๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => İslam Hukuku - İmam Gazali => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 19 Aralık 2009, 08:42:51



Konu Başlığı: Müçtehid
Gönderen: Zehibe üzerinde 19 Aralık 2009, 08:42:51
Müçtehid


I. Ictıhad
İçtihadın Rükünleri
Hükümlerin Dayandığı Kaynaklar
İstismar Metodlarının Bilinmesine Yarayan Dört İlim:
Tamamlayıcı İki İlim
Çoğunluğun Gözden Kaçırdığı Bir İncelik
3. Hakkında İctihad Edilecek Konu (Müctehedun Fth)
Hz. Peygamberin İçtihadının Vukuunu Kabul Etmeyenlerin Gerekçeleri
B. İçtihadın Hükümleri
1. İçtihadında Hata Eden Müctehid Günahkar Olur Mu?
Günah Meselesi
Kelâmı Konular
Usûlî Konular
Fıkhiyyât
2. İctihad, Tasvîb Ve Tahtie
A. (Aklî Gerekçeler:)
B. Naklî Gerekçeleri



Dördüncü Kutub: MÜCTEHİD (Müstesmlr)


Bu konu üç anabaşlık altında incelenecektir: tctihad, taklİd, ve tearuz durumunda müctehidin bir delili başka bir delile tercih etmesi



I. Ictıhad


Burada içtihadın rükünleri ve hükümleri iki başlık altında incelenecektir.



A. İçtihadın Rükünleri


içtihadın rükünleri; müctehid, hakkında İctihad edilen konu (müctehedun fîh) ve içtihadın kendisi olmak üzere üç tanedir.

1. İctihad

tctihad, her hangi bir iş hususunda çaba sarfetmek ve olanca gücünü harcamaktan ibaret olup, sadece, külfet ve sıkıntı gerektiren İster hakkında kullanılır, msl. Arapçada ´Değirmen taşını taşımaya çalıştı/çabaladı´ denilir, fakat ´Bir hardal tanesini taşımaya çalıştı´ denilmez. Yani Araplar, ictehede fiilini, değirmen taşını taşıma hususunda kullanırlarsa da bir hardal tanesini taşımada kullanmazlar. Sözlük anlamı bu olmakla birlikte ictihad lafzı, alimlerin Örfünde, müctehidin, sert hükümleri (ahkâmu´ş-şerîa) elde etme konusunda çaba harcamasını ifade eden özel bir anlam kazanmıştır. Tam ictihad, talep hususunda, artık daha fazlasını yapamayacağını hissedecek Ölçüde güç saıfetmektir.

2. Müctehid

Müctehid için iki şart vardır:

Birinci şart: Şer´in temel kaynaklarını (Medâriku´ş-Şer1) ihata etmek ve ince-leme-düşünme yoluyla bu kaynaklar hakkında bir kanaat oluşturarak, öne alınması gerekli olanları öne almak, arkaya bırakılması gerekenleri arkaya bırakmak.

İkinci şart:
Adil olmak ve adaleti zedeleyici günahlardan kaçınıyor olmak. Bu şart, müctehidin fetvasına itimat edilmesi içindir; adil olmayan kimsenin fetvası kabul edilmez. Kişinin kendisi açısından ise bu problem söz konusu değildir. Bu durumda adalet, bir bakıma, içtihadın sıhhat şartı değil, fetvanın kabulünün şartı olmaktadır.Kişinin ne zaman Şer´in temel kaynaklarını ihata etmiş sayılacağı ve ictihad makamına ulaşmak için gerekli olan bilgilerin neler olduğu sorulacak olursa, de­riz ki: Kişi, hükümlerin dayandığı temel kaynaklan ve üretim/istismar keyfiyetini öğrendikten sonra fetva verebilir. Daha önce de açıkladığımız gibi, hükümlerin dayandığı kaynaklar Kitâb, Sünnet, icmâ´ ve akıl olmak üzere dört tanedir. İstismar metodu İse, ikisi mukaddime, ikisi tamamlayıcı mahiyette olan dört ilimle, aracı mahiyetteki (vasat) dört ilmi; kısaca, toplam sekiz ilmi bilmek suretiyle tamam olur. Şimdi bunları -usulcülerin ihmal ettikleri inceliklere de dikkat çekerek- açıklayalım. [1]


A. Hükümlerin Dayandığı Kaynaklar:


1) Allahın kitabı:

Allanın kitabı asıldır ve bilinmesi gerekir. Kitabla ilgili iki kolaylık getirelim:

Birinci kolaylık: Müctehİdin, Kitabın tamamını bilmesi şart olmayıp, ahkam ayetlerini (hüküm taalluk eden ayetleri) bilmesi yeterlidir. Kitabın hüküm taalluk eden ayetleri 500 kadardır.

tkinci kolaylık: Ahkam ayetlerinin ezberlenmesi şart olmayıp, ihtiyaç anında [n, 351] gereken ayeti bulabilecek biçimde, bu ayetlerin yerlerini biliyor olması yeterlidir.

2) Sünnet:

Kendisine hüküm taalluk eden hadisleri bilmek gerekir. Bu hadisler binlerce olsa bile, yine de sınırlıdır. Kitâb için zikredilen iki kolaylık bunun için de geçerlidir. Zira, müctehidin, vaaz, nasihat, ahiret ahkamı ve diğer konulara ilişkin hadisleri bilmesi gerekmez. Yine ahkam hadislerini ezbere bilmesi şart olmayıp, elinin altında Ebû Davud´un Sunerii ve Beyhakî´nin Ma´rifetu´s-Sunerii gibi ahkama ilişkin bütün hadisleri toplayan temel bir kitabın veya ahkama ilişkin bütün hadislerin özenle toplandığı başka bir temel kitabın bulunması yeterlidir. Ayrıca ahkam hadislerini ezberlemesi şart olmayıp, fetvaya gerek duyduğunda, başvurmak üzere konuların (babların) yerlerini biliyor olması yeterlidir. Eğer, ahkam hadislerini (veya hadislerin toplandığı kitabı) ezberlemeye muktedir ise, ezberlemesi elbetteki daha güzel olur.

3) îcmâ1:

Tıpkı, aykın fetva vermemesi İçin naslan bilmesi gerekli olduğu gibi, yine aykırı fetva vermemesi için, ictihad edecek kişinin icmâ´ konularını da bilmesi gerekir.Bu asıl ile ilgili kolaylık da şudur: Icmâ´ ve ihtilaf edilen konuların tamamını bilmek şart olmayıp, fetva vereceği meselelerle ilgili olanlarını bilmek yeterlidir. Ayrıca, verdiği fetvanın icmâ´a aykırı olmadığını da bilmesi gerekir. Bunu da şöyle bilebilir: Ya verdiği fetvanın, önceki alimlerden birinin mezhebine uygun olduğunu bilmek suretiyle, ya da meselenin kendi zamanında ortaya çıktığını, dolayısıyla icmâ´ ehlinin bu konuyla ilgilenmediklerini bilmek suretiyle olur. Icmâ´ ile ilgili olarak bu kadarı yeterlidir.

4) Akıl:

Burada akıl İle, ahkam açısından aslî nefyin dayanağını (müstened) kastediyoruz. Akıl, sözlerde ve fiillerde güçlük ve sıkıntının olmadığına ve bunlarla ilgili sonsuz biçimlere ait hükümler bulunamayacağına delalet etmektedir. Kitab, Sünnet gibi sem´î delillerin aslî nefiyden istisna ettiği hükümler ise, sayıca çok olsalar bile yine de sınırlıdır. Öyleyse her olayda aslî nefy´e başvurmak ve aslî nefyin de ancak nass ile veya hükmü nass ile belirlenmiş olana (mansûs) kıyas ile değiştirilebileceğini bilmek gereklidir. Bunun için de müctehid nasslan araştırıp incelemek durumundadır. Icmâ1 ve daha önce açıkladığımız üzere, fiilin delaletine nisbetle Hz. Peygamberin fiilleri de nass sayılır.[2]


B. İstismar Metodlarının Bilinmesine Yarayan Dört İlim:


istismar (hüküm çıkarma) metodlarının bilinmesine yarayan dört ilimden ikisi mukaddime kabiÜndendir.

Bunlardan birincisi, delil getirmeyi ve delillerin ve burhanların sonuç verici olmasını sağlayan şartları bilmektir. Bu bilgi dört temel kaynaktan her birisi için gereklidir.

ikincisi, arabın hitabını kolay anlayabilecek Ölçüde lügat ve nahiv bilmektir. Bu bilgi özellikle Kitab ve Sünnet için gereklidir. Bu iki bilginin her birinin ayn ayrı tafsili ve her birinde bir kolaylık bir de ağırlık yönü vardır.

Birinci mukaddime: Birinci bilginin (ilim) tafsili, delillerin kısımlarını, şekillerini ve şartlarını bilmekten ibarettir. Deliller üç kısımdır:

Aklî deliller: Bunlar, zatları itibariyle delalet ederler.

Şer´î deliller: Bunlar, Şer´in vaz´ı ile (Şer´ sayesinde) delil olmuştur.

Vaz´î deliller: Bunlar da lüğavi ibarelerdir.

Bu hususta tam bilgi usul mukaddimesinde (bkz. I, 11-72) zikrettiğimiz

[II, 352] medâriku´l-ukûl ile olur, daha azıyla değil. Çünkü delillerin şartlarını bilmeyen

kişi, hükmün hakikatini ve Şer´in hakikatini bilemediği gibi Şâri´in mukaddimesini ve Şâri´in gönderdiği kişiyi de bilemez.

Usul alimleri müctehid olabilmek için, âlemin sonradan olduğunu ve alemin, kendisini vareden, kendine has birtakım vacib sıfatlarla muttasıf ve imkansız sıfatlardan münezzeh bir varediciye muhtaç bulunduğunu bilmek gerektiğini, ayn-ca bu varedicİnin peygamberler göndermek ve bu peygamberleri mucizelerle desteklemek suretiyle kullarının kendisine ibadet etmesini istediğini bilmek gerektiğini de söylemişlerdir. Ta ki müctehid mucizeler üzerinde düşünmek suretiyle peygamberlerin doğruluğunu bilebilsin. Bana göre bu husustaki kolaylık şudur: Bu konuda gereken miktar kesin inanç´tır (i´tikad-ı câzim). Zira bu suretle kişi müslüman olur. Müslüman olmak da kuşkusuz müfti olmanın şartıdır. Kelam metodlarım ve kelamcıların adetleri üzere tahrir edilen delilleri bilmesi ise şart değildir. Nitekim sahabe ve tabiun arasında kelam sanatını iyi bilen yoktu. İnanç konularında taklid sınırını aşıp, delili bilmeye kadar varma ise, bizatihi şart olmayıp, belki ictihad mertebesinin zarureti sebebiyle vaki olur. Şöyle ki, ilimde icti-had mertebesine ancak, kulağına alemin yaratılmış olduğunun delilleri, yaratıcının sıfatlan, peygamberlerin gönderilmesi ve Kur´ân´ın mucize oluşu gibi hususlar girmiş olanlar ulaşabilir. Bütün bu hususları Allanın Kitabı içermektedir. Ki-tab´daki bilgiler gerçek tanımayı oluşturur ve kelam sanatıyla hiç meşgul olmamış olsa bile, bu bilgileri edinmiş olan kişiyi taklid çizgisinin dışına çıkarır.

tşte bütün bunlar ictihad mertebesinin gereklerindendir. Hatta Resulün tasdiki ve inanmanın temelleri (usûlü´1-iman) hususunda sırf mukallid olan birinin fürû´ konularında ictihad etmesi caizdir.

İkinci mukaddime: Lügat ve nahvi bilmek

Bununla, Arabın hitabını ve kullanım adetini anlayabilecek ölçüde ve sözün sarihini, zahirini, mücmelini, hakikatini, mecazını, âmmını, hâssını, muhkemini, müteşâbihini, mutlakmı, mukayyedini, nassını, fahvâsını, lahnmı ve mefhumunu biribirinden ayırabilecek derecede bilmeyi kastediyorum. Bu husustaki kolaylık, Halil ve Müberred´in derecesine ulaşmanın, lügatin hepsini bilmenin ve nahivde iyice derinleşmenin şart olmayışıdır. Gerekli ve yeterli olan miktar, Kitab ve Sünnete ilişkin olan ve hitabın vaki olduğu yerlere hakim olabilme ve bu hitabın maksatlarını idrak edebilme imkanı sağlayacak olan miktardır.[3]



Tamamlayıcı İki İlim:



Tamamlayıcı mahiyyetteki iki İlimden birincisi, Kitab ve Sünnetin nâsih ve mensûhunu bilmektir. Bu da zaten özel ve sınırlı birtakım ayet ve hadisler için söz konusudur. Bu husustaki kolaylık ise, bütün bunları ezbere bilmenin şart olmayıp, sadece hakkında fetva vereceği olaya ilişkin ayet veya hadisle ilgili olanını bilmenin yeterli olmasıdır. Bu hadisin veya şu ayetin mensuh cümlesinden ol-

madiğim bilmesi gerekir. Bu husus hem Kitab hem de Sünnet için geçerlidir.

ikincisi ise, sadece Sünnete mahsus olup, rivayeti bilmek, bu rivayetlerin sahihini fasidinden, makbulünü merdudundan ayırabilmektir. Adlin adilden rivayet etmediği hadisler hiç bir zaman hüccet olamaz. Bu husustaki kolaylık ise şudur: Ümmetin genel kabulüne mazhar olan hadislerin isnadını incelemesi gerekmez. Eğer bazı alimler bu hadise muhalif kalmışlarsa, bu takdirde, bu hadisin ravile-rini ve bu ravilerin adaletini bilmesi gerekir. Eğer bu raviler kendi nazarında [II, 353] meşhur İseler, msl. Şafiî´nin Mâlik, Nâfı ve Ibn Ömer kanalından rivayet ettiği hadisler gibi, bu hadise itimad edebilir. Çünkü bunların adaleti ve halleri halk nazarında mütevatir olmuştur. Adalet İse denemek ve müşahade etmek veya haberin mütevatir olması yoluyla bilinir. Bu mertebeden aşağısı takliddir. Sahihlerin-deki haberler hususunda Buhari ve Müslim´i taklid etmek böyledir. Bu ikisi sadece adaletini bildikleri kişilerden rivayette bulunmuşlardır. Bu sırf takliddir. Taklid, ravilerin ahvalini ve siretlerini dinleyip öğrenmek, sonra da bu siretlerin adaleti iktiza edip etmediğini İncelemekle zail olur. Ne var ki bu uzun iştir ve zamanımızda, aradaki vasıtaların çokluğu da eklenince, oldukça zordur. Bu husustaki kolaylık, tadil konusundaki mezhebinin sahih olduğunu bildiğimiz adil bir imamın tadili ile yetinmektir. Çünkü tadil ve cerh konusunda değişik mezhepler vardır. Bizden uzun zaman önce ölmüş biri hakkında deneme ve müşahade imkansızdır. Ravinİn siretinin mütevatir olması şart koşulacak olursa, meşhur imamlar dışında böylesine rastlanılamaz. Öyleyse, müctehid, ravinin siretini bilme konusunda, verdiği haberlerde adil olanları taklid etmelidir. Biz, mezhebinin sıhhatini öğrendikten sonra bu adil kişiyi taklid ederiz. Şayet müfti için, ümmetin, ravileri-ni beğendiği sahih kitaplara itimad etmeyi caiz görürsek, müftinin yolu kısalır. Aradaki vasıtaların çokluğu da dikkate alınırsa zamanımızda bu İş uzun ve külfetlidir. Üstelik asırların geçmesiyle de işin zorluğu gitgide artmaktadır.

tşte ictihad mertebesine ulaşmak için gerekli olan sekiz ilim bunlardır. Bunların büyük çoğunluğunu hadis, lügat ve fıkıh usulü ilimleri ihtiva etmektedir. Ic-tihad mertebesine ulaşabilmek için kelama ve fıkhın füruuna gerek yoktur. Fıkhın füruuna nasıl ihtiyaç olabilir! Zaten bu füruu müctehidler üretmekte ve bunlar hakkında, ictihad mertebesini elde ettikten sonra onlar hüküm vermektedirler, ictihad, bu fürudan önce bulunması gereken bir şart olduğu halde, bu füruu bilmek ictihad mertebesine ulaşmak için nasıl şart olabilir! Ne var ki zamanımızda ictihad mertebesi füru ile çok meşgul olmakla hasıl olmaktadır. Zamanımızda alışkanlık kazanmanın yolu budur. Sahabe zamanındaki metod ise bu değildi. Bugün de sahabe zamanındaki metodu uygulamak mümkündür. [4]



Çoğunluğun Gözden Kaçırdığı Bir İncelik:


Bu sekiz ilimin tamamını bilmek, yalnızca, Şer´in tamamında fetva verebilen mutlak müctehid hakkında şarttır. Bence ictihad, bölünemeyen bir makam değildir. Yani, birinin bazı konularda ictihad mertebesine ulaşması mümkündür. Buna göre, kıyâsı inceleme (en-nazaru´1-kıyasî) yolunu bilen kişinin, hadis ilminde mahir olmasa bile, kıyâsî bir meselede fetva vermesi mümkündür. Müşterek meselesini inceleyen kişinin, fakîhu´n-nefs olması, feraizin usulünü ve manalarını bilmesi yeterlidir. Ayrıca sarhoş edici şeylerin haramlığı konusunda veya velisiz nikah konusunda varid olan haberleri bilmesine gerek yoktur. Çünkü müşterek problemi hususunda bu haberlerden istifadeye gerek olmadığı gibi, bu hadislerin söz konusu meseleyle ilişkisi de yoktur. Nasıl oluyor da, bu haberlerden habersiz olmak veya bu haberleri hiç bilememek bir eksiklik sayılıyor! Zimmî mukabilin- [II, 354] de müslümamn öldürüleceğine dair hadisleri ve bundaki tasarruf metodunu bilen kimsenin, nahiv ilmini, V´emsehû bi ruûsikum ve erculekum ile´l-ka´beyn [Mâide, 5/6] ayetini anlayacak ölçüde bilmemesi ona zarar vermez. Gerisini var sen buna kıyas et!

Müftî olabilmek için her soruya cevap vermek de şart değildir. Nitekim Mâlik, kendisine sorulan 40 sorunun 36´sına ´bilmiyorum´ cevabını vermiştir. Aynı şekilde Şafiî, hatta sahabiler nice meseleler hususunda kararsız kalmış cevap verememişlerdir. Öyleyse müfti için şart olan, fetva verdiği konuda basiret üzere olması; bildiği konuda fetva vermesi; bildiğini bilmesi; bildiği ile bilmediğinin arasına ayırabilmesi; bilemediği konularda duraksayıp bildiği konularda fetva vermesidir. [5]



3. Hakkında İctihad Edilecek Konu (Müctehedun Fth)


Hakkında ictihad edilecek konu, hakkında kat´î delil bulunmayan bütün şer´î hükümlerdir. Burada ´şerT sözcüğünü, aklî konulan ve kelam meselelerini dışarıda bırakmak amacıyla kullandık. Çünkü bu meselelerde gerçek birdir; isabet eden birdir ve hata eden günahkardır. Biz ise ´müctehedun fin1 sözüyle, hata eden kişinin günahkar olmayacağı hususları kastediyoruz. Namaz ve zekatın vücubu ile ümmetin üzerinde ittifak ettiği, hakkında kati deliller bulunan ve muhalefet edenin günahkar olacağı herkesçe bilinen konular (celiyyâtu´ş-şer´) ise İctihad konusu değildir.

İçtihadın rükünleri bunlardan ibarettir. Tam ictihad, ehlinden sadır olup yerine tesadüf ederse, içtihadın ulaştığı bu sonuç hak ve doğru olur.

Müctehid olmanın şartlarından birinin de ´peygamber olmama´ olduğunu zannedenler de vardır. Bunlar peygamber için içtihadı caiz/mümkün görmemişler ve içtihadın şartı olarak da peygamberlik zamanında vuku bulmamış olmayı öne sürmüşlerdir. Bu hususları iki mesele halinde açıklayalım.

Mesele: (Hz. Peygamber zamanında kıyas ve ictihad)

Alimler, Hz. Peygamber zamanında kıyas ve ictihad ile tcabbüdün caiz olup olmadığında ihtilaf etmişler; bir kısmı bunu caiz görmüş, birkısmı caiz görmemiştir. Bir kısmı da, Hz. Peygamberin huzurunda değil de, yokluğunda, kadılar ve valiler için bunun caiz olduğunu söylemiştir.

Caiz görenlerden birkısmı bunu Hz. Peygamberin izin vermiş olmasına bağlarken bir kısmı, Hz. Peygamberin lehte ve aleyhte bir şey söylemeksizin susmasını yeterli görmüşlerdir. Caiz görenler, bunun vuku bulup bulmadığında ihtilaf etmişlerdir. Tercihe şayan olan görüş, buna gerek doğrudan izin verme ve gerekse susma yoluyla istidlal edilsin, içtihadın hem Hz. Peygamberin bulunduğu sırada hem de bulunmadığı sırada caiz olmasıdır. Çünkü ictihad ile teabbüd etmekte bizatihi bir imkansızlık olmadığı gibi, bu ictihad, ne imkansız bir sonuca götürür, ne de mefsedete yol açar. Eğer salâhın vacip olduğu görüşünde olsak bile, her konuda kesin delili belirttiği takdirde kulların azıp isyan edeceklerini bildiği için Allahın, kulların salâhını ictihadla teabbüdle irtibatlandırıİmasını gerektiren bir inceliği (lütuf) bilmesi caizdir.

Nass varken ictihad etmek muhaldir ve hükmü sarih vahyin nasst ile bilmek mümkünken insanlar zann vartasına nasıl İtilebilir denirse, deriz ki: Eğer (Hz. Peygamber) ´bana vahyedüdi ki Allahın sizin üzerinizdeki hükmü içtihadınızın ulaştığı sonuçtur ve sizin teabbüdünüz ictihad iledir´ dese bu söz nass olur. Onların "nass varken ictihad etmek muhaldir´ sözlerini biz de kabul ederiz. Fakat olay hakkında henüz nass inmemiştir. Nassın inmesinin imkan dahilinde olması icti-[II, 355] had yapılmasına tezat teşkil etmez, içtihada zıt olan ise, nass´ın inmesinin mümkün oluşu değil, bizzat nassın kendisidir. Üstelik Hz. Peygamber, şahitlerin sözüyle hüküm vermekle teabbüd etmiş ve hatta ´Siz bana husumetinizi getiriyorsunuz. Betki biriniz diğerinden hücceti ifade konusunda daha başarılı olabilir...´ demiştir. Halbuki o sırada her konuda sarih gerçeği gösteren vahyin inmesi mümkündü ve zannda bulunmaya ve hata endişesine gerek yoktu.

Hz. Peygamber zamanında içtihadın vuku bulup bulmadığı meselesine gelince, Hz. Peygamberin bulunmadığı yerlerde bunun vuku bulduğuna Muâz olayı delildir. Hz. Peygamberin huzurunda bunun vuku bulduğuna İse delil yoktur.

Denirse ki:

Hz. Peygamber Amr b. As´a ´Bazı davalarda sen hüküm ver´ demiş, Amr da ´Sen varken ben ictihad mı edeyim´ demiş, bunun üzerine Hz. Peygamber "Evet, eğer isabet edersen iki ecir, hata edersen bir ecir alırsın´ demiştir. Yine Hz. Peygamber Ukbe b. Amir ile sahabeden birine ikiniz ictihad edin! Sizin için, isabet ederseniz on hasene, hata ederseniz bir hasene vardır´ demiştir.

Deriz ki:

Muaz hadisi, ümmetin kabul ettiği meşhur bir haberdir. Diğerleri ise sabit olmamış vahid haberlerdir. Eğer bunlar sabit olsalar bile, bu işin sadece ikisine mahsus olması veya bu iznin muayyen bir vakıaya mahsus olması muhtemeldir.Biz ise, Hz. Peygamber zamanında mutlak olarak İçtihadın caiz olup olmadığından bahsediyoruz.

Mesele: (Hz. Peygamberin içtihadı)

Alimler, nass olmayan konularda Hz. Peygamberin ictihad ile hüküm vermesinin caiz olup olmadığında ihtilaf etmişler, bunun cevazı ve vukuunu tartışmışlardır

a. Cevazı:

Tercihe layık olan görüş, Hz. Peygamberin ictihadla teabbüdünün caiz olmasıdır. Çünkü bu iş bizatihi imkansız olmadığı gibi, imkansıza ve mefsedete de yol açmaz.

Denirse ki:

Hz. Peygamberin ictihad etmesine engel teşkil eden husus, Hz. Peygamberin, hükmün aslını sarih vahiy kanalıyla öğrenebilmeye muktedir olmasıdır. Böyleyken ne diye zannına dayanarak konuşsun!

Deriz ki:

Hz. Peygamber açıklama istese (istikşaf) ve kendisine "Biz senin ictihad etmene ve o ictihad ile teabbüd etmene hükmettik´ denilse, bu durumda Hz. Peygamberin Allah ile tartışmaya girme yetkisi var mıdır, yoksa kendi salahının teabbüd ettiği şeyde olduğuna inanması mı gerekir!

Denirse ki:

Hz. Peygamberin sözü zanna taban tabana zıt kat´î bir nasstır ve zanda hata ihtimali vardır. Öyleyse İkisi (zann ve nass) bir birine zıttır.

Deriz ki:

Ona ´Senin zannın hükmün alametidir´ denirse O, zannı ve hükmü yakinen bilmiş olur ve hata ihtimali kalmaz. Bizce Hz. Peygamber dışındakilerin içtihadı da böyledir ve bunların içtihadı şahitlerin doğruluğuna olan zanlari gibidir. Şahit iç durumu itibariyle yalancı bile olsa, o şahidin doğruluğunu zanneden kişi bu zann ında isabetlidir.

Denirse ki:

Eğer diğer müctehidler, her halükârda ictihadda musîb olmak bakımından Hz. Peygambere eşit iseler, bunların, kendi ictihadlanyla Hz. Peygamberin kıyasına muhalefet etmesinin caiz olduğunu söylemeniz gerekmez mi?

Deriz ki:

Şayet bununla mükellef tutulmuş olsaydı (teabbüd) muhalefet etmesi caiz olurdu. Ne var ki, tıpkı ümmetin hepsine birden muhalefetin harami iğin a olduğu gibi, O´nun içtihadına muhalefet edilemeyeceğine de icmâ1 delili delalet etmektedir. İcma´ aynı şekilde devlet başkanının (el-imâmu´1-a´zam) ve hâkimin içtihadına muhalefetin haramiıgına da delalet etmektedir. Çünkü halkın iyiliği (salâh), devlet başkanının, hakimin ve ümmetin tamamının görüşüne uyulmasındadır. Peygamber de aynen böyledir.

Musîbin tek olduğu görüşünde olanlar Hz. Peygamberin içtihadını tercih ederler. Çünkü Hz. Peygamber haladan masum, diğerleri ise masum değildir.

Bazıları da Hz. Peygamberin hata edebileceğini fakat hata üzerinde bırakılmayacağını ileri sürmüşlerdir.

Denirse ki:


O´nun içtihadına muhalefetle teabbüdün vürudu nasıl caiz olabilir!? Çünkü böyle bir şey ittibâ´a ay kın ve inkıyaddan uzaktır.

Deriz ki:

Şayet Hz. Peygamber kendi diliyle onlara ´sizin hükmünüz kendi zannınıza [II, 356] tabi olmaktır; bu zannınız Peygamberin zannına aykırı bile olsa´ dese, bu durumda Hz. Peygambere ittiba, Peygamberin kendileri için resmettiği metoda imtisal etmekle gerçekleşir; tıpkı, şahitlerin şahitliği ile hüküm vermede olduğu gibi. Şöyle ki; Peygamber, fasık olduğunu bilmediği iki kişinin şahitliğine dayanarak hüküm verse, bu iki kişi başka bir hakimin huzurunda şahitlik ettiklerinde eğer hakim bunların fışkını biliyorsa şahitliklerini kabul etmez.

Bu muhalefetin ınkıyad´dan uzaklaşma (tenfir) anlamı taşıdığı iddiası da yersizdir. Tam tersine bu hususta Hz. Peygambere muhalefet etmek, aynen şefaat (arabuluculuk), hurmaların aşılanması ve dünya mesalihi gibi konularda muhalefet etmek gibidir.

Denirse kİ:

Peygamber, bir fer´i bir asıl üzerine kıyas etse, o fer´ üzerine kıyas yapılabilir mi? a) Eğer yapılamaz derseniz, bu muhaldir. Çünkü, artık o fer´ Peygamber tarafından mansus aleyh olmuştur, b) Eğer, o fer´ üzerine kıyas yapılabilir derseniz, fer´ üzerine kıyas nasıl caiz olabilir!

Deriz ki:

Hem bu fer´ üzerine ve hem de her hangi bir asıla ilhak edileceğine ümmetin icmâ´ ettiği her fer1 üzerine kıyas yapılabilir. Çünkü bu fer´, icmâ1 ve nass sebebiyle artık fer´ olmaktan çıkarak asıl konumuna geçmiştir. Onların (icmâ´ eden ümmetin) mehazinin araştırılması da gerekmez.

Her hangi bir asıla ilhak edileceğinde icmâ´ edilmeyip bazı alimlerin bir asıla ilhak ettiği fer´ üzerine kıyas yapılıp yapılamayacağı hususunda bazı alimler, aslın İlleti bulunmasa bile, bu fer´ üzerine kıyas yapılabileceğini söylemişlerdir.

b. Vukuu:

Hz. Peygamberin ictihad ile amel etmesinin caiz olduğu görüşünde olanlar bunun vukuunda ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı, bunun vaki olduğunu, bir kısmı vaki olmadığını ileri sürerken, bir kısmı da bu hususta kararsız kalmıştır ki sahih olan da budur. Çünkü bu hususta kesin bir delil sabit olmamıştır.

Bunun vukuu görüşünde olanlar, şu örnekleri gerekçe göstermişlerdir;

a) Hz. Peygamber, Bedir esirleri konusunda Allah tarafından ´Yeryüzünde durumunu iyice güçlendirmedikçe hiç bir peygambere esir almak yaraşmaz´

{Enfâl, 8/67) denilerek sitem edilmiştir. Hz. Peygamber bu ayetin inmesinden sonra ´Şayet bir azap gelecek olsaydı, bu azaptan Ömer´den başkası kurtulamazdı´ demiştir. Çünkü Ömer, müşavere esnasında bu esirlerin öldürülmesini önermişti. Şayet Hz. Peygamber bu hükmü nass ile vermiş olsaydı kendisine böyle sitem edilmezdi.

Cevap:

Belki de Hz. Peygamber nass ile, esirlerin hepsini serbest bırakmak veya hepsini öldürmek veya hepsini fidye mukabili serbest bırakmak seçenekleri arasında muhayyer bırakılmış ve sahabeden bir kısmı, diğer seçeneklerin olamıyaca-ğını belirterek sadece serbest bırakma seçeneğini Önermişlerdi. Sitem ise Hz. Peygamber için değil, yalnızca tek seçeneği önerenler için nazil olmuştur. Fakat sitem çoğul sığasıyla varid olmuştur; bununla kastedilen ise salıverme taraftan olanlardır.

b) Hz. Peygamber ´Lâ yuhtelû halâhâ vela yu´dadu şeceruha´ dediğinde Abbas ´Izhir otu hariç (değil mi?)´ demiş, Hz. Peygamber de ´Izhir otu hariç´ dîye cevap vermiştir.

Cevap:

Belki de vahiy izhir otunun da istisna edilmemesi yönünde iken Abbasın sözüyle birlikte bunun istisna edilebileceği yönünde nazil olmuştur. Ya da Cibril o esnada orada hazır bulunup Hz. Peygambere Abbas´ın sözünü onaylamasını işaret etmiş de olabilir.

c) Hz. Peygamber, hac ile ilgili olarak, ifa edilen bir haccın bütün ömür için yeterli olacağım (li´1-ebed) söylemiş, arkasından da ´Şayet, bu yaptığınız hac sadece bu yılımız için geçerli deseydim hacc her sene için vacip olurdu´ demiştir.

Cevap:

Hz. Peygamberin bu sözünün anlamı şudur; ´Şayet bu hac sadece bu yılımız için deseydim, elbette bunu da vahiy ile söylerdim ve kuşkusuz bu vacip olurdu".

d) Savaş için bir yere konakladıklarında bîr sahabi "Eğer, buraya konaklamamız vahiy ile bildirildiyse, elbetteki uyup itaat ederiz. Ancak ietihad ve rey ile ise, burası konaklamak için pek uygun bir yer değil" demiş, Hz. Peygamber de ´Hayır vahiy ile değil ietihad ve rey iledir´ deyince oradan ayrılmışlardır.

Cevap:

Bu tamamen dünya mesalihine ilişkin bir ictihaddır. Bu konularda ictihad etmesinin caiz olduğunda zaten ihtilaf yoktur, ihtilaf Hz. Peygamberin din işlerinde içtihadının vaki olup olmadığı konusundadır. [6]


Hz. Peygamberin İçtihadının Vukuunu Kabul Etmeyenlerin Gerekçeleri:


a) Eğer Hz. Peygamberin ictihadla hüküm vermesi emredilmiş olsaydı, Hz. Peygamber vahiy beklemeksizin her soruya cevap verirdi.

b)  Eğer Hz. Peygamber ictihad ediyor olsaydı, bu yaygın olarak nakledilirdi.

c)  Eğer ictihad ediyor olsaydı zaman zaman içtihadının değişmesi gerekirdi ve bu görüş değişikliği yüzünden itham edilirdi.

Bu gerekçelere cevap:

a) Hz. Peygamberin vahiy beklemesi, belki kendi içtihadıyla henüz sonuca varamadığı yerlerdedir. Belki de ictihad konusu olmayan bir hüküm için vahyi beklemiştir. Ya da o konuda ictihad etmemesi istenmiştir.

b) Hz. Peygamberin içtihadının yaygın olarak nakledil memesi ise, her ne kadar Hz. Peygamber bununla amel (teabbüd) etse de insanların Hz. Peygamberin

[II, 357] içtihadına muttali olamamaları yüzünden olabilir. Belki de halen nass inmekte olsa bile, Hz. Peygamber, nass inmediği zaman ictihad İle amel ediyordu. Böylece tıpkı, nısab ve yol azığına (zâd) malik olduğunda zekat ve hacc ile mükellef olacak olan fakat henüz bunlara malik olmayan kişi gibi olur. Yani (nısab ve yo! azığına malik olmayan kişinin zekat ve hac emrine muhatap olmaması anlamına gelemeyeceği gibi) nassın halen inmekte olması, Hz. Peygamberin ictihadla amel etmediğini (müteabbed olmadığını) göstermez.

c) Hz. Peygamberin kanaat değişikliği yüzünden töhmet altında kalacağı iddiasına gelince; böyle bir gerekçeye dayamlamaz. Çünkü Hz. Peygamber, nesh sebebiyle de töhmet altında bırakılmaya çalışılmıştır. Nitekim Allah Teala ´Onlar senin bir uydurmacı (müfteri) olduğunu söylüyorlar´ {Nahl, 16/101} demiştir. Bu durum (yani onların böyle söylüyor olmaları) neshin imkansızlığını göstermez.

Diğer taraftan biz de aynı mantıkla bunun tam tersini söyleyebiliriz. Şöyle ki: Eğer Hz. Peygamber ictihad ile müteabbid olmasaydı, müctehidlerin kazandığı sevabı kaçırmış olurdu ve müctehidlerin sevabı Hz. Peygamberden daha çok olurdu. Böyle bir söz de aynı şekilde tutarsızdır. Çünkü, risaleti yüklenme ve Allah´tan aldığını eda etme sevabı her sevabın üstündedir.

Denirse ki:

Peki, İbadetlerin ve zekat nisaplarının ve miktarlarının ictihad yoluyla konulmasıyla teabbüd edilebilir mi?

Cevap:

Bunu imkansız yapan bir şey olmadığı gibi, bu imkansıza ve mefsedete de yol açmaz. Şayet iş (emir) maslahata mebni ise, Allah Tealanın, kullarının salahını peygamberinin içtihadının ulaştığı sonuçlarda görmesi hiç de uzak (yadırganacak) bir şey değildir.

Kaderiler, Hz. Peygamberin zannı bazı hususlarda maslahata (salah) uygun düşse bile her konuda maslahata uygun düşmesi mümkün değildir diyerek buna karşı çıkmışlardır. Bu görüş sakattır. Çünkü Allah´ın, kullarının maslahatına olan şeyi Hz. Peygamberin içtihadına ilka etmesi uzak bir şey değildir, işte bu aklî cevazdır. Bunun vukuu ise, İmkansız olmamakla birlikte biraz uzaktır. Anlaşılan odur ki, bütün bunlar (ibadetlerin ve zekatların nisab ve miktarlarının tayini), detayı belirleyen sarih vahiy kanalıyla olmuştur. [7]



B. İçtihadın Hükümleri


Burada, müctehidin durumu, günah girmiş olmaya nisbet (te´sîm), hataya düşmeye nisbet (tahtie), isabet, başkasını taklid etmesinin haram lığı ve ictihad kaynaklı görüşünün nakzedümesinin haramiığı gibi konular açısından, ele alınacaktır.



1. İçtihadında Hata Eden Müctehid Günahkar Olur Mu?


İçtihadını yerinde yapıp tamamlamışsa, müctehidlerin vasıflarını taşıyan kişi için günah söz konusu değildir. Tam ictihad, ehlinden sadır olup mahalline tesadüf etmişse, bu içtihadın semeresi gerçektir, doğrudur ve bu içtihadı yapan müctehid için günah söz konusu değildir. Bizim kanaatimize göre günah ve hata birbirinin mütelazimidir, yani bir varsa diğeri de vardır, biri yoksa diğeri de yoktur. Buna göre her hata yapan günahkar olur; her günahkar da hata etmiştir. Eğer kendisi için günah söz konusu değilse hata da söz konusu değildir. Şimdi burada önce günahın hükmünden bahsedelim. [8]



Günah Meselesi;


Nazarî konular (nazariyyât), önce zannî ve kat´î kısımlarına ayrılır. Zannî olan kısımda zaten hata olamayacağı için günah da söz konusu değildir. Kat´î olan kısımda hata eden ise günahkardır.

Kat´î konular, kendi içerisinde kelâmı, usûlî ve fıkhı olmak üzere üç kısımdır. [9]



Kelâmı Konular:


Kelâmı konular derken, bununla sırf aklî olan konuları kastediyoruz. Bu konularda gerçek bir/tek olup, bu gerçeği tutturamayan günahkar olur. Alemin hu-duşu, muhdis´in ve -vacip, caiz ve imkansız- sıfatlarının isbatı, peygamber gönderme ve peygamberleri mucizeler ile destekleme, niyetin cevazı, fiillerin yaratılması ve olan şeyleri dileme (iradetu´l-kâinat) ile Mutezile, Hariciler, Rafıziler ve bid´at ehli ile tartışmalı olan konuların hepsi buraya dahildir.

Sırf kelami olan konular, araştırıcının (nazır) Şer´in vürudundan önce akıl nazanyla gerçekliğini idrak edebileceği şeylerdir. Bu konularda gerçek tek olup, [II, 358] bu gerçeği tutturamayan günahkar olur. Gerçeği tutturamama, eğer Allah ve Resulüne iman gibi konularda olursa, bu kişi kafir olur. Rü´yet, kulların fi ilerinin yaratılması ve iradetu´l-kâinal gibi, kişinin Allahı ve resulünü bilmesine engel teşkil etmeyen konularda hata eden kişi, gerçeği tutturamadığı ve saptığı için günahkar, yakinen bilinen gerçeği tutturamaması yönüyle hatatı ve selef arasındayaygın olan görüşe muhalefet ettiği için de bid´atçı olur. Böyle bir kişi kafir olmaz.[10]



Usûlî Konular:


Usûlî konular derken, bununla, icmâ´ın hüccet oluşu, kıyasın hüccet oluşu ve haber-i vahidin hüccet oluşu gibi konulan kastediyoruz. Gerçekleşmiş olan icmâ´a, asrın geçmesinden (icmâ´a katılanların ölmesinden) Önce muhalefet edilebileceğini; yine ietihad kaynaklı icmâ´a muhalefet edilebileceğini caiz görenlerin ve ümmetin, içlerinden birisi üzerinde ittifak etmesinden sonra sahabe veya tabi-unun mevcut iki görüşünden diğerini almanın caiz olmadığını ileri sürenlerin görüş ayrılığı da bu konuya dahildir. Zannî konularda musîbin tek olduğu inancı da bu konular cümlesindendir.

Bu meselelerin delilleri kat´î olup, bunlarda muhalif kalanlar günahkar ve hatalıdır. Biz, usul cümlesinden bahsederken kattlerin ve zannîlerin neler olduğuna işaret etmiştik. [11]



Fıkhiyyât:


Fıkhiyyât derken bununla beş vakit namazın, zekatın, haccın ve orucun va-cipliği, zinanın, öldürmenin, hırsızlığın ve içkinin haramlığı gibi, Allahm dininde kesin olarak bilinen şeylerin hepsini kastediyoruz. Bu tür konularda gerçek birdir ve bilinmektedir. Bu konularda aykırı düşünenler günahkar olur.

Genel bir değerlendirme yapacak olursak şunları söyleyebiliriz: Eğer bir kimse, Şâri´in maksadından olduğu kesin olarak bilinen şeyleri inkar ederse kafir olur. Şarap içmenin ve hırsızlığın haramlığmı, namaz ve orucun vacipliğini inkar böyledir. Çünkü böyle bir inkar ancak Şer´i yalanlayan birinden sadır olabilir.

tcmaın hüccet oluşu, kıyasın hüccet oluşu ve haber-i vahidin hüccet oluşu gibi, kesin olarak bilinmekle birlikte bu kesin bilgi zarurî olarak değil nazar ve inceleme yolu ile oluşmuşsa, bunlar da kat´îdir. Fakat bunları inkar eden kafir olmaz; fakat günahkar ve hatalıdır, tema İle bilinen fıkhı konular da bu kısma dahildir.

Denirse ki:

Siz namaz ve orucun vacipliğinin zarurî olduğuna nasıl hükmedebiliyorsunuz. Bunların vacipliği, ancak Resulün tasdik edilmesiyle bilinmektedir. Resulün tasdiki ise zarurî değil nazarîdir.

Cevap:

Biz bununla şunu kastediyoruz; Şâri´in bunu vacip kılması ya tevatüren ya da zarureten bilinmektedir. Şâri´in vacip kıldığı ise vaciptir. Bu nazarîdir ve tas-dikleyici mucize üzerinde düşünmekle (nazar) bilinir. Peygamberin doğruluğu kendince sabit olan kişinin, peygamberin doğruluğunu itiraf etmesi gerekir. Eğer bu durumda inkar ediyorsa, bu inkarın altında Şâri´i yalanlama düşüncesinin bulunduğu anlaşılır. Şâri´i tekzib eden İse kafir olur. İşte biz bu noktadan hareketle, namaz ve orucun vacipliğini İnkar edenleri tekfir ediyoruz.

Bunların (namaz, oruç vs. vacipliği) dışında kalan ve hakkında kesin delil bulunmayan fıkhı konulara (zannî-fıkhiyyat) gelince, bunlar içti had konusudur ve bize göre bu tür konularda önceden belirlenmiş (muayyen) bir gerçek yoktur. Bu bakımdan, ictihad şartlarını taşıyarak usulüne uygun ictihad eden kişi için bir günah söz konusu değildir.

Bundan çıkan sonuç şudur: Nazari yy ât, kat´î ve zannî olmak üzere iki kısma ayrılır. Kat´iyyat hususunda hata eden günahkardır. Zanniyyat hususunda ise, gerek ´zanniyyat hususunda gerçek tektir1 diyenlere göre gerekse ´her müctehid musîbdir1 diyenlere göre, kesinlikle günah söz konusu değildir. Bu çoğunluğun [II, 359] (cemahir) görüşüdür.

Bişr el-Merîsî, füru konusunda da gerçeğin muayyen ve bir tek olduğunu söyleyerek fürûun usûle ilhak edileceğini ve hata edenin günahkar olacağını savunmuştur.

Câhız ve Anberî ise, usulün fürua ilhak edileceği görüşündedir. Anberî şöyle demiştir: Usul konularında ictihad eden herkes musîbdir ve bu konularda muayyen bir doğru yoktur. Câhız ise şöyle der: Usul konularında muayyen bir gerçek vardır. Fakat bu konularda hata eden müctehid tıpkı füruda olduğu gibi, mazurdur; günahkar değildir. Şimdi biz bu üç görüşü üç mesele halinde reddedelim.

Mesele: (Câhız´ın ictihadda hata-isabet konusundaki görüşü)

Cahız der ki: Yahudiler, Hıristiyanlar ve Dehriler gibi, islam dinine muhalif olanlar, kendi inançlarının dışındakilere karşı inatçı bir tutum içerisinde iseler günahkardırlar. Eğer inceleme-araştırma yapmış, fakat gerçeği yine de bulamamış ise, bu takdirde günahkar olmayıp mazurdur. Eğer, araştırma-incelemenin gerektiğini bilmediği için inceleme-araştırma yapmamış ise yine mazurdur. Azab görecek olan günahkar ise yalnızca inatçı davranandır. Çünkü Allah Teala hiç kimseye gücünün üzerinde yük yüklemez. Bunlar (yahudi, hrıstiyan ve dehriler!), gerçeği idrakten aciz kalmışlar ve Allah korkusuyla inançlarına bağlı kalmışlardır. Zira bilip Öğrenme yolu bunların üzerlerine kapanmıştır.

Şayet Şer1 bu yönde varid olmuş olsaydı, ki bu da caizdir, Câhız´ın bu görüşü aklen imkansız değildir. Şayet bu şekilde teabbüd caiz olsaydı vaki olurdu. Ne var ki, vakıa (gerçek) bunun aksidir. Bu yüzden Câhız´ın bu görüşü, zarurî semi delillerle batıldır. Biz Hz. Peygamberin namaz ve orucu emrettiğini nasıl zarurî olarak biliyor isek, aynı şekilde Yahudi ve Hristiyanlara da kendisine iman edip tabi olmayı emrettiğini ve kendi inançları üzerinde ısrar etmeleri sebebiyle onları kınadığını zarurî olarak biliyoruz. Bunun içindir ki Hz. Peygamber, onların hepsine karşı savaş açmış ve içlerinden buluğa erenlerin erkeklerin eteğini (izar) kaldırtıp baktırmış ve buluğa erdiğini anlayınca öldürtmüştür. Onların içerisinde bî-le bile inatçı davrananların sayıca az olduğu kesin olarak bilinmektedir. Onların çoğunluğu, Hz. Peygamberin mucizelerinden ve doğru sözlülüğünden habersiz olarak sırf taklidçilik yaparak atalarının dinlerini tak]id eden kişilerdir. Kur´an´da buna delalet eden pekçok ayet vardır.

a)  "Bu, kafirlerin zannıdir. Vah o kafirlere ki, ateşten nasiplerini ala*

caklar"{Sâd, 38/27}.

b)  "İşte sizi zelil eden, Rabbinize karşı beslediğiniz bu zarındır." {Fussi-let, 41/23)

c) "Onlar sadece zannediyorlar." (Onların bu düşünceleri kuruntudan ibarettir) {Bakara, 2/78; Casiye, 45/24}

d)  "Kendilerinin (sağlam) bir şey üzerinde olduklarını zannediyorlar"(Mücadele, 58/18}

e) "Onların kalplerinde hastalık var" {Bakara, 2/10; Müddessir, 74/31}

Kısaca söylemek gerekirse, Allah ve Resulünün tekzipçi kafirler hakkındaki kınamaları Kitab ve Sünnette epeyce vardır.

Câhız´ın ´Allah onlara güç yetiremeyecekleri şeyi nasıl yükler!´ sözüne gelince; biz Allahın onları mükellef tuttuğunu zarurî olarak biliyoruz. Şimdi onların buna güç yetirip yetiremeyecekleri ne bakalım. Allah, ihsan ettiği akıl, ortaya koyduğu deliller ve gönderdiği akılları uyaran ve inceleme-araştırma güdülerini (devai) harekete geçiren peygamberler sayesinde buna güç yetirebileceklerine dikkat çekmektedir. Ta ki peygamberlerden sonra hiç kimsenin Allaha karşı Öne süreceği bir hüccet kalmasın.

Mesele: (Anbeifnin ictihadda hata-İsabet konusundaki görüşü)

Abdullah b. el-Hasen el-Anberî, tıpkı füru´da olduğu gibi akliyyât hususunda da her müctehidin musîb olduğunu ileri sürmüştür. [II, 360]

Anberî´ye deriz ki: Eğer sen, onların sadece üzerinde bulundukları şey ile emrolunduklarım ve talep hususunda ancak buna güç yetirebileceklerini kastedi­yorsan, bu aklen imkansız olmamakla birlikte, icmâen ve şer´an batıldır. Buna ilişkin reddiye Câhız´ın görüşlerini değerlendirirken geçmişti.

Eğer sen bu sözünle, onun itikad ettiği şeyin, itikad ettiği şekilde olduğunu kastediyorsan, deriz ki; nasıl olur da alemin kadîm ve hadis olduğu, yaratıcının varlığı ve yokluğu, Peygamberi tasdik ve tekzıb doğru olur! Bu vasıflar (özellikler), sert hükümler gibi vaz´î olmadığı halde. Nitekim şer´î hükümlerde, eğer bu şekilde vaz´edilmîşse, bir şey Zeyd´e haram, Amr´a helal olabilir. Zati konular (zâtiyyât) ise, itikada tabi olmaz; tam tersine itikad bunlara tabi olur. Bu görüş, Câhız´ın mezhebinden de kötüdür. Câhız, hiç değilse, musîbin tek olduğunu itiraf etmiş, hata edenin mazur olduğunu söylemiştir. Hatta Anberî´nin bu görüşü, Sofistlerin mezhebinden de beterdir. Çünkü sofistler eşyanın hakikatlerini inkar etmektedirler. Bu ise, eşyanın hakikatlerini kabul ediyor ve o hakikatleri itikada tabi kılıyor.

Anberî´nin bu görüşü, Cahızınkinin hilafına, Şer´ bu yönde varid olsaydı bile imkansız olurdu. Zaten, Anberinin mutezilt kardeşleri bile bu görüşü çirkin bulup inkar etmişler ve ´O, bu sözüyle rü´yet, fillerin yaratılması, halku´l-Kur´an ve ira-detu´l-kainat gibi küfrü gerektirmeyen kelami meselelerde müslümanlar arasındaki ihtilafı kastetmiştir´ diyerek tevil etmeye çalışmışlardır. Bu meselelerde küfür lazım gelmez. Çünkü bu konulardaki ayetler ve hadisler müteşabih; şer´in delilleri müteanzdır. Her fırka, kendince Allahın kelamına, Resulünün kelamına daha uygun gördüğü, Allahın azametine ve dininin sebatına daha layık gördüğü görüşü benimsemiştir. Bu itibarla onlar musîb ve mazurdurlar.

Biz deriz ki:

Onların musîb olduklarını İddia etmek aklen imkansızdır. Çünkü bunlar zatî işler olup, teklifin aksine, izafetle (kişiden kişiye) değişmez. Kur´an´ın hem kadim, hem yaratılmış olması mümkün değildir. Bunlardan sadece birisi mümkündür. Yine rü´yetin hem mümkün hem imkansız olması da mümkün değildir. Yine masiyetlerin hem Allahın iradesiyle hem de O´nun iradesi dışında cereyan etmesi de mümkün değildir. Yine, helal ve haramın aksine, Kur´an´ın Zeyd hakkında mahluk, Amr hakkında kadim olması mümkün değildir. (Yani bir şey bir kişi hakkında haram diğeri hakkında helal olabilir). Çünkü, bu (helallik ve haramlık) zatların vasıflarına raci değildir.

Eğer (Anberi!), musîbin tek olduğunu fakat hata edenin günahkar olmayıp mazur olduğunu kastediyorsa, bu aklen muhal olmamakla birlikte Şer´İn delili ve selefin, feraiz ve fıkhın füruunda ihtilaf edenlere şiddet göstermedikleri halde, bid´atçileri kınama, onlarla ilişkiyi kesip terketme ve onlara şiddetli karşı çıkma hususundaki ittifakı İle batıldır. Bu Şer´ itibariyle kat´î bir delildir. Bunun (bu delilin) gerçekliği şudur: Bir şeyi, olduğunun aksine düşünmek (itikad), bilmemektir (cehl). Allahı bilmemek ise haramdır; kınanmıştır. Allahı görmenin caiz oluşunu, Allahın sıfatlarından biri olan kelam sıfatını, Allahın masiyetler de dahil herşeyi irade ettiğini ve Allahın kudretinin bütün hadiselere taalluk ettiğini bil-[II, 361] memek ise Allahı bilmemek ve O´nun dinini bilmemek anlamına gelir, ve haram olması gerekir. Gerçeğin bizatihi tek ve muayyen olduğu her durumda, iki kişiden biri bir şeyi olduğunun aksine bilmiş (itikat) olur ve dolayısıyla cahil olur.

Denirse ki:


Bu durumun, fıkhî meseleleri ve komutan evde olmadığı halde onu evde zannetmek ve Mekke ve Medine arasındaki mesafeyi olduğundan az veya çok zannetmek gibi dünyevi meseleleri bilememe durumunda söz konusu olmayacağı öne sürülünce bu iddia geçersiz olur.

Cevap:

Fıkhı konularda cehalet tasavvur olunamaz. Çünkü ftkhî konularda muayyen bir gerçek yoktur. Dünyevi meselelere gelince, zaten bunların bilinmesinde sevap, bilinmemesinde ise ıkab yoktur. Allanın bilinmesi meselesinde ise, bilmekte sevap, bilmemekte ıkab vardır. Bu husustaki dayanak ise akıl delili değil icmâ´dır. Aksi takdirde, akıl delili, Allahm sıfatlarını ve fiilerini bilmeyenler bir yana, Allahı bilmeyenlerden bile günahın düşmesini imkansız kılmaz.

Denirse ki:


Kişi, bilmeye muktedir olduğu ve hakkında delilin ortaya çıktığı hususlardaki bilmezliği (cehl) sebebiyle günahkar olur. Bu meselelerde deliller oldukça kapalı ve şüpheler müteanzdır.

Cevap:

Alemin hudusu, peygamberliklerin isbatı ve mucizenin sihirden ayırd edilmesi gibi meselelerde durum böyledir. Bu hususlardaki deliller de kapalıdır. Ne var ki bu kapalılık, şüpheyi delilden ayıramayacak ölçüye ulaşmamıştır. Bize göre yukarıdaki mesele hakkında da aynı şekilde gerçeğe delalet eden kesin deliller vardır. Şayet hakkında hiç bir delil bulunmayan bir mesele tasavvur olunabilsey-di, biz de o meselede insanların mükellef olmadıklarını kabul ederdik.

Mesele: (Bişr el-Merîsî´nin ictihadda hata-isabet konusundaki görüşü)

Bişr el-Merîsî, füru konularında ictihad eden kişilerden de günahın düşürülmüş olmadığı, bu konularda da kendisine delalet eden bir delilin bulunduğu muayyen bir gerçeğin var olduğu görüşünü benimsemiştir. Buna göre, tıpkı aklî meselelerde olduğu gibi fıkhî meselelerde hata eden de günahkar olur. Şu kadar ki, bu hususta hataya düşenler, ilahiyat ve nübüvvet meselelerinde hataya düşenler gibi tekfir olunmaz; belki, rüyet, halku´l-Kur´an gibi meselelerde hata edenler gibi fasık sayılabilirler. Bu hususlarda hata edenlerin, tıpkı fıkhiyyat da olduğu gibi yalnızca günahkar oldukları da söylenebilir. Bişr´in bu görüşüne, kıyası benimseyenlerden tbn Uleyye ve Ebu Bekr Esamm ile, kıyas inkarcılarının tamamı, ki tmamiyye de bunlara dahildir, katılmışlardır. Bunlar, hükümler hususunda zanna yer olmadığını fakat aklın, kesin sem´î delilin istisna ettiği hususlar hariç, aslî nefy ile hükmedeceğini söylemişlerdir. Kesin sem´î delilin isbat ettiği hüküm, kesin delille sabit olmuş, sem´î delilin isbat etmediği ise kesinlikle aslî nefy üzere kalmış olup zanna yer yoktur. Bu yaklaşım tarzı, kıyas ve haber-i vahidi inkar etmeleri sebebiyle onlar açısından tutarlı sayılabilir. Belki de onlar, umum ve muhtemel zahir ile ameli de bu görüşün kendileri açısından tutarlı olabilmesi için inkar etmişlerdir.

Onların bu sözleri musîbin tek olduğunu benimseyenleri bağlar ve onların, karşıt görüşlü kişilere fetva sormayı da yasaklamaları gerekir. Bağdad mutezilesinden birisi, bu kıyası tamamlamak için kendi aklınca ammînin de araştırma yapması ve delil araması gerektiğini söylemiştir. Bazıları ise, mukallid ister isabet etsin isterse hata etsin alimi taklit eder demişlerdir. Bu görüşün tutarsızlığını şu iki delil göstermektedir.

Birinci delil:

[II, 362] Müctehidlerin tasvibi konusunda zikredeceğimiz gibi, bu meseleler hakkında kesin delil yoktur ve bu meselelerde muayyen bir gerçek de yoktur. Zannî deliller, bizatihi delalet etmez ve izafetle değişir. Hakkında kesin bir delil bulunmayan bir meselede miictehidi isabet etmekle mükellef tutmak teküfi malayutak´tır. Icab batıl olursa, günaha nisbet etme de batıl olur. (Yani doğruyu tutturma vacip olmazsa, tutturamaması halinde günaha nisbet durumu da batı! olur). Kesin delilin olmayışı teklifin olmayışını sonuçlar. Teklifin olmayışı da günahın olmayışını sonuçlar. Bu yüzden bazen, -tasvib meselesinde istidlal edildiği gibi- günahın olmayışından hareketle teklifin olmadığına istidlal edilebilir. Bu meselede ise teklifin olmayışından hareketle günahın olmadığına istidlal edilmektedir. Tıpkı, netice veren şey neticeye delalet ettiği gibi, netice de, netice verene delalet eder.

ikinci delil: Sahabe icmâ´ı

Dede ve kardeşin mirasçılığı, avl meselesi, haram meselesi ve gerek miras gerekse bunun dışında ihtilaf konusu olan diğer meşelerde farklı görüş sahiplerine tepki gösterilmeyeceği hususunda sahabenin icmâ´ı vardır. Sahabe, birbirleriyle müşavere ediyor, ihtilaf ederek dağılıyorlar, birbirlerine itiraz etmiyorlar, birbirlerini, halka fetva vermekten men etmedikleri gibi, halkı da onları taküd etmekten men etmiyorlardı. Yine, birbirlerinin, kendi içtihadına göre hüküm vermesine karışmıyorlardı. Bu husus, kuşku götürmez biçimde tevatürle sabittir. Halbuki sahabe, diğer yandan, haricileri, zekat vermekten kaçınanları, Kureyş dışından devlet başkanı (imam) nasbedenîeri ya da iki devlet başkanını aynı anda nasbedenleri sert bir biçimde eleştiriyorlardı (tahtie). Hatta, şayet birisi, namazın, orucun vacipliğini; zina ve hırsızlığın haramhğını inkar edecek olsaydı, bu noktada da, aşın duyarlık gösterip, şiddetle karşı çıkar ve bunun günah olduğunu söylerlerdi; çünkü bu konularda kesin deliller vardır, tşte, içtihadı konular da şayet böyle olmuş olsaydı, sahabe bu konularda da duyarlık göstererek buna karşı çıkar ve günahlığım belirtirdi.

Denirse ki:

Belki de sahabe, İctihâdî konularda, birbirlerini suçlamış, fakat bu suçlamalar bize nakledilmemiştir veya ictihâdî konularda karşıdakinin günaha düştüğü kanaatinde olmakla birlikte, fitne ve kargaşa çıkmasın diye bunu açığa vurmamışlardır.

Deriz ki:

O kadar çok olay olmuş ve o kadar çok ihtilaf etmişlerdir ki, sahabenin tüm bu konularda birbirlerini günaha düşmekle suçlayıp da bu suçlamaların silinip gitmesi adeten imkansızdır; tam tersine, şayet böyle bir suçlama vuku bulmuş olsaydı, bunun nakledilmesi için yeterince sebep vardı. Nitekim zekat vermekten kaçınanlara ve mesken masuniyetini ihlal edenlere gösterilen sert tepki, yine Ali ve Osman´ın tekfir edilmesi konusunda Haricîlere gösterilen sert tepki ve Osma-nın katillerine gösterilen sert tepki nakledilmiştir. Şayet bu gibi şeylerin silinip gitmesi mümkün görülürse, bu takdirde, sahabenin birbirlerinin hükümlerini nakzettiklerini, onların ictihâdî konularda birbirleriyle savaştıklarını, halkı muhalif görüşte olanları ya da alimleri taklid etmekten men ettiklerini veya halka araştırma/incelemeyi ya da masum bir imama ittiba etmeyi vacip kıldıklarını iddia etmek de mümkün olur. Halbuki, bir çok konuda ihtilaf etmelerine rağmen, sahabenin birbirlerini tazim ettikleri tevatüren nakledilmiştir. Zira onların, birbirlerine saygı göstermeleri, müctehidin kendi içtihadıyla amel etmesini kabullenmeleri ve ona ilişmemeleri, zamanımızda alimlerimizin birbirlerine gösterdikleri saygı, kabullenme ve mücameleden daha büyüktür. Şayet sahabe, görüş ayrılığı yüzünden birdiğerinin masiyet ve günah işlemiş olduğu kanaatinde olsaydı, birbirlerini terkedip, ilişkileri keserlerdi ve mücamele ortadan kalkar ve saygı ve tazim im­kansızlaşırdı.

Sahabenin, fitne çıkar endişesiyle birbirlerini suçlamaktan kaçınmış olabilecekleri varsayımı da imkansızdır. Çünkü onlar, şayet buna kanaat getirmiş olsalardı, bu hususta onları hiçbir kınama korkutmazdı ve fitne ve savaş endişesi onları engellemezdi. Kaldı ki, zekat vermekten kaçınanlarla savaş meselesinde, Ali, Osman ve Hâriciler vakasında olan olmuştur. Dolayısıyla bu varsayım, tamamen gerçek dışı ve imkansızdır.

Denirse ki:

Aslında sahabenin birbirlerini günaha düşmekle suçlamaları ve birbirlerine karşı çıkmaları hiç nakledilmemiş de değildir. Msl. İbn Abbâs, ´Zeyd b. Sabit Allah´tan kormaz mı! oğulun oğlunu oğul hükmünde tutuyor da, babanın babasını [II, 363] baba hükmünde tutmuyor´ demiş, yine ´Dileyenle tartışırım (lanetleşirim) ki Allah malda yarım ve üçteiki kılmamıştır´ demiştir. Aişe, ´Zeyd b Erkam´a haber verin ki; eğer tevbe etmezse, Resulü İlah ile birlikte yaptığı cihadı boşa çıkarmış olur´ demiştir.

Deriz ki:

Bir kere, sahabenin birbirlerini tazim edip, saygı gösterdikleri ve her müctehidin kendi içtihadıyla hüküm ve fetva vermesini ve sıradan her bir insanın da dilediği birini taklid edebileceğini kabullenmeleri yönündeki haberler, kuşku götürmeyecek biçimde tevatürle sabittir; bu haberlerin karşısına, güvenilirliği olmayan ahad haberlerle çıkılamaz. Diğer yandan, muhalif görüşte olanın, kesin bir delile muhalefet ettiğini zanneden kişi de, elbette buna karşı çıkacak ve günaha düşmekle suçlayacaktır. Önünüze sürülen bu birkaç mesele, bu görüş sahiplerince delilleri kesin zannedilen meselelerdir; tbn Abbas, hesabın kesin olduğunu dolayısıyla malda yarım ve üçteiki olamayacağını zannetmiş; yine Aişe zerianın Önünü almanın (haram veya yasak bir şeye götürebilecek yolun kapatılmasının) kesin olduğunu zannetmiş ve lyne meselesine karşı çıkmıştır. Bunlar bu zanlannda hataya düşmüşlerdir; bu meşeler de zannîdir ve sahabenin bu gibi meşelerde yanlış yapmaktan korunmuş olmaları (ismet) vacip değildir. Ancak, tüm sahabenin, muhalifleri tazim etme ve onlara karşı çıkmama sebebiyle isyana düşmekten masum olmaları ise vaciptir.[12]



2. İctihad, Tasvîb Ve Tahtie


Bu konularda alimler görüş ayrılığına düştükleri gibi, Şâfî ve Ebû Hanîfe´nin bu konudaki görüşüne ilişkin değişik rivayetler vardır. Genel hatlarıyla özetlemek gerekirse; kimi alimler, zannî konularda her müctehidin musîb olduğunu, kimileri de musîbin tek olduğunu ileri sürmüşlerdir. Her iki gruptaki alimler de, hakkında nass bulunmayan olayda, Allah´a ait olup, müctehidin amacı olan muayyen bir hüküm bulunup bulunmadığında ihtilaf etmişlerdir. Tasvipçi grubun (Musavvibe) muhakkik alimleri, hakkında nass bulunmayan olayda, zann yoluyla elde edilecek (matlup) bir hükmün olmadığını; tersine hükmün zanna tabi olacağını ve her müctehid açısından Allah´ın hükmünün, müctehidin zannına galip gelen şey olduğunu ileri sürmüşlerdir. Tercihe şayan olan görüş budur ve Kadı da bu görüştedir. Musavvibe grubundan kimi alimler de, hakkında nass bulunmayan olaya ilişkin muayyen bir hüküm bulunduğunu ve talebin buna yönelik olduğunu; zira, talebin, bir matlubu olması gerektiğini; şu kadar ki, müctehidin bu hükmü tutturmakla mükellef bulunmadığını söylemişlerdir. Bunun içindir ki, müctehid, tutturmakla mükellef olmadığı bu muayyen hükümde hata etse bile, musîb olmaktadır; bu müctehid musîbdir, yani mükellef tutulduğu şeyi yerine getirmiş ve üzerine düşeni yapmıştır.

Musîb tektir diyenler ise, hakkında nass bulunmayan meselede Allah Teala-nın muayyen bir hükmü olduğunda ittifak etmişler; fakat, bu hükme delalet eden bir delil bulunup bulunmadığında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Kimileri, bu yönde bîr delil bulunmadığını ileri sürmüş ve bu muayyen hükmün, tıpkı arayanın tesadüfen bulacağı bir gömü (define) gibi olduğunu ileri sürmüşlerdir, tşte bu hükmü tesadüfen bulan kişi iki ecir alır; bulamayan İse, gayreti ve talebi sebebiyle tek ecir alır. Bu hükme delalet eden bir delil bulunduğunu ileri sürenler de, bu delilin kesin mi yoksa zannî mi olduğunda ayrılmışlardır. Kimileri, bu delilin kesin olduğunu; fakat, bunun kapalılığı ve gizliliği nedeniyle, hata eden kişiden günahın kaldırıldığını söylemişlerdir. Bişr el-Merîsî, kesin delil bulunduğu noktasından itibaren kıyası devam ettirmiş ve eğer delil kesin ise, hata eden (muayyen hükmü tutturamayan) kişinin, tıpkı diğer katiyyat hususunda olduğu gibi, günahkar olacağım söylemiştir. Aslında bu yaklaşım, musîbin tek olduğunu İddia eden- [n, 364] lerin mezhebinin kıyasına tam vefa göstermektir.

Bu yöndeki delilin zannî olduğunu İleri sürenler de, bu defa, müctehidin kesin olarak bunu tutturmakla emrolunup emrolunmadtğında ihtilaf etmişlerdir. Kimileri, delilin kapalılığı ve gizliliği nedeniyle, müctehidin bunu tutturmakla mükellef olmadığını; bu sebeple de mazur ve me´cur olduğunu İleri sürmüş; kimileri de, müctehidin bunu aramakla emrolunduğunu; hata etmesi durumunda ise me´cur olmayıp, kendisinden günahın kaldırıldığını ileri sürmüşlerdir.

tctihadda hata ve isabet konusundaki görüşler genel hatlarıyla bunlardır. Bizce tercihe şayan olan görüş ise-ki biz bunu kesin görüyoruz ve aksi görüşteki-lerin hatalı olduklarını söylüyoruz- şudur; zannî konularda her müctehid musîbdir ve bu konularda Allanın muayyen bir hükmü yoktur. Şimdi bu görüşümüzü, sözün iki tarafından alarak, açık ve anlaşılır hale getirelim.

Birinci taraf:

Bir mesele düşünelim ki, bu mesele hakkında Şâri´in bir nassı bulunsun ve müctehid bunda hata etsin.

Bu durumda biz deriz ki: Önce bakarız; eğer bu nass, usulüne uygun olarak aradığı takdirde, müctehidin ulaşabileceği bir nass ise ve müctehid kusurlu davranmış ve aramamışsa, bu takdirde müctehid hatalıdır ve kusuru sebebiyle günahkar olmuştur. Çünkü müctehid güç yetirebileceği bir arama ile mükellef tutulmuş ve bu talebi yapmamış, dolayısıyla da, isyan etmiş, günahkar olmuş ve Alla-hın, kendisi hakkındaki hükmünde hata etmiştir. Ancak, kendisinden kaynaklanan bir kusur sebebiyle değil de, mesafenin uzaklığı ve nassı ulaştıracak olan kişinin gecikmesi gibi engeller yüzünden nass kendisine ulaşmamışsa, ki zaten kendisine ulaşmazdan evvel nass kendi hakkında bir hüküm değildir, bu kişinin hatalı olarak adlandırılması mecaz kabil indendir; yani bu kişi, şayet kendisine ulaşmış olsaydı, kendisi hakkında hüküm olacak olan şeyin (nass) ulaşmasında hatalıdır; fakat, bu nass, kendisine ulaşmadan önce, kendisi hakkında hüküm değildir, dolayısıyla bu kişi gerçekten hatalı değildir. Örneklemek gerekirse; şayet Hz. Peygamber, Allahtn Cibril´e, vahyi Muhammed´e (s) götürmesini ve kıblenin değiştiğini haber vermesini emrettikten sonra, Beyt-i Makdis´e yönelerek namaz kılıyor olsa, Hz. Peygamber bu durumda hatalı olmaz; çünkü, Ka´be´ye yönelme emri henüz kendisine ulaşmış değildir, dolayısıyla Hz. Peygamber bu namaz hususunda hatalı değildir. Şayet Cibril bu vahyi, Küba mesc id indeki ler Beyt-i Makdis´e yönelerek namaz kıldıkları sırada, Hz. Peygambere getirip, kıblenin değişti­ğini haber verse ve Hz. Peygamber bunu doğrudan kendisi veya bir haberci vası­tasıyla onlara duyurmasa, Küba mescidindekiler hatalı olmazlar; zira bu, kendilerine ulaşmadan önce kendileri hakkında hüküm değildir. Şayet Hz. Peygamber bunu Ebu Bekr ve Ömer´e duyursa ve bu esnada Mekkeliler Beyt-i Makdis´e doğru namaz kılıyor olsalar, Mekkeliler hatalı olmazlar; çünkü onlar kusurlu değildirler.

Aynı şekilde, Ibn Ömer´den nakledilen ´Rafı´ b. Hadîc bize Hz. Peygamberin muhâbere´yi yasakladığını rivayet edinceye kadar kırk sene muhabere yaptık1 sözü de böyledir. Kendilerine ulaşmazdan Önce bu, onlar için bir hata değildir; çünkü ya bu süre zarfında ravi orada değilmiştir ya da rivayette kusurlu davranmıştır. Hakkında nass bulunan meselenin hükmünün böyle olduğu sabit olursa, artık, hakkında nass bulunmayan meselede hata nasıl tasavvur olunabilir!

Denirse ki:

Siz meseleyi, mansus hükme delalet eden bir delilin bulunmadığını varsayarak ele alıyorsunuz. Biz ise, bu yönde bir delil varsa ve bu delili aramak ona vacip olmuş ve bu delili bulamamış İse, bu durumda onu hatalı görüyoruz.

Deriz ki:

Bu yönde kesin ya da zannî bir delil vardır. Eğer bu delil kesin ise ve gücü dahilinde olmasına rağmen bu delili bulamamışsa, bu kişi günahkar ve âsîdir ve bu kişiyi günaha nisbet etmek gerekir; günaha nisbet etmenin vacip olduğu yerlerde hataya nisbet etmek de vaciptir; mesele ister fıkhî ister usulî isterse kelamı [II, 365] olsun. Biz ise, burada, hakkında kesin delil bulunmayan meselelerden bahsediyoruz. Şayet böyle bir delil var olsaydı, bunu bulan sahabiler diğerlerini uyarırlardı ve onlara sert tepki gösterirlerdi. Nitekim bu gibi meseleler hakkındaki kesin delil, sarih nass veya kesin bir biçimde mansus anlamında olup, bunda şekk söz konusu olmaz ve buna dikkat çekmek kolaydır. Yoksa onlar, bütün olarak sahabenin bu delili gözden kaçırdıklarını ve icmâ ehlinin hata ettiğini mi ya da birkısmi bunu bilip de gizlediğini mi ya da bunu açıkladığı halde diğerlerinin anlamadığını mı ya da diğerleri bunu anlayıp da gerçek karşısında direttiklerini ve nassa ve nass hükmünde olan şeye muhalefet ettiklerini mi söylüyorlar! Bu ihtimallerin hepsi de kesinlikle batıldır. Hakkında nass bulunmayan fıkhî meseleler üzerinde düşünen kişi, bu meselelerde kesin delil bulunmadığını zorunlu olarak bilir. Delil bulunmadığına göre, kesin delil olmadığı halde isabet etmekle mükellef tutmak imkansızla mükellef tutmak olur. Teklif yoksa, hata da yoktur.

Denirse ki:

Bu konuda ittifakla zannî delil vardır; bu zannî delili yakalayamayan kişi hata etmiştir.

Deriz ki:

Zannî emareler bizatihi delil olmayıp, kişiden kişiye değişir. Öyle deliller vardır ki, Zeyd için zann ifade eder de, bu delili iyice kavramış olmasına rağmen Amr için zann ifade etmeyebilir. Yine aynı delil, bir kişi için, bir olayda zann ifade eder, başka bir olayda zann ifade etmeyebilir. Hatta bir şahıs için bir durumda bir meselede, şayet tek tek ele alınacak olsalardı her biri zann ifade iki müteanz delil kaim olabilir; kesin meselelerde ise tearuz tasavvur olunamaz. Bu yaklaşımı biraz açacak olursak şunlar söylenebilir: Ebu Bekr maaş (ata) dağıtımı konusunda eşitliği (tesviye) savunuyordu; zira Ebu Bekr, ´Dünya bir yetinmedir; kaldı ki insanlar, Allah için çalışmışlardır ve ecirlerini vermek Allah´a düşer´ demekteydi. Ömer ise, iyi (fadıl) ile daha iyinin (efdal) eşit tutulamayacağı görüşündeydi ve bu yüzden maaş dağılımını buna göre yapmıştı. Ömer´e göre bu dağıtım şekli, insanları faziletleri aramaya teşvik edecektir. Öte yandan müslümanhk (İslam) her ne kadar asıl itibariyle Allah için ise de, yine de hak sahipliğini (istihkak) gerektirir. İşte bu meselede, Ebu Bekr´in görüş ve yaklaşımını Ömer anlamış, fakat bu yaklaşım Ömer için zann-ı galip ifade etmemiştir; aynı şekilde Ömer´in görüşünü de Ebu Bekr anlamış; bu görüş de onun için zann-ı galip ifade etmemiş ve bu görüş kalbine yatmamıştır. İşte bu yaklaşım farklılığı Ebu Bekr ve Ömer´in durumlarının farklılığından kaynaklanmıştır. Kuşkusuz, Allah rızasını ön plana çıkarma ve özellikle öte dünyaya yönelik düşünme noktasında karakter yapısı Ebu Bekr gibi olanlar, Ebu Bekr gibi; siyaseti, maslahatlara riayeti ve iyi şeylere (hayır) teşviki ön plana çıkarma noktasında karakter yapısı Ömer gibi olanlar da Ömer gibi düşüneceklerdir, birbirlerinin hareket noktalarını ve yaklaşımlarım kavramalarına rağmen. Durumların, huyların ve ilgi alanlarının farklı olması, zannlann da farklı olmasını gerektirir; kelam ilmiyle haşir neşir olanların karakteri, zannını harekete geçiren öyle çeşit çeşit delillere yatkınlık gösterir ki fıkıh ile haşir neşir olanların karakterine bu deliler hiç uygun düşmez. Bunun İçindir ki vaaz ve nasihat ile çok meşgul olanlar, bu türden söz etmeye meylederler. Huyların farklılığı da zanmn farklılığında etkendir; sinirli (gazap) yapıda olanların nefisleri [II, 366], özellikle, intikam ve ataklık taşıyan şeylere meyleder; yumuşak huylu ve ince kalpli olanlar ise, bundan kaçar ve yumuşaklık ve kolaylık bulunan şeylere yönelirler. Emareler, tıpkı mıknatıs taşı gibidir; nasıl ki mıknatıs taşı, bakın değil de demiri hareket ettiriyorsa emareler de, kendilerine uygun tabiatları harekete geçirirler. Akıl delili ise böyle değildir; çünkü akıl delili, bizzat gerektiricidir. Medâriku´f-ukûl kısmında zikrettiğimiz birinci şekle göre, iki öncülü kabul etmek, zorunlu olarak neticeyi tasdik etmeyi gerektirir. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, zannî konularda alettahkik delil yoktur; delil olarak adlandırılan şeyler ise mecaz kabilinden ve nefsin yönelimine izafetledir. Öyleyse, bu meselede yanlışlığın esası, fakihlerin zannî dellilere, bunları sübjektif değil, bizzat (objektif) delil zannedecek derecede bir ağırlık vermeleridir; bu tamamen yanlıştır ve bunun ba-tıllığını kesin burhanlar göstermektedir.

Denirse ki:

Siz ´Bu konuda kesin deliller vardır; hata edenlerin günahkar olmaması İse, bu delilin gizliliği yüzündendir´ diyenlere niçin karşı çıkıyorsunuz?

Deriz ki:

Şey, güç yetirilmesi imkansız, kolaylıkla güç yetirilebilen ve zorlukla güç yetirilebilen olmak üzere öç kısma ayrılır;

a) Muayyen gerçeği bilmek, güç yetirilmesi imkansız bir şey olup, bununla mükellef tutmak da imkansızdır.

b) Kolaylıkla güç yetirilebilen şeyi terkeden kişinin ise, kesinlikle günah işlemiş olması gerekir; çünkü bu kişi, emrolunduğu halde, güç yetirebileceği şeyi terketmiştir.

c)  Zorlukla güç yetirilebilen şeye gelince; bu zorluk, -msl. seferde namazın tamamlanması gibi-, ya ruhsat için ve teklifin kaldırılması için bir sebep olur ya da zorluğa rağmen teklif aynen devam eder. Eğer teklif, zorluğa rağmen aynen devam ediyorsa, ve kişi güç yetirebildiği halde bunu terketmişse, günahkar olur. Msl. sayıca çokluklarına rağmen kafirlerle savaşta sebat etmek böyledir. Bu gerçekten çetin bir iştir; fakat, kişi bunu terkettiği zaman günahkar olur; çünkü, teklif bu zorlukla birlikte devam etmektedir


Konu Başlığı: Ynt: Müçtehid
Gönderen: Mehmed. üzerinde 01 Aralık 2018, 12:25:54
Esselamu aleyküm Rabbim paylaşım için razı olsun Rabbim bizlerin ilmini artırsın


Konu Başlığı: Ynt: Müçtehid
Gönderen: Ceren üzerinde 01 Aralık 2018, 16:08:01
Esselamu aleykum. Rabbim razı olsun paylasimdan kardeşim. ..


Konu Başlığı: Ynt: Müçtehid
Gönderen: ilim dünyası dergisi üzerinde 02 Aralık 2018, 00:39:46
“İnsan ölünce, şu üçü dışında bütün amellerinin sevabı kesilir: Sadaka-i câriye, kendisinden istifade edilen ilim, arkasından dua eden hayırlı evlat.” (Müslim, Vasiyyet 14.) Sizlerde bu güzel bilgiler sayesınde hayrlı sadakaya-ı cariyer vermiş oldunuz. Rabbim razı olsun . Bütün hayırlı amellerinizin karşılığını görmeniz duasıyla...


Konu Başlığı: Ynt: Müçtehid
Gönderen: Esila Esma üzerinde 05 Nisan 2019, 04:10:17
içtihat çok zorlu bir iştir sorumluluk ve çaba gerektirir bu ilim ile uğraşanlar müçtehidlerdir rabbim onlardan razı olsun garet ve çabaları sayesinde ilimler günümze ulaşmıştır. Dua ile..