> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Usulü Fıkıh Eserleri > İslam Hukuku - İmam Gazali > Ahad Haberler
Sayfa: 1 [2] 3   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Ahad Haberler  (Okunma Sayısı 3859 defa)
07 Nisan 2010, 11:56:56
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #5 : 07 Nisan 2010, 11:56:56 »




Mesele: (sahabeden sonrakilerin icmâ´ı)

Kimi alimler, sahabe dışındakilerin icmâ´ına önem vermezler, ki biz bu görüşün batıl olduğunu göstermeye çalışacağız.

Kimi alimler de, sahabeden sonra tâbiûnun icmâ´ının da dikkate alınacağını, ancak sahabe zamanında tabiinin hilafına önem verilmeyeceğini ve tabiînin hila­fı yüzünden sahabe icmâ´ının gerçekleşmemiş sayılmayacağını söylemişlerdir. Tabiî, icmâ´ın tamamlanmasından önce ictihad rütbesine eriştiği sürece bu görüş fasiddir. Çünkü tabiî de ümmettendir. Tabiî dışarıda bınakılarak yapılan icmâ´, ümmetin tamamının icmâ´ı değü, ümmetin birkısmının icmâ´ı olur. Hüccet ise ümmetin tamamının icnıâ´ındadır.

Evet, sahabe icmâ´ etlikten sonra, tabiî içti had rütbesine erişirse, tıpkı icmâ´ın tamamlanmasından sonra müslüman olmuş gibi, bu durumda tabiî, saha­be icmâ´ına geçilmiş olur ve artık muhalefet etme yetkisi kalmaz. "hakkında ih­tilaf ettiğiniz en küçük şeyin hükmü bile ALLAH´a aittir" {şûra, 42/10} ayeti bu hususa delalet etmektedir. Bu ihtilaflı bir konudur ve sahabenin, tabiînin hilafı­nın caizliği hususundaki icmâ´ı ve yine sahabenin tabii´nin muhalefetine karşı çıkmamış olmaları buna delalet etmektedir. Bu demektir ki, sahabe, tâbiûnun muhalefetinin caiztiği hususunda icmâ1 etmiştir. Abdullah´ın, alkame ve esved gibi bir çok arkadaşının sahabe döneminde fetva veriyor oldukları biliniyorken, yine hasan basrî ve said b. Müseyyeb de fetva veriyor iken tabiînin hilafı nasıl dikkate alınmaz!

Genel biçimde ifade etmek gerekirse, sahabî´nin, sohbet fazileti dışında, tabiîden bir üstünlüğü yoktur. Şayet bu fazilet, icmâ´ için özel bir etken sayılacak olursa, ensarın sözü, muhacirlerin sözü sebebiyle, muhacirlerin sözü aşere-i mü-beşşerenin sözüyle, aşere-i mübeşşere´nin sözü dört halifenin sözüyle, dört hali­fenin sözü, ebû bekr ve ömer´in sözüyle geçersiz (sakıt) olur.

Denirse ki:

Aişe´nin, ebû seleme b. Abdurrahman´ı, sahabeyle boy ölçüşme hususunda karşı çıkıp tenkit ettiği ve onun hakkında ´horozla birlikte öten civciv!´ dediği ri­vayet edilmektedir.

Deriz ki:

Bizim zikrettiklerimiz kesin olan şeylerdir. Sizin aişe´den naklettiğiniz ise, ahad nakille sabit olmuştur. Bu nakit, sabit kabul edilse bile, aişe´nin kendi şahsî görüşüdür ve onda hiç bir hüccet yoktur. Diğer taraftan belki de aişe, sahabenin önceden icmâ´ ettiği konularda ebû selcme´nin sahabeye muhalefet etmesine en­gel olmak istemiştir. Belki de aişe, tıpkı ´îne[60] meselesinde, harama giden yo­lun (zerîa) önünün alınmasının kesin olarak vacip olduğu zannıyla zeyd b. Er-kam´a karşı çıktığı gibi, burada da kendi anlayışına göre ietihadi olmayan bir me­selede ebû seleme´nen muhalif görüş serdetmesine karşı çıkmıştır.

Bilesin ki: bu meseledeki tartışma, sahabe icmâ´ının, bir sahabenin muhalif kalması durumunda gerçekleşmeyeceği görüşünde olanlarla tasavvur olunabilir. Hangi surette olursa olsun çoğun hilafının azınlık sebebiyle saf dışı bırakılama­yacağı görüşünde olanlara gelince, bunların sözü sadece tabiîye mahsus değildir.

Mesele: (azınlığın karşı çıkması durumunda çoğunluğun icmâ´ı)

Azınlığın muhalif kalması halinde çoğunluğun icmâ´ı hüccet değildir. Kimi [ı, 186 alimler bunun hüccet olduğunu söylemişler; kimileri de, eğer azınlığın sayısı te­vatür sayısına ulaşıyorsa, bu durumda iemâ´ın gerçekleşmeyeceğini, aksi durum­da gerçekleşeceğini ileri sürmüşlerdir.

Bizim bu husustaki birinci dayanağımız şudur; hatadan korunmuşluk (is­met), ancak ümmetin tamamı için sabit olmuştur. Çoğunluğun icmâ´ı ise, ümme­tin tamamının icmâ´ı olmayıp, ihtilaflıdır. ALLAH teala, "hakkında ihtilaf ettiği­niz en küçük şeyin hükmü bile ALLAH´a aittir" {şûra, 42/10} buyurmuştur.

Denirse ki:

Ümmet bazan mutlak olarak zikredilir ve bununla çoğunluk kastedilebilir. Msl. ´Temim oğulları komşuyu himaye eder, misafire ikramda bulunur´ denilir ve bununla temim oğullarının hepsi değil çoğunluğu kastedilir.

Deriz ki:

Umum sıygasına kail olanlar, bunu (ümmet sözünü) ´herkes´ olarak anlarlar. Tahsis, keyfi tutum (tahakküm) ile değil ancak bir delil ve zaruret ile caiz olur. Burada ise her hangi bir zaruret yoktur. Umum sıygasına kail olmayanlara göre ise, bununla ´en az´ın bile kastedilmesi caizdir. Bu durumda, kastedilen kısım ile, kastedilmeyen kısım birbirinden ayırdedilemez. Kastedilen kısmın dahil olduğu­nun bilinebilmesi için, herkesin icmâ´ı gereklidir. Hakk ehlinin sayıca azlığına delalet eden bir çok haber varid olmuşken bu (çoğunluğun icmâ´ı) nasıl olabilir! Nitekim hz. Peygamber, "onlar o gün azınlıktadır"[61] ´din garib olarak baş­ladı, yine garib olarak geri dönecektir" demiştir. ALLAH teala, "onların ço­ğunluğu aklını kullanmaz" {hucurât, 49/4}, "şükreden kullarım da ne kadar azdır" {sebe, 34/13}, "nice az bir topluluk vardır ki..." {bakara, 2/249} bu­yurmuştur. Ortada mazbut bir ölçü (dâbıt) ve çare olamadığına göre, bu problem ancak, icmâ´da herkesin sözüne itibar edilmesi gerektiği söylenerek halledilebilir.

İkinci dayanağımız ise, sahabenin tek tek kişilerinin muhalefetini caiz görme hususundaki icmâ´ıdır. Nitekim, tek tek kişilerin infirad ettiği nice meseleler var­dır. Msl. İbn abbas, avl "[62] konusunda infirad etmiş ve avl´i inkar etmiştir.

Denirse ki:

Hayır böyle değil! Sahabe tbn abbas´ın müt´a nikahının caizüği ve ribanın sadece nesîc´de olduğu şeklindeki görüşüne karşı çıkmıştır. Aişe, îne meselesinde zeyd b. Erkam´a karşı çıkmış; sahabe, uykunun abdesü bozmayacağı görüşünde olan ebû musa el-eş´ari´ye ve dolu (hered) yemenin orucu bozmayacağı görüşün­de olan ebû talha´ya karşı çıkmıştır. Bu karşı çıkışlar, bu görüşlerle infırad et­meleri sebebiyledir.

Deriz ki:

Hayır karşı çıkışların sebebi infirad etmeleri değil, o hususta varid olan meş­hur sünnete muhalefet etmeleri veya kendilerince sabit açık delillere muhalefet etmeleridir. Diğer taraftan, diyelim ki, sahabe, bunlara sırf infirad etmeleri yü­zünden karşı çıkmıştır. Înfırad etmiş olan kişi de, onların kendisine karşı çıkışla­rına karşı çıkmaktadır. Gene icmâ´ kurulmuş olmaz ve muhalif bir kişi varken onların karşı çıkışlarında hiç bir hüccet olamaz.

Onların iki şüphesi vardır:

Birici şüphe: onlar derler ki bir kişinin kendi kendisinden haber verdiği hu­suslardaki sözü bilgi doğurmaz. Nasıl olur da, kendi nefisleri hakkında verdikleri haberlerin -tevatür sayısına ulaşmaları sebebiyle- bilgi meydana getirdiği kişile­rin sözü böyle bir sözle boşa çıkarılabilir! Bu noktadan hareketle kimi alimler derler ki; en az sayı, -tevatür meblağına ulaşıncaya değin- icmâ´ın gerçekleşmesine engel değildir.[63] Bu anlayış üç yönden fasiddir;

A) çoğunluğun doğru söylemesi -eğer biliniyor ise-, ümmetin tamamının doğru söylemesi ve ittifak etmesi demek değildir. Hüccet, tüm ümmetin ittifakın-dadır. Çoğunluk, ümmetin tamamı olmadığına göre hüccet düşmüştür.

B) tek kişinin yalan söylediği malum değildir. Bu kişi belki de doğru söyle­mektedir. Dolayısıyla bu tek kişi eğer doğru söylemiş ise, söz konusu mesele üzerinde herkesin ittifak ettiğinden bahsedilemez.

C) çoğunluğun içlerinde gizledikleri şeye bakılmaz. Aksine bizden istenen (teabbüd), onların açığa vurduklarına ilişkindir. Onların mezhebi ve yolu, gizle­dikleri değil açığa vurduklarıdır.

Denirse ki:

Ümmetin, açıkladıkları şeyin aksini içlerinde gizlemeleri caiz midir?

Deriz ki:

Eğer böyle bir şey varsa, bu ancak takiyye ve baskı (ilca) yüzündendir. Böy­le bir şey de, ortaya çıkar ve yaygınlaşır. Eğer sonradan ortaya çıkıp yaygınlaş-mamışsa, ümmetin, içinde gizlediklerinin aksini dışarıya vurdukları (takiyye yap-[ı, 187] tıkları) düşünülemez. Çünkü bu durum, ümmetin dalalet ve batıl üzerinde birleşmesi sonucuna götürür ki, bu sem´ delili sebebiyle imkansızdır.

İkinci şüphe;

Tek kişinin muhalefeti cemaatten ayrılma demektir (şuzûz). Cemaatten ay­rılma ise yasaklanmış, ayrılan kişi (şâzz) kınanmış ve sürüden ayrılan koyuna benzetilmiştir.

Deriz ki:

Şâzz, cemaate dahil olduktan sonra cemaatten ayrılan kişi anlamındadır, îcmâ´a dahil olan kişinin, daha sonraki muhalefeti kabul edilmez. Şuzuz da işle budur. Îcmâ´a hiç katılmamış olan kişi ise, kesinlikle şâzz olarak adlandırılanla/.

Denirse ki:

Hz. Peygamber, "ekseriyetten (sevad-i a´zam) ayrılmayın. Çünkü şeytan tek kalan kişiyle beraberdir ve iki kişiden daha uzaktır"[64] demiştir.

Deriz ki:

Hz. Peygamber bu sözüyle fitneye sebep olacak biçimde ekseriyete muhale­fet ederek devlet başkanına karşı gelen şâzz kişiyi kastetmiştir. Yine "şeytan iki kişiden daha uzaktır" sözüyle de, yola çıkan kişinin kendisine bir yoldaş edinme­sini teşvik içindir. Bunun içindir ki hz. Peygamber , "üç kişi ise kenetlenmiş çokluktur (rekb)"[65] demiştir.

Kimi alimler, çoğunluğun sözü icmâ´ değildir; ama hüccettir demişlerdir. Bu görüş keyfi bir görüştür. Çünkü çoğunluğun sözünün hüccet olduğuna dair delil yoktur. Kimileri de, ´çoğunluğun sözü hüccet derken, çoğunluğun sözüne uyma­nın daha evla olduğunu kastediyorum´ demişlerdir. Bu görüş de, haberler husu­sunda ve müetehidler arasında sayıca çokluktan başka bir tercih unsuru bulama­yan mukallid hakkında doğrudur. Müctehide gelince, müetehidin çoğunluğa de­ğil, delile tabi olması gerekir. Çünkü birisi delile muhalefet etmişse, müetehidin ona ittiba etmesi gerekmez. Bu muhalife başka bir muhalif daha katılsa, yine müetehidin bunlara ittiba etmesi gerekmez.

Mesele: (medine halkının icmâ´ı)

Mâlik der ki; hüccet, yalnızca medine ehlinin icmâ´ındadır. Kimi alimler de, harameyn -yani mekke ve medine- ile mısrcyn -yani kufc ve basra- ehlinin icmâ´ının muteber olduğunu söylemişlerdir. İşin özüne inen (muhassıl) alimler bununla, bu bölgelerin sa...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Ahad Haberler
« Posted on: 25 Nisan 2024, 09:14:11 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Ahad Haberler rüya tabiri,Ahad Haberler mekke canlı, Ahad Haberler kabe canlı yayın, Ahad Haberler Üç boyutlu kuran oku Ahad Haberler kuran ı kerim, Ahad Haberler peygamber kıssaları,Ahad Haberler ilitam ders soruları, Ahad Haberlerönlisans arapça,
Logged
07 Nisan 2010, 11:57:20
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #6 : 07 Nisan 2010, 11:57:20 »


2. İcmâ´ (Nefsu´1-Îcma´)

Biz icmâ´ kavramıyla, -üzerinden asır geçsin geçmesin, fetva sarih sözlü bir açıklama (nutk) olduğu sürece gerek içti had gerekse nass kaynaklı olsun- bir me­selede ümmetin fetvalarının aynı anda ittifakını kastediyoruz. Bu bölümde, sus­manın (sükut) konuşma gibi olmadığı, icmâ´a katılanların ölmesinin (asrın inkırazı) şart olmadığı ve icmâ´ın ictihad kaynaklı olabileceği olmak üzere üç ko­nudan bahsedilecektir.

Mesele: [sükutî icmâ]


Sahabeden hiri bir fetva verip diğerleri sükut etseler icmâ´ gerçekleşmiş ol­maz. Susana söz isnad edilemez. Kimi alimler derler ki; fetva veren şahabının fetvası yaygınlık kazandığı halde, diğerleri susarsa, bunların susmaları sözlü açıklama sayılır ve bununla icmâ´ tamamlanmış olur. Kimi alimler de, bu süku­tun üzerinden asrın inkıraz etmesini (sükut edenlerin ölmesini) şart koşmuşlardır. Kimileri, bunun icmâ´ olmayıp, hüccet olduğunu, kimileri de bunun ne hüccet ne de icmâ´ olduğunu, sadece onların bu meselede ictihad etmeyi caiz gördüklerinin delili olabileceğini ileri sürmüşlerdir.

Bizce tercihe şayan olan görüş ise bunun, ne icmâ´, ne hüccet, ne de onların bu meselede ictihad etmeyi caiz gördükleri hususunda bir delil olduğudur; ancak eğer karine-i haller, onların bu görüşe katıldıklarını belli etmeksizin sustuklarına ve susma durumunda bununla amel etmenin cevazına, delalet ediyorsa o başka.

Tercih ettiğimiz görüşün delili şudur: bir sahabinin fetvası, ancak, onun ihti-[ı, 192] male ve tereddüde yer bırakmayan sarih sözü ile bilinir. Sükut ise tereddüt uyan­dırır. Susanlar, açıklanan görüşü paylaşmadıkları halde, belki de şu yedi sebepten dolayı susmuşlardır:

1) içerisinde, kendi görüşünü açıklamasına engel teşkil eden bizim bilemedi­ğimiz bir mani vardır. Belki de susmasına rağmen, üzerinde o görüşe katılmadı­ğına ilişkin belirtiler görünmüş olabilir.

2) susmuştur; çünkü her ne kadar kendisi aynı fikirde olmasa, hatta o görü­şün yanlışlığı inancında olsa bile, açıklanan görüş, içtihadı ona ulaşan kişi için caiz bir görüştür.

3) kendisi her müetehidin musîb olduğu kanaatindedir ve içtihadı konularda başkalarına karşı çıkmayı kesinlikle uygun görmüyordun bu görüşe cevap ver­meyi ise farz-ı kifaye saymış, içtihadında isabet etmiş biri buna cevap verdiğin­de, her ne kadar kendi içtihadı öyle olmasa da, susmuştur.

4) kabul etmediği halde susmuştur, fakat karşı çıkmak için fırsat kollamak­tadır. Kısa bir süre sonra ortadan kalkması umulan her hangi bir engel sebebiyle hemen inkara yeltenmeyi maslahata uygun bulmamış, ne var ki bu engelin orta­dan kalkmasından önce ölmüş yahut da başka bir meşguliyet yüzünden karşı çık­maya fırsat bulamamıştır.

5) inkar etse bile kendisine itibar edilmeyeceğini ve hal böyleyken inkar et­menin kendisine bir zül getireceğini biliyordur. Nitekim ıbn abbas, ömer hayat­tayken avl´in inkarı konusunda susmasıyla ilgili olarak ´ömer, heybetli bir adam­dı.; Onun heybetinden çekindim´ demiştir.

6) söz konusu mesele hakkında henüz bir kanaati olmadığı için susmuş, in­celeme müddeti içerisinde iken ölmüştür.

7) başkasının ona karşı çıktığı ve artık kendisinin karşı çıkmasına gerek kal­madığı zannıyla susmuştur. Belki de bu zannında yanılmış ve böylece de bir ku­runtu yüzünden inkarı terketmişlir. Zira inkarın far/.-ı kifaye olduğu görüşünde olup, başkasının bu görevi yerine getirdiğini zannetmiştir. Halbuki bu vehminde hata etmiştir.

Şayet o hususta bir hilaf olsaydı açığa çıkardı diyenlere karşı biz de deriz ki; şayet o hususta bir muvafakat olsaydı ortaya çıkardı. Muvafakatin ortaya çıkma­sına mani olan bir halin varlığı tasavvur olunursa, aynı şey muhalefet için de söz konusudur.

Bu suretle, sükut durumunda asrın inkırazını şart gören cübbâî´nin görüşü batıl olmaktadır. Zira yukarıda zikredilen engellerden bazıları asrın sonuna kadar devam edebilecek mahiyettedir.

Bunun icmâ´ değil de hüccet olduğu şeklindeki görüşe gelince; bu görüş de­lilsiz iddiadan ibarettir. Çünkü bu, ümmetin bir kısmının sözüdür. Halbuki hata­dan korunmuşluk (ismet) yalnızca ümmetin tamamı için sabit olmuştur.

Denirse ki:

Kesin olarak biliyoruz ki, tabiîler, kendilerine bir meselenin müşkil gelmesi durumunda, o konuya ilişkin olarak birinin yaygınlık kazanıp diğerlerinin´-sustu-ğu birsahabi sözü nakledildiğinde, bu görüşün dışına çıkmayı caiz görmemişler­dir. Bu tavır, zikredilen biçimde gelen sahabi sözünün hüccet olduğu üzerinde tâbiûnun icmâ´ı demektir.

Deriz ki:

Tâbiûnun bu tavrının icmâ´ sayılmasını kabul etmiyoruz. Aksine alimlerin bu meseledeki ihtilafı hala sürmektedir. İşin özüne inen (muhassıl) alimler bilirler ki, sükut, tereddüte ve ihtimale müsaittir ve ümmetin bir kısmının değil, tümünün sözü hüccettir.

Mesele: [fcmâ´ın gerçekleşme anı]

Ümmetin sözü, bir an dahi olsa, bir noktada toplanmış ise icmâ´ gerçekleş­miş olur ve onların hatadan masumluğu sabit olur. Kimi alimler, -bir anlık ittifakı icmâ´ın gerçekleşmesi için yeterli görmeyerek- asrın inkırazını ve icmâ´a katılan herkesin ölmesini gerekli görmüşlerdir. Bu sakat bir anlayıştır. Çünkü hüccet Ümmetin itti fakı ndadır, ölmesinde değil. Bu ittifak da ölmelerinden önce meyda­na gelmiştir ve pekiştirme bakımından ölümün ona ekleyeceği bir şey yoktur. İcmâ´ın hücceti ayet ve haber olup, bunlar da asra itibar edilmesini vacip kılma-mıştır.

Denirse ki:

İcmâ´a katılanlar hayatta oldukları sürece, fikirlerinden caymaları ihtimal da­hilindedir, ve fetvaları kesinleşmiş değildir.

Deriz ki:

Söz onların caymaları hususundadır. Biz onların hepsinin birden caymalarını mümkün görmüyoruz. Çünkü böylesi bir durumda iki icmâ´dan biri hata olur ki, bu imkansızdır. İçlerinden birinin cayması ise helal değildir. Çünkü bu kişi cay­ma durumunda, hatadan korunmuş olması vacip olan ümmetin icmâ´ına muhale-[ı, 193] fet etmiş olur. Evet, içlerinden birinin cayması ve sebeple de asi ve fasık olması mümkündür. Masiyet ümmetin bir kısmı için mümkün olsa bile ümmetin tamamı için mümkün değildir.

Denirse ki:

Îemâ´ ancak asrın inkırazı ile tamam olduğuna göre, icmâ´ henüz tamam ol­mamışken, cayan kişi nasıl icmâ´a muhalefet etmiş sayılabilir!

Deriz ki:

Eğer siz bunun icmâ´ olarak adlandırılmayacağım söylemek istiyorsanız, bu hem dile hem örfe karşı bir iftiradır. Yok eğer icmâ´ın hakikatinin henüz gerçek­leşmediğini ka?´ediyorsanız, bunun tanımı nedir? Îemâ´, ümmetin fetvalarının it­tifakından başka bir şey değildir ve bu ittifak hasıl olmuştur. Bundan sonrası itti­fakın tamamlanması değil, ittifakın devamının sağlanmasıdır.

Öte yandan, böyle bir şey nasıl iddia edilebilir! Biz biliyoruz ki enes b. Ma­lik ve son kuşak sahabe zamanında yaşayan tabiîler, sahabe icmâ´ını hüccet gös­teriyorlardı ve icmâ1 ile ihticacın caizliği en son sahabinin ölümüne zamanlanmış değildi. Bu yüzden kimileri, hepsinin ölmesi değil, çoğunluğunun ölmesi yeterli­dir demişlerdir ki bu da dayanaksız bir başka keyfi iddiadır.

Ve nihayet böyle bir anlayış, icmâ´ın imkansızlığı sonucuna götürür. Çünkü, sahabeden bir kişi hayatta kaldığı sürece, icmâ´ henüz tamamlanmış sayılamaya­cağından bir tabiînin muhalefet etmesi caiz olacaktır. Aynı şekilde bir tabiî ha­yatta kaldığı sürece, daha sonrakilerden birinin muhalefet etmesi caiz olacaktır. Bu durum, aslı olmayan kısırdöngüden ibarettir.[68]

Bunların Şüpheleri (Delilleri):


Birinci delil:

Derler ki; belki de icmâ´a katılanlardan biri, söylediğini vehim ve yanılgı [ı, 194] olarak söylemiş ve akabinde bu yanlışın farkına varmış olabilir. Bu ihtimal varken, yaptığı yanlıştan dönmesi hususunda bu kişi nasıl kısıtlama altına alınabilir ve bir anda gerçekleşen bir ittifak sebebiyle böyle bir hatanın bulunmadığından nasıl emin olunabilir!

Deriz ki:

Bu kişi sözünden dönmeden önce öldüğünde, bunun hala yapıp yapmadığın­dan nasıl emin olacağız! Hatadan emniyeti gösteren husus, nassın, ümmciin ko-runmuşluğunun (ismet) vücubuna delalet etmesidir. Ancak, bu kişi, ´hata yaptığı­mı anladım´ diyerek görüşünden dönecek olursa ona deriz ki, toplulukla birlikte olduğun /aman değil tek hasına kaldığın zaman senin hata etmiş olabileceğin te-vehhüm edilebilir. Ümmete muvafakat ederek söylediğin sözün ise hala ihtimali yoktur. Yine bu kişi, ´ben görüşümü şu delilden hareketle söylemiştim. Simde ise bunun aksinin kesin olarak doğru olduğu kanaatindeyim´ derse, ona deriz ki, sen meselenin kendisinde değil, metodda hata etmişsin. Her ne kadar istidlal me­todunda hatalı olsan bile, ümmete muvafakat etmiş olman, hükmün isbetli oldu­ğunu gösterir.

İkinci delil:

İcmâ´a katılanlar, belki de, söylediklerini ietihad ve zanna dayanarak söyle­mişlerdir. İçtihadı değiştiğinde bu ietihaddan dönme hususunda müetehide bir kı­sıtlama getirilemez. Müctehidin içtihadından dönmesi caiz ve mümkün olduğuna göre, henüz icmâ´ tamamlanmamış demektir.

Deriz ki:

Tek başına kaldığı içtihadından dönme hususunda müetehide hiç bir kısıtla­ma getirilemez. Ancak müctehidin yaptığı ietihad ümmetin içtihadına uygun dü­şerse, bu ietihadda hata bulunması caiz değildir ve bu içtihadın isabetli (hak) ol­ması gerekir. Hakdan vazgeçmeye ise müsaade edilemez.

Üçüncü delil;

Muhalefet eden kişi ölse, geri kalanların asrın bir kısmında ümmetin tama­mım teşkil ettiği öne sürülerek muhalifin ölmesi sebebiyle mesele icmâ´a dönüşe-mez. Bunun içindir ki, muhalifin görüşü terkedilmiş olmaz. Eğer asır muteber tu-tulmuyorsa, muhalifin mezhebinin batıl sayılması gerekmez mi!

Deriz ki: kimi alimler, bu durumda geri kalanların o vakitte ümmetin tama...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

07 Nisan 2010, 11:57:41
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #7 : 07 Nisan 2010, 11:57:41 »


Mesele; icmâ´in gerçekleşmesinden sonra icmâ´a muhalif bîr haberin ortaya çıkması

Birisi dese ki;

Sahabe bir hüküm üzerinde icmâ´ edip daha sonra içlerinden biri bu icmâ´a aykırı bir hadisi hatırlayıp rivayet etse, sahabe de hadisin getirdiği hükme dönse, yaptıkları birinci icmâ´ batıl olur; hadisi bir tarafa bırakıp yaptıkları icmâ1 üzerin­de kalmada diretseler, bu, özellikle hadisi kesin olarak hatırlayıp rivayet eden sa-habi açısından, imkansızdır. Yalnızca hadisi hatırlayan sahabi icmâ´dan dönse icmâ´a muhalefet etmiş olur; icmâ´dan dönmese bu defa da habere muhalefet et­miş olur. Bu problemli durumdan kurtulmanın tek yolu vardır; o da asrın inkırazını muteber saymaktır.

Deriz ki;

Bu problemli durumdan kurtulmanın iki yolu vardır.

Birincisi; bu, imkansız bir şeyi varsaymaktır. ALLAH ya ümmeti haberin zıddı olan bir hüküm üzerinde icmâ´ etmekten koruyacak ya da raviyi icmâ´in tamam­lanmasına kadar unutmaktan koruyacaktır. [ı, 212´

İkincisi de şudur; biz icmâ´ ehlinin takınacağı tavıra bakarız; eğer icmâ´ ehli yaptıkları icmâ´ üzerinde kalmada ısrar ederse, bu tavır, icmâ´ın hak olduğu, hadi­sin de, ya ravinin bunda yanılgıya düşerek peygamberden duymadığı halde pey­gamberden duyduğunu zannettiği ya da bu hadisin neshedildiği ve bu durumu ra­vinin bilmediği fakat, her ne kadar bize bu konuda bir bilgi ulaşmasa da, icmâ´ ehlinin bu durumu bildiği açığa çıkmış olur. Böylesi bir durumda ravi icmâ´dan dönerse, kesin hüccet olan icmâ´a muhalefet etmiş olur. Yok eğer icmâ´ ehli ha­bere dönecek olursa bu lakdirde de deriz ki; onların üzerinde icmâ´ ettikleri husus o zamanda hak idi. Zira, tıpkı neshedilmiş hükmün, nesh bilgisinin ulaşmasından önce hak olması; ya da müetehidin içtihadının değişmesi veya her müctehidi isa­bet etmiş kabul edenler açısından, iki görüşten her birinin hak olması gibi, ALLAH onları kendilerine ulaşmamış bir haberle mükellef tutmamıştır.

Denirse ki:

Şayet bu caiz oluyorsa, ´ümmet bir içtihada dayanarak icmâ´ ettiğinde, son- [ı, 213] ra gelenlerin bu icmâ´a muhalefet etmesi; hatta, bu icmâ´dan dönmesi caiz olur´ Denilmesi niçin caiz olmuyor! Ümmetin içtihada dayanarak söyledikleri şey, bu ictihad devam ettiği sürece bakidir, tctihad değişince farz da değişir. Bunların hepsi de haktır; hele hele, önce içtihada dayanarak ihtilaf edip, sonra bir görüş üzerinde ittifak etmişlerse. (yukarıdaki cevabınızdan hareketle) sizin bunun da caiz olduğunu söylemeniz gerekmez miydi! Çünkü sahabe, avl´in, ve ümmüvele-din satımı´nm inkarı görüşünde olanların, zannı galipleri bu yönde olduğu sürece, bu kanaate sahip olmalarını tecviz etmiştir. Zannı değiştiğinde farzı da değişir ve daha önce kendisine caiz olan şey, bu defa haram olur. Bu, icmâ´ı kaldırmak de­ğil, aksine, zannı galip şartıyla her hangi bir görüşün benimsenmesini caiz gör­mek anlamına gelir. Zann değiştiğinde, artık önceki âtının gereğine göre davran­mak caiz görülemez. Bu yaklaşım, bir önceki meselede altıncı çıkış yolu olabilir. Deriz ki:

Sahabenin içtihada dayanarak icmâ´ ettikleri bir konuya sonradan muhalefet edilmesi caiz değildir. Ancak bu caiz olmayış, yalnızca sahabenin bu icmâ´ının doğru (hak) olması yüzünden değil, fakat bunun ümmetin üzerinde toplandığı bir [ı. 214] doğru olması yüzündendir. Ümmet, ümmetin üzerinde icmâ´ etliği bütün şeylere muhalefetin haram olduğunda icmâ1 etmiştir. Bu doğru, tek tek kişilerin benimse­diği doğru gibi değildir. Ümmetin ictihad kaynaklı olarak ihtilaf etmesi durumu­na gelince; bu durumda onlar ikinci bir görüşün alınabileceğinde ittifak etmiş olurlar ve dolayısıyla da bu ikinci görüşe dönmek, üzerinde ittifak edilen bir şey olur. Bunun, ´içtihadın bekası´ şartıyla kayıtlandırılması caiz değildir. Nasıl ki, ümmet ictihad yoluyla bir görüş üzerinde ittifak ettiğinde, bunda içtihadın değiş­memesi şart koş ulamı yorsa, tam tersine, hiç bir şart olmaksızın mutlak olarak bu­na muhalefet haram oluyorsa, bu da aynı şekildedir.

Denirse ki:

Bu haber sahabenin icmâ´ ettiği konuya muhalif olarak tâbıûn döneminde or­taya çıksa ve bu haberi ehlu´l-hall ve´l-akd ehlinden olmadığı halde, ehlu´1-hall ve´l-akd´in icmâ´ında hazır bulunan birisi nakletse durum ne olur?

Deriz ki:

Tâbiûnun bu habere muvafakat etmesi haramdır ve haberi nakleden bu kişi­nin de kesin olan icmâ´a ittiba etmesi gerekir. Çünkü haber-i vahidde, nesih ve [ı, 215] unutma ihtimali vardır, halbuki icmâ´da bu ihtimallerin hiçbirisi yoktur.

Mesele: icmâ´, bir kişinin haber vermesiyle sabit olur mu?


İcmâ´, bazı fakihler karşı görüşte olsa da, tek kişinin haberi ile sabit olmaz. Buradaki incelik şudur: icmâ´, kendisiyle kitab ve mütevalir sünnet üzerine (aleyhine) hükmedilebiien kesin bir delildir. Tek kişinin haberi ise kesin değildir. Kesin olmayan bir şeyle kesin olan bir şey nasıl sabit olur! Kur´an´ın haberi va-hidle neshi meselesinde de zikrettiğimiz gibi, şayet böyle bir şey varid olsaydı Bununla taabbüd aklen imkansız olmazdı; ne var ki böyle bir şey varid olmamış­tır.

Denirse ki:

Tek kişi tarafından nakledilen icmâ´, eğer kitab´a ve mütevatir sünnete aykırı düşmüyorsa, hununla amelin vacipliği sabit olamaz mı? Şöyle ki; her ne kadar missin sıhhati yönünde bir kesinlik hasıl olmuyorsa da, ahud kanalla nakledilen haberle amel vacip olmakladır. Ahad kanalla nakledilen icmâ´a da aynı açıdan yaklaşılamaz mı?

Deriz ki:

Ahad yolla nakledilen hadis ile amel, sahabeye ve onların bu husustaki icmâ´ina iktidaen sabit olmaktadır. Bu ise hz. Peygamberden rivayet edilen şey­ler hakkındadır. Ümmetten nakledilen ittifak ve icmâ´a gelince, bu konuda saha- it 216 beden her hangi bir nakil ve icmâ" sabit olmamıştır. Şayet ahad yolla nakledilen icmâ1 ile amelin vacipliğini isbat edecek olursak, bu, kıyas yoluyla olmuş olur ki, bizce şeriatın temellerini (usulu´ş-şerîa) isbat hususunda kıyas sahih değildir. En açık olan görüş, budur. Şu kadar ki biz, bu şekilde nakledilen icmâ´a özellikle amel açısından tutunanların mezhebinin batıl olduğuna kesin gözüyle bakmayız. Allahu a´lem.

Mesele: (el-ahzu bi akalli mâ kîle)

Söylenmiş olanın en azına göre hükmetmek, icmâ´a tutunmak anlamında de­ğildir. Bazı fakihler bunu icmâ´ çerçevesinde düşünmüşlerdir.

Örnek:

Alimler, yahudinin diyeti hususunda ihtilaf etmişler; kimileri yahudinin di­yetinin müslümanın diyeti gibi olduğunu; kimileri, müslüman diyetinin yansı ka­dar olduğunu; kimileri de üçte biri kadar olduğunu ileri sürmüşlerdir, şafiî bu gö­rüşler içerisinden en az miktarda olanı, yani ´üçte biri´ almıştır. Bazıları şafiî´nin bu görüşü almasını, icmâ´a tutunma olarak yorumlamışlardır ki, bu doğru değil­dir. Çünkü, üzerinde icmâ´ edilen husus, bu miktarın vacipliğidir ve zaten buna muhalefet eden kimse yoktur. İhtilaf edilen husus ise, bu miktarın artırılıp artırı-lamayacağıdır ve bu noktada icmâ´ yoktur. Şayet üçtebirlik miktar üzerindeki [1,217 icmâ´, artırma yapılamayacağı konusunda bir icmâ1 olsaydı, üçtebirden fazla bir miktar öngörenler icmâ´ı yırtmış olurlardı ve bunların görüşleri kesin olarak batıl olurdu. Fakat şafiî, delillerin müdreklerini araştırarak onların üzerinde icmâ´ et­tikleri şeyi vacip kılınış ve kendince ziyadeyi gerektiren bir sahih delil sabit ol­madığı için de, aklın delalet ettiği beract-i asliyyedeki ıstıshabu´l-hâl´e başvur­muştur. Bu i.se icmâ1 deliline tutunmak değil, ıstıshaba ve akıl deliline tutunmak­tır. Istıshabu´l-hâl´in muhtevası aşağıda gelecek. Üçüncü asıl olan icmâ´ hakkında söyleyeceklerimiz de bu kadardır.[76]

Dördüncü Asıl: Akıl Delili Ve Istıshab

Bilesin ki: sem´î hükümler akıl ile idrak olunamaz; şu kadar ki akıl, peygam-[1,218] herlerin gönderilmesinden ve mucizelerle desteklenmesinden önce zimmetin horalardan (vâcibât) arınık (beri) olduğuna; davranışlarımızda her hangi bîr zor­lama ve kısıtlama bulunmadığına delalet eder. Sem´in varid olmasından önce hü­kümlerin bulunmadığı hususu akıl delili ile bilinmekte olup, biz bu durumun sem1 varid oluncaya kadar devam ettiğini (ıstıshâb) kabul ederiz. Bir peygamber gelip, beş vakit namazı farz kıldığında altıncı vakit namaz vacip kılınmamış ola­rak kalır. Altıncı vakit namazın vacip olmayışı, peygamberin böyle bir namazın bulunmadığını açıkça belirtmesi sebebiyle değil, fakat bunun vacipliğinin mevcut olmayışı sebebiyledir. Zira bu namazın vacip olduğunu isbat edecek bir şey ol­madığından, bu namaz ´aslî nefy´ üzere kalmış olur. Çünkü peygamberin ifadesi sadece beş vakit namazın vacip olduğu doğrultusunda olup, altıncı namaz hak­kındaki nefy, sanki sem´ hiç varid olmamış gibi, devam eder. Aynı şekilde pey­gamberin ramazan orucunu vacip kılması durumunda şevval orucu aslî nefy üzere kalmaya devam eder. Yine peygamber, her hangi bir vakitte bir ibadetin yapılmasını vacip kıldığında, bu vaktin geçmesinden sonra zimmet aslî beraet (beraet-i asliyye) üzerinde kalmaya devam eder. Bir ibadet, güç yetirenler için vacip kılındığında, güç yetiremeyenler önceki halleri üzere, yani kendilerine bu [ı, 219] ibadet vacip kılınmamış olarak kalırlar.

Hal böyle olunca hükümler; ya bu hükümlerin isbatı açısından ya da nefyi açısından incelenecektir, tsbatı açısından incelendiğinde; akıl, hükümleri isbatta yetersiz kalacaktır. Nefy açısından incelendiğinde ise; -sem´î delil aslî nefiyden nakledici bir anlamla varid oluncaya değin- akıl, her hangi bir hüküm bulunma­dığına (nefy) delalet etmektedir. Buna göre akıl, isbat ve nefy yönlerinden sadece birisi hakkında delil olabilmektedir ki, bu, nefy tarafıdır.

Denirse ki:

Eğer akıl, sem´in varid olmaması şartıyla delil oluyorsa, peygamberlerin gönderilmesinden ve şer´in vaz´edi ı meşinden sonra artık sem´in olmadığı biline­mez; dolayıs...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

07 Nisan 2010, 11:58:06
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #8 : 07 Nisan 2010, 11:58:06 »




Denirse ki:

Akıl delili, sem´in bulunmayışı şartına bağlıdır. Sem´in bulunmayışı ise bili­niyor değildir. Sem´in varid olduğunun bilinmemesi, sem´in olmadığını göster­me?: Ve sem´in olmadığı bilgisini iddia etmek mümkün değildir. Çünkü bu biline­mez.

Deriz ki:

Biz, mesela, şevval orucunun ve kuşluk namazının vacip olmayışının bilin­mesinde olduğu gibi, sem´in bulunmayışının, bazen bilinebileceğini; bazen de araştırma ehliyetine sahip kişilerin, şer´in müdreklerini araştırmasıyla bunun zan-nedilebileeeğini açıklamıştık. Buradaki zann, ietihad kaynaklı olduğu için, bilgi gibidir. Çünkü araştırmayı yapan kişi, ´şayet olsaydı, ben bulurdum. Onca araş­tırmama rağmen bulamayışım, tıpkı evde bir eşyayı arayan ve aramasında gerekli gayreti gösteren kişi örneğinde olduğu gibi, onun mevcut olmadığını gösterir´ der.

Denirse ki:

Yeterli çabanın belli bir ölçüsü var mıdır, yoksa, araşürmanın bir başı, bir ortası ve bir de sonu mu vardır? Kişinin, değiştirici sem´î delilin bulunmadığını söylemesi kendine ne zaman helal olur?

[ı, 244] deriz ki:

Kişi, araştırma sonucunda kendi kendisine müracaat eder ve -tıpkı, evde bir eşyayı arayan örneğinde olduğu gibi- arama hususunda elinden gelen herşeyi yaptığım bilirse, bu durumda sem´î delilin bulunmadığını söylemesi kendine he­lal olur.

Denirse ki:

Ev, sınırlı ve belli bir şeydir ve bu hususta kesin sonuç almak mümkündür. Halbuki şer´in müdrekleri sınırlı değildir. Kitâb, her ne kadar sınırlı ise de, sün­net sınırlı değildir. Belki de hadisin ravisi meçhuldür.

Deriz ki: bu, eğer henüz haberlerin yayılmadığı, islamtn ilk dönemlerinde ise her müelehide farz olan, haber kendisine ulaşıncaya değin reyini kullanması­dır. Bu, haberlerin rivayet edilmesinden ve sahih hadis kitaplarının derlenmesin­den sonra ise, bu kitaplara giren hadisler, ehli indinde sınırlı olup müclehidlere ulaşmıştır ve müetehidler bunları hilafiyat meselelerinde söz konusu etmişlerdir. Özetle söylemek gerekirse; nasıl ki, umumun delaleti, tahsis edicinin bulunmayı­şına bağlı ise, aklın, aslî nefye delaleti de, değiştiricinin bulunmayışına (nefy)

Bağlıdır. Tahsis edici ve değiştiriciden her birinin bulunmayışı bazen bilinir, ba- fi, 245; zen de zannedilir ve bunlardan her biri şer´de, bir delildir.

Dördüncü asıl hususundaki sözlerin tamamı budur ve böylece ikinci kutup tamamlanmış olmaktadır.[79]

İkinci Kutbu Tamamlayıcı Ek Bölüm (Hatime): Mevhum Deliller


Aslî delil olmadığı halde aslî delillerden olduğu zannedilen deliller, sırasıy­la, ´bizden öncekilerin şeriatı (şer´u men kablena)´, ´sahabi sözü1, ´istihsan´ ve ´ıs-lıslah´tır.

A. Şer´u Men Kablena

Şer´u men kablenâ, daha önceki peygamberlerin, bizim şeriatimiz tarafından neshediidiği açıklanmayan, şeriatleridir.

Bunun açıklamasına bir mesele ile başlayalım.

İi, 246] mesele:

Hz. Peygamber, peygamber olarak gönderilmezden (biset) önce, önceki peygamberlerden birinin şeriati ile mükellef miydi (amel ediyor muydu)?

Kimi alimler, hz. Peygamberin, kendisine peygamberlik gelinceye kadar daha önceki peygamberlerden birinin şeriati ile mükellef olmadığını (teabbüd et­mediğini), kimileri de mükellef olduğunu söylemişlerdir. Bu ikinci görüşte olan­lar, hz. Peygamberin mükellef tutulduğu şeriatın hangi peygamberin şeriatı ol­duğunda farklı görüşler ileri sürmüşler; bir kısmı, bunu nuh´a, bir kısmı ibra­him´e, bir kısmı, musa´ya bir kısmı da isa´ya nisbet etmiştir. Bizce, bu görüşlerin hepsi de aklen mümkündür; fakat fiilen vuku bulduğu, kesin bir yolla bilinme­mektedir. Şu anda, pratik bir sonucu olmayan bu gibi hususlarda, karanlığa taş atmanın bir anlamı yoktur.

Denirse ki:

Şayet hz. Peygamber, önceki dinlerden biriyle mükellef tutulup o dine göre davranmış olsaydı, o dinin mensupları bunu kendilerine nisbet ederek bununla övünürlerdi ve hz. Peygamberin, onların şiarlarını kuşandığı yaygın olarak nak­ledilirdi. Böyle bir şeyin olmaması, hz. Pcygamber´in, herhangi bir dine göre davranmadığının kesin delilidir.

Deriz ki:

Ll, 24/j şayet, hz. Peygamber mükellefiyetten ve şeriatlere göre davranmaktan sıy-

Rılmış olsaydı, bu defa da, halk kesimlerine muhalefet etmesi ve bunun yaygın olarak nakledilmesi gerekirdi. Hz. Peygamber´in, bi´setten önceki durumunun gizli kalması olağanüstü bir mucize bile sayılabilir ki, bu hz. Peygamberin hayret verici işlerinden biridir.

Karşıt görüşte olanların iki şüphesi vardır;

Birinci şüphe: musa ve isa, ALLAHın mükellef olan tüm kullarını kendi dinle­rine çağırmışlardır. Buna göre, hz. Peygamber de bu genel çağrının kapsamına dahildir.

Bu görüş iki yönden batıldır;

A) Bir kere. İsa ve musa´dan, kendi çağrılarının genci oluşuna dair bir ifade müicvalir bir hiçimde bize nakledilmememişlir ki, biz bu ifadenin gene! Muhte­vasına (fahvâ) bakalım. Bu bakımdan, bu iddianın, bizim peygamberimizin dini­ne mukayeseden başka hiç bir dayanağı yoktur ve böylesi bir mukayese de batıl­dır. Üstelik, şayet onların çağrılan genel bile olsa, bu çağrıdan, kendilerinin şeri-atini neshedecek olan peygamberler istisna edilmiş olabilir.

B) Belki de hz. Peygamberin zamanı, şeriatlerin fetret ve silinip gitme za­manı olup, bu şeriatleri ayakta tutmak ve bunlara göre davranmak imkansız ol­muş ve hz. Peygamber, bu yüzden gönderilmiş olabilir. Ayrıca o, isa ve mu- ix 248 sa´nın şeriatlerinin tafsiline dair hüccet bulunduğunu nereden bilecektir!

İkinci şüphe: hz. Peygamber, namaz kılıyor, hac ve umre yapıyor, sadaka veriyor, hayvan boğazlıyor ve meyte´den uzak duruyordu. Bu fiiler, aklın yönlen­dirmesiyle bilinemez.

Cevap:

Bu yaklaşım da iki yönden sakattır:

A) Bu sayılan hususların hiçbiri, kesin bir nakille mütevatir olarak nakledil­miş olmadığından bunların zann yoluyla var kabul edilmesi mümkün değildir.

B) Hz. Peygamber, belki de, tahrimin ancak sem´ yoluyla olacağına ve şer´in vürudundan önce hükmün bulunmayacağına dayanarak hayvan boğazla-mıştır. Meyte´den kaçınması ise, tabiatından gelen bir tiksinti sebebiyle olabilir. Nitekim hz. Peygamber, tab´an tiksindiği için, keler etini yememiştir.-namaz ve hacca gelince; eğer hz. Peygamber´in bunları yaptığı sahih ise, hz. Peygamber bunları, her ne kadar ayrıntıları silinip gitmişse de, genel biçimleri hakkında ön­ceki peygamberlerden nakledilen bilgilere göre, teberrüken yapmış olabilir.

Şimdi asıl konumuza dönelim ve hz. Peygamberin bi´setten sonra, daha ön­ceki peygamberlerden birinin şeriatine göre amelde bulunup bulunmadığına ba­kalım. Burada, önce bunun aklen mümkün olup olmadığı, sonra da sem´an vaki olup olmadığı söz konusu edilecektir.

Aklî imkan: [1,249

Hz. Peygamberin önceki şeriallerden biriyle mükellef tutulması aklen müm­kündür. Zira ALLAH teala kullarını, gerek önceki bir şeriatle, gerek yeni bir şeriat-le gerekse, bir kısmı önceki şeriatlerle bir kısmı yeni bir şeriatle olmak üzere, istediği şey ile mükellef tutabilir. Bunların hiçbirisi bizzat imkansız olmadığı gibi, taşıdığı bir mefsedet yüzünden de imkansız değildir. Birkısım kaderîler, her pey­gamberin mutlaka yeni bir şeriat ile gönderilmesi gerektiğini söylemişler, bunu da şöyle gerekçelendirmişlerdir: peygamber eğer bir yenileme getirmeyecekse, gönderilmesinde hiç bir yarar bulunmayacaktır. ALLAH teala ise, bir fayda olmak­sızın elçi göndermez. Bu yaklaşıma güre, bu görüşle olan kaderîlerin, bir şeriat silinip gittiğinde, bu şeriatin dengi bir şeriatla peygamber gönderilmesini, yine bu şeriate hazı fazlalıklar içeren denk bir şeriatle peygamber gönderilmesini ve birinci peygamberin bir topluluğa, ikincisinin de hem bunlara hem de başkalarına gönderilmiş olmasını caiz görmeleri gerekir. Belki de onların karşı çıktıkları hu­sus, birinci şeriatin tazeliğini korurken ikincinin bir ilave getirmemiş olması du­rumudur.

Biz diyoruz ki; iki delilin birlikte dikilmesine (nasb) ve iki resulün aynı an­da gönderilmesinin mümkün oluşuna delalet eden şey, bunun da mümkün oluşu-[i, 250] na delalet eder. Nitekim ALLAH teala, "biz onlara iki elçi gönderdik. Onlar bu ikisini yalanladılar ve biz de bu ikisini destekleyici olarak bir üçüncüsünü gönderdik" {yâsîn, 36/14} demektedir. Aynı şekilde ALLAH, musa ile harun´u, davud ile süleymanı göndermiştir. Hatta, bir peygamberin daha önceki bir pey­gamberin şeriati ile gönderilmesi, tıpkı, görme hususunda birisiyle yetini lebi id iğ i halde, iki gözün yaratılması gibidir. Diğer taraftan bu kaderîlerin sözleri, ALLAH telanın fiillerinde bir fayda talebi üzerine kurulmaktadır ki bu görüş mesnetsiz keyfi bir iddiadır.

Sem´î imkan:

Bizim şeriatimizin, önceki şeriatleri bütünüyle neshetmediği tartışmasız ka­bul edilen bir husustur. Msl. Bizim şeriatımız, iman etmenin gerekliliğini, zina, hırsızlık, adam öldürme ve küfrün haramlığını neshetmemiştir. Fakat ALLAH, bu haramları yeni bir hitap ile ya da başka peygamberlere inen hitap ile haram kıl­mış, bunları devam ettirmekle mükellef tutmuş ve o´na, sadece öncekilerin şeria-tine aykırı olan hususlarda hitap indirmiştir. Bir olay meydana geldiğinde, ken­disine öncekilere aykırı bir vahiy inmediği sürece, hz. Peygamber´in onların di­nine ittiba etmesi gerekir. Tartışmanın özü bu noktadır.

[ı, 251] tercihe şayan olan´görüş, hz. Peygamber´in, kendisinden önceki hiç bir şe-

Rialle mükellef tutulmadığıdır. Şu dört yaklaşım buna delalet etmektedir.

1) Hz, peygamber, muâz´ı yemen´e gönderirken ona ´ne ile hüküm vere­ceksin´ diye sormuş, muaz, ´kitâb, sünnet ve ietihad ile hüküm vereceğim´ cevabını vermiştir.[80] Muâz, tevrat´ı, incil´i ve öncekilerin şeriatlerini zikretme­diği halde, hz. Peygamber muaz´ı...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

07 Nisan 2010, 11:58:28
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #9 : 07 Nisan 2010, 11:58:28 »


D. İstislah

Alimler, maslahatı mürseleye ittiba edilip edilmeyeceği konusunda ihtilaf etmişlerdir. Öncelikle, maslahatın anlamına ve kısımlarına açıklık kazandırmak

Gerekir.

Maslahat, şcr´in tasvip edip etmemesine nisbetle üç kısımdır. Şer´, bu mas­lahatlardan bir kısmının muteberi iğine, bir kısmının geçersiz (batıl) olduğuna şa­hitlik etmiş, bir kısmının ise, muteberliğine ya da batıl olduğuna şahitlik etme­miştir.

A) Şer´in muteber saydığı maslahat hüccettir ve bu tür maslahatın özü kıyasa döner. Bu da, hükmü nass ve icmaın anlamından (ma´kûl) iktibas etmektir. Bu konudaki delili, -delillerden (el-usulü´l-müsmire) hükümleri elde etme keyfiyeti­nin incelendiği- ´dördüncü kutup´ta ele alacağız.

Şer´in muteber saydığı maslahat için şu örnek verilebilir: sarhoş edici her içecek veya yiyecek, şaraba kıyasla haramdır. Çünkü şarap, mükellefiyetin kay­nağı (menat) olan aklı korumak amacıyla haram kılınmıştır. Şer´in şarabı yasak- [j} 285 lanıış olması, bu maslahatı dikkate aldığının delilidir.

B) Şer´in geçersiz saydığı maslahat: örnek:

Bir alim, ramazan günü, oruçlu iken, cinsel ilişkide bulunan bir hükümdara ´senin keffaret olarak peşpeşe iki ay oruç tutman gerekir´ diye fetva vermiş ve hükümdar, oldukça zengin olduğu halde, köle azat etmesini söylemediği için kendisine itiraz edilince bu fetvayı veren alim şöyle demiştir; ´şayet, hükümdara köle azat etmesini söyleseydim, bu ona kolay gelirdi ve şehvetini gidermek karşı­lığında köle azadını önemsemezdi. Uslanması için maslahat, ona oruç tutmanın vacip kilınmasındadır´ diye cevap vermiştir.

Bu anlayış batıldır ve maslahat sebebiyle kitab nassına muhalefet etmektir. Bu kapının açılması, durumların ve şartların değişmesiyle şeriatin tüm hudud ve naslarının değiştirilmesine yol açar. Diğer yandan, böylesi hükümlerin alimlerin uydurması olduğu ortaya çıkınca hükümdarlar alimlerin fetvasına güvenmezler ve alimlerin verdiği fetvaların hepsinin kendi rcyleriyle yapılmış bir tahrif oldu­ğunu zannederler. [ı, 286]

C) Şer´in muayyen bir nassımn, muteberliğine veya butlanına şahitlik etmediği maslahat (maslahat-ı mürsele):

Tartışma konusu olan maslahat türü budur. Bu çeşit maslahatı örneklendir-meye geçmeden önce maslahatı, diğer bir bölümlemeye tabi tutalım; maslahat, kuvvetlilik yönünden, ´zaruretler mertebesinde olan´, ´ihtiyaçlar mertebesinde olan´ ve ´güzelleştirme (tahsîn) ve süsleme (lezyîn) mertebesinde olan´ olmak üzere üç kısma ayrılır. Bu bölümlerden her birinin peşinde, tamamlama (tekmile ve tetimme) kabilinden olan hususlar bulunmaktadır. Şimdi öncelikle maslahatın anlamını kavrayalım; sonra her bir mertebeye ilişkin örnekleri görelim.Maslahat, asıl itibariyle, yararı sağlama (menfaati celb) veya zararı gider-me´den (mazarratı def) ibarettir. Fakat biz bu anlamı kastetmiyoruz. Çünkü, yara­rı sağlama ve zararı giderme, halkın amaçlarıdır. Halkın yararı ise, amaçlarının gerçekleştirilmesindedir. Maslahat sözüyle bizim kastettiğimiz anlam ise, şer´in [1,287] amacını korumaktır. Şer´in insanlara ilişkin amacı, onların ´din´, ´can´, ´akıl*, ´nesil´ ve ´mal´larını korumak olmak üzere beş noktada toplanabilir, tşte bu beş temelin korunmasını içeren her şey maslahat; bu beş temeli ortadan kaldıran her şey de mefsedet olup, bu mefsedetin giderilmesi maslahattır. İleride gelecek olan kıyas bölümünde, her hangi bir kayıt getirmeksizin, ´münasib´ ve ´muhayyel´ an­lam dediğimizde, bununla kastettiğimiz şey bu cinsten olan maslahattır.

Birinci mertebe; zaruretler mertebesi olup, anılan beş aslın korunması, bu mertebede yer alır ve maslahat mertebeleri içerisinde en güçlü olanı budur.

Örnek:

Şer´in, saptırıcı kafirin öldürülmesine, bid´atine çağıran bid´atçinin cezalan­dırılmasına hükmetmesi böyledir. Çünkü, onların bu faaliyetleri halkın dininin ortadan kalkmasına sebebiyet verir. Kısasın vacip kılınması, canı koruma amacı­na; şarap içme cezası, teklifin medarı olan aklın korunmasına; zina haddinin va-[i, 288] cip kılınması neslin ve nesebin korunmasına; ğasbedicilerin ve hırsızların ceza­landırılması, insanların yaşam dayanağı olan malların korunmasına matuftur. Bu beş temelin ortadan kaldırılmasının yasaklanması ve bu yönde önleyici cezalar konulması, her din ve her şeriatte vardır. İnsanların iyiliğini amaçlayan din ve şe-rîatlerde bunların yokluğu düşünülemez. Bunun içindir ki, küfrün, adam öldür­menin, zinanın, hırsızlığın ye sarhoş edici madde kullanmanın haramiığı konu­sunda şeriatler değişme göstermemiştir.

Bu mertebe için tamamlayıcı sayılabilecek hususlar ise şöyle söylemek gibi­dir; kısas ifasında denkliğe riayet edilir. Çünkü kısas, önleme ve intikam duygu­larını bastırma amacıyla meşru kılınmıştır. Bu amaç da ancak, ´denk´ ile gerçek­leşebilir. Şarabın azı da haramdır. Çünkü, az şarap, çoğuna davetiye çıkarır. Ne-biz de buna kıyas edilir; fakat, bu bir öncekine nazaran daha alt seviyededir. Bu yüzdendir ki, bunun hükmü konusunda şeriatlerdeki hükümler farklı farklıdır.Sarhoşluk ise her şeriatte haram kılınmıştır. Çünkü, sarhoşluk, mükellefiyet ve [ı, 289 kulluk kapısını kapatır.

İkinci mertebe; ihtiyaçlar mertebesinde bulunan maslahatlar ve münasebet­lerdir. Msl. Küçük kız ve erkek çocukları evlendirme yetkisinin velîye bırakılma­sı böyledir. Bunda herhangi bir zaruret yoktur; fakat, maslahatların sağlanması için buna ihtiyaç vardır. Yine, maslahatın kaçırılması endişesiyle ve gelecekte ol­ması beklenen uygun geçimin sağlanabilmesi düşüncesiyle evlilikte denklik (ke-faet) şartının konulması da böyledir. Küçükleri evlendirme yetkisinin veiiye bıra­kılması, küçüğün terbiyesi, süt emzirilmesi ve ona yiyecek ve giyecek satın alın­ması gibi işlerin veliye bırakılması gibi değildir. Çünkü bunlar zaruri şeyler olup, insanların yararını sağlaması istenen şeriatlerin bu hususlarda farklı olabilecekle­ri düşünülemez. Küçükken evlenme meselesine gelince, buna aşın şehvet ve üre­me ihtiyacının ittiği söylenemez. Aksine bu tür evliliğe, aşiretlerin kaynaşarak [ı, 290 yaşam şartlarının iyileştirilmesi ve hısımların birbirlerine arka çıkmaları için ihti­yaç duyulmuştur. Bu türden olan işlerde hiç bir zaruret yoktur.

Bu mertebe için tamamlama kabilinden sayılabilecek şeyler de şunlardır: msl. ´Küçük kız, ancak, kendine denk biriyle ve eşdeğer mihir (mehr-i misil) ile evlendirilebilir. Bunun böyle olması münasiptir de´ sözümüz böyledir. Ne var ki bu iş, evlenme ihtiyacının altında yer alır. Bunun içindir ki, alimler bu konuda ih­tilaf etmişlerdir.

Üçüncü mertebe: bu mertebede, zaruri olmayan ve kendisine ihtiyaç da duyulmayan işler yer alır. Şu kadar ki, bu mertebedeki işler, bir bakıma, meziyet­lerin ve fazladan yapılan şeylerin güzelleştirilmesi, süslenmesi ve kolaylaştırıl­ması; adetlerde ve muamelelerde en güzel yöntemlere riayet amacım taşır.

Örnek:

Fetva vermesi ve rivayette bulunması kabul edilmekle birlikte, -sahibinin küçük görmesi sebebiyle, değeri ve mertebesi düşük, durum ve konumu zayıf bi­risi olması yüzünden-, kölenin şahitliğe ehil görülmemesi böyledir. Bu itibarla, [ı, 291 şahitlik işine yeltenmesi, kölenin bulunduğu konuma uygun düşmez. Köleye ve­layet yetkisinin verilmemesi ise, maslahata uygun olduğu için, ihtiyaçlar merte-besindendir. Zira çocukların velayetini üstlenmek, boş zaman ve yeterince ilgi­lenme gerektirir. Halbuki köle, bütün zamanını efendisine hizmete ayırmak duru­mundadır. Bu itibarla, çocuğun velayetinin köleye bırakılması, çocuğa zarar ver­mek anlamına gelir. Şahitlik meselesi, zaman zaman rivayet ve fetva ile uyuşabi­lir. Fakat, ´kölenin şahitliğe ehil görülmemesi, onun değerinin düşüklüğü yüzün­dendir´ sözü, ´köle şahitliğe ehil değildir. Çünkü, kendisine cum´a nama/t vacip değildir´ sözü gibi değildir. Çünkü bu ikinci sözde, kesinlikle bir uygunluk (mü­nasebet) kokusu yoktur. Gerçi, şayet şer´ bunu açıkça belirtmiş olsaydı, bunda [[, 292 bir tutarlılık olabilirdi; fakat yine de bu konunun rivayet ve fetva ile uygunluk bağı yoktur. Aksine, gerekçe hazırlanıncaya değin, münasipten yoksun olarak kalir. Münasib bazen noksan bulunur ve bu durumda ya terkedüir, ya da bir maze­ret veya kayıtlama sebebiyle ondan kaçınılır. Msl. Nikah akdine veli kaydının konulması böyle olup, şayet bu veli kaydı, kadının koca seçiminde gevşek görüş­lü olması ve görünüşe çabuk aldanması ile talil edilecek olursa, artık güzelleştir­me kabilinden olmayıp, ihtiyaçlar mertebesine girmiş olur. Fakat aynı gerekçe, kendi sözleriyle akit yapma yetkisinin kadına verilmeyişi hususunda ve kadının denk biriyle evlenmesi durumunda geçerli ve yeterli değildir. Bu bakımdan, ka­dının kendi sözleriyle evlenme akdini yapması, üçüncü mertebede yer alır. Çün­kü, örf ve adellerc uygun düşen, kadının akdi bi/.zai yapmaktan haya etmesidir. Çünkü, kadının nikah akdini bizzat yapması, erkeklere aşın istek duyduğu izleni­mini uyandırabilir ki, bu da kadınlık haysiyetine (murûet) uygun düşmez. Bu ba­ti, 293] kımdan şer´, kadın adına nikah yapma işini, insanları en güzel yöntemlere yön­lendirmek amacıyla, veliye havale etmiştir. Nikah akdi için şahit kaydının konul­ması da böyledir. Şayet bu kayıt, anlaşmazlık durumunda isbat kolaylığı sağla­mak ile talil edilirse, bu takdirde ihtiyaçlar kabilinden olur. Ne var ki, kadının rı­zasına şahitliğin aranmayışı bu anlamı zayıflatmaktadır. Öyleyse bu kayıt, nikah akdinin önemli bir iş olduğunun vurgulanması ve toplum nezdinde ilan etme ve açıklama yoluyla zinadan ayırd edilmesi amacına mebnidir ve dolayısıyla güzel­leştirme mertebesine ilhak edilir.

Bu kısımları anladıysan, şunu da unutmamalısın ki; bir aslın şehadetiyle desteklenmedikçe, bu son iki mertebede yer alan işlerde hüküm vermek caiz de­ğildir, zaruret konumuna geçme durumları hariç. Şer´ buna şahitlik etmese bile; [ı, 294] müetehidin kendi reyiyle yaptığı içtihadın böyle bir sonuca ulaşması da yadırga­n...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: 1 [2] 3   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes