๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 20 Mayıs 2010, 16:47:27



Konu Başlığı: Şifa
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 20 Mayıs 2010, 16:47:27
Şifa

Evet, o mezarın başına biri olarak oturmuş, başka biri olarak kalkmıştım. Mezar taşının dillendirdiği hikâye, zamanda ve mekânda yitmeyen diriliğe işaretti. Dedim ya, canı sıkkın bir adam olarak o ülkeye varmış; orada siyah tenli çocukların gözlerinde, ‘vatandaş’ım bir insanın mezarı başında şifa buldum.

Canı sıkkın adam
Meselesi olmadığı için değil, her bir şeyi ‘mesele’ ederek yaşadığı için canı sıkkın bir âdemim… O kadar şeyi mesele edip de bir yere oturamayan garip bir âdem… Bir taraftan dünyanın bütün yükü sırtımdaymış gibi eciş bücüş yaşıyor, diğer tarafta kayıt altına girmekten imtina ediyorum. Anlayacağınız, mücerred bir adamım. Ne bir eş, ne evlad u iyal, ne de dünya memaliki… Ne bir ‘misyon’erim, ne de iflah olmaz bir idealistim. Oldum olası, ‘iktidar’ın her türlüsüyle aramda bir mesafe olmuştur. Doğrusu, “Kaderim bu!” diyeceğim; hayatım içime/kendime doğru yaptığım yolculuklar içinde kurulmuş.

Canımın sıkkınlığı, ‘kendini tanı/kendini bil/kendini kur’un etrafında kurulmuş ‘içim’in kendisine karşılık gelmeyen bir ‘dışarı’yla/dünyayla kuşatılmış olması yüzündendir. İnsanın ‘sıla’sı olarak pazarlanan dünyada kendimi gurbette hissediyorum. Damaklarımda, ‘gurbet tadı’ var. İçime/kendime doğru kıvrılışım bu yüzdendir. İçim, sadece içim bana vatan, gerisi hep gurbet! Yüreğimin, kalbimin, gönlümün çeperlerini yurt edinmiş duyarlıkların içinde yalnız da kalsam, kendimi mutsuz ve iyi hissediyorum.

Dışarı soğuk, sokaklar nâtekin, dünya ise ‘insana karşı’lığın cıngılı gibi… Her neye dokunuyorsam ve yolum her kime varıyorsa hüznün adı oluyorum, gönlüm ağrıyor, zemheri kesiliyorum birden. Harflerin, kelimelerin, cümlelerin, o kadar kitabın kalbinden insana ve hayata yakışan elbiseler dikmişken, kendimi de bu elbiselerin içinde hayata sokuyorken, yine de hayatın/insanların içinde ‘yabansı’ ve ‘rüküş’ kalıyorum. Yaşanılası bulduğum içimin yankısını sokakta, insanlarda ve hayatta duyamamanın üzüntüsünü ve hırçınlığını giyiniyorum.

Anlamış bulunuyorum ki; hayata, insanlara ve dünyaya yetemiyorum. İçimde öylece kıvrılıp kalmanın, orda yalnız başına mutsuz ve iyi olmanın yetmediğini gördüğüm her seferinde de bir düşmüşe, bir yoksula, bir insana ev olma gerekliliğini hissediyorum. Kulağımı, kalbimi, içimi ‘başkası’na ev kılarak ‘dışarı’ya çıkıyorum. Hayatın yollarında düşmüş, dizleri yaralanmış, içleri kanamış kalbi kırık o kadar insan buluyorum ki!... “İnsan kardeşim!” diyorum kendilerine, “Kendi mücerretliğimde kurduğum dünyamda düşmüşlüğünüzün acısını duydum. Çığlığınız, hıçkırığınız ve yalnızlığınız, sığındığım kuytulara kadar vurdu. Derdiniz derdim oldu, kimsesizliğiniz kimsem. Kalbim ve ülkem bundan böyle sizindir artık! Kalbimi size bir ev olarak sunuyorum. Kendim için kendime dair ne kadar şey toplamışsam bugüne kadar, size açıyorum bunları. Derdime deva, yaralarıma merhem dilimin bağlarını çözüyorum. Açın kulaklarınızı, içinizin kapılarını aralayın bana. Bana gelin, size geleyim.”

Çoktandır bir hikâye antolojisi gibi duruyorum. Gittiğim, dokunduğum, hikâyesini dinlediğim, yaralarına merhem olsun diye sözlerimi yanı başlarına bıraktığım kaç âdemoğlu ve Havva kızı oldu bilmiyorum. Sayısını unuttum gitmelerimin ve bana gelmelerin. Bütün aidiyetlerden kopmuş, bağlardan sıyrılmış, yeryüzü boşluğunda öylece salınan acılı yüreklere adres, yollarının çıkmaza girdiği demlerde dönüp varacakları yurt olmanın nasıl da insana şifa olduğunu yakinen bilirim. Ama dedim ya, hayata, insanlara ve dünyaya yetemediğimi anlamış bulunuyorum. Dokunduğum her insan ‘acı’dan haber veriyor; hikâyeler, kimsesizliği ve evsizliği ortaya döküyor. Sadece bu da değil! Bu kimsesiz ve evsiz yığınlarca insana yurtmuş gibi görünen dünyanın kendisi de saldırı altında. Kibrin, açgözlülüğün ve çığırından çıkmış ‘ben’in azmanlaştırdığı iktidar duygusu, her bir yeri her bir şeyi ateşe vererek vahşileşiyor. İnsanı bozmakla başlıyor seferine, sonra bozduğu insanla insanların, ülkelerin, bütün bir varlığın üzerine yürüyor. İnsansız bir dünyaya gidiyor gibiyiz. Dünya -sanki- şekil olarak alabildiğince parlatılmış ama iç olarak bir o kadar boşaltılmış insanımsı şekillerin boyunduruğu altına giriyor.

Anladınız mı şimdi canım niye sıkkın?

Hayatın yollarında düşmüş yeryüzü çocuklarına ev olamamanın, dünyaya yetememenin ağrısını çekiyorum. Ve dünyanın, artık insansız, insanımsı şekillerin yurdu hâline gelişiyle de hayattan, her bir şeyden düşüyorum. Böylelikle kendime, kalbime, evime dönüyorum. Mücerretliğime… Yalnızlığıma bürünüyorum tekrar. Canı sıkkın bir âdem olarak her bir şeye kızıyor, kendime doğru kıvrılıyorum. Hiç kimseye gitmeyerek ve tek bir şeye dokunmayarak ‘hiçbir yer’de kalıyorum. Oysa biliyorum ki, insan ‘başkası’ndan düştükçe, kendi içinde kıvrıldıkça, ‘şey’siz, insansız ve hayatsız kalıyor. ‘Her şeysiz’ oldukça da, ölüyor, bir ölü oluyor. Kelimenin tam anlamıyla ölü! Üzerinde, toprağında, mezarı başındaki taşta hayat emaresi olmayan bir ölü… Canlı, diri, yaşayan bir ölü değil, ölü bir ölü!...

Yaşayan bir ölü ile ölü bir ölü arasındaki o vurucu farkı da biliyorum. Yaşayan ölü, ölümünden sonra da insanlarda ve hayatta yankılanan bir sestir. Geride bir ses olarak kalır ve hep ‘iyice’ çınlar. Beden olarak hayattan düşer ama hayattayken çoğalttığı anlam olarak hayat(lar)a müdahale etmeye devam eder. Ölü bir ölü ise, bedeniyle katıldığı hayattan, ölümüyle birlikte düşer. Bir ses ve anlam olarak kendini inşa edemediği için, sessiz ve anlamsız bir beden olarak ölür; geride ne bir hikâye, ne bir ses, ne de bir anlam bırakarak…

Yolda
Ölü bir ölü olduğumu, ‘yaşayan ölü’lerin izinden gidenlerle tanıştığımda fark ettim. Ben vatan topraklarımın dışındaki yerleri uzak ve yabancı görürken, diğer ülkeleri sadece haritalardan bilirken, yani içimde kıvrılıp ölürken, bir gün, ‘insanlığa yakılmış türkü’ye kulak verip bu türkünün güftesinde yer almış insanların davetlisi olarak seyahate çıkmıştım. Bu insanlar, ülkelerine sıkışıp kalmış ve oradan hayatı/dünyayı okuyup yorumlayan canı sıkkın birkaç adamı ülke dışına çıkarmış, uzaklardaki bir ülkeye götürmüşlerdi. Ben de bu götürülenler arasındaydım.

Bindiğimiz uçak artık izleyeceği rotaya oturduğunda, o yükseklikten aşağıya bakmıştım. İlk o zaman, ne kadar koca bir yanılsama içinde büyüklendiğimizi fark etmiştim. Hegel’in ‘tarih’ olarak tanımladığı, bizim ölümü alt etmek için inşa ettiğimiz kentler, içimizdeki büyüklenmeyi gıdıklayan/kışkırtan yapılar minnacık şeylerdi. Dahası zirvelerine bakıp hayıflandığımız dağlar, sandığımız kadar ulaşılmaz değildi. Biz doğduğumuz kuytuları, toprak parçalarını, ülkeleri her şey görüyorduk. Oysa sahiplendiğimiz ve çokça altlarını çizdiğimiz sahipliklerimiz sadece bir şeyciklerdi, her şey değillerdi. O kadar şey arasında türümüz, yani biz insanlar çok küçük kalıyorduk. Uçakta, bilmem kaç metre yükseklikten bakınca, bu kadar küçük dünyalarımızı nasıl da şişirdiğimizi, şişirerek nasıl da yoldan çıktığımızı fark etmiştim.

Bindiğimiz uçak, sadece haritalardan yerini bildiğim bir ülkeye inmişti. Hiç unutmam, bizi havalimanından alan arabanın camından sokaklara, sokaktan geçen yüzlere, dükkânlara, sağda solda sıralanmış ağaçlara bakıp kalmıştım. Tamam! Yüzler, mekân isimleri, gözüme çarpan renkler… Başka topraklarda olduğumu hissettiriyordu ama biraz daha yoğunlaştığımda, yine de insan kardeşlerimin arasında olduğumu görüyordum. O zaman bir şeyin farkına varıyordum. Ülkem ile geldiğim ülkeyi ayıran şeyler çok da esaslı ayrımlar değildi; başka topraklara, dillere, renklere doğmuş insanlardık hepimiz. Alt kimliklerimiz belirliyordu aramızdaki sınırları. Bu sınırların dışına, biraz üstüne çıktığımızda, ‘insan’ üst başlığında toplanabiliyorduk.

Alt kimliklerimizden beslenen ‘vatan’larda yaşayıp giderken, hepimizi içine alan daha kuşatıcı ‘insan’ isimli vatanı unutabiliyorduk.

Bizi havalimanından alan araba bir okulun yanı başında durmuştu. Arabadan inmiş ve sanki bir rüyanın içine düşmüştük. Gözler kara, deriler siyah, bakışlar bir gül dalı kadar narin ve cezbediciydi. Çiçeklerle karşılanmış, insandan yana şarkıların melodileri içinde buyur edilmiştik. Çocukların bakışlarına yakalanmanın, bir çocuğun gözüyle okşanmanın, dahası bir çocuğa sarılmanın, o siyah tenli çocuğu öpmenin, canı sıkkın adamları nasıl da iyileştirdiğini o gün orada gördüm. Hayır, burası bir film platosu değildi; oynamıyor, yaşıyorduk! Ülkelerinden kalkıp gelmiş beyaz tenli canı sıkkın birkaç adam, bir bahçe dolusu siyah gül ve bu bahçenin bahçıvanı, “Gitmek nedir, vatan neresidir?” sorularına yeni cevaplar vermiş beş on öğretmen, hep birlikte hayatın orta yerindeydik. Dini, dili, ülkesi, renkleri kısmında ayrışmış ama ‘insan’ denen vatanda ‘bir’leşmiştik. Canı epey sıkkın adamın damarlarına, daha o bahçede bir şeyler yürümüştü. Bir dağın zirvesine çıkarılmış, orada bütün hücreleriyle oksijene maruz kalmış gibiydim. O siyah tenli çocukların gözbebeklerine vurmuş, hayat çiçeğine konmuş bir arıydım sanki. Ve öyle hissetmiştim ki, bu çiçek, bana bir küp dolusu bal ikram edecekti.

Sınıfları gezdik, her bir çocukta eğleştik. Yazdığım, okuduğum dilden kelimeler uçuşuyordu aramızda. Her bir çocuğun bakışı, ömür boyu yaşanabilecek yerler gibi davetkârdı. Bu gözler; on yıl önce, kendilerine anne sinesi kadar güvenli gelen ülkelerini bırakıp uzaklara gitmiş ‘vatandaş’ımız öğretmenleri anlatıyordu. Biz bu anlatılanlardan, ‘gitmek’ fiiline, ‘vatan’ neyse ona, anlatılmaz yeni karşılıklar buluyorduk.

Orada bir mezar ziyaretine götürülmüştük. En çok, okula yakın bu mezara çarpılmıştım. Ülkemin, öğrencisine iyi bir gelecek kazandıran üniversitesinden mezun bir delikanlı, bu uzak ülkede siyah tenli çocukların gözlerindeki hayata çalışırken vefat etmiş. Vasiyeti üzerine de buraya defnedilmiş. Bir çiçek bahçesine dönmüş bu mezarın başından kalkamamıştım. Grup gitmiş, ben öylece kalmıştım. Mevsim bahardı, vakit akşamdan haber veriyordu. Dağların ardına doğru yönelmiş güneşin ışıkları mezardaki taşta oynaşıyordu. Taştaki isim ışık oyunları içinde bana bakıyordu. İçim ayağa kalkmış, zihnimdeki tanımların çerçevesi dağılmıştı. İnsanın kimliği, teni, dili, vatanı yeni anlamlar ediniyordu. Bir sis bulutu içinde kalmış gibiydim. Gözlerim buğulanıyor, zihnim başka boyutlara seğirtiyordu. Kulağım, içim başka türlü açılmıştı. Üzerinde ‘vatandaş’ımın ismi olan mezartaşı dile gelmişti. “Dinle!” demişti bana. Dinliyordum…

Mezar taşı: dinle!
Uzaklardan buralara gelmiş canı sıkkın âdem! Bir taşım ben! Zamanın kıvrımlarında oluşmuş, yuvarlanmış, gelmiş bir ‘ölü’nün başucuna dikilmişim. Evet, bu mezara dikilinceye kadar çok şey yaşadım. Sayısını unuttuğum yağmurlar yedim, binlerce gün erittim içimde, kaç mevsim kaç yüzyıl geçti üzerimden bilmiyorum. Ne kadar ayak basıp geçti beni, kaç savaşa, kaç ölüme tanıklık ettim. Gün geldi üzerimi toprak örtü, gün geldi bir selle sürüklendim. Kalbimde rüzgârların fısıltısı var; kurdun, koyunun, kuşun, kuzgunun sesi... Bir dağ başında yalnız başına kalmışlığın kimsesizliği sinmiş üzerime; sıcaklardan, soğuklardan, kardan, kuraklıktan geçmiş gecelerin, mevsimlerin izi. Ama ne gördüysem, ne yaşadıysam, hiçbiri beni taş olmanın ötesine taşıyamadı. Ne zaman ki, insanların arasındaki ‘uzak’ı aşarak buraları kendine ‘yakın’ ve vatan kılan bir delikanlının mezarının başına konuldum, işte o zaman sadece taş olmaktan çıktım. Görüyorum işte, sadece bir taşım diye incelemiyorsun beni. Çünkü ben kendimden çok işaret olduğum şeyi anlatıyorum sana. Evet, yine de bir taşım! Ama bende, bu toprağın altında yatan delikanlının hikâyesini okuyorsun. Bu delikanlının hayattayken çoğalttığı ses ve anlama işaret ederek taş olmanın ötesine sıçrıyorum. Çok da bir şey olmayan taş olmaktan çıkıyor, çok şey olan bir hikâyeye işaret ederek anlamlı hâle geliyorum.

Bu mezarın başında o kadar insan yüzünü hafızama kaydettim ki. Gördüğüm o kadar yüzün toplamı gibiyim. İçimi açsam sanki bu yüzler ortalığa dökülecek. Neyse… Sen beni okurken, ben de seni okumuş oluyorum. Görüyorum ki, için açılmış. Ve ben de açılmış bu ‘iç’e konuşuyorum. Müsaade edersen kendisine işaret olduğum delikanlının ‘kim’liğini anlatayım. Sana da yani…

Kalbinde büyüttüğü ‘ses’i uzaklardaki bir insan kardeşine de taşımak için buralara uzanıp gelmiş Anadolu’dan bir öğretmenin işaretçisiyim. Bu delikanlı âdem, uzaklardaki insan kardeşlerine yuva olabilmek adına, kendisine sıla olan anne ve baba yanını, çocuklarına ve sevdiklerine güvenlikli yurt olan ülkesini bırakabilmiş. Dünyanın her bir yerine, insanın olduğu her yere ‘almak üzere’ giden insanlara karşılık, bu delikanlı, dünyanın her bir yerine, insanın olduğu her yere ‘vermek üzere’ye ayarlamışkendini. Anlayacağın, kendi ülkesinde sahip olduğu neyse, içini yaşanılır kılan hangi duyarlıksa, onu buraya vermek adına yola çıkmış. Taşı olduğum ülkenin çocuklarının ellerini, gözlerini, gönüllerini kendindekilerle doldurmak üzere… Dile, dine, renge, toprak parçasına takılmadan; zor, zahmet, hasret, ayrılık, yoksunluk demeden; her bir şeyin üzerinde ‘insan’ı gözeterek ve görerek yapmış bunu. Gelmiş ve sadece insanı görmüş. İnsandan kalkmış, yolu insana varmış. Ülkemin çocukları baştan ayağa insan kesilmiş birini görmüşler karşılarında. İnsandan insana yollar yürünmüş böylelikle. Bu yolun her bir yanı hayatı çoğaltmış. Gözler, içler, her bir şeyiyle insan hayatın içinde görünür olmuş. Okulun bahçesinde sizi karşılayan gözlerden ne okuduysanız, bilin ki hepsi, mezarının başında beklediğim delikanlının geliş hikâyesinin şerhidir.

Bu delikanlının payına, buralarda ölümle tanışmak da düşmüş. “Mademki beni buralara hikâyem, kalbimi kuran anlam neyse o taşımış. Mademki, hikâyemin ve beni var eden anlamın buralarda da hayata taşındığını gördüm. Mademki yerleştiğim çocuk kalplerde, taşıdığıma benzer bir duyarlık gelişti, o zaman burası da bana vatandır!” diyerek mezarının burada kalmasını vasiyet etmiş.

Farkında mısın, Anadolu’dan bu öğretmen, ‘anlam’ın da insana vatan olduğunu söylüyor bize. İnsanı, yani ‘başkası’nı insana cehennem gören filozofunkine karşılık, bu öğretmenin dünyası, insanın insana vatan olduğunu söyleyen farklı bir tasavvurla şekillenmiş.

Şimdi bu delikanlıya ‘ölü’ diyebilir miyiz? Misafiri olduğunuz okulun etrafında kurulmuş hayatlara tanıklık ettiniz. O kadar gözden okuduğunuz nedir? Görüyorsun, delikanlının bedeni burada yatıyor; ya rûhu, ya çoğalttığı ses ve anlam? Geleceğe sarkan, zamanın ve mekânın rûhuna sinen bu delikanlının kendi sesi ve anlamı değil mi? Ben bu hikâyeyi dillendiriyorsam, o çocuklar hayat kesilmiş gözlerle bakıyorlarsa, sen böyle işareti olduğum hikâyenin içine düşmüşsen, en iyisi bu delikanlıya ‘yaşayan ölü’ diyelim. Çünkü bedenen ölmüş ama hayattayken çoğalttığı ses ve anlamla hayatlara katılmaya devam ediyor. Bedenen ölü ama rûhen yaşayan biri! Yani, yaşayan ölü…

Topraklarınızda yetişmiş insanlardan bahsediyorum. Almak için değil vermek için seferlere çıkmış insanların bakiyesi bir rûh içinde yüzlerini yeryüzü çocuklarına çevirip yola koyulmuşlar. Diliniz, bu dile doluşmuş ne kadar duyarlığınız varsa, şimdilerde bunlar tekrar dünya ile buluşuyor. Sanki bir kez daha kendinizden ‘dünya’ya çıkıyorsunuz. Gittikleri yerlerde kalmayı vasiyet eden bu insanları, başka türlü bir dünyanın mümkün olabileceğinin işareti olarak okuyorum. Bilmem ki, ne dersiniz?

Şifa
Evet, o mezarın başına biri olarak oturmuş, başka biri olarak kalkmıştım. Mezar taşının dillendirdiği hikâye, zamanda ve mekânda yitmeyen diriliğe işaretti. Dedim ya, canı sıkkın bir adam olarak o ülkeye varmış; orada siyah tenli çocukların gözlerinde, ‘vatandaş’ım bir insanın mezarı başında şifa buldum. Birbirlerini boğazlayan insanların, savaş üzerinden birbirlerine akan ülkelerin, çatışan uygarlıkların kurduğu bir gerçekliğin içinde; insana giden, insanda kendini kuran, ayrıştıran farkları değil ‘bir’leştiren tarafları besleyerek insan kardeşiyle birlikte olan bir tasavvura uyandım.

Bu seyahatte, o uzak ülkede, o siyah tenli çocukların gözlerinde, yanı başına oturup kilitlendiğim mezar taşında insanı, kendimi, ülkemi var eden rûhla barıştım. Beni kuran, öteden beri ülkemin alâmet-i farikası olan, dahası hep insana çalışan bir medeniyet algısına yeniden inandım. Asya’dan çıkıp Anadolu’ya yönelmiş derviş rûhlu ulu insanların seslerini duydum. Söğüt’te serpilmiş; mimârîden mûsikîye, evlerden şehirlere sızmış kalenderliğin, inceliğin, başkasını var ederek var olmanın derinliğine düştüm. Yüzü Yaradan’a dönük, kalbi peygamberlere, ariflere, bilgelere ve dervişlere ayarlı, adımları ‘imar’a kilitlenmiş bir yürüyüşün son halkasına eklendim.

Yazarım Samiha Ayverdi, ‘Yaşayan Ölü’ romanının girişinde, “Ölmeden yaşama çabası, can çekişmekten başka bir şey değildir.” diyor; ölmeden önce ölmenin, kendinden vazgeçerek var etmenin, yani ‘yaşayan ölü’ olmanın diriliğine işaret ediyordu. ‘Yaşayan ölü’lerin bakiyesi bir hikâyenin/medeniyetin içinde yer alma şevki ve inancı içinde buldum kendimi. Seyahatin bitiminde bindiğimiz uçak havalandığında, sadece ülkeme değil, kendime, kalbime, evime dönüyordum. Artık maksadım, nihayette beni ‘yaşayan ölü’ kılacak bir hayata yazılmaktı. Evet, bir mezar taşından dersimi aldım. Şimdi şifa bulmuş gibiyim.

 Nihat Dağlı