ilim kürsüsüne oturdu. Hocası Hammâd bin Ebî Süleymân´ın yerine müftî oldu ve talebe yetiştirmeğe başladı.

İmâm-ı A´zam, hocası Hammâd´ın yerine geçince, ilmi, vakarı, üstün tevâzuu, takvâsı, tatlı sözleri ve güler yüzüyle herkes tarafından sevilen ve dînî meselelerde insanların karşılaştıkları zorluklara çare bulan tek mürâcaat kaynağı oldu. Irak, Horasan, Harezm, Türkistan, Tuharistan, İran, Hind, Yemen ve Arabistan´ın her tarafından gruplar hâlinde gelen talebeler, fetvâ isteyenler ve dinleyicilerle etrafı dolup taşıyordu.

İmâm-ı A´zamın meclisinde halk tarafından sorulan suâllerin cevaplandırılması ve talebeler için verilen muntazam dersler olmak üzere iki türlü müzâkere yapılırdı. Her gün sabah namazını, câmide kılıp öğleye kadar sorulan suâlleri cevaplandırır, fetvâ verirdi. Öğleden önce kaylûle yapıp, bir miktâr uyuyup, öğle namazından sonra, yatsıya kadar, talebelere ders verirdi. Yatsıdan sonra evine gidip biraz dinlenir, sonra tekrar câmiye gelip sabaha kadar ibâdet ederdi. Sorulan suâllere cevap vermeden önce, mesele açık olarak müzâkere edilir, talebeleri suâli cevaplandırmaya çalışırdı. Meselenin müzâkeresi bittikten sonra, kendisi yeniden ele alıp gerekli düzeltmeleri yapar ve konuyu iyice izah ve tasvir ettikten sonra cevaplandırırdı. Cevapları verildikten sonra da fetvâyı bizzat söylemek sûretiyle ve anlaşılır ifâdelerle talebelerine yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kâideleri hâline gelmiştir.

İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe´nin başta gelen talebeleri; İmâm-ı Ebû Yûsuf ismiyle meşhûr olan Yâkûb bin İbrâhim, Muhammed Şeybânî, Züfer bin Huzeyl, Hasan bin Ziyâd, oğlu Hammâd, Abdullah bin Mübârek, Veki´ bin Cerrâh, Ebû Amr Hafs bin Gıyâs, Yahyâ bin Zekeriyyâ, Dâvûd-i Tâî, Esad bin Amr, Âfiyet bin Yezid el-Advî, Kâsım bin Ma´an, Ali bin Müshir, Hibban bin Ali gibi yüzlerce âlimlerdir.

İmâm-ı A´zam ticâretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi kazancından karşılardı. Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların ilimde iyi yetişmeleri için büyük titizlik gösterirdi. Talebelerini o kadar mükemmel yetiştirmişti ki, başkalarının uzun zamanda buldukları hükümleri onlar kısa zamanda bulurdu. Bir defâsında onun ders usûlünü ve talebelerini görmek için bir ilim heyeti Kûfe´ye gelmişti. Aralarında Tâbiînin büyüklerinin de bulunduğu bu heyet, onların bu üstünlüğünü, başarısını görerek büyük bir memnuniyetle ayrılmıştır. İmâm-ı A´zam talebelerine; "Sizler benim kalbimin sevinci, hüznümün tesellisisiniz." buyururdu.

Gerek ilim meclisine gerek sohbetlerine uzaktan yakından gelen pekçok kimse ondan ilim ve mârifet tahsîl ettiler. Sohbetleri sırasında insanların müşküllerini cevaplandırdığı gibi gönüllerini ferahlatan nasîhatlerde bulundu. Bir sohbeti sırasında, müminleri sevmekle ilgili olarak buyurdu ki:

Allah bize, insanların mümin olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve aslâ kırıcı olmamamızı, kalplerinde ne sakladıklarını bilemeyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emretmiştir.

İmâm-ı A´zam´ın yaşadığı devir, Emevîler ve Abbâsîler zamânına isâbet etmektedir. Ömrünün elli iki yılını Emevîler, on sekiz yılını da Abbâsîler devrinde geçirdi. Emevî Devletinin son bulup, Abbâsî Devletinin kuruluşuna ve bu arada vukû bulan çeşitli hâdiselere şâhid oldu. Bütün hâdiseler içerisinde İmâm-ı A´zam, bir taraftan dîni öğrendi ve öğretti, diğer taraftan da, Ehl-i sünnet îtikâdında olan insanları, îmândan ayırmaya çalışan sapık ve bozuk fırkalarda olanlarla mücâdele etti. Bu fırkaların herbiri ile yaptığı münâzaralarda onları kesin delillerle susturuyordu.

Emevîlerin son zamanlarında Emevî vâlisi, İmâm-ı A´zam´a devlet idâresinde bir vazife vermek istedi ve bu hususta zorladı. Fakat İmâm-ı A´zam bâzı sebeplerden dolayı kabûl edemeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine hapsedilerek işkence yapıldı. Daha sonra serbest bırakılınca, H.130 yılında Mekke´ye gidip orada altı yıl kadar kaldı. Mekke´de de talebelere ders ve fetvâ vererek ilmî mütâlaalar yaptı. Abbâsîlerin bir devlet hâline gelip kuvvetlenmesinden sonra Kûfe´ye döndü. Buradaki derslerine öm­rünün son yıllarına kadar devam etti. Otuz yıllık müddet içinde verdiği derslerinde yetişen talebelerinin herbiri, o zaman çok genişlemiş olan İslâm dünyâsının her tarafına yayıldılar. Müftîlik, müderrislik, kâdılık gibi çeşitli vazifelerle büyük hizmetler yaptılar. Böylece Peygamber efendimizin bildirdiği yol olan Ehl-i sünnet îtikâdını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gösterip saâdete kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler.

Emevîler devrinde bâzı baskı ve işkenceler gören İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretleri, Abbâsîler devrinin ilk zamanlarında ili...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: 1 [2] 3 4   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes