> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Usulü Fıkıh Eserleri > İslam Hukuku - İmam Gazali > Lafızların Makulünden Hüküm Çıkarma
Sayfa: [1] 2   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Lafızların Makulünden Hüküm Çıkarma  (Okunma Sayısı 3171 defa)
07 Nisan 2010, 11:46:00
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 07 Nisan 2010, 11:46:00 »



Lafızların Ma´kulünden Hüküm Çıkarma

Hükmün Menatımn Tenkîhi / Ayıklanması (Tenkîhu´l-Menât)
Hükmün Menâtımn Çıkarılması (Tahric Ve İstinbatı)
A. İnkarcılarına Karşı Kıyasın Isbatı
Kıyas İle Amelî Aklen İmkansız Gören Grup
Sahabenin Rey Ve İctihad İle Hüküm Verme Konusundaki İcmâ´ı
Kur´an´dan Dayanaklar
Sünnetten Dayanaklar
Kıyas İnkarcılarının Manevî/ Aklî Gerekçeleri
B. İlleti Ortaya Koyma / Isbat Metodu.
C. Kıyasu´ş-Şebeh
1. Kıyasu´ş-Şebeh´in Mahiyeti, Örnekleri, Hakkındaki Görüşler Ve Sıh Hatinin Delili
A. Kıyasu´ş-Şebeh´în Mahiyeti/Hakikati
B. Kıyasu´ş-Şebeh´in Örnekleri
C. Kıyasu´ş-Şebeh´in Sıhhatine Delil İkamesi
2. Bu Kıyasların Mertebe Bakımından Yukarıdan Aşağıya Sıralanması
3. Şebeh Olmadığı Halde Öyle Zannedilen Şeyler
D. Kıyasın Rükünleri Ve Rüknün Şartları
L.Asıl (El-Asl)
2. Fer´
3. Hüküm
4. İllet
Tamamlayıcı Bilgi / Hatime



III. LAFIZLARDAN VE LAFIZLARIN MA´KULÜNDEN KIYAS YOLUYLA HÜKÜM ÇIKARMA


Bu başlık altında ikt mukaddime ile dört konu ele alınacaktır. Birinci konu: İnkarcılarına karşı kıyas aslının isbatı, İkinci konu: illeti isbat yolu, Üçüncü konu: Kıyâsu´ş-Şcbeh

Dördüncü konu: Kıyasın rükünleri (asi, fer´, illet ve hüküm) ve bu rükünlerin şarttan

Birinci mukaddime: Kıyasın Tanımı

Kıyas, aralarında bulunan, bir hükmün veya vasfın isbat ya da nefyİni içeren birleştirici/ortak bir özellik (cami´) sebebiyle, bir hükmü her ikisine de vermek (isbat) ya da vermemek (nefy) amacıyla, bilineni bilinene hamletmektir.

Bu birleştirici/ortak özellik, hükümde birliği gerektiriyorsa yapılan hamletme işlemi, sahih bir kıyas; hükümde birliği gerektirmiyorsa yapılan işlem fasid bir kıyas olur. Sözlük anlamı itibariyle ise kıyas, hem sahih kıyası hem de fasid kı­yası içine alır.

Her kıyasta bir fer´, bir asıl, bir İllet ve bir hiiküm´ün bulunması gerekir. Var olmak, fer ve aslın şartlarından olmayıp, bazen, nefy (yokluk) ile nefye istid­lal edilebilir. Bunun içindir ki biz tanımda, ´bir şeyi bir şeye hamletmek´ deme­yip, şey lafzı yerine ´bilinen (ma´lûm)´ lafzını koyduk. Çünkü bize göre ´yok´, şey değildir. Yine tanımda, ´fer´i asla hamletmek1 demedik; çünkü; her ne kadar basit bir teville bu ismin, kendisi için de kullanılması yadırganacak bir durum değilse [II, 229] de, bu lafız yok´u (ma´dum) içine almayabilir. Hükmün, yokluğu bildirmesi (nefy) mümkün olduğu gibi varlığı bildirmesi (isbat) de mümkündür. Nefy; taz­min ve mükellefiyetin olmayışı gibi durumlardır. Bu yokluğun, illet olması da mümkündür. Bunun için biz bunların hepsini tanıma dere ettik. Bu tanımın doğ­ruluğunun delili, bu tanımın muttarid ve mün´akis olmasıdır.

Kıyasın, ´doğruya ulaştıran delil´ veya ´düşünme/inceleme (nazar) yoluyla malum hakkında vaki olan bilgi" ya da ´görülmeyeni görülene (ğâibi şahide) irca etmek´ şeklinde tanımlanmasına gelince; bu tanımlamaların bir kısmı kıyastan daha genel, bir kısmı ise daha Özeldir. Bu tanımların tutarsızlığını göstermek için sözü uzatmaya gerek yoktur.

Filozofların, kıyas ismini, kendisinden bir netice çıkan iki öncülün terkibi İÇİn kullanmaları ise daha da uzaktır. Msl. ´Her sarhoş edici haramdır, Her nebîz sarhoş edicidir, ve bundan her nebtzin haram olduğu sonucu çıkar´ demek böyle­dir. Biz bu iki öncülden bu sonucun çıkacağını inkar etmiyoruz. Fakat kıyas biri diğerine bir nevi müsavat (bir açıdan eşitlik) sebebiyle izafe edilen / bağlantıla-nan iki durumun varlığını gerektirir. Nitekim araplar, ´Falan kişi, filancaya akıl ve neseb bakımından kıyaslanamaz´ ve yine ´falan kişi, filancaya kıyaslanabilir´ demektedirler. Bu kıyaslama, iki şey arasındaki izafi bir anlamdan İbarettir.

Bazı fakihler de, kıyasın içti had demek olduğunu söylemişlerdir ki, bu da yanlıştır. Çünkü ictihad kıyastan daha geneldir. Nitekim ictihad, bazen kıyasın haricinde, genel lafızlar (umumat), lafızların İncelikleri ve diğer delalet yollan üzerinde düşünmek yoluyla olabilir. Üstelik ictihad, fakihlerin kullanımında, yal­nızca, hükmü talep hususunda müctehidin olanca gücünü harcamasını ifade eder ve yalnızca, kendini zorlayan ve çaba sarfeden kişi hakkında kullanılır. Bu İtibar­la bir hardal tanesini taşıyan için "İctihad etti" (çaba ve güç harcadı, zorlanarak taşıdı) denilmez, ictihad, özel anlamda kıyası ifade etmeyip, aksine sadece, kıyas durumu demek olan çabayı ifade eder.

İkinci mukaddime: İlletler hakkındaki içtihadın alanı rjj 230]

Biz şer´î konularda (şeriyyât) illet sözcüğü ile hükmün menâtını / dayanağını yani, Şer´in, hükmü kendisine izafe edip bağladığı ve hükme alamet olarak dikti­ği şeyi kastediyoruz.

illet hakkındaki ictihad, ya ´hükmün menâtını tahkik (tahkîku´l-menât)´, ya ´hükmün menâtını tenkîh (tenkîhui-menât)´ ya da ´hükmün menâtını tahric ve is-tinbat (tahricu´l-menât)´ hususunda olur.

Tahkîku´l-menât içtihadı: (Hükmün bağlandığı şeyin mahiyetinin tesbiti amacıyla yapılan ictihad)

Tahkîku´l-menâtın caiz olduğunda ümmet arasında ihtilaf yoktur.

Bunun örneği; Sâri1 (Hz. Peygamber), ilk devlet başkanını (İmâm) nass yo­luyla belirlemeye (tayin) muktedir iken, devlet başkanının ictihad yoluyla belir­lenmesidir. Valilerin ve kadıların tayini de bunun gibidir.

Aynı şekilde kendileri için miktar öngörülen şeylerin (mukadderat) takdiri, yakınların nafakasında ´yeterli miktar´ın (kifayet) takdiri, telef edilen şeylerin (mütlefât) kıymetlerinde telef edilene denk bir şeyin (misi) vacip kılınması, cina­yetlerin diyetleri (erş), avlanma cezasında misl´İn talep edilmesi de böyledir.

Yakının nafakası hususunda hükmün menâtı, kifâyet´tir (yetecek miktar). Yakınlara yetecek miktarda nafaka verilmesi gerektiği nass ile bilinmekte, fakat, her hangi bir ölçeğin (msl. bir ntl´ın), nafaka verilecek kişiye yetip yetmeyeceği İctihad ve tahmin yoluyla anlaştlabilmektedir. Bu ictihad, iki asıl ile tam ve dü­zenli olur: Birincisi, kifayet´in gerekliliği, İkincisi de, şu kadar ölçek yiyeceğin kifayet miktarı olduğudur. Bu iki asıldan, yakına verilmesi gereken nafakanın şu kadar ölçek olduğu sonucu çıkar. Birinci asıl, nass ve İcmâ´ ile bilinmekte, ikinci asıl ise zann ile.

Aynı şekilde diyoruz ki, "... öldürdüğünün dengi olan bir hayvan cezası

vardır" {Mâide, 5/95} ayetinden dolayı yaban eşeğine karşılık olarak bir inek gerekir. Biz, denk bir şeyin (misi) vacip olduğunu ve ineğin denk olduğunu söy­lüyoruz, öyleyse, yabani eşeğin öldürülmesi durumunda keffâret olarak bir inek (kurbanı) vacip olmaktadır. Birincisi, yani mislin vacip olduğu, nass ile bilin­mektedir, ki bu, hükmün menâtı olan denkliktir (misliyet). Denkliğin inekte ger-[II, 231] çekleştiği ise bir nevi mukayese ve ictihad ile bilinmiştir. Aynı şekilde, bir atı telef eden kişinin, onu tazmin etmesi gerekir. Tazmin (daman), kıymette denkliktir. Atın kıymetinin msl. 100 dirhem olması ise ancak ictihad ile bilinir. Kıble konusundaki ictihad da bu kabildendir. Kıbleyi belirlemek için yapılan ictihad hiç bir şekilde kıyas kapsamında değildir. Vacib olan, kıbleye yönelmek­tir. Bu husus, nass ile bilinmektedir. Bir yönün kıble oluşu ise, ictihad yoluyla ve kesin olarak bilmenin çok zor olduğu durumlarda da zannı gerektiren (kanaat oluşturan) emareler (belirti) ile bilinir.Hâkimin, şahitlerin sözüyle hüküm vermesi de zannîdir. Fakat doğrulukla hükmetmek vacibtir ve bu husus, nass ile bilinmektedir. Adil kişinin doğru söyle­diği zann ve adalet emareleri ile bilinmektedir. Adalet de zann ile bilinmektedir.

İşte bu türe biz "hükmün menâtını tahkîk" demekteyiz. Çünkü menât, nass veya İcmâ ile bilinmekte olup istinbatına hacet yoktur. Fakat yakinen bilinmesi çok zor (müteazzir) olduğu için, buna zannî emareler ile istidlal edilmektedir. Bu hususta ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. Bu, bir nevi ictihaddır. Kıyas ise tartışmalıdır (muhtelefun fih). Bütün şeriatlerde zorunlu olarak bulunacak olan tahkîku´l-menât İşlemi, kesinlikle bir kıyas işlemi değildir, dolayısıyla da tartış­malı değildir. Çünkü tek tek her bir şahsın adaletini ve tek tek her bir şahsın kifa­yet miktarını nassla tayin etmek (tansîs) imkansızdır. Kıyası inkar edenler, hük­mün, hükümle ilgisi bulunan alanları da kuşatan nass ile verildiğini söylemeleri durumunda bunu (tahkîku´l-menâtı) da inkar etmiş olurlar. [1]

Hükmün Menatının Tenkîhi / Ayıklanması (Tenkîhu´l-Menât):

Kıyası inkar edenlerin çoğu, tenkîhu´l-menâtı kabul etmektedir. Tenkîhu´l-

[II, 232] menât; Şâri´in, hükmü bir sebebe İzafe edip bağlaması durumunda bu izafe edişte

hiç bir rolü olmayan birtakım vasıfların sebep ile birlikte bulunması ve hükmün

daha geniş kapsamlı olabilmesi için bu vasıfların dikkate alınmayarak ayıklan-

masıdir.Ramazan ayında hanımıyla cinsel ilişkide (cima1) bulunması sebebiyle bede­viye köle azat etmenin (ıtk) vacip kılınması bu konuya güzel bir örnektir.Bİz, "Bir kişi hakkında verdiğim hüküm cemaat hakkında da geçerlidir" hadisiyle veya teklifin bütün şahıslara şamil olduğu hususundaki icmâ1 ile, aynı hükmü başka bir bedeviye de uygularız.

Bu hükmü Türk ve Fars´a da uygularız. Çünkü biz biliyoruz ki, hükmün menâtı, bir bedevinin cima´ etmesi değil, bir mükellefin cima´ etmesidir.

Başka bir Ramazanda oruç bozanı da bu hükme dahil ederiz. Çünkü biz bili­yoruz ki menât, Özellikle olayın cereyan ettiği Ramazan ayına değil, genel mana­da Ramazan ayına karşı bir saygısızlık işlenmesidir. Hatta biz, aynı Ramazanın başka bir günündeki oruç bozmayı da bu hükme katarız.

Cariyesiyle cinsel ilişkide bulunan kişiye de keffâretî gerekli görürüz. Çünkü cinsî münasebet kurulan kadının, bu kişinin nikahlı hanımı olmasının hükümde ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Lafızların Makulünden Hüküm Çıkarma
« Posted on: 23 Nisan 2024, 18:33:54 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Lafızların Makulünden Hüküm Çıkarma rüya tabiri,Lafızların Makulünden Hüküm Çıkarma mekke canlı, Lafızların Makulünden Hüküm Çıkarma kabe canlı yayın, Lafızların Makulünden Hüküm Çıkarma Üç boyutlu kuran oku Lafızların Makulünden Hüküm Çıkarma kuran ı kerim, Lafızların Makulünden Hüküm Çıkarma peygamber kıssaları,Lafızların Makulünden Hüküm Çıkarma ilitam ders soruları, Lafızların Makulünden Hüküm Çıkarmaönlisans arapça,
Logged
07 Nisan 2010, 11:46:39
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 07 Nisan 2010, 11:46:39 »

Bu itirazların başhcalan şunlardır:

1) Hasım, İcmâ´ın hüccet oluşunu inkar ederek bu delile itiraz edebilir, tcmâ´in hüccetliğini inkar eden Nazzâm´dır. Biz, icmâ´ın hüccetliğini ilgili bahis­te isbat etmiştik.

2) Hasım, (genel manada icmâ´m hüccetliğini kabul etmekle birlikte) icmâ´ın kıyas hususunda tamam olmadığını ileri sürerek itiraz edebilir. Şöyleki; bu zikre­dilen örnekler sahabenin hepsinden değil bir kısmından nakledilmiştir. Geri ka­lanlar ise yalnızca susmuşlardır. Sahabenin bir kısmının reyi inkar ettiğine dair rivayetler de vardır.

3) Onlar bazen bir kısım sahabenin susmasını kabul ederler, fakat bu susma­yı rey hususunda muvafakata değil itirazı terk hususunda iyi geçinmeye hamle-derler.

4) Bazen icmâ´ı kabul ederler, fakat sahabenin faşıklıkla nitelendirilmesini önemsemezler.

5) Bazen sahabenin bu reylerinin, kıyasa değil de umum ifadelere, lafızların muktezasına ve tahkik u´1-menâl´a dayalı olduğunu söylerler.

Onların itiraz edebilecekleri hususlar toplam olarak beş tanedir.

Birinci itiraz:


Câhiz, Nazzâm´dan naklen der ki: Sahabe, şayet emrolunduklarıyla amele yapışıp, gereksiz yere kıyas ve rey külfetini yüklenmemiş olsalardı aralarında ihtilaf ve anarşi meydana gelmezdi ve kan dökülmezdi. Ne var ki, sahabİIer mükel­lef olduklan şeyin dışına çıkıp, muhayyer kalarak ve tehakküm ederek rey ile ko­nuşmayı yüklenince (tekellüf) ihtilafı bir metod haline getirdiler ve öldürme ve savaş tehlikesine düştüler.

Aynı şekilde Râfizîler (Râfıza), selefin tamamının birbirleri hakkında komp­lo kurduklarını, hakkı hak sahibinden gasbettiklerini ve kıyamete kadar olacak şeylerin hükümlerini içine alan bütün nasslan kuşatmış olan "masum imam"a ita­atten saptıklarını ve bu sebeple aralarında cereyan eden çekişme ve tartışmalara düştüklerini iddia etmişlerdir. Bu itiraz, sahabenin rey ile amel hususundaki ittifaklarım inkar edemeyen ve onları dalalete nisbet ederek kendisi fısk ve dalalete düşen kişinin öne sürdüğü bir itirazdır. Bu itirazın tutarsızlığını göstermeye, ümmetin hata (yanlış) üzerinde birleşmcyeceğine delalet eden hadis ile Sahabenin yüksek mevkiine delalet eden ayetler ve hadisler yeter. Biz bunları Kitâbu´l-fmâmdde zikredeceğiz. Aklı olan birisi, ALLAH ve Resulünün övdüğü kişiler hakkında Nazzâm gibi bir bidatçi´nin sözüyle nasıl kötü düşünebilir!

İkinci itiraz:

Rey ve kıyas ile amel eden, sadece sahabenin bîrkısmıdır. Birkısım [H, 247] sahabîlerin ise sadece sustuktan bilinmektedir. Şurası kesin ki, birkısım sahabiler hiçbir surette kıyasa dalmamış, birkısmı ise itirazdan geri durmamıştır. Câhızın naklettiğine göre Nazzâm, "Sahabe içerisinde kıyasa dalanlar, Ebû Bekr, Ömer, Osman, Zeyd b. Sabit, Übeyy b. Ka´b ve Muâz b. Cebel gibi birkaç ilk sahabi ile Ibn Mes´ûd, Ibn Abbâs ve Îbnu´z-Zübeyr gibi birkaç genç sahabidir" demiş, sonra da rey ile hüküm vermedikleri ve rey ile teşride bulunmadıkları için Abbâs ve Zübeyr´i övmüş ve "Sanki Hz. Peygamberin hallerini babalarından daha iyi bili­yorlar!" diyerek abâdile´yi kötülemeye girişmiştir.

Dâvûdiyye ise, sahabenin hepsinin reyi inkardan ve rey ile hüküm verenleri yanlış yapmakla itham etmekten geri durduğu şeklindeki iddiayı kabul etmemiş ve bu hususa da sahabeden rivayet edilen şu sözleri gerekçe göstermişlerdir:

*"ALLAHın Kitabı hakkında kendi şahsî görüşüm (rey) ile konuşursam hangi gök beni gölgelendirir, hangi yer beni barındırır" (Ebû Bekr),

*"Kelâle hakkında kendi şahsî görüşümü söylüyorum. Eğer yanlış olursa benden ve Şeytandandır" (Ebû Bekr),

*"Eğer ictihad ederlerse hata ederler, ictihad etmezlerse de hakkı gizlemiş olurlar" (Bu sözü Ali, cenin kıssası ile ilgili olarak Ömer´e söylemiştir)

*"Gidin Zeyd´e haber verin! Eğer tevbe etmezse Resulullah ile birlikte yaptı­ğı cihad boşa gitmiştir" (Bu sözü, Aişe, ıyne / îne meselesinde reyiyle fetva veren Zeyd b. Sabit için söylemiştir).

"Dileyenle tartışının ki, ALLAH malda yarım ve üçte iki kılmamişttr" (Ibn Abbas´ın sözü).

*"Zeyd b. Sabit hiç ALLAH´tan korkmaz mı! Oğulun oğlunu oğul hükmünde tutuyor da, babanın babasını baba hükmünde tutmuyor" (Ibn Abbas´ın sözü).

*"Eğer yanlış ise benden ve Şeytandandır" (tbn Mes´ud, mufavvıda mesele­sinde söylemiştir).

*"Reycilerden sakının! Reyciler Sünnet´in düşmanlarıdır. Onlar hadisleri ez­berlemeye güç yetiremedikleri için rey ile hüküm vermişler, hem kendileri sap­mış, hem de başkalarını saptırmışlardır" (Ömer).

*"Eğer dîn, rey ile olsaydı, mestin içini meshetmek dışını meshetmekten da­ha doğru olurdu" (Ali ve Osman).

*"Din konusundaki reyi itham edin. Bizim yaptığımız rey tekellüf ve zandır. Zan ise hiç bir surette hakikatin yerini tutmaz" (Ömer).

*"Bazı kişiler reyleri ile fetva veriyorlar. Şayet şu anda Kur´an iniyor olsay­dı, onların fetvalarının aksine inerdi" (Ömer).

*"İçinizdeki alim ve salih kişiler gidecekler ve insanlar kendilerine, olmamı­şı, olana kıyas eden cahil reisler edinecekler" (îbn Mes´ûd).

[II, 248] *"Eğer dininiz hususunda rey ile hüküm verirseniz, ALLAH´ın haram kıldığı birçok şeyi helal, helal kıldığı birçok şeyi de haram kılarsınız" (Ibn Mes´ûd).

*"ALLAH, hiç kimseye kendi dini hakkında rey ile hüküm verme yetkisi ver­memiştir. Nitekim ALLAH Teala peygamberine "Biz sana Kitâb´ı, insanlar ara­sında Allanın sana gösterdiği ile bükmedesin diye hak ile indirdik´ (Nisa, 4/105) buyurmuş, ´Kendi görüşüne göre hükmedesin diye´ dememiştir." (tbn Ab-bas)

*Kıyas Ölçülerinden (mekâyîs) uzak durun! Güneşe de kıyas Ölçüleri sebe­biyle tapınıl maktadır. (îbn Abbas)

*Eraeytecileri (senin görüşün ne, sen ne dersin? diyenleri) terkedin! (îbn Ömer)

Tabiun da tıpkı sahabe gibi kıyası inkar etmiştir. Msl.

Şa´bî, "Sana Ahmed´in (Hz. Peygamberin) arkadaşlarından naklettikleri ha­berleri çekinmeden al! Kendi görüşlerine dayanarak verdikleri haberleri çöplüğe at! Çünkü Sünnet, kıyas ölçülerine göre konulmamıştır" demiştir.

Mesrûk b. el-Ecda´, "Sabit olmuş ayağın kaymasından endişe ettiğim için (yani doğru yoldan sapma endişesiyle) bir şeyi bir şeye kıyas etmem" demiştir.

Cevap:

Bu itirazlara birkaç şekilde cevap verilebilir:

a) Biz, bütün sahabilerin ictihad ettiklerini, rey ile görüş açıkladıklarını verey ile hüküm verenlere karşı çıkmadıklarını kesin delillerle açıklamıştık. Hatta bu husus, "kardeşlerle birlikte dedenin mirasçı lığı", "devlet başkanının bey´at yo­luyla tayini (belirlenmesi)", "mushafın toplanması", "Devlet başkanlığı (hilafet) makamına Ömerin atanması (ahd)" gibi meşhur birkaç olayda tevatüren sabit ol­muştur. Bunlar gibi tevatüren sabit olmayan olaylar ise, ümmet arasında hiç kim­senin inkar etmediği sahih rivayetler ile sabit olmuş ve sahabenin reye başvurma­ları hususunda, zaruri bilgi meydana getiren münferit olaylardır. Bu, tıpkı Hâtim´in cömertliğinin, Ali´nin yiğitliğinin bilinmesi gibi, zaruri olarak bilinmiş olmaktadır. Bütün bunlar, sahabenin ictihadla hüküm vermeleri hususunu şüphe konusu olmaktan çıkaracak bir boyutta olup, aksi yöndeki rivayetlerin pekçoğu kopuktur (maktu´) ve güvenilir olmayan kişilerden nakledilmiştir. Üstelik bu ri­vayetler, aynı kişilerden nakledilen sahih rivayetlere doğrudan muarızdır. Bu du­rumda, zaruri olarak bilinen bir şey, böyle olduğu bilinmeyen bir şey mukabilin­de nasıl terkedilebilir!? Hatta, sahabeden ictihad lehinde ve aleyhinde nakledilen haberlerin sıhhat bakımından birbirine eşit olduğunu kabul etsek bile, bu durum­da her iki gurup haberlerin hepsini atmak ve sahabenin mütevatiren bilinen mü­şavere ve ictihadlanna başvurmak gerekir.

b) Bu rivayetler şayet sahih ve hatta mütevatir olsa, bu durumda bu rivayet­lerle, yine sahabenin meşhur ictihad I arının arasını uzlaştırmak gerekir. Buna gö­re, sahabenin inkar ettiği reyin, nassa muhalif rey veya müctehid olmayan kişiler­den sadır olmuş cehalet kaynaklı rey veya yeri dışında kullanılan rey veya hiç bir aslın şahitlik etmediği ve sırf istihsana ve -önceki minvale uyum göstermeksizin-yeniden / kendiliğinden şeriat koymaya dönük rey olduğu söylenebilir. Zaten la­fızlarında buna delalet eden hususlar bulunmaktadır. Nitekim, "İnsanlar cahil ön­derler edindiler", "Rey ile hüküm verirlerse helali haram haramı helal kılarlar" gibi ifadeler vardır. Öyleyse, kıyası kabul edenler de rey ve kıyasın bazı türleri- [II, 249] nin batıl olduğunu söylemektedirler. Halbuki, kıyası inkar edenler, kesinlikle kı­yasın hiç bir çeşidinin sahih olduğunu kabul etmezler. Biz ise, rey ve kıyasın bazı türlerinin fasid olduğunu kabul ediyoruz. Msl. Zahir ehlinin "Usûl (temel konu­lar) kıyas ile tesbit edilemez. Füru da aynen böyle olmalıdır"; "Usûl zan ile sabit olmadığı gibi füru da zan ile sabit olmaz" ve "Şayet şeriatte illet (talil) olsaydı, bu tıpkı aklî İllet gibi olurdu" şeklindeki kıyaslan bizce fasiddir. Çünkü bunlar, bir şeyi kendisine benzer olmayan bir şeye kıyas etmektedirler. Onların yakla­şımlarına göre her kıyas batıl oluyorsa, kendi yaptıkları bu kıyaslar ve kıyası ip­tal konusundaki reyleri de haliyle batıl olur. Böyle bir yaklaşım her iki mezhebin de iptaline götürür.

Üçüncü itiraz:


Icmâ´ delili ancak, ictihad edenlerin dışındaki alimlerin susmasıyla tamamla­nır. Eğer bu ictihad batıl olsaydı, elbetteki susmayıp onu inkar ederlerdi. Öyleyse diyoruz ki: Sahabenin susması belki de -tartışmadan Ötürü bir fitne çıkmasın diye- İyi geçim / mücâmele kabüindendir yahutta onlar kapalılığı yüzünden delili ortaya koyamadıktan için susmuşlardır. Bunun delili de şudur: Usul meseleleri hakkında katt deliller vardır. Yine de usulcüler emir sıygası, umûm sıygası, mefhûm, ıstıshâbu´1-hâl ve Hz. Peygambe...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

07 Nisan 2010, 11:47:07
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 07 Nisan 2010, 11:47:07 »


Kıyas İnkarcılarının Manevî/ Aklî Gerekçeleri:

Birinci manevî gerekçe, Şîa ve Ta´lîmiyye´ye ait olup şöyledir: İhtilaf ALLAHın dininden değildir. ALLAHın dini değişken ve farklı değil tektir, insanları zannlara / kanaatlere göre davranmaya sevketmek ise zorunlu olarak ihtilafı doğurur. Rey, ihtilafın kaynağıdır. Her müctehid musîb ise, bir şey ve onun zıddı nasıl ALLAHın dini olabilir! Bir tek musibin bulunması da imkansızdır. Çünkü birinin zannı (zann olmak bakımından) tıpkı diğerinin zannı gibidir. Zanniyyat hususunda ke­sin delil olmayıp, zannlar nefislerin yönelişine racidir. Nice sözler vardır ki., Zeyd´in nefsi ona meyleder de Amr´in kalbi ondan nefret eder. İhtilafın zemme­dilmiş olduğuna şu ayetler delildir:

1) "Eğer bu Kitap, Allahtan başkasının katından gelmiş olsaydı, onda birçok ihtilaf bulurlardı" {Nisa, 4/82},

2) "Dini ikame edin ve dinde ayrılığa düşmeyin" (Şûra, 42/13),

3) "Birbirinizle tartışmaya girmeyin, zayıf düşersiniz ve ağırlığınız gi­der" (Enfâl, 8/46)

4) "Dinlerini parçalayıp bölük pörçük olanlar var ya sen hiç bir hususta onlardan değilsin" {En´âm, 6/159 J,

5) "Kendilerine beyyineler geldikten sonra ihtilafa düşüp fırkalara ayrı­lanlar gibi olmayın" (Al-i Imrân, 3/105).

Aynı şekilde sahabe de ihtilafı kötülemiştir.

Ömer (r), "ihtilafa düşmeyin. Eğer siz ihtilafa düşerseniz, sizden sonrakiler daha fazla ihtilafa düşerler" demiştir. Yine Ömer, îbn Mes´ud ve Übeyy b. Ka´b´ın, kişinin bir elbise ve iki elbise içinde kıldığı namaz konusunda ihtilaf et­tiklerini görünce minbere çıkmış ve "Hz. Peygamberin arkadaşlarından iki kişi ihtilaf ediyorlar. Müslümanlar ikinizden hangisinin fetvasını alacak! Şu andan itibaren iki kişinin ihtilaf ettiğini duymayayım. Aksi takdirde ne yapacağımı ben m 261] biliyorum" demiştir.

Cerîr b. Küleyb şöyle demiştir: Gördüm ki Ömer müt´a nikahını yasaklıyor, Ali ise emrediyordu / mubah görüyordu. Onlara, ikinizin arasında bir şer var / ikinizden birisi şerlidir, dedim. Ali dedi ki: "Hayır, ikimizin arasında sadece ha­yır var. Fakat, en hayırlımız bu dine en çok uyanımızdır".

Ali hilafeti zamanında kadılarına şöyle yazmıştır: "Önceden / Önceki halife­ler zamanında nasıl hüküm veriyor idiyseniz, şimdi de öyle hüküm veriniz. Çün­kü ben ihtilafı kerih görürüm ve arkadaşlarımın Öldüğü gibi ölmeyi arzularım".

Cevap:

Biz, bütün müctehidlerin isabet ettiği görüşündeyiz. Onlar bize şöyle itiraz ediyorlar: "Bir şey ve o şeyin zıddı (nakız) aynı anda nasıl din olabilir!"

Biz de diyoruz ki; bu /bir şey ve zıddının din olması, iki şahıs hakkında mümkündür. Msl. Namaz kılma ve namazı terketme hayızlı kadın ile temiz kadın açısından böyledir. Yani birine namaz kılmak farz iken diğerine haramdır.

Kıblenin tayini hususundaki içti had lan farklı olan kişiler açısından kıble de böyledir. Yani herbirinin kıblesi kıble zannettiği yöndür.

Aynı şekilde, biri sağlık ve güvenlik içerisinde varılacağına kanaat getiren ve diğeri helake kanaat getiren iki kişi açısından deniz yolculuğuna çıkma hususu böyledir. Bu durumda birincinin deniz yolculuğuna çıkması caiz, ikincinin çık­ması haramdır.

îki kadı ve iki müftü açısından, birisi doğru sözlü olduğuna, diğeri yalancı olduğuna kanaat getirdikleri şahid ve ravi´yi tasdik ve tekzib etmek böyledir.

Onların, "İhtilaf nasıl emredilmiş olabilir!" sözlerine gelince, biz ihtilafın emredilmiş olduğunu söylemiyoruz. Aksine biz, başka bir müctehid kendisine muhalif olsa bile, her müctehidin kendi zannına / kanaatine göre davranmakla emrolunduğunu, ihtilafı kaldırmanın müctehidin ihtiyarı dahilinde olmadığını söylüyoruz. İhtilaf fiilen zaruri olarak vardır, yoksa, emredilmiş değildir.

ALLAH Tealamn, "Şayet Allahtan başkasının katından gelmiş olsaydı, onda birçok ihtilaf bulurlardı" {Nisa, 4/82} ayetine gelince; ayetteki ihtilafın anlamı, "mülhidlerin iddia ettiği çelişki / tenakuz ve yalan" veya "belagat hususundaki ihtilaf ve -nazm ve nesir hususunda durumlarının farklılığı sebebiyle- beşer kela­mında söz konusu olabilen lafız bozukluğu / ıztırap"dır. Yoksa ki, ayetteki ihti­laftan maksat, hükümler konusundaki ihtilafı nefyetmek, yoksaymak değildir. Çünkü bütün şeriatler ve dinler ALLAH katından olduğu halde bunların birbirinden farklılıkları vardır. Üstelik Kur´an´da emir, yasaklama, ibaha, va´d, vaîd, emsal ve mevaiz vardır. Bunlar da bir nevi ihtilaftır.

"Ayrılığa düşmeyin", "Birbirinizle çekişmeyin" gibi ayetlere gelince, bunla­rın hepsi tevhid ve Hz. Peygambere iman ve onu destekleme hususundaki ihtilafı yasaklamaktadır. Yine haklarında gerçeğin tek olduğu tüm temel dini hususlar (usûlu´d-diyânât) böyledir. Bunun içindir ki ALLAH Teala, "Kendilerine apaçık de­liller / beyyinât geldikten sonra..." demiştir.

Yine "Birbirinizle çekişmeyin, yoksa güçten düşersiniz ve ağırlığınız gider" ayeti ile, dini üstün kılma / destekleme hususunda gevşeklik gösterme / yardım­laşmama kastedilmektedir.

İhtilafı kötüleme sadedinde sahabeden rivayet ettikleri haberlere gelince; bu haberler nasıl sahih olabilir ki, ilk ihtilaf edenler ve ictihad edenler kendileridir. Sahabenin ihtilaf ve ictihad ettiği tevatüren bilinmektedir. Hal böyleyken, tevatüren bilinen bir husus, senedinde zayıflık bulunabilen ve metni, "dinin temeli", ve­ya "dini destekleme" veya "hilafet ve imamet" veya "icmâ´ gerçekleştikten sonra ortaya çıkan tartışma / hilaf veya "imamlara, valilere ve kadılara karşı ihtilaf veya "İçtihada ehil olmadıkları halde sıradan insanların / avâmmın rey sebebiyle ihtilafı" konularındaki ihtilafın yasaklanması şeklinde tevil edilebilen rivayetlerle nasıl bir kenara itilebilir!

Ömer´in, İbn Mes´ûd ve Übeyy b. Ka´b arasındaki ihtilafı hoş karşılamaması­na gelince, belki de tek elbise içerisinde namaz hususunda daha önce icmâ1 edilmişti ve buna muhalefet eden sahabi, icmâ´ın gerçekleşmesi için asrın geçme­sinin şart olduğu görüşündeydi. Bunun içindir ki Ömer, "Her ikiniz de Hz. Peygamber´den rivayette bulunuyorsunuz. Peki miislümanlar hanginizin fetvasını alacak!" demiştir. Diğer bir ihtimal de şudur: İbn Mes´ud ve Übeyy, belki de biri diğerini te´sîm / günaha nisbet ediyor ve bunda da aşın gidiyordu. Ömer de, bizzat ihtilafı değil, bu şekildeki ihtilafı yasaklamıştır. [H, 263]

Diğer bir ihtimal; belki de Ibn Mes´ud İle Übeyy, fetva soran tek kişinin hu­zurunda ihtilaf etmiş ve fetva soran şaşırıp kalınca, Ömer, "Halk, hanginizin fet­vasını alacak!" demiştir. Böyle bir durumda işin doğrusu şudur: Bîr müfti, ictiha-di bir meselede, âmmî için bir fetva vermişse, diğer müftinin, soruyu soran kişi­nin huzurunda bu fetvaya karşı çıkıp da soruyu soran kişiyi ne yapacağını bile­mez bir durumda bırakmaması uygundur.

Müt´anın haramhğı konusunda Ömer ve Ali´nin ihtilafına gelince, böyle bir ihtilafın meydana geldiği doğru değildir. Tam tersine sahih rivayetler, Ali´nin müt´a nikahının ve ehli eşek etinin Hayber gününde haram kılındığını naklettiğini göstermektedir. Sonra, içtihadı caiz gördükleri kesin olarak bilinen bu kişilerin, ihtilafı yasakladıktan nasıl doğru olabilir!

Ali´nin kadılara yazdığı mektuba gelince, bunun birkaç şekilde yorumlanma­sı mümkündür:

1) Belki bu kadılar Ali´ye mektup yazarak bazı olaylar hakkındaki görüşünü sormuşlar, Ali de, "Önceden bu gibi olaylar hakkında nasıl hüküm veriyor idiy­seniz, şimdi öyle hüküm verin. Çünkü, şimdi onlara muhalefet edecek olursanız, bu yüzden daha başka patlaklar söz konusu olabilir ve bu durum benim taasubum ve aykırı davranışım olarak yorumlanabilir" demiştir.

2) Belki de kadılar, asrın henüz geçmediği, dolayısıyla muhalefet etmenin caiz olduğu zannıyla sahabe icmâ´ına muhalefet konusunda Ali´den izin istemiş­lerdir. Ali de öncekilere muhalefeti kerih görmüştür.

3) Belki de bu kadılar, Basra´da bulunan Haricîlerin ve diğerlerinin şahitliği­ni kabul veya red hususunda danışmışlardır. Ali de, tıpkı savaştan Önce olduğu gibi şimdi de onların şahitliklerinin kabul edilmesini emretmiştir. Çünkü onlar, bir tevile istinaden savaşmışlardır. Onların şahitliklerini reddetmek hem taassub, hem de yeniden bir görüş ayrılığı / hilaf yaratmaktır.

ikinci manevi gerekçe:


"Aslî nefy bilinmektedir; aslî nefyden nass ile yapılan istisna da bilinmekte­dir. Buna göre, söylenmemiş olan şeyler, bilinmekte olan aslî nefy üzere kalır. Bu suretle kesin olarak bilinmekte olan bir husus, zannî olan kıyas ile nasıl bir kenara itilebilir!"

Deriz ki:

Umûm, zevahir, haber-i vâhid, cinayetlerin erşleri ve nafakalar hususunda bilirkişinin (mukavvim) sözü, cezau´s-sayd, şahidlerin doğru sözlülüğü, hüküm meclisinde muhalifin doğru sözlülüğü gibi hususlann hepsi zannî olduğu halde, bunlarla aslî nefy kaldırılmaktadır. Diğer taraftan, biz aslî nefyi, zannî şeyle değil, kesin olan bir şeyle kaldır- [II, 264] maktayız. Şöyle ki: Biz, zannî İllete ittiba ile emrolunmuş (teabbüd) ve zann ha­sıl etmiş isek, bu zarının mevcudiyetini kesin olarak biliriz ve bu zannın varlığı ile birlikte hükmün de var olacağını da kesin olarak bilmiş oluruz. Böylece aslî nefy kesin olan bir şeyle kaldırılmış olmaktadır.

Üçüncü manevi gerekçe:


Temeli / mebnasi, tahakküm, teabbüd, benzerler (mütemâsilât) arası fark ve farklılar arasında birlik / cem´ olan bir Şer´de nasıl olur da kıyas ile tassarruf edi­lebilir! Zira bu Şer´;

♦Küçük kız çocuğunun sidiğinden dolayı elbisenin yıkanması gerektiğini söylerken, küçük erkek çocuğunun bevlettiği elbiseye su serpiştirmenin yeterli olduğunu söylemekte,

♦Meni ve hayz sebebiyle gusletmenin vacip olduğunu, sidik ve meziden do­layı gusletmenin gerekli olmadığını söylemekte,

♦Hayı...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

07 Nisan 2010, 11:47:39
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #3 : 07 Nisan 2010, 11:47:39 »


Üçüncü Mukaddime: (Söylenmeyenin Söylenene Katılması)


Meskûtun mantûka ilhakı, kesin ve zannî (maktu1 ve maznun) olmak üzere iki kısımdır. Kesin olanın da iki mertebesi vardır: 1. mertebe: Meskût´un, hükme, mantûk´tan daha uygun / evlâ olması.

Msl. "O ikisine öf deme" ayeti böyledir. Çünkü bu söz, dövme ve sövmenin de haram kılındığını anlatmaktadır.

Hz. Peygamber´in, "İğne ve iplik de olsa geri iade ediniz" sözü, ganimetler­de az veya çok olmasına bakılmaksızın hıyanetin (ğulûl) haramlığını anlatmakta­dır.

Hz. Peygamberin, tek gözü kör ve tek ayağı kesik / topal hayvanın kurban edilmesini yasaklaması da böyledir. Bu söz, iki gözü kör ve iki ayağı kesik hay­vanın kurban edilmesinin yasaklığını anlatmaktadır.

Hz. Peygamberin, "Göz dübürün bağıdır. Gözler uyursa, bağ boşanır" sö­zü de böyledir. Cinnet getirme, bayılma, sarhoşluk ve aklı izale eden her şey, il­gili hükme uykudan daha uygun düşmektedir.

Usulcüler, bu tür istidlalin kıyas olarak isimlendiril meşinde ihtilaf etmişler­dir. Bu istidlalin kıyas olarak adlandırılması pek uygun değildir. Çünkü bunda düşünmeye ve illet istinbatına hacet yoktur. Aynca, burada söylenmeyen şey (meskûtun anh), hükme, söylenenden (mantûkun bih) daha evladır. Zaten, bunu kıyas olarak adlandıranlar da, bunun kesin olduğunu itiraf etmişlerdir. İsimlen­dirmelerde tartışmaya gerek yoktur. Kıyası bir nevi ilhak sayanlar açısından, bu istidlal türü de kıyas kapsamına girer. Bu görüşte olanların muhalefeti sadece [II, 282] ibarededir. Bazen, bu türe bir yönden benzeyen şeyler, bu türün devamı görünü­mü arzedebilir. Fakat bu, ilim değil, zann ifade eder. Msl. Hataen öldürmede keffâret gerektiğine göre, amden öldürmede keffâretin gerekli olması daha evla­dır. Çünkü, amden öldürme, hem hataen öldürme durumunu hem de bir fazlalığı (udvân ziyadesini) içine almaktadır" sözü böyledir.

Yine "Fâsıkm şahitliği reddedildiğine göre, kafirin şahitliğinin reddedilmesi daha evladır. Çünkü küfür, fısk ve artışıdır" sözü de böyledir.

"Kitabî olanlardan cizye alındığına göre, putperestten alınması daha evladır. Çünkü putperest, hem kafir hem cahildir" sözü de böyledir.

Bu yaklaşım, birinci türün kapsamında olmamakla birlikte, bazı miictehidler açısından zann ifade edebilir. Birinci türün benzeri şu olabilir: tki kişinin şahitli­ği kabul edildiğine göre, üç kişinin şahitliği haydi haydi kabul edilir ve bu kesin­dir. Çünkü bunda hem birinci hem de bir ilave / ziyade vardır. Yine, tamamen kör olan hayvan (amyâ), iki kere birer gözünü kaybetmiş (avrâ) hayvandır, ve iki ayağı kesik olan hayvan iki kere birer ayağı kesilmiş hayvan demektir.

Ancak, kasden (amd) öldürme durumu, hataen öldürmeden farklıdır. Çünkü hataen öldürmenin aksine, kasden öldürmede keffâret bu suçu belli oranda gidermeye yeterli ve etkili olmayabilir. Fakat birinci türe benzer olarak şu örnek veri­lebilir: Ramazan ayının gündüzünde eşiyle cinsel ilişkide bulunan kişiye keffâret vacip olur. Ramazanda zina eden kişiye ise haydi haydi gerekir. Zira zina eden kişi hem cinsel İlişki sebebiyle Ramazan ayına saygısızlık etmiştir hem de bunu meşru olmayan bir biçimde yapmıştır. Halbuki kasden öldürmede, hata ve artı bir fazlalık mevcut değildir.

Aynı şekilde, fâsık, kendi dini hususunda töhmet altında olup yalan söyleye­bilir. Halbuki kafir, kendi dini yüzünden yalandan kaçınabilir.

Yine cizyenin kabul edilmesinde, belki de putperestin hiç layık olmadığı bir nevi saygı ve kolaylık vardır. Bütün bu sözlerin ölçüsü / delili şudur: Şayet Şer´ bizim bu meselelerle ilgili olarak söz konusu ettiğimiz bu farkları açıkça belirt­miş olsaydı, bunlar yadırganmazdı ve nefisler bunu kolaylıkla kabul ederdi.

Denirse ki:

İki gözü kör hayvanın kurban edilebilip, tek gözü kör olan hayvanın edileme­mesi, iki kişinin şahitliğinin kabul edilip, üç kişinin şahitliğinin kabul edilmeme­si durumu, nefislerin yadırgayacağı, kabule yanaşmayacağı bir husustur.

Nefislerin bunu kabule yanaşmamasının sebebi, tek gözü kör hayvanın kur- [II, 283] ban edilme yasaklığının, tek gözü kör hayvanın eksikliği yüzünden olduğunu, iki kişinin şahitliğinin kabulünün, davanın doğruluğunu ortaya koyması yüzünden olduğunu ve öf demenin haramlığının ana-babalara ikram sebebiyle olduğunun kesin olarak bilinmesidir. Bu anlamlar anlaşıldıktan sonra, fark kendisini göste­rir. Halbuki, hataen öldürmede, kafirin şahitliğinde ve putperestin cizyesinde bu gibi anlamlar anlaşılamamaktadır.

İkinci Mertebe:


İkinci mertebe, meskûtun anh´in, mantûkun bihe denk (misi) olup, mantûkun bihten daha evla veya daha aşağı olmaması, bu durumda "Meskûtun anh aslın an­lamındadır" denilir. Usulcüler, bunun kıyas olarak adlandırılmasında da ihtilaf etmişlerdir.

Örnek:

Hz. Peygamberin, "Kim, bir köledeki ortaklık hakkını (şirk) azad ederse, kölenin geri kalanının değeri kendi üzerine kıymetlendirilir" sözü böyledir. Nitekim cariye de bu hususta köle anlamındadır.

"Hangi erkek ki, iflas eder veya Ölürse, mal sahibi kendi malına daha hak sahibidir" sözü. Kadın da aynı anlamdadır.

"Cariyelere, hür kadınlara verilen cezanın yarısı verilir" {Nisa, 4/25} ayeti de böyledir. Bu hususta erkek köleler de aynı anlamdadır.

"Kim bir kölesini satarsa, kölenin de kendine ait malı varsa, müşteri bu­nu şart koşmadıkça bu mal satıcıya aittir" sözü de böyledir. Bu hüküm açısından cariye de köle gibidir.

Hayvanın yağ içerisinde ölmesiyle İlgili olarak Hz. Peygamberin "Yağ sıvı ise dökülür, katı ise hayvanın düşüp öldüğü kısım çevresiyle birlikte kesilip alınır" sözü böyledir. Bu hüküm hususunda eğer katı ise bal da böyledir.

Bu türün özü, dile getirilmeyen (meskûtun anh) ile dile getirilen (mantûkun bih) arasındaki farkın (fânk) bu hükmün cinsine etki etmede hiç bir rolünün ol­madığının bilinmesidir. Bu farkın hükümde etkili olmadığı ise, Şer´in hükümleri­ni, bu tür hükümlerdeki uygulamalarını / mevarid ve mesadırını araştırmakla bili­nebilir. Bu araştırmanın sonucunda, kölelik ve hürriyet hükümlerinin siyahlık, beyazlık, uzunluk, kısalık, güzellik ve çirkinliğe göre değişmediği gibi erkeklik [II, 284] ve kadınlığa göre de değişmediği anlaşılır. Bu tür istidlal, nikah velayeti, kaza, şahitlik vb. gibi, erkeklik ve dişiliğin etki ettiği hükümlerde cari değildir. Bu tü­rün kuralı, toplayıcı illete başvurmaya gerek duyulmaksızm sadece farika bakıla­rak bu farıkın hangi noktada olduğunun tesbİt edilmesi ve arkasından bu nokta­daki farkın kesinlikle etkisi bulunmadığını bilmektir. Bizim "Bu ikisi arasında sadece şu noktada fark vardır" sözümüze, başka bir ihtimalin daha bulunabilece­ği şeklinde bir ihtimal giriyorsa ve "Bu farkın hiç bir etkisi yoktur" sözümüze de, bu farkın bir rolü bulunabileceği şeklinde bir ihtimal giriyorsa, bu durumda yapı­lacak olan ilhak kesin olmayıp, zannî olur.

Bu türün peşine, zannî olan şeyler de takılabilir. Msl. "Bir kimse, itki, muay­yen bir uzuva izafe ederse, sirayet eder / yani köle tamamen azat edilmiş olur" sözümüz böyledir. Buna dayanarak, kişi itki, kölenin yarısına İzafe ederse yine sirayet eder. Çünkü yarı, kölenin bir kısmıdır, el de kölenin bir kısmıdır denilebi­lir. Bu anlayış bazı müctchidlerin zannma galip gelebilir. Halbuki bu hüküm hu­susunda muayyen bir kısmın, şayi bir kısma eşitliği kesin değildir. Çünkü bu tür bir farklılığın tesirde rolü bulunması uzak ihtimal değildir.

Yine, hükmün menâtını tenkîhe ilişkin hususlar da bu türden sayılabilir. Msl. Hz. Peygamberin Ramazan ayında eşiyle cinsel ilişkide bulunan bedeviye "Bir köle azat et" demesi böyledir. Biz, arap olmanın bu hükümde bir etkisi bulunma­dığını bildiğimiz için, bir Türk veya Hintlinin de aynı anlamda olduğunu biliriz. Yine kölenin de hür gibi olduğu bilindiği için, kölenin de oruç tutması gerekir. Çünkü orucun vacipliği açısından köle de hür ile müşterektir. Ancak çocuk bu anlamda değildir. Çünkü çocuk lüzum / gereklilik hususunda hür insan gibi de­ğildir. Lüzumun ise, tesirde rolü bulunmaktadır.

Mahalle baktığımızda, bedevinin kendi eşiyle cinsel ilişkide bulunduğunu görürüz. Bu kişi, eşiyle değil de cariyesiyle ilişkide bulunsaydı, hatta zina etmiş [II, 285] olsaydı yine aynı hüküm uygulanacaktı ve keffârete daha evla olacaktı. Ancak li-vata, hayvanla veya ölü kadınla ilişkinin aynı hükümde olup olmadığında tered­düt edilebilir. Daha zahir olan, livatanın da aynı anlamda olmasıdır.Kendine saygısızlık yapılan oruca bakalım. Bedevi, muayyen bir ayda ve muayyen bir günde İlişkide bulunmuştur. İlişkinin yapıldığı Ramazan ayının di­ğer günlerinin ve diğer Ramazan aylarının da aynı anlamda olduğu bilinir. Kaza ve nezir orucu ise aynı anlamda değildir. Çünkü Ramazan ayının saygınlığı daha büyüktür ve ona yapılan saygısızlık daha fahiştir. Saygınlığın /hürmet bu gibi hü­kümlerde rolü vardır.

Yapılan işin kendisine bakalım; acaba, yeme, içme ve orucu bozan diğer şey­ler cinsel İlişki anlamında sayılabilir mi? Burası inceleme ve tartışmaya açıktır. Zira "Nasıl ki kısas, kullanılan aletin kılıç, bıçak veya her hanfi bir öldürücü alet olmasına bakılmaksızın masum cana kıyılması sebebiyle vacip oluyorsa, aynı şe­kilde keffâret de orucun fevt edilmesi / bozulması yüzünden vacip olmaktadır ve cinsel ilişki de bu fevt etmenin aletidir" denilmesi muhtemeldir. Yine, "Keffâret, önleyici ve caydırıcı bir tedbirdir. Cinsel ilişki dürtüleri ise, mücerred din duygu­su ile engellenemez. Dolayısıyla, yeme, içme dürtüsünün aksine burada ayrıca caydırıcı bir keffârete ihtiyaç duyulmuştur" denilmesi de muhtemeldir. Bunlar, müctehidden müctehide değişebilen zanlardır.

Burada yemenin, cinsel ilişkiye ilhakı kıyas olarak adlandırılabilir mi?

Bu konuda usulcüler ihtilaf etmişlerdir. Ebû Hanîfe ashabı, "Keffâret konula­rında k...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

07 Nisan 2010, 11:48:11
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #4 : 07 Nisan 2010, 11:48:11 »


Aslın İlletini İsbat Hususunda Fasid / Tutarsız Anlayışlar


Aslın illetinin belirlenmesinde tutarsız üç yaklaşım bulunmaktadır:

1) Aslın illetin sahihliğinin delili, bu illetin kendisine muarız olan ve kendi gerektirdiği hükmün zıddını gerektiren bir illetten salim olmasıdır. İlletin muara-zadan salim olması onun sahihliğinin delilidir, şeklindeki anlayış.İlletin bu şekilde isbati fasiddir. Çünkü böyle bir illetten salim olması, onun sadece bir müfsidden salim / kurtulmuş olduğunu gösterir. Halbuki belki de baş­ka bir müfsidden salim olamayabilir. Hatta tüm müfsidlerden salim olsa bile bu durum yine de illetin şahinliğini göstermez. Nitekim mechul´un şahitliği, zedele­yici bir kusurdan (illet-i kâdiha) salim olsa bile, tadil ve tezkiye edici bir beyyine kaim olmadığı sürece bu onun hüccet olduğunu göstermez. Aynı şekilde, bir müfsidin bulunmayışı da sıhhat için yeterli değildir. Aksine, sıhhate delalet eden bir delilin kaim olması gerekir.

Denirse ki:

Bu illetin sıhhatinin delili, müfsidin bulunmamasıdır.

Deriz ki:

Hayır, tam tersine, sahihliği gösteren bir delilin bulunmaması illetin fasid ol­duğunun delilidir. Bu iddia sizinkinin tersyüz edilmiş şeklidir ve bununla sizinki-[II, 307] si arasında hiç bir fark yoktur.

2) İlletin sıhhatine illetin ittıradı (düzenliliği, süreğenliği, tek düzeliği)ve hükmünde cari oluşuyla istidlal etmektir ki, bunun da, illetin bir müfsidden salim olmasından başka bir anlamı yoktur ve bu, ´nakz´dır, şeklindeki anlayış.

Msl. "Zeyd alimdir. Çünkü alimlik iddiasını boşa çıkaracak bir delil yoktur" denilmesi böyledir. Bu söze, "Zeyd cahildir. Çünkü cahillik İddiasını ifsad ede­cek hiç bir delil yoktur" sözü muarızdır. Bu konuda en doğrusu şudur: Cahilliği­ne dair bir delil olmaması, Zeydin alim olduğunu göstermeyeceği gibi, alimliğine dair bir delilin bulunmaması da onun cahil olduğunu göstermez. Yapılacak şey, bir delil ortaya çıkıncaya kadar beklemektir, illetin sıhhat ve fesadı da bunun gi­bidir.

Denirse ki:

İlletin hükmünün illetle birlikte sabit olması ve hükmün illetle birlikteliği / bitişikliği (iktiran) bunun illet olduğunu gösterir. -

Deriz ki:

"illetin hükmünün sabit olması" sözünüzde yanılgıya düştünüz. Çünkü illetle hüküm arasındaki bu bağlantı / izafet henüz sabit değildir ve ancak kendisinin il­let olduğuna dair delil bulunduğunda sabit olabilecektir. Böyle bir delil sabit ol­madığına göre illetin hükmü yoktur. Aksine illetinin hükmü bu yöndeki zannı ga­lip durumuyla olmuştur ve (hüküm) illete iktiran etmiştir. Halbuki birliktelik / ik­tiran bağlantıya / izafete delalet etmez. Nitekim şarabın hemen her zaman, ha-ramlığın birlikte bulunduğu, bir rengi ve kokusu olup ıttırâd ve in´ikas eder. Hal­buki illet, renk veya tat değil ´şiddet´tir. Hükmün illet olmayan bir şeyle iktiranı / birlikteliği ise, hükümlerin bir yıldızın doğmasına ve rüzgann esmesine iktiranı gibidir. Özetle söylemek gerekirse, İllet nasbi, tıpkı hüküm koyma gibi, delile muh­taç bir görüştür. Hükmün isbatında, hükmün nakza maruz kalmaması ve bir müf-sidin bulunmaması yeterli olmayıp, bir delil gereklidir. İllet için de aynı şey söz-konusudur.

3) Tard ve aks:

Kimi alimler ´Hüküm, bir vasıf ile birlikte sabit oluyor ve vasfın kalkmasıyla kalkıyorsa, bu durum o vasfın illet olduğunu gösterir´ demişlerdir.

Bu fasiddir. Çünkü özel koku, şaraptaki şiddete bitişiktir / makrûndur. Bu kokunun zail olması durumunda haramlık hükmü zail olur, yenilenmesi duru- jn, 308] munda da yenilenir. Halbuki bu koku illet olmayıp, İllete mukterindir. Şöyle ki:

a) Bir şeyin varlığı ile eş zamanlı olarak varlık sırf tard´dir. Buna aks´in ziya­de edilmesi de müessir değildir. Çünkü sert illetlerde aks şart olmadığı için varlı­ğının ve yokluğunun hiç bir etkisi yoktur.

b) Hükmün, vasfın zevali İle birlikte zevali ise -tıpkı kokuda olduğu gibi- bu vasfın illetten ayrılmazlığı (mülazemet) sebebiyle olabileceği gibi, bu vasfın ille­tin cüzlerinden biri olması veya illetin şartlarından biri olması da muhtemeldir. İlletin bir şartının veya bir cüzünün bulunmaması sebebiyle hüküm de mevcut olamaz. Bu ihtimaller birbirine tearuz ettiğine göre tahakkümde bulunmanın hiç bir anlamı yoktur.

Özetle söylemek gerekirse; biz, sabit olmasıyla hükmün de sabit olduğu şe­yin illet olduğunu kabul ediyoruz. Buna ilave olarak, hüküm bu şeyin zevali İle zail oluyorsa bu durum o şeyin illet oluşunu teyide yarar. Ancak, tıpkı özel koku­nun şiddetle birlikte bulunması durumunda olduğu gibi, bir şeyin sübutuyla bir­likte sabit olan ve bunun zevaliyle zail olan şeye gelince, bunun illet olması la­zım gelmez. Ancak eğer buna sebr ve taksim eklenirse, bu takdirde hüccet olur. Mesela şöyle dese;

Bu hükmün bir İlleti olmalıdır; çünkü bu hüküm, bir olayın meydana gelmesi sebebiyle meydana gelmiştir.

Şu ve şu olay hariç, hükmün talil edilebileceği hiç bir olay yoktur. Şu olay dışında, illet teşkil edilebilecek tüm olaylar batıldır. Öyleyse İllet budur.

Bu gibi sebr, kendisine aks ziyadesi yapılamasa bile, sırf tard´da da hüccettir. Bu şekilde yapılan bir sebr karşısında, sadece, diğer bir vasfın gözden kaçtığı ve onun da illet olduğu söylenebilir kî, zaten müetehide vacip olan gücü ölçüsünde sebr yapmaktır. Araştırmacıya da bunun dışında bir şey vacip değildir. Başka bir vasıf bulunduğunu iddia eden kişinin bu vasfı ortaya çıkarması gerekir ki, üzerin­de düşünülebilsin.

Denirse ki:

Tard ve aks´e tutunmayı batıl sayışınızın anlamı nedir? Halbuki sîz bütün müctehidlerin musîb olduğu görüşünü savunuyorsunuz. Tard ve aks yöntemi de, bazı alimlerin zannına galip gelebilir. Eğer, ´Onların tard ve aks ile hüküm ver-[II, 309] meleri caiz değildir´ derseniz, bu muhaldir. Çünkü müctehide vacip olan, zann ile hüküm vermektir. Eğer ´Bu onlann zannına galip gelmemiştir´ derseniz bu da muhaldir; çünkü bu yöntem bazı alimlerin zannına galip gelmiştir. Şayet bu yön­de bir zannı galipleri olmasaydı bununla hükmetmezlerdi.

Cevap:

Kadı, bu itiraza şöyle cevap vermektedir: ´Biz, tard ve aks batıldır derken, bi­zim açımızdan batıl olduğunu söylüyoruz. Çünkü tard ve aks bize göre sahih de­ğildir ve zanımıza galip gelmemiştir. Bu yönde zannı galipleri bulunanlara gelin­ce, tard ve aks onlar açısından sahihtir1.

Bana göre Kadı´nın bu cevabı tartışmaya açıktır. Çünkü tnüctehid, inceleme ve araştırmasını tastamam İkmal etmişse musîbdir. Ancak, aklına estiği gibi hü­küm vermişse, hatalıdır (muhti). Eğer sebr ve taksim yapmışsa, incelemeyi tam yapmış ve isabet etmiş olur. Sebr ve taksim yapmazdan önce, "Bir şeye iktiran eden şeyin o şey hakkında İllet olması gerekir" şeklinde bir hüküm vermesi ta­hakküm ve vehimdir. Zira bu durumda onun delilinin tamamı "Bir şeye iktiran eden şey, onun illetidir. Bu, o şeye iktiran etmiştir. O halde bu onun illetidir" de­mekten ibarettir. Birinci mukaddime, tamamiyle nakzedilmiştir. Böyle bir nakza maruz kalınca da bu kişi, adeta hiç inceleme-araştırma yapmamış, inceleme-araş-tırmayı tamamlamamış ve illetin münasebetini bulamamış ve ona sebr ve taksim yöntemiyle ulaşmamış gibidir. Bu durumda olduğu açığa çıkan kişi İçin, artık mücerred tard ile zannı galibin söz konusu olması mümkün değildir. Aksi takdir­de bu kişinin ictihad mertebesine erişememiş cahil bir kişi olması söz konusu olabilir ki, içtihada ehil olmadığı halde ictihad eden kişi hatalıdır. Bana göre, tard ve aks, garib münâsib ve mürsel istidlal gibi değildir. Çünkü bu, bazı müctehidler için zannı galip doğurabilecek şeylerdendir. Sebr ve taksim olmaksızın yapılan mücerred tardın aksine, bunun hakkında kesin bir delil yoktur ki, bu delili bilen kişi zannı boşa çıkarabilsin.

Kıyasu´l-ille hakkında söyleyeceklerimiz bu kadar. Şimdi kıyasu´ş-şebeh´e başlayalım. [22]

C. Kıyasu´ş-Şebeh


Bu başlık altında üç konu (taraf) ele alınıp incelenecektir.

1. Kıyasu´ş-Şebeh´in Mahiyeti, Örnekleri, Hakkındaki Görüşler Ve Sıh Hatinin Delili

A. Kıyasu´ş-Şebeh´în Mahiyeti/Hakikati:



Öncelikle şunu bilmesin ki; şebeh tabiri / ismi, bütün kıyaslar hakkında kul­lanılmaktadır. Nitekim fer´, kendisini benzer yapan ortak özellik sebebiyle asıla ilhak edilir. Öyleyse fer´ asıla benzemektedir.

Tard tabiri de, böyledir. Çünkü ittırad, kendisinde asıl ve fer1 arasının birleş­tirildiği bütün illetlerin şartıdır. Tard´ın anlamı, nakz´dan salim olmaktır. Ne var ki, illet-i camia, eğer müessir veya münâsib ise, vasıflarının en genel ve en de­ğersiz olanıyla değil -ki bu ´ittırad´ ve ´müşâbehet´tir-, en şerefli ve en kuvvetli olanı İle bilinir -ki bu ´tesir´ ve ´münasebet´tir-. Eğer illetin, illetlerin en genel fa­kat sıhhate delalet hususunda en zayıf vasfı olan ittiraddan başka bir özelliği (hâssiyyet) yoksa, ´tard´ ismi ile belirtilir. İlletin bu ismi alması, ittıradın ona mahsus oluşu sebebiyle değil, illetin bundan başka bir özelliği bulunmaması yü­zündendir. Eğer ittırada bir ziyade eklenirse ve ittırad (buna rağmen) münâsib ve müessir derecesine ulaşmazsa ´şebeh´ adını alır. Bu ziyade, birleştirici / cami vas­fın, hükmün bizzat kendisine olmasa bile, hükmün illetine münâsib olmasıdır.

Açıklaması:

Biz ALLAH Teâlânın her hükümde bir sırrının olduğunu takdir ediyoruz. Bu sır, hükme uygun düşen / münâsib olan maslahattır. Her ne kadar bu sırrın bizzat kendisine muttali olamasak da, belki bu maslahatın doğrudan kendisine muttali olunamaz fakat bu maslahatı İçerdiği izlenimi veren bîr vasıfa muttali olunabilir ve bu vasfın, maslahatın mazınnesi ve maslahatı içeren kalıbı olduğu zannedilir. Hükmü gerektiren maslahatta birlik / içtima izlenimini veren bu vasıftaki içtima, hükümde de içtimai gerektirir. Bu vasıf...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1] 2   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes