> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Usulü Fıkıh Eserleri > İslam Hukuku - İmam Gazali > Hüküm Çıkarma
Sayfa: 1 [2] 3   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Hüküm Çıkarma  (Okunma Sayısı 4427 defa)
07 Nisan 2010, 12:01:31
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #5 : 07 Nisan 2010, 12:01:31 »





Muhaliflerin gerekçeleri (şüpheleri):

1. Gerekçe: "Müşrikleri öldürün" sözü, her müşrikin öldürülmesine şamildir. [II, 5] ´Oruç tut´ ve ´namaz kıl* sözünün de aynı şekilde tüm zamana şamil olması ge­rekir. Çünkü müşterek lafzın bütün şahıslara izafesi gibi, bu sözün de tüm za­manlara izafesi birdir.

Deriz ki:

Biz umûm sıygasını kabul etsek bile, bu verdiğiniz örnek onun benzeri (nazîr) değildir. Tersine umûm sıygasının benzeri, ´Bazı günler oruç tut (Sum el-eyyâm)´ ve ´Bazı vakitlerde namaz kıl (Salli fi´1-evkât)´ denilmesidir. Salt ´oruç tut´ sözünün ise ne umûm ne de husus sebebiyle zamana ilişiği vardır. Şu kadar ki zaman, tıpkı mekan gibi, bu İşin zaruretindendir. Her ne kadar fiilin tüm me­kanlara nisbeti aynı derecede ise de, fiili tüm mekanlara genellemek gerekli de­ğildir. Zaman da tıpkı bunun gibidir.

2. Gerekçe: ´Oruç tut´ sözü, tıpkı ´oruç tutma´ sözü gibidir. Nehyin gereği (muceb), orucun ebediyyen terkedilmesidir. Öyleyse emrin mucebi de orucun ebediyyen tutulması olsun. Bu yaklaşımın Özü şudur: Bir şeyi emretmek o şeyin zıddını yasaklamak demektir. ´Kalk´ sözü ve ´oturma´ sözü birdir; ´hareket et´ sözü ve ´durma* sözü birdir. Birisi, ´durma´ dese sürekli olarak hareket etmek gerekir; ´hareket et´ sözü, ´durma´ sözünü içermektedir.

Deriz ki:

´Bir şeyi emretmek onun zıddını yasaklamaktır´ sözünüzün batıl olduğunu Birinci Kutupta göstermiştik. Bunu kabul etsek bile zımnında emir anlamı taşı­yan nehyin umûmu, bunu içeren emre göredir. Çünkü bu durumda nehiy ona ta­bidir. Şayet, ´bir defa hareket et´ dese, yasaklanmış olan duruş da, sadece bir de­faya mahsus olur. Yukarıda açıklandığı üzere, ´hareket et´ sözü, ´bir defa hareket et´ sözü gibidir.

Onların burada emri nehye kıyas etmeleri ise, beş yönden batıldır:

1) Dil hususunda kıyas batıldır. Çünkü dil, kıyas yoluyla değil, tevkîf yoluyla sabit olur.

2) Biz, mücerret lafızlı nehyin, mutlak olarak vazgeçmeyi gerektireceğini ka­bul etmiyoruz. Tersine, msl. oruç tutan birine ´oruç tutma´ denilse, bu kişinin ´acaba, yalnızca bugün oruç tutmamı mı yasaklıyor yoksa ebediyyen mi?´ dİye-[II, 6] rek açıklama istemesi caizdir. Bu noktada tasrih, ´hiç bir zaman oruç tutma´ ve ´bir gün oruç tutma´ demektir. Oruç tutmayı yasaklayan kişi, böyle bir tasrihte bulunmayıp sadece ´oruç tutma´ demekle yetİnse ve yasağa muhatap olan kişi de yalnızca bîr gün oruç tutmasa, bu durumda, yasağa muhatap olan kişinin nehyin hakkını yerine getirdiği söylenebilir. Onların bu cevap karşısında, şer´î ve örfî yasaklardan medet umup, bu yasaklan sürekliliğe (devam) hamletmeleri onları

kurtarmaz. Çünkü adam, bu yasakların sürekli oluşunu, salt nehiy sıygası ile de­ğil, Şer´in, zina, hırsızlık ve diğer tüm kötülükleri mutlak olarak ve her halükarda yok etmek istediği hususunda zaruri bilgi gerektiren delillerle bildiğini söyle­mektedir. Msl. Biz, imanın sürekli olması gerektiğini söylüyoruz, fakat bunu satt ´iman edin´ sözü sebebiyle değil, imanın devamlılığının amaçlandığını gösteren deliller sebebiyle.

3) Biz emir ve nehiy arasında fark gözetiyoruz -Öyle sanıyorum ki en doğrusu da budur- ve diyoruz ki; emir, emredilen şeyin mutlak biçimde var olması gere­ğine; nehiy ise yasaklanan şeyin mutlak surette var olmaması gereğine delalet et­mektedir. Mutlak yokluk (en-nefyu´1-mutlak) geneldir; mutlak varlık ise genel değildir. Bir defaya mahsus olarak var olan şey mutlak olarak var olmuş olur; bir defaya mahsus olarak yok olan şey İse mutlak olarak yok olmuş değildir. Bunun İçindir ki, ´yapacağım´ diye yemin eden kişi, bir defa yapmakla yeminini yerine getirmiş olur; ´yapmayacağım´ diye yemin eden kişi ise bir defa yapmakla yemi­nini bozmuş olur. Oruç tutacağım diyen kişi, bir defa oruç tutmakla vadini doğ­rulamış olur; oruç tutmayacağım diyen kişi ise her bir oruç tutmasında yalancı olur.

4) Şayet emir, tekrara hamledilecek olursa tüm meşguliyetler durur. Halbuki nehyin tekrara hamledilmesi bu sonucu doğurmaz. Çünkü nehyin zıddı olmayan bir işle meşgul olurken, bir anda, birçok şeyden kaçınmak mümkündür. Bu yak­laşım fasittir. Çünkü bu, dili, meşakkat ve zorluğa dönük bir şeyle tefsir etmek­tir. Şayet, ´sürekli olarak yap´ dese, lafzın mucebi, emredilen şeyin zorluğu sebe­biyle değişmez. Eğer engel, özellikle zorluk ise öyleyse kolaylıkla yapılanlarla değil, güçlük ve tneşakketle yapılanlarla yetinilsin.

5) Nehiy, yasaklanan şeyin çirkinliğini İktiza eder ve çirkinden tamamıyla [H, 7] uzak durmak gerekir. Emir İse, emredilen şeyi güzelliğini iktiza eder; tüm güzel şeyleri yapmak da vacip değildir. Aslında bu yaklaşım da fasittir. Çünkü emir ve nehiy, güzellik ve çirkinliğe delalet etmez. Nitekim Araplar, çirkin şeyin emre-dilmesini de emir olarak adlandırmışlar ve ´çirkin bir şeyi emretti; bunu emret­mesi gerekmezdi´ demişlerdir. Sert emrin, güzelliğe; şer! yasaklamanın çirkinli­ğe delalet etmediği de sabit olmuştur. Çünkü şeylerin zatlarına nisbetle güzellik ve çirkinliğin hiç bir anlamı yoktur, tersine, güzel, ´emrolunan´; çirkin ise ´ya-saklanan´dır. Öyleyse güzellik ve çirkinlik illet yada metbû´ olmayıp, emire ve nehye tabidir.

3. Gerekçe: Şer´in, oruç, namaz ve zekat hakkındaki emirleri, tekrara hamle-dilmektedir; bu da gösteriyor ki, emir tekrar için vaz edilmiştir.

Deriz ki:

Şer´in hac hususundaki emri de, bir kereliğe hamledil mistir; Öyleyse bu da emrin bir kerelik için vaz edilmiş olduğunu göstersin. Eğer sizin söylediğiniz bir delile dayanıyorsa, bu da delil ve karinelere hatta, salt emrin dışındaki sarih ifa­delere dayanmaktadır. Kimileri bizim bu sözümüze, bu konudaki karinenin se­beplere ve şartlara muzaf olduğunu; tekrarlanan bir şarta izafe edilen her şeyin vücubunun da tekerrür edeceğini söyleyerek cevap vermeye çalışmışlardır. Biz bunu aşağıdaki meselede açıklayacağız.

Mesele: (Şarta bağlanmış emir tekrar için midir?)

Şarta bağlı kılınmış (muzaf) emrin, tekrar için olmadığı görüşünü benimse­yenler ayrılığa düşmüşler; kimileri, bağlı kılmanın (izafet) hiç bir etkisi bulun­madığını; kimileri de şartın tekerrür etmesiyle emrin de tekerrür edeceğini söyle­mişlerdir. Tercihe şayan olan görüş, şartın hiç bir etkisinin olmamasıdır. Çünkü ´ona vur´ sözü, tekrarı gerektirmeyen bir emirdir. Yine, ´eğer ayakta ise yahut ayağa kalktığı zaman ona vur´ sözü de tekrarı gerektirmez. Tersine bu sözü söy­leyen kişi, bir tek, mutlak olarak söylediği ´vur´ sözünün iktiza ettiği vurma işi­til, 8] nin ´ayakta bulunma´ durumuna has olduğunu kastetmektedir. Bu söz tıpkı bir kimsenin, vekiline ´eğer eve girerse, karımı boşa´ demesi gibi olup bu İkinci söz, karının eve tekrar tekrar girmesiyle emrin de tekrarını iktiza etmez; hatta, ada­mın, karısına ´eğer eve girersen boşsun´ demesi dahi, girmenin tekrarlanmasıyla boşama işinin de tekerrür edeceği anlamına gelmez. Ancak, adamın, ´eve her ne zaman ki giriyorsun, boşsun´ sözü bundan farklıdır. Yine ALLAH Teâlâ´nın, "Kim aya (Ramazan) şahit olursa, o ayı oruç tutarak geçirsin" {Bakara, 2/185} sö­zü de böyledir. ´Güneş tam tepeden batıya doğru kaymaya başladığında namaz kıl´ sözü, bir adamın kanlarına ´içinizden aya şahit olacak olanlar, boştur´ sözü ve ´kimin üzerinde güneş zeval bulursa o boştur´ sözü gibidir.

Onların iki gerekçesi vardır:

1. Gerekçe: Hüküm, illetin tekerrür etmesiyle tekerrür etmektedir; şart da illet gibidir, zaten, Şer´in illetleri de alametlerdir.

Deriz ki:

illet eğer aklî ise, aklî illet bizzat gerektiricidir; malûl olmaksızın, aklî illetin varlığı düşünülemez. Eğer illet serî bir illet ise, hükme başka bir karîne bitişme­diği sürece biz, hükmün, sırf hükmün illete izafe edilmesi sebebiyle tekerrür ede­ceğini kabul etmiyoruz. Bu da kıyas ile teaabüd´dür. Kıyas ile teabbüdün anlamı da, illete tabi olmayı emretmektir. Adetâ Şer´, ´hüküm bu illetle sabit olmaktadır;siz buna tabi olun´ demiş olmaktadır.

2. Gerekçe: Şer´in emirleri, sadece, sebeplerin tekerrür etmesiyle tekerrür eder. Msl. "Eğer cünüp iseniz, temizlenin" {Mâide, 5/6}, "Namaz kılmaya yeltendiğinizde ...yıkayınız" {Mâide, 5/6} ayetleri böyledir.

Deriz ki:

Sebeplerin tekrarı sebebiyle emirlerin de tekerrür edeceği hususu, dilin ve salt izafenin gereği olan bir husus olmayıp, tam tersine, her bir şart hususunda şer´î bir delil ile bilinir. Nitekim ALLAH Teâlâ, "Yol olarak güç yetirenlerin hac­cetmeleri insanlar üzerinde ALLAHın hakkıdır" dediği halde, güç yetirmenin teker­rürü sebebiyle vücup tekerrür etmemiştir. Eğer onlar bu durumu delile havale edecek olurlarsa, biz de tekerrür eden şeyleri delile havale ederiz. Kaldı ki, he­nüz abdesti bozulmamış olan birinin namaza yeltenmesi durumunda, yeniden ab-dest alması gerekmez. Yine, cünüp olan kişinin de, namaz kılmayı kastetmedi­ğinde, temizlenmesi vacip değildir. Görüldüğü gibi vücub mutlak olarak tekerrür etmemekte, fakat bu hususta delilin gereğine göre davranılmaktadır.

Mesele: (Fevr Veya Terahi)


fil 91

Kimi alimlere göre mutlak emir, emrin derhal yerine getirilmesini (fevr) ikti­za eder, kimilerine göre de bunu gerektirmez. Kararsızlar gurubundan (vâkıfiyye) birkısmı, bu konuda da kararsız kalmıştır. Kararsızlardan birkısmı, kararsızlığın, emrin gereğini geciktiren kişinin, imtisal etmiş sayılıp sayılamaya­cağı noktasında olduğunu; emri hemen yerine getirmeye davranan kişinin imtisal etmiş olacağında kuşku bulunmadığını söylerken, diğer bir kısım kararsızlar aşı­rılığa düşerek, emri hemen yerine getirmeye davranan kişi hakkında da kararsız kalınacağını söylemişlerdir.

Tercihe şayan olan görüş, emrin yalnızca imtisal etmeyi iktiza ettiği ve derhal yapma İle gecikmeli olarak yapmanın imtisal açısından eşit olduğudur.

Burada önce, kararsızlık (vakf) gör...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Hüküm Çıkarma
« Posted on: 24 Nisan 2024, 00:58:38 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Hüküm Çıkarma rüya tabiri,Hüküm Çıkarma mekke canlı, Hüküm Çıkarma kabe canlı yayın, Hüküm Çıkarma Üç boyutlu kuran oku Hüküm Çıkarma kuran ı kerim, Hüküm Çıkarma peygamber kıssaları,Hüküm Çıkarma ilitam ders soruları, Hüküm Çıkarmaönlisans arapça,
Logged
07 Nisan 2010, 12:01:54
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #6 : 07 Nisan 2010, 12:01:54 »


Mutezilenin görüşünün batıl olduğunu şu yollar sana gösterir:

1. yol: Mutezilenin ortaya çıkmasından önce ümmet, çocuğun tıpkı baliğ ol­muş gibi İslamın emirleri (şerâi1) ile emrolunduğunu; zina, hırsızlık ve öldürme gibi şeylerden nehyolunduğunu, o anda (filhal) bilmesi ve buna itikat etmesinin gerektiği üzerinde icmâ1 etmiştir. Halbuki çocuk henüz namaz kılacak, zekat ve­recek çağa gelmediği gibi, karşısında öldürülmesi ve zina edilmesi mümkün olan biri ve çalabileceği bir malda da yoktur; fakat çocuk, yapabilecek duruma gelme­si (temekkün) şartıyla emrolunduğunu ve nehyolunduğunu kendi nefsinde bile­cektir. Çünkü çocuk, işinin sonunun nereye varacağını bilmemektedir ve Allanın işlerin akibetlerini biliyor olması, bu itikadın vacipliğini ondan gidermemektedir.[II, 18]

2. yol: Ümmet, nehyolunmadığı bir şeyi terketmeye azmeden kişinin ALLAH´a tekarrüb etmiş sayılmayacağında; yasaklanan şeyleri (menhiyyat) terketmeye ve

emredilen şeyleri yerine getirmeye azmeden kişinin ise -her ne kadar ALLAH´ın, karar verdiği şeyi yapmaya fırsat ve imkan bulamayacağını bilmesi sebebiyle, bu kişinin emrolunmuş veya nehyolunmuş olmaması muhtemel ise de- ALLAH´a te-karrüb etmiş olacağında İcmâ´ etmiştir. Bu bakımdan, bu kişinin miitekarrib olu­şundan kuşku duymamız ve her hangi bir karar vermeyerek ´eğer bu karardan sonra ve yapma imkanı bulmazdan önce ölecek olursan senin için bir sevap yok­tur; çünkü sen henüz tekarriibde bulunmuş değilsin; eğer yaşarsan ve azmettiğini gerçekleştirirsen biz senin mütekarrib olduğunu anlarız´ dememiz gerekir ki, bu İcmâ´a aykırıdır.

3. yol: Ümmet, farz namazın ancak farziyet niyetiyle sahih olacağında icmâ´ etmiştir. Farziyet niyetinin tesbiti ise ancak farziyetİ bildikten sonra olur. Halbu­ki kul, vaktin evvelinde öğle namazının farzına niyet edip namaz vakti esnasında ölebilir. Mutezileye göre, bu durumda, öğle namazının farz olmadığı anlaşılır. Eğer böyle olsaydı, bu kişinin farziyet hususunda kuşkulu olması gerekirdi ki, kuşku durumunda niyet imkansızdır; çünkü niyet, ancak bilinen bir şeye yönelik kasıttır.

Denirse ki:

Adam, dört rekat farz namaza niyet ettiğinde, şayet iki rekat kıldıktan sonra ölecek olursa, dört rekatın kendisine artık farz olmadığını bilmekte ve ölümü mümkün görmektedir; dolayısıyla bu adam kuşkulu olduğu bir şeyin farzına na­sıl niyet edebilecektir?

Deriz ki:

Adamın bu hususta bir kuşkusu yoktur; tersine, dört rekat namazın, kalım (beka) şartıyla farz olduğunu kesin olarak bilmektedir. Şartlı emir ise anında (fil-hal) emir olup muallak bir emir değildir. Şarta bağlanmış farz farzdır, yani kişi, vaciplik gerektiren bir emirle emrolunmuş tur; böylesi bir farza azmeden kişi, bir vacibe azmeden kişinin alacağı sevabı alır. Efendi kölesine ´yann oruç tut´ dese, bu emir yann tutulacak orucun şu anda emredilmesidir, yann emredilmesi değil. Yine kölesine ´kalman ve güç yetirmen şartıyla sana vacip kılıyorum´ dese, efen- [n, 19] di, şu anda vacip kılmış olur; fakat şarta bağlı olarak. Bu meselenin hakikatinin de bu şekilde anlaşılması gerekir. Aynı şekilde vekiline ´yann evimi sat´ diyen kişi, şu anda emretmiş ve vekalet vermiş olur; vekil de şu anda emrolunmuş ve vekil olmuş olur ve vekilin yarından Önce azledilmesi makuldür. Vekil, bu du­rumda, ´fulanca beni vekil tayin etti, sonra azletti, Önce izin verdi sonra vazgeçti´ dediğinde doğru söylemiş olur; vekil yarının gelmesinden önce ölecek olursa, vekilin yalan söylemiş olduğu söylenemez. Biz bu konulan, imtisale İmkan bul­mazdan (temekkün) önce emrin neshedilmesı meselesinde ve kesme emrinin îbrahim´den neshedilmesi konusunda açıklamıştık. Bunun içindir ki fakihler, ´Ay başı geldiğinde sen benim vekilimsin´ demek ile ´seni evimi satman hususunda vekil tayin ettim, fakat aybaşında satacaksın´ demek arasında fark gözetmişler­dir. Birinci söz, ta´lîk etmedir. Vekaletin talik edilmesini caiz görmeyenler ise, belki, tenfızin aybaşına kadar ertelenmesi ile birlikte, vekaletin derhal gerçekleş­mesini (tenciz) caiz görmüşlerdir.

4. yol: Ümmet, Ramazan orucuna başlamanın, yani günün evvelinden başla­manın gerektiği üzerinde icmâ´ etmişlerdir. Halbuki şayet gündüzün ortasında ölüm meydana gelecek olursa, emrin olmadığı ortaya çıkacaktır; ölüm mümkün­dür, Ölüm mümkün olunca da bu emir kuşkulu bir emir olacak ve bu kuşku ile birlikte oruca başlamak gerekmeyecekti.

Denirse ki:

Çünkü; şayet kişi hayatta kalacak olursa oruç kendisine vacip olacaktır. Zahir olan, bu kişinin hayatta kalmasıdır. Şu anda hasıl olan şey ıstıshâb edilir (devam ediyor sayılır); ıstıshâb da, çeşitli konuların bina edildiği bir asıldır. Msl. Kendi­sine doğru bir yırtıcı hayvan gelen kişi, bu hayvandan kaçar; her ne kadar bu hayvanın kendisine ulaşmadan önce ölmesi muhtemel ise de, asıl olan bu hayva­nın ölmeyip kendisine ulaşması olduğu için bu kişi bunu ıstıshâb eder. Diğer ta­til, 20] raftan şayet bu kapı açılacak olursa, mesela oruç gibi dar zamanlı emirlere imti­sal etmek tasavvur edilemez. Çünkü temekkünün tamamlanması ancak günün geçmesiyle bilinecek, fakat bu arada gün geçip gitmiş olacaktır.

Deriz ki:

Bu yaklaşım, oruç hususunda sizi bağlar; bu imkansız sonuca götüren sizin mezhebin izdir; imkansıza götüren de imkansızdır. Yırtıcı hayvandan kaçma me­selesi şöyledir: Bu kişi, en güvenilir olanı almış ve en kötü ihtimale göre davran­mıştır; bu hususta uzak ihtimal yeterlidir. Yolda yırtıcı bir hayvanın veya bir hır­sızın varlığından kuşku duyan kişinin, tedbirli davranıp en emin olanı alması ve korunmaya çalışması uygun olur; vücub ise şek ve ihtimal ile sabit olmaz. Oruç tutmaya yanaşmayan ve güneşin batmasından önce Ölen kişinin asi olmaması ge­rekir; çünkü bu kişi, diğer ihtimali, yani ölüm ihtimalini almıştır, dolayısıyla bu sebeple mazur olmalıdır. Eğer ıstıshâb yoluyla sağ kalma zannının, vaciplik zan-nını doğurduğunu ve vaciplik zannının da serî vacîpliğin kesin olarak gerçekleş­mesini iktiza ettiğini iddia ediyorlarsa bu, zorlama ve çelişkidir.

5. yol: Vaktin evvelinde birini hapsederek elini kolunu bağlayan ve namaz kılmasına engel olan kişinin, başkasının namaz kılmasına engel olması sebebiyle aşırılıkta bulunmuş ve asi olmuş olacağında icmâ´ vardır. Eğer teklif bu yüzden (hapis ve bağlama sebebiyle) kalkacak olsaydı bu mükellefiyete engel olduğu için, bu kişi ona iyilikte bulunmuş olacaktı. Bu durumda niçin asi olsun!

Bu konu inceleme ve tartışmaya açıktır. Çünkü başka biri hakkında, bağlama ve engel olma biçimindeki tasarruf haramdır ve ona engel olmak da mubah de­ğildir. Diğer taraftan, bîr kişinin namaz kılmasına mani olunması, bu kişinin zimmetinde kazanın vacipliği için bir sebep olur ve bu kişi, bunu kaçırma riskiy­le karşı karşıyadır ya da bundan mahrum olur, çünkü hapsetme ve bağlama sebe­biyle bu kişiyi mükelleflikten çıkarmıştır; teklifte bir maslahat vardır ve hapset­mek sebebiyle bu maslahatın kişi aleyhine kaçmasına sebep olmuştur. Nitekim, [n, 21] şayet bu kişiyi namaz vaktinden önce veya buluğa ermeden buluğ vaktine kadar bağlasaydı ve namaz vakti girseydi, çocuk hakkında gerek şartlı gerekse şartsız olarak o anda gerçekleşmiş (nâçiz) bir emir olmadığı halde, bu kişi asi olurdu.

Mutezilenin gerekçeleri:

1) Şartlı enirin olabileceğini söylemek (İsbat), bir şeyin varlığını, bu şeyden daha sonra var olacak bir şarta bağlamaya götürür; halbuki şartın, ya aynı za­manda veya daha önce gerçekleşmesi gerekir. Şartın daha sonraya kalması im­kansızdır.

Deriz ki:

Bu, emrin zatının varlığı İçin ve emrin, emredenin zatıyla kaim olması için şart değildir; aksine emir, şart gerçekleşsin veya gerçekleşmesin, mevcuttur ve emredenin zatıyla kaimdir. Bu şart ise, emrin, yerine getirilmesi gerekli bağlayıcı bir emir olması İçindir; kesinlikle emrin var olmasının şartı değildir. Bunun için diyoruz kî; emir, var olması takdiriyle, şu anda bulunmayan (madum) bir şeyi emretmektir; henüz baliğ olmamışsa bile, emir buluğ şartına bağlanmıştır. Buluğ ise, emrin kendisinin, emredenin zatı ile kaim bulunmasının şartı değil, emrin yerine getirilmesinin gereği için şarttır.

Birisi çıkıp da, ´Ramazanın gündüzünde cinsel ilişkide bulunup, güneşin bat­masından önce ölen veya cinnet getiren kişinin keffaretle yükümlü olup olup ol­mayacağı konusunda Şafiî´nin değişik görüşler ileri sürmesi bu asıl ile ilişkili mi­dir´ diyecek olursa, deriz ki; ´hayatın sona ermesi durumunda biz, emrin temel­den yok olacağını anlarız´ diyenlere göre, bu kişinin keffaretle yükümlü tutulma­sı mümkün değildir. ´Biz emrin yok olduğunu anlayamayız´ diyenlere göre ise, bu noktada tereddüt etmek muhtemeldir. Zira ´bu kişi, üzerine vacip olan orucu, cinsel ilişki ile ifsad etmiştir; vaktin hükmüyle vacip olan orucu kesmek ve ifsad etmek ise keffareti gerektirir´ demek muhtemel olduğu gibi, ´keffaret, güneşin batmasından önce kesilmeye ve fasit olmaya manız bulunmayan bir orucu İfsad [II, 22] etmek sebebiyle vacip olmuştur, bu (oruç) ise buna maruz kalmıştır; dolayısıyla, bu durum, ifsadı için cinsel ilişkinin taayyün ettiği oruçla aynı hükme tabi tutma­ya (ilhak) engel teşkil eder´ demek de muhtemeldir.

Birisi derse ki: ´Kadın, adeten, gündüzün ortasında hayız göreceğini veya bir peygamberin sözüyle, hayız göreceğini veya cinnet getireceğini veya öleceğini bilirse, bu kadının, oruç tutması gerekir mi? Kadın neticede günün bir kısmında oruç tutmuş olacaktır.

Deriz ki:

Mutezile mezhebine göre, bu kadının oruç tutması gerekmez; çünkü yarım gün oruç tutmak emrolunmuş bir şey değildir; böylesi bir durumda kadın da tam gün oruç tutmakla emredilmiş olamaz. Bize göre ise, zahir olan, bu durumda oruç tutmanın vacip olmasıdır. Çünkü oruç tutmamasına ruhsat veren husus he­nüz mevcut değildir ve emir o anda mevcuttur; kolay olan şey, zor sebebiyle düşmez.

Denirse ki:

Birisi ´eğer namaz kılarsam ya ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

07 Nisan 2010, 12:02:20
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #7 : 07 Nisan 2010, 12:02:20 »



Eğer âmm tahsisi kabul etmiyorsa, ´Fulan kişi, ayetin ve hadisin umûmunu tahsis etti´ sözünün anlamı nedir?

Deriz ki:

[II, 35] Daha önce geçtiği üzere, âmmın tahsisi imkansızdır. Bu lafzın tevili ise, vaz´ itibariyle âmm olan veya umûm İradesine uygun düşen lafızla husus kastedildiği­ni göstermektir. Bu bakımdan, böyle davranan biri için, mecaz (tevessü) yoluyla, ´bu kişi, umûmu tahsis etmiştir1 denilebilir ki, bu da, ´bu lafızla hususun kastedilmiş olduğunu göstermiştir1 anlamındadır. Diğer taraftan bunu belirtme­yen (tarif), fakat bu yönde bir kanaat (itikat) veya zannı bulunan ya da bunu diliyle haber veren veya buna delil ikame eden kişiye ´tahsis eden (muhassıs, kapsamı daraltan)´ denilebilir. Bu kişi, bizzat ´tahsis eden (muhassıs)´ değil, yalnızca, ´gösteren (muarrif)\ ´konuşanın neyi kastettiğini haber veren (muhbir)´ ve karineler yoluyla buna ´istidlal eden´dir.

Mukaddime burada tamamlanmış olmaktadır. Ele alınacak beş konu ise şun­lardır:

1. Umûmun bir sıygasının olup olmadığı ve bu hususta mezheplerin ihtilafı

2. Umûm iddiası mümkün olan ve olmayan sıygaların birbirinden temyizi

3. Tahsis edici delillerin açıklanması

4. îki umûmun çatışması (tearuz)

5. istisna ve şart[51]

1. Umûmun Bir Sıygası Var Mıdır?


Önce, umûmu benimseyenlere göre, umûm sıygalarını; sonra sırasıyla bu konudaki görüş ayrılıklarını; hususçulann delillerini; umumcuların delillerini; kararsızların delillerini; kendi tercihimizi ve umûmu benimseyenler açısından, tahsise uğramış âmm´ın hükmünü açıklayalım. Böylece umûm sıygalarına ilişkin olarak bu yedi noktadan bahsedilmiş olacaktır. [52]

(A. Umûm Sıygaları]

Kabul edenlere göre, umûmun beş sıygası vardır:

a) Çoğul isimler (elfâzu´1-cumû1):

Bu isimler, er-ricâl (adamlar), el-müşrikûn (müşrikler) gibi marife [II, 36] olabileceği gibi, rical, müşrikim gibi nekre de olabilir. Nitekim "Neyimiz var ki ...adamları (rical) göremiyoruz" {Sâd, 38/62} ayetinde de ´rical´ lafzı nekre olarak kullanılmıştır. Marife isimler de, eğer kendileriyle, mesela, ´Adam ve adamlar geldiler (Akbele´r-raculu ve´r-ricâl)´ sözündeki gibi, önceden bilinen (ma´hud) şeyler/kişiler kastedilmiyorsa umûm içindir; bu sözde ise, önceden tanınan ve beklenen kişiler kastedilmiştir.

b) Şart ve ceza için kullanıldığında, Men (Kim) ve Mâ (Ne) lafızları:

Hz. Peygamberin "Kim ölü bir araziyi diriltirse, bu arazi onun olur ,[53] "El, ödeyinceye kadar, aldığı şeyden (neyi almışsa ondan) sorumludur"[54]

sözleri böyledir. Mekan ve zaman için kullanılan ´meta (ne zaman)´ ve ´eyne (nerede)* lafızları da böyledir. Msl. ´Ne zaman ki bana gelirsin (Bana geldiğin zaman), sana ikramda bulunurum´, ´Nerede olursan ol, sana gelirim´

c) Olumsuzluk (Nefy) bildiren lafızlar:

´Bana kimse gelmedi´, ´Evde kimse yok´ gibi olumsuz ifadeler böyledir.

d) ismi belirli hale getirme (tarif) amacına yönelik olmayan harf-i tarif (´el´ öntakısı) almış tekil isim:

örnek:

"insan hüsrandadır (fnne´l-insâne lefi husr)" ve "Hırsızlık yapan erkek ve kadın... (es-Sâriku ve´s-Sârikatu...)".

´el´ öntakısı almamış (nekre) olan ´müşrik´, ´sârik´ gibi isimler ise, yalnızca bir kişiyi içine alır.

e) Kütl, cemV, ecmeûn ve ekteûn gibi sözlerle tekit edilmiş lafızlar: [55]

B. Görüş Ayrılıkları


Alimler, bu beş sıyga konusunda üç görüşe ayrılmışlardır. Hususçular, bunun (çoğul isimlerin), çoğulun en alt sınırı için konulmuş olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu alt sınır da -ilerde tartışması yapılacağı üzere- iki veya üçtür. Umûmcular, bunun konuluş itibariyle istiğrak için olduğunu, fakat mecazen, ko-nuluş dışında kullanılmış olabileceğini söylemişlerdir. Karasızlar ise bunun, ne husus ne de umûm için konulmuş olduğunu; tersine, lafzın konuluş hükmü itiba­riyle zaruri olarak hepsini karşılaması yüzünden, çoğulun en alt sınırının da buna dahil bulunduğunu söylemişlerdir. Çoğul lafız, bu isim altına giren fertlerin hep-[II, 37] sini kaplayabilmesi (istiğrak) veya sadece en alt sınırı ifade edecek biçimde kul­lanılabilmesi ya da en alt sınır ile istiğrak arasındaki bir sayı ya da sınıfı içerebil-mesi itibariyle, tüm bu kısımları ifade etmeye uygun düşen müşterek bir lafızdır; tıpkı fırka ve nefer lafızlarının, üç, beş ve altı sayılarından her birine uygun düşen müşterek birer lafız olması gibi, çoğul lafızlar da konuluş itibariyle -çoğulun alt sınırının buna kesinlikle dahil olduğunu biliyor olsak bile- her hangi bir sayıya özel değildir.

Umûmcular da şu ayrıntılarda görüş ayrılığına düşmüşlerdir:

1) ´El´ öntakısı almış (muarref) ve almamış (münekker) isim arasındaki fark;

Cumhur, ´Adamları (er-ricâl) dövün´ sözü ile ´Adamlar (rical) dövün´ sözü arasında; Uktulû´l-müşrikîn (Müşrikleri öldürün) sözü ile Uktulû müşrikin sözü arasında fark olmadığını söylemiştir. Cübbâî de bu kanaattedir.

Kimi alimler de, el öntakısı almamış çoğul isimlerin, istiğraka (kaplam) delalet etmeyip, belirlenmiş (muayyen ve mukadder) olmayan bir çokluğa delalet ettiğini söylemişlerdir ki, bu görüş daha doğru gibidir.

2) El öntakısı almış, es-sârtkûn, el-müşrikûn, el-fukarâ, el-mesâkîn ve el-âmilûn gibi çoğulların delaletinde ihtilaf edilmiştir. Kimileri, bunun istiğrak için olduğunu; kimileri de, çoğulun en alt sının için olduğunu ve bir delil olmadıkça, istiğraka hamledilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Birinci görüş, hem daha kuvvetli hem de umûmculann mezhebine daha uygundur.

3) Ed-dtnâru hayrun mine´d-dirhem sözündeki gibi, el öntakısı almış tekil ismin delaletinde ihtilaf edilmiş; kimileri, bu sözde geçen ed-dinar isminin, sadece bir taneyi tanıtmak (tarif) için olduğunu, ed-dirhem sözünün ise bilinegelen dirhemi anlattığım; kimileri, bunun da istiğrak için olduğunu; kimileri de, bunun hem bir tek, hem cins hem de bu cinsin bir kısmına delalet edebileceğini, dolayısıyla müşterek bir isim olduğunu söylemişlerdir. Kararsızların görüşüne göre ise, bu lafızların hepsi de müşterek olup, küll, külle-ma, eyyu, eltezi, men ve mâ da dahil olmak üzere hiçbirisi istiğrak için değildir.

[11,38] Kararsızlar bir tek konuda ihtilaf etmişlerdir. Kararsızlardan birkısmı, kararsızlığın, sadece, haberler, vaad ve vaid hususunda varid olan umûmlarda olacağım; emir ve nehiy konusunda ise, ´Biz, bun!an anlamakla mükellefiz (müteabbed); şayet bunlar da müşterek olursa, mücmel olur ve anlaşılamaz´ diye­rek emir ve nehiy hususunda kararsız kalınamayacağını ileri sürmüştür. Bu anlayış, kararsızların görüşüne uygun düşmeyen sakat bir anlayıştır. Çünkü bir kere, kararsızların delilleri, bir cins ile diğer cins arasında ayırım gözetmez. Zira Arap, çoğul sıygası ile, cinsin tamamını kastettiği gibi, her bir cins içerisinde bir veya birkaç şeyi (ba´z) de kastetmektedir. Bu noktada featû sözü ile ifalû sözü ve kutile´l-müşrikûn sözü İle uktulû´l-müşrikîn sözü birbirine eşittir. Diğer yandan, ve hüve bi külü şey´in alîm ve ve mâ min dâbbetin fi´l-ard illâ alellâhi rtzkuhâ gibi, anlamak durumunda olduğumuz haberler de vardır.

Tenbih:

Kararsızların (vâkıfiyye), ´kararsızlık, umûm lafızlarda caiz; çıkış noktası umûmun çıkış noktası gibi olan lafızlarda ise vaciptir´ demeleri de yakışık almaz, -Şeyh Ebu´l-Hasen el-Eş´arî ve bir grup alim bunu ayrıntı vermeden söylemişlerdir-; çünkü kararsız, bunun, husus lafzı olduğunu kabul etmediği gibi, umûm lafzı oluşunu da kabul etmemektedir. Ancak eğer böyle söylerken, bu lafzın, umûmu benimseyenlere göre umûm lafzı olduğunu kastediyorsa o başka. Kararsızların mezhebine yakışan, ´çoğul sıygalarında ve şart edatlarında kararsız kalmak vaciptir´ demektir[56].

Umûm Erbabının Delilleri Ve Bunların Çürütülmesi (Nakz):


1. Delil:

Arap dilini konuşanlar, hatta diğer tüm dillerin konuşanları, sayıları, nevileri, şahıslan, cinsleri düşünüp, ihtiyaçları sebebiyle, her biri için birer İsim koydukları gibi, aynı şekilde, ihtiyaç duyarak, umûmun ve cinsi istiğrak etmenin anlamını da düşünmüşlerdir; nasıl olurda, bu anlam için bir sıyga ve lafız [n, 39] koymazlar!

Bu delile dört yönden itiraz edilecektir:

a) Bu, diller hususunda kıyas ve istidlal yapmaktır. Halbuki dil, kıyas ve istidlal yoluyla değil, tevkif ve nakil yoluyla sabit olur. Hatta diller, bu anlamda, Hz. Peygamberin sünnetleri gibidir. Birisi çıkıp da ´Sâri´ (Hz. Peygamber), insanların buna ihtiyaçları varken, altı stnıf malı (eşyayı sitte) ve bunlarda ribantn cereyan ettiğini açıklayıp belirttiği gibi, riba cereyan eden (ribevî) diğer şeyleri de belirtmiş olmalıdır´ diyemez. Bu, sakat bir mantıktır.

b) Hikmet noktasında bunun vacip olduğu kabul edilse bile, dili meydana getirenlerin (vâzı1), vaz´ işini yaparken hikmete aykırı davranmayacak derecede masum olduklarını kim kabul eder. Halbuki onlar hikmetin, terkedilmesini gerektirmediği şeyi terkeden kişi hükmündedirler.

c) Bu gerekçe, kendi içerisinde tutarsızdır. Nitekim Arap, geçmiş zamanı, gelecek zamanı ve şimdiki zamanı düşünmüş; fakat şimdiki zaman için Özel bir lafız koymamış, bu yüzden de, şimdiki zamanı göstermek için, gelecek zaman kalıbının veya ism-i failin kullanılması gerekmiş ve msl. dövme işinin şu anda yapılıyor olduğunu anlatmak için, Raeytuhu yadribu veya Raeytuhu dâriben denilmiştir. Aynı şekilde Arap, renkleri düşündüğü gibi, kokulan da düşünmüş; fakat kokular için isimler koymamış ve kokular, misk kokusu, ud kokusu denilerek, izafetle gösterilmek durumunda kalınmıştır. Halbuki kan rengi veya zaferan rengi denilmemekte, bunun yerine kırmızı veya san denilmektedir.

d) Biz, dil ehlinin, gören göz için bir lafız vaz´ etmediklerini kabul etmediğimiz gibi, umûmu anlatacak bir lafı...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

07 Nisan 2010, 12:02:45
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #8 : 07 Nisan 2010, 12:02:45 »


Mesele: (Bir Soruya Cevaben Söylenen Sözlerde Umûm İddiası)

Umûm iddiası, Şâri´in doğrudan kendisi söze başlayarak zikrettiği şeylerde mümkündür. Bir soruya cevap olarak zikrettiği şeylerde ise, bakılır; eğer cevap verirken, soru sorulmaksızın doğrudan kendisi söze başlayarak söylemiş olsaydı, müstakil olacak olan bir lafız kullanmışsa bu söz âmm olur. Msl. Bidâa kuyusu hakkında sorulan bir soruya karşılık olarak, "ALLAH suyu temiz olarak yaratmış­tır; tadını veya rengini veya kokusunu değiştirmeyen hiç bir şey suyu pislet­mez" diye ve yine, deniz suyuyla ilgili bir soruya "Denizin suyu temiz, ölüsü helaldir" diye cevap vermesi böyledir. Soruya verilen cevap bu biçimde bağım­sız değilse, yine bakılır; Soru soran kişinin lafzı genel değilse, verilen cevap için bir genellik sabit olmaz. Msl. Birisi ´Ben deniz suyuyla abdest aldım´ dediğinde, ´Bu sana yeter´ dese veya ´Ben Ramazanın gündüzünde cinsel ilişkide bulun­dum´ diyene ´Bir köle azat et´ dese, bu sözler İçin bir genellik yoktur. Çünkü bu sözler bir kişiyle yapılmış konuşmadır. Aynı hüküm, başkaları hakkında ancak yeni ve bağımsız bir delille sabit olabilir. Bu yeni delil, -eğer kıyas ile teabbüd varid ise- bir kıyas olabilir ya da Hz. Peygamberin "Bir kişi hakkında verdiğim hüküm, aynı zaman da toplum hakkında da geçerlidir" sözüne tutunulabilir. Bunun da şartı, başkalarının durumlarının, hükümde etkisi bulunan bütün vasıflar bakımından soru soran bu kişinin durumu gibi olmasıdır ve bu ikisinin yalnızca Şahıs ve ayırımda rolü bulunmayan uzunluk, renk gibi vasıflar bakımından ayrıl­masıdır. Azat (Itk) gibi bazı hükümler açısından erkeklik ve dişilik de tıpkı uzun­luk ve renk gibidir. Bunun için diyoruz ki, köle hakkında verilen hüküm, sirayet yoluyla, aynı zamanda cariye hakkında verilmiş bir hükümdür. Nikahta velayet [II, 59] konusunda ise, durum böyle değildir. Zira Şer´in genel tutumundan bilinen şey, kölelik ve azatlık konusunda erkeklik ve kadınlığı dikkate almadığıdır. Nikah hakkında ise böyle bîr şey bilinmemektedir. Bunun için biz diyoruz ki; Sahîh´te rivayet edildiğine göre, Ebu Bekr Hz. Peygamberin hastalığında İnsanlara imam olmuş, Ebu Bekr namaz kıldırmakta iken Hz. Peygamber odasından çıkmış, Ebu Bekr kendisi arkaya geçmeye niyetlenmiş, Hz. Peygamber, yerinde kalmasını işaret etmiş ve gelip yanma durmuş; Ebu Bekr Hz. Peygambere iktida etmiş (uy­muş), insanlar da Ebu Bekr´e iktidalan üzere kalmışlar; insanlar Ebu Bekr´in, Ebu Bekr de Hz. Peygamberin namazıyla namazlarını kılmışlardır. Bu rivayette, ima­mın başka birine iktida etmesi, insanların da başkasına iktida eden birine iktida etmeleri durumu söz konusudur. Bizim için, başka birinin Hz. Peygamber konu­munda (anlamında) olabileceğine dair bir şey ortaya çıkmamıştır. Peygamberli­ğin İmamette etkisi ola ola, imamete ilişkin hususlarda, Hz. Peygamber varken O´nun önüne geçilmesi uzak bir iştir, tşte bu özel bir fiildir ve umûmu yoktur. Aradaki farka rağmen ve tutunulabilecek bir umûm da yokken, ilhak iddiası ta­hakkümdür. Hatta Hz. Peygamberin Abdurrahman b. Avfa "İpek giy" demesi; Ebu Burde b. Neyyâr´a kurbanlık hususunda "Sana bir oğlak yeter" demesi; Ureynelilere develerin sidiklerini içmeleri hususunda izin vermesi; Ömer´e "Söyle oğluna, karısına dönsün!" demesi gibi sözlerin hiç birinin umûmu yok­tur. Bunların genelleştirilmesi kıyas veya başka bir yeni delile ihtiyaç duyar. İn­sanların, Hz. Peygambere iktida etmiş bulunan Ebu Bekr´e iktida ettikleri şeklin­deki nakile gelince, burada, herkesin iktidasının Hz. Peygamber´e olması, Ebu Bekr´in de tekbirleri yüksek sesle söyleyen bir aracı konumunda olması muhte­meldir.

Soru soran kişinin lafzı âmm ise, bu lafzın umumiliği, Şâri´in lafzının umûm olması mesabesindedir. Msl. birisi Hz. Peygamber´e, Ramazan gündüzünde iftar eden birinin durumunu sorsa, Hz. Peygamber de ´Bir köle azad eder´ dese, bu [II, 60] söz tıpkı, ´Ramazanın gündüzünde oruç bozan kişi, bir köle azad eder´ demesi gibidir. Çünkü Hz. Peygamber bir soruya cevap vermektedir; verilen cevap ise ancak ya soruya mutabık olur ya da ondan daha genel olur, sorulan sorudan daha Özel olamaz. Som soran kişi, ´Zeyd Ramazanın gündüzünde iftar etti´ dese, Hz. Peygamber de ´Bir köle azat etmesi gerekir´ dese ya da ´Ibn Ömer karısını boşa­dı´ dese, Hz. Peygamber de ´Söyleyin ona karısına dönsün´ dese, bu sözlerin umûmu yoktur. Belki Hz. Peygamber bu şahısların durumlarından, birincinin azat etmeyi, ikincinin de özellikle karısına dönmesini gerektiren bir şey biliyor olabilir. Biz ise bu halin ne olduğunu ve bu hal hususunda kimlerin o kişiye eşit olduğunu bilemiyoruz. Yine bu kişinin orucu, unutarak mı yoksa bilerek mî, yi­yip İçerek mi yoksa cinsel ilişki yoluyla mı bozduğu da bilinmemektedir.

Denirse ki:

Durumların tearuzuna rağmen Şâri´in ayrıntıları sormaması, hükmün genel olduğunu gösterir ve üstelik bu Şafiî´nin sözlerindendir.

Deriz ki:

Bunun hakikat olduğuna nereden karar veriyorsun! Belki de Hz. Peygamber bu kişilerin özel durumlarını biliyordur ve bu bilgisine dayanarak ayrıntıları sor­madan cevap vermiştir. Bu yaklaşım sırf vehim yoluyla bir umûm ortaya çıkar­maktır.

Mesele: (Özel Bir Sebep Üzerine Söylenen Âmm Lafız)


Amm lafzın özel bir sebep üzerine varid olması, umûm iddiasını düşürmez. Msl. Hz. Peygamber Meymûne´ye ait bir koyunun yanından geçerken "Tabak­lanmış her deri temizdir[68] demesi böyledir. Kimileri böylesi bir âmmın umûmunun düşeceğini söylemişlerdir ki bu yanlıştır. Evet bu durumda tahsis ih­timali akla daha yakındır ve bu hususta hafif ve zayıf bir delille yetinilir. Bazen de bunun olaya özel olduğu karîne İle anlaşılabilir. Msl. birine ´Git falan kişiyle şu olay hakkında sen konuş´ denildiğinde, bu kişi ´vallahi ben onunla asla konuş­mam´ dese, karîne ile bu kişinin mutlak olarak değil, söz konusu olayla ilgili ola­rak konuşmamayı kastettiği anlaşılır.

Özel bîr sebep üzerine varid olan âmmın umûmunun devam ettiğine dair de­lil şudur: Hüccet, soru soranın sorusunda ve sebepte değil, Şâri´in lafzındadır. Bunun içindir ki verilen cevap, sorunun geliş biçiminden farklı olabilir. Şöyle ki; birisi, ´Su içmek, bir şey yemek ve avlanmak helal midir´ diye sorsa, Sâri´ de "Yemek vaciptir, içmek menduptur, avlanmak ise haramdır´ diye cevap verse, soru her ne kadar yalnızca bunların mubah olup olmadığına dair ise de ve verilen cevapta yasaldık ve vaciptik varsa da, bu hükümlere uymak (ittibâ1) vaciptir. Şer´in temel ilkelerinin (usul) pek çoğu birtakım sebeplere göre çıkmışken, bu durum nasıl inkar olunabilir! Msl. "Hırsızlık yapan erkek ve kadın..." ayeti, bir kalkanın çalınması ya da Safvân´ın elbisesinin çalınması Üzerine inmiştir; zıhâr ayeti Seleme b. Sahr hakkında, Hân ayeti Hilal b. Ümeyye hakkında inmiştir ve hepsi de umûm üzeredir. [69]

Muhaliflerin Gerekçeleri:

Muhaliflerin üç gerekçesi vardır:

1. gerekçe:

Şayet sebebin bir etkisi olmasaydı ve yalnızca lafız dikkate alınsaydı, -sanki bir sebepüzerine varid olmamış gibi- sebebi, tahsis hükmüyle müsemmalann [II, 61] umûmundan çıkarmanın caiz olması gerekirdi.

Cevap:

Şârİ´in sözünün olayın beyanı için olduğunda hiç bir tartışma yoktur. Fakat tartışma, bu açıklamanın sırf o olaya özel mi, yoksa onunla birlikte başkaları için de geçerli mi olduğu hususundadır. Lafız hem o olayı hem de başkalarını kapsa­maktadır. Lafzın o olayı içine aldığı kesindir, başkalarını içine aldığı ise belirgin­dir (zahir). Kendisine bir şey sorulan kişinin, başka bir şeyden cevap vermesi ca­iz değildir. Şu kadar ki, hem kendisine sorulana hem de daha başka şeylere cevap vermesi, yine, soru mahalline dikkat çekerek başka şeye cevap vermesi de caiz­dir. Msl. Kendisine oruçlu iken hanımın öpmenin hükmünü soran Ömer´e Hz. Peygamberin "Şayet mazmaza yapmış olsaydın sence durum ne olurdu?" de­mesi; Has´amlı kadına "Babanın bir borcu olsaydı da sen onu ödeseydin, sen­ce bu borç ödenmiş olur muydu?" demesi böyledir.

2. gerekçe:

Şayet sebebin hiç bir rolü olmayacak olsaydı, ravi bu sebebi nakletmezdi; çünkü bu durumda sebebi nakletmenin bir faydası yoktur.

Cevap:

Sebebi zikretmenin faydası, nüzul sebeplerini, siyeri, kıssaları ve Şeriat ilmi­nin genişliğini; aynca, ictihadla tahsis hükmüyle sebebi dışlamanın imkansızlığı­nı bilmeyi sağlamasıdır. Bunun içindir ki Ebû Hanîfe (rh), istifraş edilen cariyeyi "Çocuk yatağa aittir"[70] hadisinden hariç tutmada yanılmıştır. Halbuki haber Zem´a´nın çocuk edindiği cariyesi (velîde) hakkında varid olmuştur. Zira Abd b. Zem´a, ´O benim kardeşimdir; babamın velîdesinin oğludur, babamın yatağı üze­rinde doğmuştur´ demiş, Hz. Peygamber de "Çocuk yatağa aittir, zina edene (âhir) düşen ise taştır" diyerek cariye için de yatağı isbat etmiştir. Ebû Hanîfe ise, sebep kendisine ulaşmadığı için cariyeyi bu haberin umûmundan hariç tutmuştur.

3. gerekçe:

Şayet amaç, sebebi açıklamak olmasaydı, açıklama, olayın vuku vaktine ka­dar ertelenmezdi. Amaç, genel bir kuralın yerleştirilmesi idiyse, bu kuralı niçin olayın vuku vaktine kadar ertelemiştİr:

Cevap:

Siz hangi gerekçeyle, beyanın ertelenmesinde bir fayda bulunmadığını söy­lüyorsunuz; bunun faydasını ALLAH daha iyi bilir. Siz niçin Allanın fiilleri için bir fayda atıyorsunuz; ALLAH, teklifini hangi vakitte isterse o vakitte inşa eder; O yaptıklarından dolayı sorgulanamaz (sorulumlu değildir). Diğer taraftan belki de O, beyanı olayın vukuuna kadar ertelemenin kutlar için bir lütuf ve maslahat ola­cağını ve onları boyun eğmeye sevkedeceğini bilmiş olabilir; bunlar takdim ve tehirle gerçekleşecek şeyler değildir. Yine, bu İllete göre, recmin yalnızca Mâiz´e; zıhâr, Hân ve kesmenin de, ayetlerin kendi haklarında indiği şahıslara özel olması lazım gelir ki, bu icmâ´a aykırıdır.

Mesele:

Muktezanın genelliği (...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

07 Nisan 2010, 12:03:13
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #9 : 07 Nisan 2010, 12:03:13 »


Mesele: (Çoğulun alt sının)

Umûmun tamamen kaplamak´tan (istiğrak) başka bir şeye çevilmesi caizdir ve bu alışılagelmiş bir durumdur. Fakat umûmun, çoğulun alt sınırının altında bir sayıya çevrilmesi caiz değildir. Burada çoğulun alt sınırının açıklanması gerek­mektedir. Alimler çoğulun alt sınırın tesbitte ihtilaf etmişlerdir. Ömer ve Zeyd b. Sabit çoğulun alt sınırının iki olduğunu İleri sürmüş ve Mâlik ile bir grup alim bunu benimsemiştir. İbn Abbas, Şâfıî ve Ebû Hanîfe ise bunun üç olduğunu ileri sürmüşlerdir. Hatta Osman anneyi iki erkek kardeş sebebiyle üçtebirden (sülüs) altıda bire (südüs) reddedince tbn Abbas ona ´Senin kabilenin (kavm) dilinde iki kardeş kardeşler demek değildir´ demiş, Osman da ´Delikanlı! Anneyi senin ka­bilen (kavm) hacbetti´ demiştir, tbn Mes´ud ´İmama üç kişi İktida ediyorsa, ima­mın arkasında saf tutarlar; eğer iki kişi iktida ederse, her biri imamın bir tarafına durur´ demiştir. Bu söz, İbn Mes´ud´un çoğulun alt sınırının üç olduğu görüşünde [II, 92] olduğunu hissettirmektedir, ikiyi, ikiye şamil olan bir lafızla cem etmenin men´i, bu tartışmanın özünden değildir. Çünkü bu caizdir ve mutaddır. Fakat tartışma, en-nâs, er-rical ve el-fukara gibi lafızların ´üç´ ve üzerindeki sayılan hakikat olarak ifade etmek için kullanılması ve bu lafızların ´iki´ için hakikat veya başka bir şekilde kullanılıp kullanılamayacağı noktasındadır. Kadı´nın tercihi, çoğulun en azının iki olduğu yönündedir. Kadı, bu görüşe, dil ehlinin fealtüm (yaptınız), fealnâ (yaptık) ve tef âlân (yapıyorsunuz) sözlerinin, iki kişi hakkında da kulla­nılmasının caizliği konusunda icmâ´ etmesiyle istidlal etmiştir; hem bunlar Kur´an´da da varid olmuştur. Msl. ALLAH Musa ve Harun kıssasında "Biz de sizin­le beraber işitiyoruz" {Şuarâ, 26/15}; "Umarım ki ALLAH, onların hepsim (Yusuf ile kardeşini) bana getirecektir" {Yusuf, 12/82); iki kişinin İki kalbi ol- [11,93] duğu halde ALLAH "... ikinizin kalpleri meyletmiş olur" {Tahrîm, 66/4}; ´Da* vud ve Süleyman ekin hususunda hükmettiklerinde ... biz onların hükümle­rine şahit idik" {Enbiyâ, 21/78}; "Müminlerden iki taife savaşa tutuşurlarsa ikisini barıştırın" {Hucurât, 49/9}; bunlar iki melek olduğu halde, "Sana has­mın haberi geldi mi? hani odanın duvarına tırmanmışlardı" |Sâd, 38/21} de­miştir.

Denirse ki:

Bunlardan her birinin bir cevabı vardır. Şöyle ki; "Biz de sizinle beraber işi­tiyoruz" sözünde ALLAH, Harun, Musa, Fİr´avn ve Firavnın kavmini kastetmekte­dir ki, bunlar topluluk (çokluk) demektir; yine, "ikinizin kalpleri ..." sözü de, iki tesniye (ikil) arasında çoğulun ağır düşmesi zaruretindendir, üstelik kulûb (kalp­ler), bazı lafızlarda bir veznindedir; yine, "onların hepsini" sözüyle, Yusuf, kar- [II, 94] deşi ve kardeşlerinden arkada kalan büyük kardeşi kastetmiştir; yine "onların verdikleri hükme biz şahit idik" sözü, haklarında hüküm verilenlerle birlikte bu ikisinin hükmüne şahit idik anlamındadır; "iki taife" sözüne gelince, zaten her bir taife çokluktur.

Deriz ki:

Bunlar zorlama ve tekellüf olup, ancak, çoğul isminin iki hakkında kullanıl­masının imkansızlığı yönünde dil ehlinden bir nakil varid olması durumunda za­ruri olarak bu tür zorlamalara ihtiyaç duyulabilir. Bu yönde açık bir nakil bulun­madığına göre, onların muhalefeti -varid olduğu gibi- hakikate hamledilir.

Denirse ki:

Burada dört delil bulunmaktadır:

1) İki, şayet çoğul olsaydı, ıfealâ (ikisi yaptı) sözümüz, çoğul olurdu, dola­yısıyla, tıpkı fealû (yaptılar) sözü gibi, üç ve üstü için kullanılması caiz olurdu;

[II, 95] çünkü ´fealu1 sözü çoğul ismi olduğundan üç ve üstü için kullanılması caizdir. Deriz ki:

´Fealû´ sözü, çoğulun diğer sayılan arasında müşterek olan bir çokluk ismi­dir; ´fealâ´ ise, özel çoğuldur. Çünkü çoğulun gerektirdiği şey ekleme yapabil­mektir ve bu durum iki hakkında da geçerlidir. Bu anlamda iki, on gibidir, fki, çoğuldur, fakat özel çoğuldur ve başka çoğul için uygun değildir, iki kişi, ´Biz yaptık (Nahnu fealna)´ diyebilirken, İkinin çoğul olduğu nasıl inkar edilebilir! Burada "Biz onu kadir gecesinde indirdik (fnnâ enzelnâhu fi leyleti´l-kadr)" ayeti örnek gösterilerek aynı sıygayı tek kişinin bile kullanabildiği söylenecek olursa, biz de bu kullanımın mecaz olduğunu, diğer kullanımın ise mecaz olma­dığını söylerek cevap veririz.

2) Dil ehli, isimlerin tekil, ikil ve çoğul olmak üzere üç çeşit olduğu husu-[11,96] sunda İcmâ´ etmiştir; buna göre ´racul (bir adam)´, ´raculeyn (iki adam)´ ve

´rical (birkaç adam/adamlar)* denilmektedir. Üç çeşit isim bulunduğuna göre, bu isimlerin birbirinden farklı olması gerekmez mi!

Deriz ki:

Dil ehli, "Raculân, çoğul ismi değildir´ dememişler, fakat, msl. on (aşere) gibi, bazı çoğul sayılar için Özel bir isim koymuşlar ve rical ismini müşterek yap­mışlardır.

3) Dilde rical ve raculân arasında fark gözetilmiştir. Sizin zikrettikleriniz ise bu farkı kaldırmaktadır.

Deriz ki:

Gözetilen fark şudur; raculân, özel bir çoğul içindir ve bu özel çoğul ikidir; rical ise, İki, üç ve üstü için müşterek olan bir çoğul ismidir.

4) Şayet bu caiz ise, bu takdirde, ´Raeytu selasete rical7 denilebildiği gibi, ´Raeytu isneyn ricaV denilmesi de caiz olur.

Deriz ki:

Bu imkansızdır. Çünkü Arap, onu bu şekilde kullanmamıştır ve onların bu [II, 97] Örfünün dışına çıkmak mümkün değildir.

özetle söylemek gerekirse, çoğul lafzını ikiye irca edenler, onu üçe irca edenlerden daha açık bir delil göstermek durumundadırlar. Çoğul lafzı, bir´e irca eden, nass lafzı bir karfye sebebiyle değiştirmiş olur.

Denirse ki:

Arap, karısına, belki de bir tek kişiyi kastederek, ´sen dışarı çıkıp erkeklerle konuşuyor musun?´ diyebiliyor.

Deriz ki:

Bu, çoğul lafzını, ´bir/tek* lafzından bedel olarak kullanmak olup, kocanın amacı erkekler cinsine taalluk etmektedir, yoksa ki koca ´erkekler´ lafzıyla bir tek kişiyi kastetmiş değildir. Eğer iki veya Üç kişiyi kastetmişse, bu takdirde lafız hakikati üzere kalmış olur. [77]

3. Umûmu Tahsis Eden Deliller
[n, 98]

Bildiğimiz kadarıyla, umûmu kabul edenler arasında, umûmun delil yoluyla, -bu delil ister akıl delili, ister sem´ delili, isterse bunlar dışında bîr delil olsun-tahsis edilebilmesinin caizliği konusunda bir görüş ayrılığı yoktur. ALLAH Teâlâ´nın "Sizin rabbiniz ...herşeyin yaratıcısıdır" {En´âm, 6/102} ve "herşe-yin ürünlerinin toplanıp getirildiği"´ {Kasas, 28/57}, "her şeyi yerle bir eder*´ {Ahkaf, 46725}, "kendisine her şeyden verilmiş olan" {Nemi, 27/23}, "müş­rikleri öldürün" {Tevbe, 9/5}, "Hırsızlık yapan erkek ve kadın ... (es-Sârık ve´s-sârıka)" {Mâide, 5/38}, "Zina eden kadın ve erkek ..." {Nûr, 24/2} ve "ALLAH size çocuklarınız hakkında ... tavsiye eder" {Nisa, 4/11} sözlerinin ve Hz. Peygamberin "Göğün suladığında ondabir vardır" sözünün tahsis edilece­ği noktasında ittifak varken, âmm´ın tahsisi artık nasıl inkar olunabilir! Nitekim [j^ 99] Şer´in bütün umûmları, asıldaki, mahaldeki ve sebepteki birtakım şartlar ile tahsis edilmiştir ve tahsis edilmemiş ânım son derece azdır. Msl. "O her şeyi bilir (ve hüve bi külli şey´in alîm)" sözü ittifakla, umûm Üzere kalmıştır.

Kendileriyle, umûmun tahsis edildiği deliller on çeşittir: 1) His delili:

"Ve utitu min külli şey" ayeti his/duyu delili ile tahsis edilmiştir. Nitekim, Süleyman´ın elinde bulunan şeyler, bu sözü söyleyen melikenin elinde değildi. Yine "Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir ediyordu" ayeti de his delili ile tahsis edilmiştir; msl. yerin, göğün ve daha pek çok şeyin bu yerle bir etme işinin dışın-da kaldığı his ile bilinmektedir.

2) Akıl delili:


"... her şeyin yaratıcısı" ayeti akıl delili ile tahsis edilmiştir. Zira, zaten ka­dim olan bir şeye kudretin taalluk etmesi imkansız olduğundan, Allanın zatı ve [II, 100] sıfatlan, bu yaratmanın dışındadır. Yine "Haccetmek ALLAHın insanlar üzerin­deki hakkıdır" ayeti de böyle olup, çocuk ve deli bu ayetin genel ifadesi dışında kalmıştır. Çünkü akıl, anlamayan kişinin mükellef tutulmasını imkansız görür.

Denirse ki:

Akıl, varlık itibariyle sem´in delillerinden önce olduğu halde nasıl tahsis edi­ci olabilir; tahsis edicinin, daha sonra olması gerekmez mi? Ayrıca tahsis, lafzın altına girmesi mümkün olan şeyleri dışarda bırakmak demektir; akla aykırı olan şeyi ise, lafzın içine alması zaten mümkün değildir.

Deriz ki:

Kimi alimler, bu durum yüzünden, akıl delilinin tahsis edici olarak adlandın-lamayacağını söylemişlerdir. Şu kadar ki, bu anlaşmazlık ibarededir; çünkü delil­lerin ´tahsis edici (muhassıs)´ olarak adlandırılması mecazdır. Biz de zaten, âmm´ın tahsis edilmesinin imkansız olduğunu; fakat delil´in, konuşan kişinin ira­desini ve onun umûm için konulmuş lafızla özel bir anlamı kastettiğini gösterdi-[II, 101] ğini açıklamıştık. Akıl delilinin bize, ALLAH Teâlâ´nın "Haliku külli şef sözüyle kendisini ve zatını kastetmediğini beyan etmesi caizdir ve bu, her ne kadar akıl delilinden önce ise de, lafzın nazil oluşu sırasında da mevcuttur. Akıl delilinin tahsis edici olarak adlandırılması ise, ayetin inmesinden önce değil, ayetin inme­sinden sonradır.

Onların İafzın, akla aykırı olan şeyi içine alması mümkün değildir´ sözleri­ne gelince, durum hiç de böyle değildir. Aksine dil bakımından bu (akla aykırı şey) lafzın kapsamına girer, fakat bunu söyleyen yalan söylemiş olur. ALLAH Teâlâ´nın sözünün doğruluğu vacip olduğundan, her ne kadar vaz´ itibariyle laf­zın şümulü var ise de, bu tür şeylerin irade altına girmesi imkansızdır.[E, 102]

3) îcma delili:


Amm, İcmâ´ ile tahsis edilebilir. Çünkü icmâ´ katidir ve icmâ´da hata bulun­ması mümkü...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: 1 [2] 3   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes