> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > İslam Kültürü > İslam Kültürü A-İ > Evliya Hayatından Sahifeler
Sayfa: 1 2 [3] 4   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Evliya Hayatından Sahifeler  (Okunma Sayısı 5493 defa)
29 Mart 2010, 02:57:40
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #10 : 29 Mart 2010, 02:57:40 »



Mazhar-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanları Hakk´a dâvet eden, doğru yolu göstererek hakîkî saâdete kavuşturan ve kendi- lerine "Silsile-i aliyye" denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarındandır. İsmi, Şemseddîn Habîbullah´tır. Babası Mirzâ Cân´dır. Onun ismine izâfeten Cân-ı Cânân denilmiştir. H.1111 veya 1113 de doğdu. 1195de şehîd e- dildi. Hazret-i Ali´nin neslinden olup, seyyiddir. Ceddi, ileri gelen devlet a- damlarından olup, Teymûriyye sultanlarına yakınlıkları vardı. Bütün de- deleri, mürüvvet, adâlet, şecâat, sehâvet (cömertlik) ve dîne son derece bağlı olmalarıyla tanınmış, beğenilen ve medhedilen bütün üstün vasıf- lara sâhib idiler. Ayrıca herbiri, devlet idâresinde mevkî ve makam sâhi- biydi. Babası Mirzâ Cân, mevkî ve makâmı terkedip, fakirliği ve kanâatı tercih etti. Servetini Allah için fakirlere dağıttı. Kızının nikâhı için ayırdığı yirmi beş bin rub´iyye mikdârındaki altını, bir dostunun şiddetli bir sıkıntı- da olduğunu işitince, tamâmen ona hediye etti. Babası, memleketinde, merhameti, üstün ahlâkı, insânî meziyetlerinin üstünlüğü ile tanınmış bir zâttı. Zamânın mürşid-i kâmillerinden olan Şâh Abdürrahmân Kâdirî´nin sohbetinde kemâle geldi.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, daha küçük yaşta iken alnında rüşd ve hidâyet nûru parlıyordu. Zekâ, fehm ve anlayışının parlaklığını gören firâset erbâbı, onun yüksek bir fıtrata, yaratılışa sâhib olduğunu söylerlerdi. Babası, onun terbiye ve tâliminde, ilim öğrenmesi husûsunda çok dikkat gösterdi. Daha küçük yaşta ilim, mârifet öğrenmeye ve çeşitli mahâretler kazanmağa başladı. Kıymetli ömrünü çocukluğundan îtibâren gâyet iyi değerlendirip, hebâ etmedi. İlim ve mârifeti yanında ayrıca çeşitli sanat ve mahâretleri öğrendi. Kendisi şöyle demiştir: "Çocukluğumda İbrâhim aleyhisselâmı rüyâmda görüp, çok iltifât ve ihsânlarına kavuştum. Yine çocukluğumda hazret-i Ebû Bekr´i ne zaman hatırlayıp ismini ansam, mübârek sûreti karşıma çıkardı. Rûhâniyetini gözümle görürdüm. Bana çok iltifâtta bulunurdu."

Yine şöyle anlatmıştır: "Çocukluğumda idi. Bir kimse babamla konuşuyordu. İmâm-ı Rabbanî hazretlerinden bahsettiler. Ben o anda İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin rûhâniyetini gördüm. Bana oradan kalkmam için işâret etti. Bu hâli babama söyleyince; "Anlaşıldı ki, sen onların yolundan istifâde edeceksin." dedi. Allahü teâlâ benim tînetime, sünnet-i seniyyeye ittibâ etme, uyma hasletini yerleştirmiş."

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin fıtratında, yaratılışında bir yükseklik, büyükler yolunda ilerlemeye büyük bir kâbiliyet, onları sevmek ve muhabbet gösterme husûsiyeti vardı. "Aşk ve muhabbet, benim tînetimin hamurunun mayasıdır." buyurdu. Zamânın meşhûr âlimlerinden onun hâlini görenler; "Bu çocuk, aşıkâne bir mîzâca sâhibdir." demişlerdir. Babası ona; "Senin dünyâya gelişin benim için çok mübârek oldu. Çünkü senin doğduğun sene, ben dünyâya âit bağlılıkları, dünyâya düşkün ol­mayı terkedip, kanâatı tercih ettim." demiştir.

Kendisi ilim tahsîlini şöyle anlatmıştır: "Fârisî lisanını ve diğer bâzı bilgileri babamdan, Kur´ân-ı kerîmi, tecvîd ve kırâat ilmini Kârî Abdürre- sûl´den, aklî ve naklî ilimleri de zamânımızın âlimlerinden öğrendim. Hâcı Muhammed Efdal´den, tefsîr ve hadîs ilmi öğrendim. On beş yaşında i- ken kendisinden ilim öğrendiğim hocam Hâcı Muhammed Efdal, bana bir takke hediye etmişti. Bunun bereketi ile zihnim iyice açıldı. Hiçbir şeyi okuyup öğrenmekte zorluk çekmedim. Tahsîlimi tamamladıktan sonra, bir müddet de talebelere ders verdim. On altı yaşında babam vefât etti. Vefât etmeden önce şöyle vasiyyet etti: "Bütün vaktini, kemâlâtı, olgun- lukları ve üstün dereceleri elde etmek için harca. Kıymetli ömrünü boş şeylerle geçirme." Babamın vasiyetine uyarak, ilim öğrenmeye ve öğ- rendiğim ilimle amel etmeye devâm ettim. Bir gece rüyâmda evliyâdan bir zâtı gördüm. Mezarından kalkıp yanıma geldi ve kendi külahını ba- şıma koydu." Bu rüyâdan sonra gönlümde makam ve mevkî arzusu hiç kalmadı. Tasavvufa yönelme arzusu iyice fazlalaştı. Bir defâsında rü- yâmda gaybdan bir ses; "Bizim seninle işimiz var. İnsanların hidâyete kavuşması ve onları hidâyete kavuşturacak yolun yayılması senin sebe- binle olacak!" dedi. Bu rüyâyı da görünce tasavvufa yönelip, bâtın nisbe- tini elde etmek arzum iyice kesinleşti. Bu maksadıma kavuşmak için Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî´nin huzûruna gittim. Mübârek yüzünü görünce mârifet sâhibi bir zât olduğunu anladım. Sünnet-i seniyyeye son derece bağlı, dînin emirlerine tam uyan, yüksek ahlâk sâhibi bir zât idi. Sohbeti kalbe safâ veriyor, cana can katıyordu. İyice anlaşılmıştı ki, ara- yanlar maksada onun huzûrunda kavuşuyor, ölmüş kalb onun huzûrun- da dirilip itminâna eriyor. Hakk´a kavuşmak orada müyes­ser oluyordu. Beni talebeliğe kabûl etmesini arzedince, istihâresiz talebe kabûl etme- diği hâlde beni derhal kabûl etti. Feyzleri o kadar bereketli ve tesirli idi ki, bir teveccüh ile talebesinin kalbi zikretmeye başlardı. Ona talebe olup feyzlerine kavuşunca gönlüm aydınlandı. Çok iltifâtına kavuştum.

Kısa zamanda Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin sohbetinde yetiştim. Tasavvuf hâllerine gark olmuştum. Ben, muhabbet-i ilâhînin sarmasından, cezbenin çokluğundan uykuyu, istirahati, yemeyi, içmeyi terk etmiştim. İnsanlardan uzaklaşıp yalnız başıma dolaşmaya başladım. Açlığın şiddetinden ağaç yaprağı yemiştim. Vaktim hep kendimden geçmiş bir vaziyette ve murâkabe hâlinde geçiyordu. Asıl maksada kavuşmayı böylece bekledim. Nihâyet o hâle geldim ki; "Rabbini görüyormuş gibi ibâdet et" hadîs-i şerîfinde istenen vasfa ulaştım. Mahviyyet, fenâ ve bekâ hâllerine kavuştum. Büyüklerin târif ettiği maksada, sırr-ı tevhîde yükseldim.

Nûr Muhammed Bedâyûnî, benim hâllerime bakıp, bana karşı tevâzu ile, büyük bir sevgi ve alâka gösterdi. Bir gün, ikimiz karşı karşıya otururken; "İki güneş karşı karşıya gelmiş, birinin nûrundan diğeri görülmüyor. Eğer tâliblerin terbiyesine yönelsen âlem nûrlanır." buyurdu. Yine bir gün bana; "Sende Allahü teâlâya ve Resûlüne karşı muhabbet yüksek derecededir. Bizim yolumuz, senin teveccühlerin ile yayılacak. Sana Şem- seddîn Habîbullah ismi verildi." buyurdu ve talebelerinden bir kısmının yetiştirilmesini bana havâle etti. Hocamın sohbetine devâm ederken, havâle ettiği o talebeleri de yetiştirdim ve hocamın sohbetine bıraktım. Her ne kadar Resûlullah efendimizin zamânında bulunup görmekle şereflenmedik ama, Allahü teâlâya binlerce şükürler olsun ki, Resûlullah´ın nâiblerinden olan (O´nun yolunu anlatan) hocam Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî´nin sohbetinde bulunmakla şereflendim. Hayâtın meyvesi, asıl maksad ele geçti. Büyüklerin çok iltifâtına kavuştum.

Hocam Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî´nin sohbetine dört sene devâm ettim. Sonra bana icâzet verdi. Bana Ehl-i sünnet îtikâdı üzere ol- mamı, sünnet-i seniyyeye uymamı ve bidatlerden sakınmamı vasiyet et- ti."

Hocası Seyyid Nûr Muhammed´in vefâtından sonra, altı sene Şeyh Gülşenî ve on iki sene Muhammed Efdal ve Hâfız Sa´dullah´ın, sekiz sene Muhammed Âbid-i Senâmî´nin sohbetlerine devâm ederek tasav- vufda Müceddidiyye yolunda yüksek derecelere kavuştu. Ayrıca Kâdiriy- ye, Çeştiyye, Sühreverdiyye ve Kübreviyye yollarından da icâzet, diplo- ma aldı. Zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrendikten sonra insanları irşâda ve doğru yolu anlatmaya başladı. Derslerine, sohbetlerine âlimler, âmirler, velîler ve halk devâm edip ondan feyz aldılar. Mîr Müsliman, Senâullah Pâni-pütî, Gulâm Kâki, Seyyid Alîmullah, Seyyid Abdullah Dehlevî gibi büyük âlimler ve velîler yetiştirdi.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, İslâmiyetin yayılması ve insanların hakîkî saâdete kavuşmaları için çok üstün hizmetler yapmıştır. Her biri üstün birer cevher olan kıymetli zâtlar yetiştirmiş ve onları insanlara rehberlik yapmakla vazifelendirmiştir. Talebeleri de bulundukları yerlerde insanlara İslâmiyeti öğretmişler, îmânlarının vicdânileşmesini sağlamışlardır. Böylece her biri bulunduğu yerde İslâmiyete uyulmasına, güzel ahlâkın yayılmasına ve insanların birbirlerine karşı iyi muâmelede bulunmalarını sağlamışlardır. Onları tanıyıp seven insanlar, onların sebebiyle temiz bir hayat yaşamak ve saâdete kavuşmakla şereflenmişlerdir.



ŞEHÎD OLMAK İSTERİM




Evliyânın büyüğü, Mazhar-ı Cân-ı Cânân,

İstifâde etmişti, binlerce kimse ondan.



Henüz vefât etmeden, birkaç gün önce idi,

Rabbine kavuşmanın, şevk ve sevincindeydi.



Âhirete göçmesi, olmuşken böyle yakın,

İnsanlar, sohbetine, gelirdi akın akın.



Her gün yüzlerce kişi, gelerek o sohbete,

Kavuşuyorlar idi, nûra ve hidâyete.



Talebesinden biri, sılaya gitmek için,

Huzûruna gelerek, istedi ondan izin.



Buyurdu: "Güle güle, emânet ol Allah´a.

Lâkin görüşemeyiz, senin ile bir daha."



Diğer talebeleri, duyunca bu sözleri,

Ağlayıp, herbirinin, yaşla doldu gözleri.



Ve yine o günlerde, talebeden birine,

Yazdı ki: "Geldik artık, ömrün nihâyetine.



Bu dünyâda yapacak, kalmadı bir işimiz,

Yaş, sekseni geçti ve, yaklaştı ecelimiz."



Birkaç gün kalmıştı ki, vefâtına nihâyet

Talebeyi toplayıp, son defâ etti sohbet.



Buyurdu ki: "Kalbimden, her neyi geçirdimse,

Ve hangi bir nîmete, kavuşmak istedimse,



Hak teâlâ hepsini, eyledi bana ihsân,

Her arzûma kavuşmak, oldu kolay ve âsân.



İslâm-ı hakîkîyi, nasîb etti nihâyet,

Verdi sâlih amelle, istikâmet, kerâmet.



Tasavvufta ne kadar, derece varsa eğer,

Rabbimiz herbirini, kıldı bana müyesser.



Elde edemediğim, kaldı ki bir tek maka...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Evliya Hayatından Sahifeler
« Posted on: 23 Nisan 2024, 11:18:41 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Evliya Hayatından Sahifeler rüya tabiri,Evliya Hayatından Sahifeler mekke canlı, Evliya Hayatından Sahifeler kabe canlı yayın, Evliya Hayatından Sahifeler Üç boyutlu kuran oku Evliya Hayatından Sahifeler kuran ı kerim, Evliya Hayatından Sahifeler peygamber kıssaları,Evliya Hayatından Sahifeler ilitam ders soruları, Evliya Hayatından Sahifelerönlisans arapça,
Logged
29 Mart 2010, 02:58:21
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #11 : 29 Mart 2010, 02:58:21 »

Mevlânâ Hâlid hazretleri, memleketi Süleymâniye´ye dönüp ders vermeye başladı. Fakat gece-gündüz Hindistan´ı düşünüyordu. Bir gün bu düşünceler içindeyken, Hindistan´ın Dehli şehrinde bulunan evliyânın en büyüklerinden Abdullah-ı Dehlevî´nin talebelerinden Mirzâ Abdürra- hîm isimli bir zât çıkageldi. O talebe, Abdullah-ı Dehlevî; "Mevlânâ Hâlid´e selâmımızı söyle bu tarafa gelsin!" buyurdu." dedi. Uzun zaman başbaşa görüştüler. Mevlânâ Hâlid talebelerine ders vermeye gelmez oldu. Talebeler, Hindli´ye kızmaya başladı.

Bir süre sonra, 1809 senesinde ikisi birlikte İran ve Afganistan üzerinden Hind yolculuğuna çıktılar. Umulmadık bir zamanda medreseyi ve talebeyi bırakıp bu ânî ayrılışına şehrin bütün halk ve talebeleri çok üzüldüler. Yoldan çevirmek için çok ısrar ettiler ve yalvardılarsa da fayda vermedi. Hindistan´ın karanlıklar ve tehlikeler içinde bulunduğunu söyleyip vaz geçirmek istediler. Onlara; "Âb-ı hayât zulümâtta bulunur." şeklinde cevap veren Mevlânâ Hâlid hazretleri, arkadaşı Mirzâ Abdürrahîm ile yaya olarak önce Tahran´a geldiler. Burada meşhûr şiî âlimi İsmâil Kâşî´yi, talebesinin önünde rezîl etti. Mevlânâ Hâlid, bâzı şiî tefsîr kitaplarını okumuş, Kur´ân-ı kerîmin birçok âyet-i kerîmelerinin şiîler tarafından değiştirilip, mânâlarının tahrif edildiğini görmüştü. Meselâ; Enfâl sûresi 70. âyetinde meâlen; "Bedr gazasındaki esirleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni affeyledi." âyet-i kerîmesi Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh hakkındadır, şeklinde tefsîr ediyorlardı. Mevlânâ Hâlid, İsmâil Kâşî´- ye; "Peygamberler günah işler mi?" dedi. Kâşî; "Bütün peygamberler mâsûmdur, günah işlemezler." dedi. Mevlânâ Hâlid; "Peki, Kur´ân-ı kerî- min; "Bedr gazâsındaki esirleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni affeyledi." meâlindeki âyet-i kerîmede; "Af" söylendiğine göre, günah işlemiş mânâsına gelmiyor mu? Hâlbuki peygamberlerden günah olan bir iş meydana gelmemiştir." deyince, Kâşî; "Bu âyet-i kerîme Ebû Bekr´i azarlamaktadır, onun hakkındadır, Peygamberimizin hakkında değildir." dedi. O zaman Mevlânâ Hâlid hazretleri; "O hâlde, Allahü teâlâ Ebû Bekr´i affettim buyuruyor da siz niçin affetmiyorsunuz?" dedi. Kâşî cevap veremeyip, mahcûp ve rezîl oldu.

Lâhor şehrinin bir kasabasında kâmil bir velî olan Allâme Mevlânâ Senâullah Dehlevî´yi (rahmetullahi aleyh) ziyâret etti. Mevlânâ Senâullah Dehlevî, Mazhar-ı Cân-ı Cânân´ın en üstün talebelerindendi.

Mevlânâ Hâlid; burada başından geçenleri şöyle anlatır: Bu kasabada bir gece kaldım. Rüyâda, Şâh Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin, yanağımdan tutup beni kuvvetle kendine çektiğini gördüm. Sabahleyin Mevlânâ Senâullah´ın huzûruna gittiğim zaman, daha rüyâmı anlatmadan; "Kardeşimiz ve seyyidimiz Abdullah-ı Dehlevî´nin huzur ve hizmetlerini câna minnet bilmeli, huzur ve hizmetinde bulunmayı, sana vâd olunan nîmetlere kavuşmaya sebep bilmelisin." dedi. Daha sonra o kasabadan ayrıldım. Hindistan´ın başşehri olan Dehli ismi ile meşhûr Cihânâbâd´a geldim.

Aylarca süren uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra tam bir senede Dehli´ye (Cihanâbâd) ulaşan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Dehli´ye vardığında, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin bulunduğu şehre gelmenin sevinci ile, seferdeyken yanında bulunan şeylerin hepsini, fakirlere dağıttı. Sonra Hindistan´ın en büyük velîsi ve büyük İslâm âlimi, Şâh Abdullah-ı Dehlevî´nin huzûruna kavuştu.

Abdullah-ı Dehlevî, onu talebeliğe kabûl etti. Ona nefsinin terbiyesi için dergâhı temizleme vazifesini verdi. Mevlânâ Hâlid, bu kadar ilimde âlim olmasına rağmen, hiç îtirâz etmedi. Bir gün yerleri temizleme işi nefsine zor geldi. Derhal nefsine; "Eğer mübârek hocamın verdiği bu şerefli vazifeden kaçarsan yerleri süpürge ile değil, bu sakalınla süpürtürüm." diyerek hitâb etti. Artık bundan sonra hatırına böyle hiçbir düşünce gelmedi. Bir gün yine böyle su taşırken, hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ile karşılaştı. Abdullah-ı Dehlevî, onun mübârek omuzları üzerinden Arş´a doğru muazzam bir nûrun yükseldiğini ve meleklerin ona gıbta ve hayranlıkla baktıklarına şâhid oldu. Abdullah-ı Dehlevî, Mevlânâ´nın tasavvufta pek yüksek derecelere eriştiğini, kemâle gelip olgunlaştığını görünce, bu vazifeden alıp, devamlı huzûrunda bulunmasını emretti. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, orada da hocasına canla başla hizmet ederek, büyük mücâhede ve çetin riyâzetler çekti. Abdullah-ı Dehle- vî´nin huzûrunda beş ay çalışıp sohbetleri ve nazarlarıyla büyük velîler- den olmak saâdetine erişti. Huzur ve müşâhede makâmına kavuştu. Vi- layet-i kübrâ hâsıl oldu. Müceddidiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübre- viyye ve Çeştiyye yolunda kemâle geldi. Abdullah-ı Dehlevî´nin kalbinde- ki bütün esrâr ve mânevî üstünlüklere kavuştu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, feyz ve kemâl bulunca, Abdullah-ı Dehlevî hazretleri; "Ey Hâlid, şimdi memleketine ve Bağdât´a git! Oradaki Hak âşıklarını, sevdiklerine, yâni Allahü teâlâya kavuştur." buyurunca, Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Ey benim sebeb-i devletim, yüksek sığınağım, efendim! Orada Hayderî ve Berzencî seyyidleri çoktur. İnsanlara doğru yolu anlatmakla nasıl meşgûl olurum. Çünkü, onlar şöhret ve îtibâr sâhibi ve âlimlerin sığınağı durumundadırlar. Böyle bir işe kalkışsam, diğer insanlar bile beni men ederler." diye arz etti. "Sen, memleketine git. İrşâd ile meşgûl ol. Bütün seyyidler, senin ayağının toprağına yüz sürerler ve şerefli zâtına hizmetçi olurlar. Oranın vâlileri, emînleri, âlimleri, fazîlet sâhipleri, mübârek ayağını öperler. Şimdi ne istersen vereyim, iste yâ Hâlid!" buyurdu. "Din için dünyâlık isterim!" dedi. "Git, her istediğini verdim!" deyip; "Yolun üzerinde, filân yerde, evliyânın büyüklerinden, iki seneden beri yemez, içmez, konuşmaz, Hakk´a gönlünü vermiş, ölü gibi hareketsiz durup, Hakk´ın sevgisine dalmış şerefli bir zât var. Ona selâmımı söyle, hayırlı duâsını al ve şerefli elini öp!" buyurdu. Sonra bütün talebe ve sevdikleriyle, dört millik mesâfeye kadar Mevlânâ Hâlid´i uğurladı. Sonra; "Hâlid bürd", yâni "Hâlid herşeyi aldı götürdü." buyurdu.

Mevlânâ Hâlid, o velînin olduğu beldeye gelince, yerini sordu. Uzaktan gösterdiler. Bulunduğu yere doğru yürüyünce, velînin heybetinden Mevlânâ Hâlid´i (rahmetullahi aleyh) bir korku ve dehşet kaplayıp, gidemedi, olduğu yerde kaldı. Hemen Şâh-ı Dehlevî hazretlerini hatırladı. Korkusu gitti. O zâtın yanına gidip, hocasının selâmını bildirdi. O da başını murâkabeden kaldırıp; "Aleyke ve aleyhisselâm." buyurdu. Sonra; "Ey Hâlid, senin fütûhâtın ve irşâdının yayılma yeri Bağdât´tır." deyip, tekrar murâkabeye daldı. Mevlânâ Hâlid hazretleri, o zâtın, nisbet-i Muhammedî denizine gömülmesine, feyz nûrları içinde bir an cemâl-i Haktan ve O´nu murâkabeden ayrılmamasına hayran kalarak oradan ayrıldı.

Mevlânâ Hâlid Şîrâz´a, oradan İsfehan´a sonra Hemedan´a gitti. Hangi şehre teşrif etse, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını hatırlatması güzel âdetlerindendi. Bu şehirlerdeki vâz ve nasîhatlerini duyan îtikâdı bozuk kimseler ona kötülük yapmak istedilerse de, Allahü teâlânın koruması ve Mevlânâ Hâlid´in heybeti sebebiyle korkup bir şey yapamadılar. Sonra Senendec´e, oradan da H.1226 senesinde vatanları olan Süleymâniye´ye gittiler. Bütün âlimler, fazîlet sâhipleri, talebe, şehrin ileri gelenleri ve halk sevinç ve neşe ile onu karşılamağa çıktı. Süleymâ- niye´de bir bayram havası yaşandı. Bir müddet burada kaldıktan sonra Bağdat´a gitti. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin dergâhına yerle- şip beş ay kadar insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Tekrar Süleymâniye´ye dönerek ilim öğretmeye ve talebe yetiştirmeye devam etti.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri 1813 senesinde Süleymâniye´den tekrar ayrılıp Bağdât´a gitti. İkinci defâ Bağdât´ı teşriflerinde, çok kimseler kendisine talebe oldu. İrşâd nûrları, gün gibi her tarafı aydınlattı. Bağdât´ta en önce kendisine talebe olan, Bağdât müftîsi Seyyid Abdullah Hayderî Efendi idi. Bu Müftî, Vâli Saîd Paşanın yardımıyla, İhsâiyye, Isfahâniyye Medresesini tâmir ettirip, Mevlânâ Hâlid´e arz etti. Mevlânâ Hâlid hazretleri oraya yerleşip ilim ve edeb neşretmeye başladı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp, dünyâ ve âhirette kurtuluşa ermeleri için çalışmaya başladığı günlerde, Bağdât Vâlisi Saîd Paşa, ziyâretlerine geldi. Birçok âlimin sessiz, başları önüne eğik, hizmetçiler gibi edeple huzûrunda oturmuş olduklarını gördü. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin heybetini gö­rünce, diz çöküp titremeye başladı. Mevlânâ Hâlid´in celâl hâli gidince, Saîd Paşanın titremesi geçti ve duâ istedi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ona duâ edip; "Kıyâmette, herkes kendi nefsinden suâl olunur. Sen ise nefsinden, yâni kendinden ve emrin altında olanların hepsinden suâl olunursun. Hak teâlâdan kork! Çünkü, senin için önünde öyle bir gün vardır ki, o günün korku ve dehşetinden evlâdına süt veren analar, evlâdını unuturlar. Hâmile olanlar, korkudan vakitsiz doğururlar. İnsanları sarhoş görürsün. Onlar sarhoş değil, ancak Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir." deyip, nasîhat buyurunca, Saîd Paşa yine titremeye başladı ve yüksek sesle ağladı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir müddet Bağdât´ta kalıp İslâmi- yeti anlattıktan ve talebe yetiştirdikten sonra memleketi olan Süleymâ- niye´ye döndü. Orada kendisi için bir dergâh inşâ edildi. Bu dergâhta insanlara vâz ve nasîhat edip talebe yetiştirdi.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; Bir ara üçüncü defâ Bağdât´a gelerek İhsâiye Medresesinde yerleşti. İnsanlara İslâmiyeti anlatmaya ve ilim öğretip talebe yetiştirmeye devâm etti. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesini yayıp, sonradan ortaya çıkan bid´atları kaldırdı. İlim, fazîlet ve güzel ahlâkta olgunluğun zirvesine yükselen Mevlânâ Hâlid hazretlerinin üstünlüğünü dost düşman herkes kabûl etti. Bağdât´ın âlimleri, ileri gelenleri, vezirleri ve vâlileri önünde boyun eğdikle...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

29 Mart 2010, 02:59:28
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #12 : 29 Mart 2010, 02:59:28 »

Derviş Osman Efendinin İsmâil Fakîrullah hazretlerinin hizmetine girip, tasavvuf ilmi tahsîl etmesinin ikinci senesinde, Hasankale´de bulunan dokuz yaşındaki oğlu İbrâhim Hakkı´yı, amcası Ali, Tillo´ya getirdi. İbrâhim Hakkı hazretleri, Mârifetnâme ismindeki kitabında buyurdu ki: "Ben dokuz yaşında idim. Ali amcam beni babamın yanına götürdü. Bir ikindi vaktinde Tillo´ya girdik. Dergâha vardığımızda babam ile hocası namaz kılıyorlardı. İlk bakışta İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzü, ba- na pederimden daha yakın geldi. O anda yüzünün cezbesi gönlümü aldı, aklım onun güzelliğine, duruşundaki heybete ve olgunluğa hayran kaldı, gönlümü ona kaptırdım. Babam beni kendi odasına götürdü. Şefkat ile i- lim öğretip, lütuf ile terbiye etmeye başladı. Astronomi ilmini, babamdan bir hafta sonra talebeliğe kabûl edilen büyük âlim Molla Muhammed Sıhrânî hazretlerinden öğrenmeye başladım. Kış mevsimine girmiştik. Bir ikindi namazından sonra, odamıza babam ile mübârek hocamız teşrif edecekti. O sırada da dergâhın ocağında meşe yanıyor, közleri kıpkırmızı kızarıyordu. Merhamet menbâı olan hocamız bu küçük talebesine şefkat göstererek babama; "Osman Efendi! Molla İbrâhim üşümesin, hücresine biraz köz götür" buyurdu. Babam derhal emrine uyarak ocağın yanına gitti. Paltosunun eteğini yere yayıp iki elini ateşin içine soktu. Kö- zü alıp paltonun üzerine koyacağı sırada mübârek hocamız bu hâli gör- dü ve; "Osman Efendi! Közleri elinle değil, kürek ile götür" buyurdu. Ba- bam; "Başüstüne efendim" diyerek elini ateşten çekti. Kürek ile köz alıp odamıza geldiler. Bu hâdiseye hayret etmiştim. Mübârek hocamız oda- mızdan ayrıldıktan sonra babama; "Babacığım! Sizin eliniz ateşte yan- maz mı? Niçin öyle ateşin içine sokup közleri avuçladınız?" diye sordum. Babam; "Bundan beş sene önce evimizde misâfir kalan ev­liyâ-ı kirâm- dan Zekeriyyâ Efendinin bu fakîre duâsından sonra, Allahü teâlâ bize çok ihsânlarda bulundu. Vücûdumuzu ateş yakmaz oldu." buyurdu. Ben de; "İnşâallah, Rabbimiz bize de öyle ihsânlarda bulunur." dedim. Bu is- teğime çok sevindi ve; "Diğer insanların vücûdu, kuru ağaçtan yapılmış boş testi gibi olup, ateşe atılınca cayır cayır yanar. Fakat Allahü teâlânın seçtiği velîlerin vücûdu ise, buz gibi su ile dolu bir sürâhiye benzer, ateşe atılınca, ateşi söndürür." buyurdu. Sonra babama; "Mâdem ki elinizi ateş yakmıyor, niçin kürek ile ateşi almanız emrolundu?" diye sordum. Bunun üzerine babam; "Mübârek hocamız, ateşi elime alırken senin gördüğünü anladı da onun için kürek ile almamı emrettiler. Çünkü, başkalarının yapamıyacakları böyle işleri yaparak başkalarına göstermek, bu yolda edebe uygun değildir. Evliyânın kerâmetini gizlemesi, göstermemesi em- redilmiştir. Hocamız bu sebeple ateşi elimle değil, kürekle almamı işâret buyurdu." dedi."

Oğlu İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: "İsmâil Fakîrullah hazretlerinin hizmetçilerinin başı ve evlâdı gibi olan babam Derviş Osman Efendi, artık elli iki yaşına girmişti. Bu fâni dünyânın fenâlığından kurtulmak ve bir an önce Allahü teâlâya kavuşmak arzusuyla yanmağa başlamıştı. Bir gün kendi dostlarından Molla Ziyâd ismindeki bir imâm, babamı yalnız gördüğü bir gün; "Osman Efendi kardeşim! Yıllardır İsmâil Fakîrullah hazretlerinin yanında hizmet etmekle şerefleniyorsun. Seni oğlundan daha üstün tutmaktadır. Hâl böyle iken, hâlâ maksadına kavuşamadın mı?" diye sordu. Babam da; "Henüz murâdımın nihâyetine kavuşamadım. Sana söz veriyorum ki, maksadıma kavuştuğum zaman sana haber veririm. Yatakta olsan dahî kaldırırım." dedi. Babamın bu sözünden on gün geçmişti. Sonra babam rahatsızlandı. Bu imâm, babama beş gün beş gece hizmet etti. Babam yemek yiyemeden, su içmeden ateşler içinde beş gün yattı. H.1132 senesinde elli iki yaşında Hakk´ın rahmetine kavuştu."

Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri İnsanları Hakk´a dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisidir. İkinci bin yılının müceddidi ve İslâm âlimlerinin gözbebeği olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin hocasıdır. H.971 de Kâbil şehrinde doğdu.

Giymede, yemede, oturmada hiçbir şeye özenmez ve heves etmezdi. Sevmediği ve tabiatının arzu etmediği bir yemeği birkaç gün üst-üste önüne getirseler; "Bir başka yemek getirin." demezdi. Bunun gibi, bir elbise uzun bir zaman üzerinde kalsaydı, "Bir başkasını getirin giyeyim." demezdi.

Bedenen zayıf olup, dâimâ abdestli olmaya, daha çok ibâdet ve tâat yapmaya uğraşırdı.Yatsı namazından sonra odasına döner bir mikdâr murâkabe ile meşgûl olur, âzâlarının zayıflığı galebe gösterince, kalkar abdest alır, iki rekat namaz kılar, yeniden otururdu. Bedeninde hâlsizlik ve yorgunluk vâki olunca, tekrar abdest alır, gecenin çoğu böyle geçerdi.

Yemek yemede ihtiyâtı o kadar çoktu ki, Yemek pişirenin abdestli, hattâ huzur ve safâ sâhiplerinden olmasını, yemek pişirirken çarşı, pazar ve dünyâ kelâmı söylenmemesini iyice tenbih ederdi. "Huzur ve ihtiyât sâhibi olmayanın yemeklerinden, bir duman çıkar feyz kapısını kapatır ve feyzin gelmesine engel olur, feyze vesîle olan temiz rûhlar, kalb aynasının karşılarında durmazlar" derdi. Bütün talebelerini bu husûsa riayete teşvik eder, az bile olsa, riâyet etmeyenlerin hâllerinden bunu anlardı.

Bir gün dervişlerden birinin bir yorgana ihtiyâcı oldu. Hatırından, ondan bir yorgan istemeyi geçirdi. Muhammed Bâkî-billah hazretlerine bu düşüncesi, zâhir olup, namazdan sonra; "Filân dervişe ve yorgan ihtiyâcı olanlara, yorgan veriniz." buyurdu. O derviş; "O günden beri Muhammed Bâkî-billah hazretlerini üzecek bir düşüncenin kalbimden geçeceğinden korktum." demiştir.

Bir gün, azîzlerden biri, onun muhlis talebelerinden birine, arzu ve istek dolu bir mektup gönderdi. Bu mektup Muhammed Bâkî-billah hazretlerine takdim edildi. Yüksek bir tevâzu ile mektubun arkasına şöyle yazdı: "Maalesef bu âcizde iş yapacak kuvvet kalmadı. Allahü teâlâ, bu geride kalmış günlerinin mâtemini tutana birkaç gün ömür verirse, en büyük gayretle maksadı ararım, hayâtımı bu yolda veririm. Allahü teâlâ bu miskine, her iki cihândaki işini, kudret-i ilâhiyyeye bırakmasını ve bütün tutulmalardan kurtulmasını ihsân eylesin. Âmin. Yâ Rabb-el-âlemîn... O kardeşime ricâ ederim ki, bu arzunun husûlü için, yüzünüzü yerlere sürünüz. Ve fakîrin bu arzusuna kavuşması için Allahü teâlâya duâ ediniz. Zîrâ arkadan, gıyâben yapılan duâları, Allahü teâlâ hemen kabûl eder. Duâlar ederim efendim."

Muhammed Bâkî-billah hazretlerini kim görse; "Yeryüzünde yürüyen bir meyyite kim bakmak isterse, Ebû Kuhâfe´nin oğluna, yâni Ebû Bekr-i Sıddîk´a baksın." hadîs-i şerîfini hatırlardı. Bununla berâber, nazarlarının heybet ve tesiri duvarlara işlerdi. Gafiller, kendisini görünce; "Onları görenler Allah´ı hatırlarlar." hadîs-i şerîfini akıllarına getirirlerdi. Hattâ öyle ki; bir gün Hindûların tarlalarının bulunduğu bir köyden geçiyordu. Orada bulunanların gözleri Muhammed Bâkî-billah hazretlerine takılınca, bir­birlerine: "Bu nasıl bir insandır ki, onu görünce Allah hâtırımıza geldi." dediler.

Bütün bu heybetiyle berâber, ızdırabının coşması ve şöhretten kaçarak kendini halkın gözünden düşürmek arzusu ile, yalnız başına sokaklarda ve pazarda dolaşır ve bir duvarın gölgesinde toprağın üstünde otururdu. Bu kendinden geçme ve hayret zamanlarında, dinden kıl ucu kadar ayrılmaz, azîmetle olan amellerinde bir gevşeklik olmazdı.

Eğer talebelerinden birinin bir edebi terk ettiğini bilse, zâhirde kızmaz, dile almaz ama yakın oldukları hâlde, bâtınlarını ondan çekerler, ayırırlardı. Bâzan rüyâda îkâz eden emirler verirdi. Hatâ ve eksikliklerini talebelerine bu yollarla bildirirdi.

Anadolu´yu aydınlatan meşhûr velilerden Seyyid Muhammed Çelebi Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) Eğridir´de doğdu ve H.900 de orada vefat etti.

Babası Pîrî Halîfe Sultan, mânevî bir işâret üzerine genç yaştayken İran´ın Hoy şehrinden, hocası Şeyhülislâm Berdeî hazretleriyle birlikte Anadolu´ya göçmüştür. Anadolu´ya gelince, büyük bir mürşid-i kâmil olan hocası Şeyhülislâm Berdeî´nin kızıyla evlenmiş ve bu evlilikten Muham- med Çelebi Sultan doğmuştur. Daha küçük yaşta iken, babasının ziyâre- tine gelenler içerde iken, ıslahı mümkün olmayan kimselerin ayakkabıla- rını ters çevirir; iyi kimselerinkini ise düzgünce koyardı. Küçük yaşında günahkar ve sâlih insanı ayırır ve söylerdi. Melekleri görür ve gördüğü şeyleri söylerdi. Babası çarşıdan alınan çörekten yedirince bu hali kırk gün kaybolur kırk gün sonra yine görürdü. Niçin gördüklerini söylüyor- sun? dediklerinde, bana; "Gördüklerini söyle sana zararı yoktur diyorlar." derdi. On yaşına kadar bu hali devâm etti. Sonra gizledi.

İlim ve feyz ocağında gözlerini açıp küçük yaştan îtibâren ilim ve edep öğrenmeye başladı. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Babasından ve babasının hocası Şeyhülislâm Berdeî´den ilim öğrendi, onların bereketli sohbetlerinde ve derslerinde yetişti. Tasavvufta kemâle erdi. İcâzet aldı. Şeyhülislâm Berdeî hazretlerinin vefâtından sonra dâmâdı ve Muhammed Çelebi Sultan´ın babası Pîrî Halîfe, Muhammed Çelebi Sultan´ın halîfesi olarak dergâhta senelerce halka rehberlik yapıp insanlara, Eshâb-ı kirâmın Peygamber efendimizden naklen bildirdiği ve asırlar boyunca kıymetli İslâm âlimleri tarafından büyük bir dikkatle nakledilegelen Ehl-i sünnet îtikâdını ve doğru din bilgilerini anlattı, öğretti. Bunlara uygun yaşamalarını sağladı. Ömrünü bu mübârek hizmetlerle geçirdi. Vefâtından sonra ilim ve feyz menbaı olan dergâhda oğlu Muhammed Çelebi Sultan, yolunu şaşırmış olanlara rehberlik vazîfesi yaptı. O da aynen babası gibi ilim ve feyz saçtı, nice sâlih ve velî zâtlar yetiştirdi. Pekçok insanın saâdete kavuşmasına vesîle oldu. Vefâtından sonra yerine torunu Şeyh Burhâneddîn hazretleri geçti.

Evliyânın büyüklerinden Şeyh Muhammed Efendi (rahmetullahi teâ- lâ aleyh)...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

29 Mart 2010, 03:00:31
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #13 : 29 Mart 2010, 03:00:31 »

HAKİKİ HÜKÜMDAR



Muhammed bin Vâsi? ki, Tâbiînden kendisi,

Ârif-i kâmil olup, devrinin bir tanesi,



Îtibâr etmez idi, dünyâya zerre kadar,

İstifâde ederdi, sözlerinden insanlar.



Biri kader hakkında, bir suâl sordu ona,

Mezarlığı gösterdi, cevaben o insana.



Ve buyurdu: ?Bu konu, geniş bir ilim ister,

Meşgul değil bununla, şimdi kabirdekiler.?



Demek istemişti ki, bunu soran insana,

?Uğraşma, âhirette, sormazlar bunu sana.?



Kendisini sevenler, geldiler huzûruna,

?Nasılsınız efendim?? diye sorunca ona,



Dedi: ?Nasıl olayım, belki yakın ecelim,

Lâkin amelim kötü, pek uzundur emelim.?



Şöyle buyurmuş idi, birine nasihatte:

?Gayret et, pâdişâh ol, dünyâ ve âhirette?



?Nasıl olur?? deyince, buyurdu ki o zaman:

?Bir dileğin olunca, bekleme insanlardan.



Rabbinden iste yalnız, herkes O?na muhtaçtır,

Böyle olan bir mümin, hakîkî pâdişâhtır.?



?Rabbini bilir misin?? diye sorduklarında,

Başını öne eğip, biraz durdu o anda,



Daha sonra başını kaldırıp, şöyle dedi:

?Onu bilen az söyler, çok olur ibâdeti.?



Derdi ki: ?İnsanlara, karşı dili korumak,

Altını korumaktan, daha zordur muhakkak.



Âhirette, Cennet´e, girmiş olsa bir kimse,

Orada ağlaması, ne kadar garip ise,



Cennet´e gideceği, meçhul olan kimsenin,

Gülmesi de o kadar, gariptir bunun için.



Öyleleri vardır ki, şöyle idi aynıyla,

Başını bir yastığa, koyardı hanımıyla.



Lâkin sabaha kadar, ağlayıp sızlanırdı,

Yastığı gözyaşından, tamâmen ıslanırdı.



Yirmi yıl ağlardı da, sessizce geceleri,

Hanımının bunlardan, olmazdı hiç haberi.?



Yâ Rabbî, bu mübârek insanlar hürmetine,

Âhirette bizi de, dâhil et Cennetine.



İstanbul´daki büyük velîlerden Muhammed Ziyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. H.1205 de İs- tanbul´da vefât etti..

Muhammed Ziyâd, Şeyh Ebü´l-Vefâ İbrâhim Sa´dî Şeybânî´nin talebesidir. Onun terbiyesinde yetişti. Mânevî ilimlerde üstün derecelere yükseldi.

Muhammed Ziyâd Efendi, Şam şehri civârında Kadem köyündeki Kadem-i şerîfin (Peygamber efendimizin mübârek ayak izinin bulunduğu taş) bulunduğu câmiyi yaptırdı. Birinci Sultan Abdülhamîd Hanın zamânında, Sultan tarafından İstanbul´a dâvet edildi. Muhammed Ziyâd Efen- di, bu dâvet üzerine, Kadem-i saâdeti başına alıp, yürüyerek İstanbul´a getirdi. Çok hürmet ve îtibâr gördü. Zamânın sadrâzamı Halîl Hamîd Pa- şa, Muhammed Ziyâd Efendiye çok muhabbet gösterenlerdendi. Kadem dergâhının olduğu yer sâhipli olduğundan, Halîl Hamîd Paşa burasını satın alıp vakfetti. Derhal, vakfedilen arsa üzerine dergâh yapılmaya başlandı. H.1190 senesinde, Kadem Dergâhının inşâsı tamamlandı. Muhammed Ziyâd Efendiye, bu dergâhta insanlara ilim öğretmesi için vazife verdi ve dergâhı kendisine teslim etti.

Muhammed Ziyâd Efendi, Kadem Dergâhında uzun zaman insanlara ilim öğretmekle meşgûl oldu. Bâb-ı âlî (Devlet dâireleri) tâtil olduğunda, sadrâzam ve devletin ileri gelenleri, dergâha gelir, Muhammed Ziyâd Efendinin sohbetini dinlerlerdi.

Muhammed Ziyâd Efendinin getirdiği Kadem-i saâdet, bugün Sultan Birinci Abdülhamîd Hanın türbesindedir. Türbenin Yeni Câmi tarafındaki duvarında bulunan dolaba yerleştirilmiştir. Önceleri, kandil ve arefe gibi mübârek günlerde, Kadem Dergâhı şeyhi olan zât tarafından ziyâret ettirilmesi vakıf şartlarından idi.

Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Endülüs´te ve Şam taraflarında yaşamış büyük velîlerden olup, künyesi Ebû Abdullah´tır. İbn-i Arabî ve Şeyh-i Ekber diye meşhûr olmuştur. Âilesi meşhûr Tayy kabîlesine mensuptur. Cömertliğiyle meşhûr Adiy bin Hâtem´in kardeşi Abdullah bin Hâtem´in neslindendir. H.560 da Endülüs´teki Mürsiyye kasabasında doğdu. H.638 de Şam´da vefât etti.

Küçük yaşında ilim tahsîl etmeye başlayan Muhyiddîn-i Arabî, sekiz yaşındayken babasıyla birlikte İşbiliyye´ye gitti. Pekçok âlimin ilim meclislerinde bulunup, ilim öğrendi. Keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası ile dikkatleri çekti.

Bir gün Muhyiddîn-i Arabî hastalandı. Hastalığın tesirinden bayıldı, hattâ öldü zannettiler. Muhyiddîn-i Arabî baygın hâldeyken, kendisine, çirkin yüzlü bâzı kimselerin eziyet ve sıkıntı vermek istediklerini gördü. Ayrıca bu çirkin yüzlüleri kovalamaya çalışan nûrânî yüzlü, hoş kokulu bir kimse kendisine yardım ediyordu. Nihâyet bu güzel zât, ötekileri dağıttı. Onların şerrinden kendisini kurtardı. O şahsa kim olduğunu sorduğunda; "Yâsîn sûresi" cevâbını aldı. Kendisine gelip gözlerini açtığında, başında bekleyen, gözleri yaşla dolu halde Yâsîn-i şerîf okuyan babasını gördü.

Endülüs´te, Fas´ta, Tunus´ta, Mısır ve Mekke-i mükerremede kaldığı zamanlarda hadîs ilmini ve diğer ilimlerden bir kısmını; İbn-i Asâkir ve Ebü´l-Ferec ibn-il-Cevzî, İbn-i Sekîne, İbn-i Ülvan, Câbir bin Ebû Eyyûb gibi büyük âlimlerden öğrendi. Gittiği yerlerde büyük âlimler ile görüşüp, onlardan ilim öğrenmek sûretiyle, fen ve din ilimlerinde en iyi şekilde yetişti.

Tefsîr, hadîs, fıkıh, kırâat gibi pekçok ilimlerde büyük âlim oldu. Tasavvufta, Ebû Midyen Magribî, Cemâleddîn Yûnus bin Yahyâ, Ebû Abdullah Temim, Ebü´l-Hasan ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz aldı, yüksek derecelere kavuşup, meşhûr oldu. Mekke´de bulunduğu sırada Fütûhât-ı Mekkiyye adlı eserini yazdı.

Gavs-ül-a´zam Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretleri, bir gün en önde gelen talebelerinden Cemâleddîn Yûnus bin Yahyâ´yı yanına çağırarak; "Benden sonra, benim künyem olan Muhyiddîn isminde, Allahü teâlânın çok sevdiği evliyâsından bir kimse gelecektir. Bu hırkamı ona teslim e- dersin." buyurdu. Yûnus bin Yahyâ, uzun yıllar sonra talebesi olan Muh- yiddîn-i Arabî´ye, hocasının vasiyeti olan o hırkayı teslim etti. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, zamânında, ilminden ve feyzinden istifâde etmek için kendisine mürâcaat edilen belli başlı büyük âlimlerden oldu. Şam, Irak, Cezîre ve Anadolu taraflarına seyâhat etti. Konya´ya gelip, Selçuklu Sultanı tarafından çok ikrâm ve hürmet gördü. Sultanlardan kendisine birçok tahsisat tâyin olunduğu ve hediyeler gönderildiği halde, hepsini fakirlere dağıtırdı. Sofiyye-i âliyyeden ve kelâm âlimlerinden olan Sad- reddîn-i Konevî´nin hocası ve üvey babası oldu.

Hocasının üstâdı olan Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin hırkasını üvey oğlu ve talebesi olan Sadreddîn-i Konevî´ye giydirdi.

Konya´da bir müddet kaldıktan sonra Haleb´e giden Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, 1215 senesinde tekrar Konya´ya döndü. Aynı sene içinde Sivas´a, oradan da Malatya´ya gitti. 1230 senesinde Şam´a giderek oraya yerleşti.

Büyük âlimler, Muhyiddîn-i Arâbî´nin hâl, makam ve ilim bakımından pek yüksek olduğunu kabûl ettiler. Evliyânın büyüklerinden Ebû Midyen Magribî ona; "Âriflerin Sultânı" demişdir. Şeyh Safiyyüddîn bin Ebû Mensûr onun hakkında; "O, şeyhdir, imâmdır. Hem de tam kâmil ve hakîkatı bulanlardandır. Onu üstün irfan sâhiplerinin başında saymak lâzımdır. Öyle açık gönül âlemi vardı ki, özüne erip, bulduğu her şeyi oradan geçirir ve bulurdu. Keşf âlemi açık ve aydınlıktı. Kavuştuğu hâllere gelince, ancak "Hârika" diye vasıflandırmak mümkündür. En tatlı feyizler onun gönlüne akardı. Hak âlemine yaklaştıran merdivenlerin en üst basamağında onun da yeri vardı. Bilhassa velâyet ahkâmına dâir tasavvuf deryâsında pek uzun kulaçlar atardı. O ummânın da süratli bir yüzücüsü idi. Ve nihâyet o, bu yolda vaz geçilmez bir zât idi. Böyle kabûl edip, onun şânını bu şekilde yüceltmek ona lâyıktır." derdi.

Talebelerinden Sadreddîn-i Konevî şöyle anlatmıştır: "Hocam İbn-i Arâbî, geçmiş peygamberlerin ve velîlerin ruhlarından istediği ile rüyâsında veya uyanık iken görüşürdü."

Muînüddîn-i Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Hindistan´ın büyük velîlerinden olup, İsmi, Hasan bin Gıyâsüddîn, lakabı Muînüddîn´- dir. Peygamber efendimizin neslinden olup seyyiddir. H.531 de Hora- san´da doğdu. H.634 de Ecmîr´de vefât etti. Horasan´da büyüyüp yetişen Muînüddîn-i Çeştî´nin babası Gıyâsüddîn Hasan, aslen Senceristanlı o- lup, sâlih ve müttekî bir zât idi. Üç evlâdı vardı. Muînüddîn on bir yaşında iken babası vefât edince, kalan mîrâs üç kardeş arasında taksim edildi. Bu taksimde, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerine bir bağ düştü. Bağla meşgûl olduğu bir gün, İbrâhim Kunduzî adında bir velî yanından geçiyordu. Ayağa kalkıp ona hürmet gösterdi ve elini öptü. Sonra bağına dâvet edip gölgeye oturttu, üzüm ikrâm etti. Fakat o zât üzüme rağbet etmeyip, koynundan bir parça kuru ekmek çıkardı. Dişi ile biraz koparıp, Muînüd- dîn-i Çeştî´ye yedirdi. Ekmek parçasını yer yemez, kalbinde birdenbire bir nûr hâsıl oldu. Dünyâdan tamâmen soğudu. Kalbinde büyük bir zevk ve muhabbet-i ilâhî hâsıl oldu. Sonra, babasından kalan bağı ve diğer malları fakirlere sadaka verdi. İlim öğrenmek için seyâhatlere çıktı. Önce Horasan´a gidip orada Kur´ân-ı kerîmi ezberledi. Aklî ilimleri öğrendi. Buradan Semerkand´a geçti. Irak´a gitmek için yola çıktı. Yolu Hârun ka- sabasına uğradı ve zamânının en meşhûr velîsi Osman Hârûnî hazretlerini tanımakla şereflenip talebesi oldu.

Muînüddîn-i Çeştî´ye çok alâka gösteren Hâce Osman Hârûnî bir gün ona; "Muînüddîn, abdestini tâzele!" buyurunca, tâzeledi. Sonra; "Kıbleye karşı otur, Bekara sûresini oku!" dedi. Dediklerini hemen yaptı. Sonra; "Yirmi defâ salevâ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

29 Mart 2010, 03:02:24
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #14 : 29 Mart 2010, 03:02:24 »

Babası İsmâil´in üç kızı vardı. Bir tane daha doğunca adını Râbia (dördüncü) koydu. Babası İsmâil Efendi çok fakir olduğundan Râbia doğ- duğu gece evde ihtiyaç olan şeylerden hiçbiri yoktu. Bu duruma annesi çok ağlayıp mahzûn oldu. Efendisine; "Filân komşuya gidip, bir mikdar kandil yağı isteyebilir misin?" dedi. Hazret-i Râbia´nın babası, Allahü teâlâdan başka kimseden bir şey istememeğe söz vermişti. Bununla be- raber hanımını üzmemek için komşuya gitti. Kapıya elini sürdü ve geri gelip; "Kapı açılmadı" deyince hanımı ağladı. O da çok üzüldü. Babası, başını dizine dayadı ve öylece uyuya kaldı. Rüyâsında Peygamber e- fendimizi gördü. Peygamber efendimiz, kendisine buyurdu ki: "Hiç üzül- me! Bu kızın, öyle bir hanım olacak ki, ümmetimden yetmiş bin kişiye şe- fâat edecek. Yârın bir kâğıda şöyle yaz: "Sen her gece Pey­gamber efendimize yüz salevât-ı şerîfe, Cumâ geceleri de dört yüz salevât gönderirdin. Bu Cumâ gecesi unuttun. Bunun keffâreti olarak, bu yazıyı sana getiren zâta dört yüz altını helâl parandan ver." Sonra Basra vâlisi Îsâ Zâdân´a git. O yazıyı ver." Hazret-i Râbia´nın babası uyandığında, Peygamber efendimizi görmenin şevkiyle ağlıyordu. Hemen kalktı, denileni yaptı ve Îsâ Zâdân´ın yanına gitti. Vâli mektubu alınca, Resûlullah efendimizin kendisini hatırlamasının şükrü için, binlerce altını fakirlere sadaka verdi. Râbia-i Adviyye´nin babası İsmâil Efendiye de mektupta yazılanı ve ona ilâve olarak pekçok altını da sadaka verip, bir ihtiyâcı olursa tekrâr gelmesini tenbîh etti. Altınları aldıktan sonra lüzumlu ihtiyaçlarını temin etti. Böylece bolluğa kavuştular ve kızlarına rahatça bakıp güzel edeb ve terbiye ile büyüttüler.

Râbia-i Adviyye biraz büyümüştü. Annesi ve babası vefât etti. Üstelik, Basra´da kıtlık ve fevkalâde pahalılık vardı. Bu hengâmede Râbia´nın ablaları dağıldılar. Kimsesiz kalan Râbia´yı zâlim bir kimse yakaladı ve hizmetçi olarak iş gördürdü. Sonra da köle olarak altı gümüş karşılığı bir ihtiyara sattı. O ihtiyarın hizmetçisi olarak, gösterilen zor işleri sabırla yapmaya çalışıyordu. Çok sıkıntılı günler geçirdi. Çok zahmetler çekti, fakat isyân etmedi. Allahü teâlânın takdirine râzı oldu.

Sadreddîn-i Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Konya´nın büyük velîlerinden olup, ismi Muhammed bin İshâk, künyesi Ebü´l-Meâlî, lakabı Sadreddîn´dir. H.606 da Malatya´da doğdu. 673 Konya´da vefât etti.

Sadreddîn-i Konevî´nin babası İshâk Efendi, Anadolu Selçukluları nezdinde îtibârlı, yüksek mevkı sâhibi biriydi. Küçük yaşta babası İshâk Efendi vefât etti. Üvey babası Muhyiddîn-i Arabî, Sadreddîn-i Konevî´nin terbiyesi ve yetişmesiyle meşgûl oldu. Çok iyi bir tahsîl gördü. Kelâm ve tasavvuf ilimlerine âit birçok kıymetli eserler yazdı.

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Sadreddîn-i Konevî´nin terbiyesi ile çok yakından meşgûl oldu. Yetişmesine husûsî ihtimâm gösterdi. Muhyiddîn-i Arabî´den Konya´da ilim ve feyz alan ve çok istifâde eden Sadreddîn-i Konevî, hocası ile Halep ve Şam´a gitti.

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri Sadreddîn-i Konevî´ye nefsini terbiye yollarını öğretti. Sadreddîn Konevî günlerini riyâzet ve mücâhede ile nefsiyle uğraşmakla geçirdi. Nefsiyle uğraşması öyle bir dereceye ulaştı ki, uyumamak için Muhyiddîn-i Arabî hazretleri onu alır, yüksek bir yere çıkarır, o da düşme korkusuyla uyumaz tefekkürle meşgûl olurdu.

Sadreddîn-i Konevî hazretleri Konya´da binlerce talebeye ders verdi. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sa´îdeddîn-i Fergânî gibi birçok hikmet ve tasavvuf ehli kimseler yetiştirdi. Zamânının en büyük âlimlerindendi. Kelâm ilmindeki yeri eşsizdi. Bu ilimde birçok ince meseleleri açıklığa kavuşturdu. Muhyiddîn-i Arabî´nin "Vahdet-i vücûd" hakkında söylediklerini ve yazdıklarını dîne ve akla uygun olarak îzâh etti.

Nasîruddîn-i Tûsî ile hikmete âit bâzı meselelerde mektuplaşmaları oldu ve aralarındaki uzun süren münâzaralardan sonra, Nasîruddîn-i Tû- sî aczini îtirâf ederek, onun üstünlüğünü kabûl etti. Sadreddîn-i Konevî´- nin hayâtı, zühd ve takvâ içerisinde geçti. Haramlardan çok sakınır, şüp- heli korkusuyla mübahların fazlasından kaçardı. Hiç kimsenin kalbini kır- maz, dünyâ malına aslâ meyletmezdi.



MÂNEVÎ KUMANDAN



Mevlânâ hazretleri, Sadreddîn Konevî´den,

Önce göç etmiş idi, bu dünyâ âleminden.

.

Cenâze namazını, vasiyet gereğince,

Sadreddîn-i Konevî, kıldırmak isteyince,



Birden bire ağlayıp, kendinden geçti, fakat,

Bu hâlinden hiçbir şey, anlamadı cemâat.



Kendine geldiğinde, kıldırdı namazını,

Sonra suâl ettiler, ona, ağlamasını.



Buyurdu: "Namaz için, geçtiğimde ileri,

Gördüm saf saf dizilen, binlerce melekleri.



Peygamber efendimiz, îmâm olmuş onlara,

Cenâze namazını, kılarlardı o ara."



Sadreddîn Konevî´ydi, ona hoca ve üstad,

Mevlânâ´dan sonra da, o etti Hakk´a vuslat.



Onu vesîle edip, duâ etse bir kişi,

Allah´ın izni ile, hâsıl olur her işi.



O zamanlar orduda, yüksek rütbeli bir zât,

Sadreddîn Konevî´nin, kabrine geldi bizzat.



Ziyâret eyliyerek, duâ etti bir nice,

Sonra da cemâate, hitab etti şöylece:



"Her ne kadar orduda, kumandan isek de biz,

Memleketin zâhirde, olan bekçileriyiz.



Ve lâkin Sadreddîn-i Konevî gibi zevât,

Bu devletin hakîkî, bekçileridir bizzât.



Biz böyle velîlerin, mânevî desteğiyle,

Kuvvetli oluyoruz, Allah´ın izni ile.



Bunun için ilk defâ, bir yere gelince biz,

Önce bu velîleri, ziyârete gideriz,



Her ne kadar kumandan, isek de günümüzde,

Mânevî kumandanlar, onlardır önümüzde."



Bir mümin de bu zâtın, kabrine sık giderdi,

Onun feyz ve nûrundan, istifâde ederdi.

Bir gün haksız olarak, bâzı müslümanları,

İncitip üzmüş idi, bir sebepten onları.



Gördü gece rüyâda, Sadreddîn Konevî´yi,

Buyurdu ki: "Evlâdım, incitme hiç kimseyi.



Bu, Kâbe´yi yıkmaktan, günahtır daha fazla,

Onun için kimsenin, kalbini kırma aslâ."



Öyle tesir etti ki, ona bu bir nasîhat,

İncitmedi kimseyi, ömrü boyunca bu zât.



İstanbul´dan Konya´ya, gitmiş idi biri de,

Lâkin bir sıkıntısı, var idi o günlerde.



Konya´daki dostuna, anlatınca derdini,

Dedi ki: "Ziyâret et,Konevî´nin kabrini.



Onun vesîlesiyle, duâ eyle Rabbine,

Hallolur bu sıkıntın, o zâtın hürmetine."



O da, bu mübâreğin, türbesine giderek,

Duâ etti bu zâtı, vesîle eyleyerek.



Sonra da İstanbul´a, Konya´dan çıktı yola,

Lâkin kısa bir müddet, Bursa´da verdi mola.



Henüz vâsıl olmadan, İstanbul´a bu kişi,

Bursa´dayken bir gece, hâlledildi o işi.



İşin çabukluğuna, kendi de hayret etti,

Dedi ki: "Hakîkaten, serî imiş himmeti."



O, Kur´ân-ı kerîmden, okusa her ne zaman,

Onun dahi rûhuna, gönderir muntazaman.



Sadreddîn-i Konevî, hürmetine İlâhî,

Cümle sıkıntılardan berî kıl bizi dahi.



ASLANDAN KORKMADI



Saîd ibni Cübeyr ki, çok ilim sâhibiydi,

İlmiyle âmil olan, bir mübârek velîydi.



Günahını düşünüp, çok ağlardı, hüzünden,

Gözlerinin görmesi, azalmıştı bu yüzden.



Okurken rastlasaydı, bir azâb âyetine,

Tekrar edip ağlardı, tâ ki sabah vaktine.



Bir gece çok ağladı, şu âyet tesîrinden:

"Ey mücrimler, ayrılın, bu gün sevdiklerimden."



Kimsenin kusûrunu, söylemezdi yüzüne,

Hep ortaya ederdi, nasîhati o yine.



Derdi: "İslâmiyete, tam uyarsa bir kişi,

Hepsi zikir sayılır, işlediği her işi.



Ve şâyet yaşamazsa, İslâmın emri ile,

Zikretmiş sayılmaz hiç, çok tesbîh çekse bile."



O zamânın vâlisi, salıp memurlarını,

Huzûruna çağırttı, bu Allah adamını.



Onlar geldiklerinde, o namaz kılıyordu,

Bitirince, "Ne için, geldiniz?" diye sordu.



Dediler ki: "Vâlimiz, emir verdi ki bize,

Seni teslîm edelim, götürüp vâlimize."



Peki dedi onlara, îtirâz etmeksizin,

Çıktılar sonra yola, vâliye gitmek için.



Yolda bir kiliseye, rastladılar bir ara,

"İçeriye giriniz", dedi râhip onlara.



Girdiler o on kişi, kiliseden içeri,

Ve lâkin İbn-i Cübeyr, girmeyip kaldı geri.



Râhip dedi: "Ey Saîd, sen niçin girmiyorsun?

Yoksa geri kalıp da, kaçmak mı istiyorsun?



Buyurdu ki: "Ey râhip, hayır, sen bak işine,

Kâfir kilisesinde, müslümanın işi ne?"



Râhip dedi: "Dışarda, yırtıcı hayvanlar var,

İçeriye girmezsen, parçalar seni onlar."

Buyurdu: "Rabbim beni, onlardan korur elbet,

Onlar dahî Rabbimin, mahlûkudur nihâyet."



Râhip diğerlerine, dedi ki: "Siz giriniz,

Oklarınızı gerip, bu zâtı bekleyiniz."



Râhip böyle deyince, onlar girdi içeri,

Heyecanla gözlerken, gece, İbn-i Cübeyr´i.


...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: 1 2 [3] 4   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes